Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. İlk Bakış

@zorronezi

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayalım lütfen ✨

İyi okumalar 😘😘

Sezen Aksu- Son Bakış

Bakalım Çağlar, Efsun'u ilk gördüğünde ne hissetmişti...

 

***

"İlk Bakış"

Çağlar Kuzgun

Geleceğinden emindim. Daha önce hiçbir planım sekteye uğramamıştı; yazıp çizdiğim ve kalemini kırdığım kimse kurtulamamıştı bu parmaklardan. Fakat bu kez kırılan bir kalem değil Bakan Kızı'nın duvarları olacaktı.

Sır küpüydü. Berlin duvarının öteki tarafı. Hatta belki de el Dorado.

Gözlerim kahverengi saçlarının özgürce hareketlerine karşın bedenini kısıtlamış bir kadına çarptı. Bu olabilir miydi? Ofelya Zaharyas?

Açıkça titriyordu, bana kendimden şüphe ettirecek kadar üstelik. Oturduğu taburenin yanına ilerlediğimde Boris kuşkulu gözlerle kızı işaret etti. Emin olmadığımı gösteren bir ifade takındım.

"Önce Hanımefendi." diyerek onun sesini duymamı sağlayacak bir hamle yaptım. Parmakları telefonunu sarmış, başı yerdeydi. Biraz daha ondan tarafa kayacak olsam açıkça çığlığı basıp ağlamaya başlayabilirdi.

Böyle kadınların günü geldiğinde, kozalarını çatlatıp bir kelebek olabileceğini biliyordum. Bu yüzden onu zorladım ve hafifçe yaklaştım. Eğer yanımdaki ürkek şey Bakan'ın kızı değilse bile artık radarımdaydı.

Başını hafifçe kaldırdı. "Alkolsüz bir içeceğiniz var mı?"

Sesi hiç duymadığım masallardaki bir prensesi anımsatıyordu. Masallara layıktı. "Meyve suyu?" diye sordu Boris. Sorusuna yalnızca başını salladı. Önüne gelen saçını kulağının arkasına aldığında parmaklarından bile asil hareketler akıyordu.

Sessiz kadınları nasıl açacağımı çok iyi biliyordum. Boris meydan okur gibi bakış attığında sessiz bir iddia başlamış gibiydi. "Seni daha önce burada görmedim." diye bir yalan uydurdum. Doğrusu buranın müdavimi sayılamayacak kadar az gelmiştim.

Başını hafifçe bana doğru çevirebilecek kadar dikkatini çekmiştim. Gözleri cebimde takılı kaldığında anahtarlığımdaki ismime bakmasına izin verdim ve bu beni gülümsetti. Yalnızca son hecesini okuyabildiğinden emindim; işte onu merakta bırakacak bir hareket daha.

Okuduğundan emin olduktan sonra açıkta kalan heceyi içeri attım. Bu ürkek güzelle biraz uğraşabilirdim, en azından Bakan Kızı gelene kadar. Çünkü artık onun öyle büyük mevkideki birinin kızı olmadığını düşünüyordum. Genelde mevki yükseldikçe ego, gösteriş ve kibir artıyordu.

Parmaklarımı uzamış sakallarımda gezdirip "Marka kıyafetler, çantadan sarkan araba anahtarı, yüksek ego." diye uydurdum. Aslında buram buram sadelik akmasına rağmen sırf konuşabilmek için bir dizi yalana başvuruyordum.

Kaşlarını çattı, yüzünü görebilmek için çok dikkatli bakmam gerekiyordu çünkü bir saniyeden fazla kaldırmıyordu başını. Sözlerimin hemen ardından gözleri öyle kısa bir bakış attı ki gözlerini hayal meyal gördüm. Kehribar hareleri, küçük bir burnu vardı; bir de dudağının kenarında taze gibi görünen yarası.

"Alkol kokuyorsun." Neden her bir cümlesi gülümsememe sebep oluyordu böyle?

Aptal Boris'in az önce döktüğü içki şişesi yüzünden kokuyor olmalıydım. Çünkü bir fiske bile içmezdim. Burnumu kırıştırıp Boris'e öldürücü bir bakış attım. "Alkol alan birinin cümlelerini ciddiye almam."

Ciddiyeti karşısında biraz daha gülümsedim, bu defa gözleri yüzümde gezindi. Sonunda, dedim içimden. Ağıma düşüyordu.

Loş ışıkta bronz gibi görünen teninin asıl rengini merak ederek kahkaha attım. Beklemediği bir şekilde ceketimin önünü açıp açık bir renkle lekeli beyaz tişörtümü gözler önüne serdim. "Çünkü... Döküldü şişeler." dedim.

Ah şu gözler! Başka şartlar altında başka bir yerde tanışmalıydık.

Kahretsin! Bunu dışımdan söylemiştim fakat duyup duymadığı muallaktı.

Kaşlarını çatıp dudaklarını tek çizgi olacak şekle getirdi ve önüne döndü. Başı yeniden eğikti ve tüm güzelliğini örtüyordu saçları.

Elbet dönecekti ve birkaç kelime söyleyecekti. Kimse ilgimi geri çevirmezdi, özellikle İtalyan kızları. Fakat bu kızın açıkça milliyetini anlayabileceğim kadar uzun bakmamıştım yüzüne. Aksanı yoktu ama Konstantin'de doğduysa zaten bu olağandı. Yunan veya İngiliz olup aksansız konuşan yüzbinlerce kişi vardı.

Dakikalar geçti ve içeri ne Ofelya Zaharyas olabilecek biri girdi ne yanımdaki bu duru güzellik tek kelime etti. Öfkelenmeye başlıyordum ki bu kirli zihnimin en büyük zaafı demekti. Kadınlar ve öfke; biri içimdeki sakin bir deniz diğeri fırtınalı bir dağdı.

"Güzelliğini mi örtmeye çalışıyorsun sessiz kalarak? Veya farklıymış gibi mi davranmaya çalışıyorsun yoksa zaten farklı mısın?" Gözlerimi kıstığımda artık dikkati bendeydi ve bir saniyeliğine gözlerimiz buluştu. "Bilemedim."

Kaşları hayretle havalandı. "Tanımadığı bir kadına rahatça iltifat eden erkeklere ne denir bilir misiniz?" diye sorduğunda dudağımın kenarı kıvrıldı.

Demek dilin çözüldü prenses.

Kaşları çatık kaldı ve asla gülümsemedi benim aksime. Bense maske gibi taşıdığım ifademi sabit tutuyordum. "Zampara." dediğinde dudaklarından çıkan en pis sözcüğün bu olabileceğini düşündüm. Sanki yalnızca güzel sözcükler söyleyebilirdi.

"Hmm." diyerek parmaklarımı çenemin altına koyup yaslandım. "Çapkın da diyorlar bazen. Flörtöz, hovarda, serseri. Ama zamparayı ilk kez bir kadından duyuyorum." Aslında söylemek istediklerim bu değildi fakat onu delirtip benimle daha çok konuşması için baştan çıkarmaya çalışıyordum. "Genelde senin gibi kızlardan değil tabi."

Hiç düşünmeden "Çünkü genelde benim gibi kızlar yok." demesini beklemiyordum.

Aferin prenses!

İstediğim kıvama geliyordu. Daha fazlası için ağzımı açacakken vazgeçip tadında bıraktım. Çünkü ondan daha önemli biriyle başım dertteydi.

Bu kız Ofelya Zaharyas değildi ve ben Boris'le bakışarak girdiğim iddiayı kaybetmiştim. Cebimdeki birkaç euroyu Boris'in önüne attım. "Neyse ki kaybettiğim ilk iddiam değilsin." dedim. Aslında bunu duymasını beklemiyordum fakat kaşlarının çatıldığını gördüm.

"Başka sefere kardeşim."

Ayaklanışımın hemen ardından oldukça yüksek miktarda para çıkarıp benim gibi ortaya bıraktı. İğrenir gibi bir ifade takındı, narin ve kırılgan bir şeymiş gibi çantasını omzuna astı. Bu açıkça beni duyduğunu gösteriyordu ve beni suçlu hissettirmişti.

İddia konusunun onu elde etmek olduğunu sandığını düşünerek gerçekten daha da suçlu hissettim. Yüzündeki iğrenir ifade sabitti ve gitmek üzereydi. "İddia sen değildin güzellik. Ama istersen seninle de bir iddia konusu olabiliriz?"

Böyle konuşuyordum çünkü bürünmem gereken ikinci kişiliğime alışmalıydım. Robot bir asker gibi olursam ömrüm boyunca yaşadıklarım çok belli olurdu.

"Kadınlar üzerine iddiaya girmeyiz." diye eklediğimde birkaç adım uzağımda olduğunu fark edip yakınına varmıştım. Ardından yüzünü göremediğimi fark edip tam karşısına geçtim. "Yunan mısın?"

Aceleyle "Türküm!" dediğinde içimde birkaç kayışın koptuğunu fark ettim. Uzun zamandır bunu gururla söyleyen bir kadın görmemiştim. Dışarıdan ürkek bir ceylanı anımsatan bir kadından böyle cesurca şeyler duymak afallatmıştı.

"Yazık olmuş. Oysa bir Yunan güzelliğine sahiptin." Kıvrılan dudaklarıma kaydı bakışları ve bir kez daha loş ışıkta gördüm kehribar harelerini. Sarı'nın hangi tonuydu bunlar böyle!

İri sayılabilecek gözleri, pek de kısa olmayan boyu vardı. Parmakları boyuna tezat uzun değillerdi ama inceydiler.

"Gurur duyduğum tek şey Türk oluşum. Gerisi teferruat ve ben teferruatları sevmem. Sizin aksinize Yunan ve İngiliz yalakalığı da yapmam." Dişlerinin arasından çıkan bu sözcüklerin hepsini bir pankarta asıp dalgalandırmak istedim.

Bu kız kimdi ve böyle cesurca cümleleri tanımadığı insanlara nasıl söylemeye cesaret ediyordu. Ya gerçek bir Konstantinopolis askeri olsaydım? Onu toplu mezardan kim kurtarabilirdi?

"Şimdi." dedi gözlerini yeniden yere indirip. "İzin verir misiniz?"

Yeniden yavru ceylan rolüne bürünüyordu ama bunu neden yaptığını anlayamadım. Donakaldığımı fark edip dikleştim ve kaşlarımı havaya kaldırıp elimle yolu açar gibi yaptım. "Güzel Türk kızları için izin her zaman vardır." dedim. Lanet olası İtalyan aksanım biraz kaçmış olabilirdi.

Bir kızın buraya doğru koşuşturduğunu radarına beni ve yavru ceylanı aldığını gördüm. Bakışları tüm bedenimi süzdü. "Efsun!" dedi endişeyle.

Efsunlu bakışlarının kaynağı ortaya çıkmıştı sonunda.

Ve işte o an patladı zihnimdeki fişekler.

'Kızın adı Ofelya Zaharyas. Fakat yıllar önce Nikolas Zaharyas Bakan olabilmek için tüm ailesinin adını değiştirdi.'

'Eski ismi neymiş?'

'Efsun Gümüş'

'Bir fotoğrafı yok mu?'

'Sır küpünü senin açman için gönderiyoruz Kuzgun.'

Üzerimde hissettiğim bakışların sahibine göz kıptığımda Efsun da bunu görmüştü. Görmeliydi de. Yanık tenli ve aşırı makyaja boğulmuş bu ilgi manyağı da Ahu olmalıydı.

Bakalım Efsunlu kız birkaç güne yeniden karşılaştığımızda ne tepki verecekti.

İşin daha da garibi onu araştırıp, elinden almam gereken küçük şeyler için planlar yaparken onun hep Yunan yalakası, elinde Range Rover anahtarı taşıyan bir kız olduğunu hayal etmiştim.

Türk destekçisi olması işlerimi kolaylaştırır mı yoksa daha da çıkmaza mı sokacaktı bunu ancak zamanla anlayabilecektim.

Kızlar uzaklaştığında gerçek kişiliğime bürünmek adına gerilen kaslarımı serbest bıraktım. Ciddiyet tüm bedenimi sarıp sarmaladı fakat zihnimin ücra köşelerinde bir çift göz fink atmaya devam etti.

***

Efsun

Dünyamın başıma yıkıldı çok zaman olmuştu ama neden en çok bu acıtmıştı. Zihnimdeki gölgeli bir yerde sıkışıp kalmıştım. Tüm gece kabuslarımda Çağlar vardı. Binlerce mezar kazılıydı ve hepsini elleriyle kendisi kazıyordu.

Nefes nefese gözlerimi açtığımda neredeyse ağlayacaktım. Sulu göz değildim fakat söz konusu Çağlar olunca gözlerime hücum eden sıvıya engel olamıyordum. Boynumdan akan terlerle beraber yüzümü buruşturdum.

Sakin olmaya çalışarak yataktan kalkıp yüzüme su serptim. Kabus yüzünden uyanmasam da yakında alarmımın çalacağı saatte uyanacaktım zaten. Suyu en soğuk ayarına getirip abdest aldım. Annemin her sabah yaptığı gibi güne böyle başlamaya alışkındım.

Yan odalardan birinde azılı bir katilin yatıyor oluşu içimdeki körüklenemeyen öfkeyi ilk kez bu denli harlıyordu. Fakat elimden gelen yine hiçbir şeydi. Evimizde de onun aynısından bir tane daha vardı üstelik onun kanındandım.

Dağılmış saçlarımı topladım, pijamanın bana uzun gelen paçalarını bir kez daha katlayıp mutfağa geçtim. Kan şekerim kendini belli etmeden önce kahvaltımı güzelce yapmak istiyordum ama yabancı bir evde sabahın bu saatinde dolapları karıştırmak işime gelmiyordu.

Dudağımı dişleyerek sessiz olmaya çalıştım. Bir zamanlar kimsenin elinden yemek yiyemediğim için her şeyimi kendim yapıyordum. Zamanla mutfağı sevmeye başladığım için zulüm gibi gelmiyordu burada olmak.

Bir an kendimi evde olduğumdan daha rahat, özgür ve mutlu hissettim ve bunun delice bir yanlış olduğunu düşünüp kendime kızdım.

Çağlar'ın evde yemek yapmadığı aşikardı. Bulabildiğim malzemelerle menemen, yumurta ve birkaç küçük şey daha yaptım. Onunla oturup yemeyeceğimizi düşündüğüm için kendi tabağıma alıp hızlıca kahvaltı yapmayı planlarken kapının hemen yanından yükselen "Günaydın." sesiyle olduğum yerde sıçradım.

Elimdeki bıçağı tezgahın üzerine düşürmüştüm. "Dikkatli ol." ikazına karşılık arkamı dönüp "Sana da günaydın." diyebildim sessizce. Tıraş losyonu kokusu tüm mutfağı sardığında pürüzsüz yüzü parıldıyordu. Pencereden sızan güneş doğruca yüzüne vurduğundan yeşil gözleri apaçık renklere bezenmişti ve ben bu görüntü karşısında hızla önüme dönmek zorunda kalmıştım.

Kuralların artık onda hükmü olmadığını kabul ettiğim dakikalardaydık.

"Yemeği erken yemem gerekiyordu." İstemsizce açıklama girişiminde bulunup pişman olmuştum. "Bu yüzden bir şeyler hazırladım... Yani yemek istersen..."

Adımları hemen yanımda bitti. "Eline sağlık, güzel görünüyor." Sesi neredeyse titriyor gibi çıktığında başımı çevirmek zorundaymışım gibi hissettim. Gözleri mi dolmuştu yoksa ben mi yanlış görüyordum?

Yüzünde buruk bir gülümsemeyle "Kaç yıl oldu bilmiyorum ama ev yemeği yediğim son günü hatırlamıyorum bile." dediğinde gözlerindeki o küçük çocuğu ilk kez görüyordum.

Çağlar Kuzgun gözlerimin önünde perdesini indirmişti. İçinde hep saklamaya çalıştığı bir şeyler olduğu aşikardı ama bunun duygusal bir derinlik olduğunu düşünmemiştim. "Yardım edeyim." diyerek tezgahtakileri masaya götürmeye başladığında ben de eksikleri koydum. Hemen arkamızdaki küçük masadaki karşılıklı sandalyelere yerleştik.

Daha dün akşam yüzüne bile bakmamaya karar vermişken şimdi kalmış hazırladığım kahvaltıyı yiyorduk. Ondan beklemediğim bir şekilde sessizdi. Yalnızca çatal kaşık seslerinin yankılandığı mutfakta pencereyi açmamla beraber kuş sesleri de eklenince kendimi küçükken yaptığımız pazar kahvaltılarında hissetmiştim.

Buruk gülümsememe karşılık "Gülümsediğin o şey olmak isterdim." dediğinde çatalım havada kalmıştı. Öksürüklerimin arasında kaşlarım havaya kalktı. "Sadece eski pazarları düşünüyordum." Dilimin yeniden açıldığını hissediyordum. "Tüm aile toplanır dolu dolu bir masada kahvaltı yapardık." Gözlerim bu defa öyle dolmuştu ki ağlayacağım sanıp hızla ağzıma birkaç lokma ekmek attım.

"Sen de özlüyor musun?"

"Ben hiç öyle bir pazar kahvaltısı yapmadım." İkinci defa havada asılı kaldı çatalım. Kahvaltısını öyle hızlı yemişti ki arkasına yaslanıp beni seyrediyordu. "Ben doğmadan birkaç ay önce babam vefat etmiş ve annem ona olan deli aşkı yüzünden aklını kaybetti."

Yutkunamadım. Kimsenin benden daha kötü bir hayatı olmadığını düşünürdüm eskiden fakat büyüdükçe öyle olmadığını öğrenmiştim aynı şimdiki gibi.

Parmaklarını yine kendi içinde ritim tutturdu. Yüzüğüyle oynadı, sanki dikkatini toplamaya çalışıyordu. "Allah rahmet eylesin."

Başını onaylar anlamda salladı. Tüm bu duygusallıktan sonra ona nasıl artık bir sınır çizmemiz gerektiğini söyleyecektim. Öfkeliydim, onunla konuştuğum her an vicdan azabı çekiyordum ve şimdi karşıma geçmiş bana en savunmasız haliyle kendini açıyordu.

"Bunu yapma." derken buldum kendimi. "Tam sana karşı sınır çizmeye başladığım günün ertesi bana tüm bu duyguları yükleme Çağlar."

Yaslandığı yerde dikleşti ve dirseklerini masaya koydu. "Sınır mı çizmek istiyorsun." Kaşları çatıktı ve bana karşı ilk kez böyle öfkeyle bakıyordu.

"Seninle konuştuğum her Allah'ın günü vicdan azabı çekiyorum... dünden sonra hele nasıl beklersin sessizce yanında kalmamı. Açıkça ima ettin o toplu mezar emirlerini verdiğini."

"Çünkü hepsi birer bölücüydü ve insan öldürdüler."

"Sadece onlar değil masum insanları da toplu mezarlara gömüyorsunuz!" Bağırdığımın farkına varıp kendimi sakinleştirdim. Bağırmaktan ve yüksek sesten nefret ederdim halbuki.

Yüzünde sahte bir gülümseme oluştu ama saniyelik bile değildi. Sanki ona karşı çıkmam hoşuna gidiyordu ama saklaması gerekiyor gibiydi. "Sınır koy." dedi sakince. "Tanımam." Tekrar geri yaslandı. "Sen uzaklaş, ben yetişirim. Seçim gününe kadar bu böyle."

"O zaman bundan sonra benden seninle rahatça konuşmamı bekleme çünkü ben vicdanımı susturamıyorum." Cevap vermedi. Sanki yediklerini boğazına diziyor gibi hissettim ama öyle olmadığı aşikardı.

"Artık eve dönsem iyi olur. Üzerimi değiştireceğim, odana girebilir miyim?"

Başıyla onayladığında hızla kalkıp ondan olabildiğince uzaklaştım fakat gittiğim yer de yine onun odasıydı. Onun kokusuna bürünmüş onun eşyalarıyla doluydu.

Tuttuğum tüm gözyaşları orada salındı. Neden, diye düşünüp durdum. Neden tam karşı tarafımda durmak zorundaydın ki? Neden en kötü olasılık olmak zorundaydın?

Yatağın yanına yere çöktüğümde yere bir şeyin yuvarlandığını hissettim. Parmaklarım kulağıma gitti istemsizce bir şeyin hafiflediğini hissetmiştim. Elimi yatağın altına atıp yokladığımda soğuk, demir bir şeye denk geldi. Avuçlayıp elime aldığım ilk anda bunun bir asker künyesi olduğunu anlamıştım. Fakat üzerinde okuduklarım beni aşan şeylerdi.

T.C.

Açıkça Türkiye Cumhuriyeti'nin bir askerine aitti ama üzerinde yazılı olan isim Çağlar Kuzgun'du.

Çağlar Kuzgun. T.C.

Tezatlık büyüdükçe büyüdü ve ağzım açık bir şekilde parmağımdaki künyede takılı kaldı gözlerim. Zihnimde taşlar oturmuyor, parçaları eksik kalıyordu. Daha sabah boynunda bir künye olduğuna emindim. Tişörtünün içine attığı için üzerinde ne yazdığını hiç görmemiştim.

Gözlerimi silip ayaklandım. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum veya bundan ne çıkarmam gerektiğini. O küçük umut kırıntılarına tutunmaya çalıştım ama hemen emin olamazdım.

Gözlerimin önünden geçen o umut görüntülerini tarif bile edemezdim. Üzerinde kısa bir anlığına Türk bayrağı taşıyan bir üniformayı hayal etmem zararlıydı ama buna engel olamadım. Ellerim titreye titreye değiştirdim üzerimi. Aklımdan geçen tek şey boynundaki künyeye bakmam gerektiğiydi ve daha dakikalar önce ona karşı sınır çizeceğimi söylemiştim.

Elimi alnıma vurup künyeyi çantama attım. Odasından çıktığım gibi salona geçtim, koridordan geçip odasına girdiğini duyabiliyordum. Birkaç dakika geçmeden yeniden sesi duyulmaya başladı, bu kez salon kapısının önündeydi.

"Çıkalım."

Soğuktu. Beni ciddiye almış olmalıydı fakat sınır tanımayan biri olduğunu da söylemişti. Aceleyle başımı sallayıp peşine takıldım. Üzerimdeki elbise yüzünden rahat hareket edemesem de hızına ayak uydurdum arabaya kadar.

Sessizdi ve bunu nasıl bozacağımı bilmiyordum.

"Gazeteciler bizi nasıl buldurlar dün?"

"Seni tanıyan birileri yerini ifşa etmiş olmalı."

Bu şimdiye kadar yaşamadığım bir şeydi. Kimse beni merak etmez, varlığım önemsenmezdi fakat nişan haberinden sonra işler pek eskisi gibi değildi. Kalabalığı gördüğümde artan kalp atışlarım Çağlar'la yalnız kaldığımda da aynı hızındaydı.

"Özür dilerim." dedim. Bunu beklemediğini belli ederek neredeyse ani sayılabilecek bir fren yaptı. Gözleri donukça önüne bakıyordu.

Eğer künye yalnızca görev için kullandığı sahte bir künyeyse şuan büyük bir hata yapıyordum.

"Sınır koyma fikri saçmaydı, benim için yaptıklarından sonra."

Ah! Gururumu dakikalar içinde ayaklar altına aldığıma inanamıyordum.

"Özrünü yaptığım iyilikler için diliyorsan... dileme. İçinden gelmeyen hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin." Duraksadı ve beni gafil avlayıp yanağımdan çok kısa sürecek bir makas aldı. "Ayrıca güzelim sınırları ben belirliyorum demiştim."

Hangi kelimesine veya hareketine takılacağımı şaşırmıştım. Önce soğuk yapıp sonra da soğuk yapmamış gibi mi davranıyordu!

Ağzım açık kalmış bir şekilde işaret parmağımı kaldırdım. "Sen!" Kelimelerin devamı boğazımda takılı kalmıştı. "Bir defa zehirlenmedin diye her seferinde aynı olacak değil!" Endişeliydim, gözlerimi yüzünden ayıramıyordum. Herhangi bir semptomda ambulansı arayacak kadar tetikteydim.

"Bu üçünü oluyor Efsun." Tek kaşını kaldırdı. "Bence artık saymayı bırakman gerekecek." Bakışları yeniden yola döndüğünde ben hala endişeliydim. "Sakin olup arkana yaslan."

Yolun kalanında dudaklarımı kemirdim. En azından sandığımın aksine soğuk yapmıyordu ve bu elime bir fırsatın geçebileceği anlamına geliyordu.

Sitenin içine girip bahçeye vardığımızda içim buruktu. Bu eve girmek istemiyordum, içerideki o insanlarla daha fazla kalmak istemiyordum. Yıllardır beni kendi benliğimden uzaklaştırıyor ve kaybolmama sebep oluyorlardı.

Çağlar en azından beni değiştirmeye, zorla zihnime bir şeyler kazıtmaya çalışmıyordu ve bu içimi vazgeçilemez bir şekilde evlilik konusunda ısıtıyordu. Acaba hiç evliliği düşünmüş müydü? Bu anlaşmayı yalnızca nişan kısmı için teklif ettiğini biliyordum ama... Belki... Bir ihtimal aklından geçmiş miydim?

Geçmemişimdir. Kimin aklından geçecek kadar değerli olabilirdim ki.

"Şimdi neden asıldı yüzün? Mutsuz şirinden hallicesin be güzelim."

Bana ikinci kez kullandığı bu hitap karşısında bakışlarımı kaldırdım. Belki başka kızların alışkını olduğu ve sıradan bir hitap olabilirdi ama benim için durum pek de öyle değildi. Kalbim teklemişti.

Babasından bile sevgi görmeyen kızlar yanlış adamların kandırmacalarına kolayca kapılırlardı. Tam şuan yaşananlar gibi.

"Bunu neden yapıyorsun?"

Gözleri kısıldı.

"Neden iyi davranıyorsun? Neden diğerleri gibi değilsin? Neden... beni olduğum hastalıklı halime rağmen iyileştirmeye çalışıyorsun?"

Yutkunuşum yankı yaptı. Vitesteki parmak boğumlarının beyazlaştığını gördüğümde öfkelenmemek için kendini sıktığını fark etmiştim. Neden sürekli öfkeleniyordu ki?

"Kendine bir daha hastalıklı dersen sana sarılırım. Kan kusup kusmadığımı o zaman daha iyi görürsün belki."

Duyduğum en acı ve en güzel tehditti. Babamın tehditlerinin hiçbirinde kendini riske atacak şeyler olmazdı. Ama Çağlar şimdi çıkmış karşıma beni kendisiyle tehdit ediyordu ve bundan zerre şüphe duymamıştı.

"Yapıyorum çünkü bu benim işim. Ülkenin geleceğinin baban olduğunu düşünüyorum. Güzel planlarımız var ve bunu gerçekleştireceğimiz güne kadar tüm ailesinin temiz kalması, iyi bir imaj vermesi gerekiyor."

Sahte bir kahkaha attım. "Ülkenin geleceğinin babam olduğunu düşünüyorsun demek." Dudağımı ısırıp donuk bir bakış attım. Bunların hiçbirini benim için yapmıyordu...

"İyi bir baba olmadığı aşikar. Ama siyasetçi kimliği baba olmanın da ötesinde."

Onu daha fazla dinlemek istemediğimden kapıyı açtığım gibi kendimi dışarı attım. Tam her şey harika gidiyorken neden her seferinde tepe taklak ediyordu?

Arkamdan kapanan kapı sesiyle kaşlarımı çatarak döndüm. Çağlar, benimle birlikte içeri geliyordu. "Nereye?" dedim kaşlarımı kaldırarak.

Parmaklarındaki anahtarı ceketinin cebine attı, kaşları çatıktı. "Yabancı bir araba var, buraya girme izni olmayan türden. Kontrol edeceğim."

"Askeri kimliğini evin dışında bırakırsan memnun olurum. Paranoyak olma."

Beni umursamadan kapıyı çaldığında çalışanlardan biri açtı. "Misafir mi var?" dedim. İlk kez gördüğüm kadın salonu işaret ederek "Bakan Bey'in misafiri var. Salondalar." dedi.

Çantamı koluma iyice yerleştirirken Çağlar'ın gitmesini umarak döndüğümde benden önce salona ilerliyordu. "Burnuma kötü kokular geliyor." Bir eli cebinde salona giriş yaparken sorun çıkmaması için dualar ederek arkasından girdim.

Kokuyu sanırım ben de almaya başlamıştım. Sonat yanında ona çok benzeyen biriyle -muhtemelen babası- salonda babamın karşısında muhabbet ediyordu. Yüzünde her zamanki rahat ifadesi, elinde de bir kahve duruyordu.

"Sonat?" dediğimde babamın bize bakan gözleri ansızın alev aldı. Fakat toplum içinde olduğumuzu hatırlayıp yüzüne tebessüm yerleştirdi. "İşte geldi," yüzümü buruşturmamaya çalıştım. "Arkadaşın Sonat'ın, Bahadır Bey'in oğlu olduğunu söylememiştin kızım."

Babamın yanında Sonat'a karşı yakın davranamayacağım için yüzümü ona çeviremedim fakat ifadesini deli gibi merak ediyordum. Yanımda duran Çağlar'ın gerildiğini hissettiğimde cesaret edip başımı kaldırdım. Çenesi gerilmiş, gözleri doğruca babamdaydı.

"Ben de... bilmiyordum."

Sonat'ın babası kısık bir kahkaha patlattı. "Oğlum genelde övünmeyi sevmez." Babam da bundan keyif alarak kahkahasına devam etti. Kulaklarım onların sesl

"Biz de tam olarak sizden birkaç izin almak için gelmiştik. Ama görüyoruz ki meşgulsünüz."

Bahsettiği şeyden habersiz olduğumdan sadecegözlerimi onun üzerinde dikmekle yetindim. Sonat ayaklanıp yanımıza geldi. "Tanışmıştık ama tekrar tanışalım istersen." Elini ilk uzatan Sonat oldu. "Sonat Arman."

Çağlar baygın gözlerle onu baştan aşağı süzdü. Uzattığı parmaklarında gözleri bir süre takılı kaldıktan sonra "Çağlar Kuzgun." dedi erkeksi bir sesle. Doğrusu zihnim yalnızca ne kadar heybetli olduğunu düşünecek kadar çalışıyordu şuan.

"Biz çalışma odama geçelim, gençler kendi aralarında takılırlar."

İkisinin gidişiyle boşalan tekli koltuklara Çağlar ve ben oturduk. Sonat çaprazımdaydı ve ona söylemek istediğim milyonlarca şey vardı. Çağlar'ın varlığı buna engel olmasaydı...

Elbisemden iyiden iyiye rahatsızlık duyarken kıpırdanıp bacak bacak üstüne attım. "Şaşırttıysam, üzdüysem özür dilerim." diye ilk konuşan Sonat oldu. Çağlar'ın bakışlarının kesici bir edayla ona baktığını gördüm. "Senin babandan gizlediğin şeyler olduğu gibi benim de var Efsun. Bunları Çağlar'ın yanında konuşmak istemiyorum ama benim için özel olduğundan daha fazla saklamak istemedim." Çağlar koltuğun kenrarına yerleştiriği yumruğunu sıktı. "Ama neyse ki yalnızca çıkar ilişkisinden doğan bir nişanlılık sürecindesiniz."

"Küçük bir detayı atladın sanırım vahşi at." Yüzünde muzip bir gülüş vardı ama gözleri farklı şeyler ima ediyordu. "Yalnızca çıkar ilişkisi olsaydı Efsun geceyi benim evimde geçirmezdi. Benim kıyafetlerimi giymez, benim arabama binmezdi. Eminim zihninde birşeyler canlanmıştır."

Gözlerimi hızla Çağlar'a dikip öfkeyle baktım. "Ne ima etmeye çalışıyorsun!" dedim Sonat'ın duymayacağı şekilde. O sinsi zihninden neler geçtiğini biliyordum.

Beni kıskanmış olabileceği fikriyle ellerimle ağzımı kapattım. Bunu yaşanıyor olması ne kadar doğruydu ki!

Yalnızca omuz silkip Sonat'a attığı bakışları sürdürdü.

"Özür dilediğin için teşekkür ederim ve ayrıca bana daha fazla yalan söylemediğin için de." Benim de zihnimde gezinen birkaç tilki vardı ve oluşan krizi fırsata geçirmem gerektiğini söyleyip duruyorlardı. "Hayatım zaten bir yalan üzerine kuruluyken beni değerli gördün, doğruları anlatacak en iyi fırsatta gelip konuştun. Minnettarım."

Minnettar falan değildim. Bana yalan söylediği için öfkeliydim ama Çağlar'ı biraz ölçüp biçmeliydim bu yüzden oyun oynamaya devam ettim. Ayrıca az önce açıkça yalandan bir senaryo üretmişti.

Sonat'ın yüzünde oluşan küçük tebessüm her ne kadar vicdanıma oynasa da Çağlar'ın bana yalan söylüyor olabilme ihtimaline karşı beni hiç etkilemedi.

"Eğer gerçekten minnettarsan yarın benimle tiyatroya gelir misin?"

"Tabii." dediğimde aklımın nerede olduğunu bilmiyordum. Yarın babamın öğleden sonra evde olduğu günlerden biriydi ve akşam geç kalırsam Çağlar'ı bahane edemezdim.

Koltuğun sarsılma sesiyle birlikte Çağlar'ı Sonat'a adım atmak üzereyken gördüğümde farkında olmadan atlayıp önüne geçtim. "Ne yapıyorsun!" dedim dişlerimin arasında. Ben ne zamandan beri böyle ani şeyler yapabiliyordum böyle!

Parmağıyla Sonat'ı işaret ederken beni ezip geçmemesi için içimden dualar ediyordum çünkü öfkeden gözü dönmüş gibi görünüyordu. "Nişanlısı olan bir kadına böyle teklifler etmeyeceğini bilecek yaşta olduğunu düşünmüştüm!"

Sonat da ayağa kalkmıştı ama Çağlar gibi öfkeli görünmüyordu. Ellerimi kaldırıp Çağlar'ın göğsüne doğru kaldırdım, o an değmeden ilerlemesini engelliyordum aklımca. "Sakin olur musun, neyin öfkesi bu böyle?" Bakışları hemen önümde olduğumu yeni fark etmiş gibi irkildi. "Sakinleştir o zaman." dediğinde sesindeki tınıdan milyonlarca anlam çıkarabilirdim.

"Dışarı çık Çağlar." dedim kendimden emin bir şekilde. "Biraz temiz hava alsan iyi olur." Arkama dönüp "Onun adına özür dilerim, yarın için haberleşiriz." dedim Sonat'a. "Ben insülin aletimi değiştirip gelen kadar Çağlar bahçede sen de babamların yanında durur musun?"

Tek kelime etmeden ve baş ağrım ikiye katlanmadan önce odama çıktım. Çağlar'ın getirdiği insülin aleti ve ilacı aldığımdan beri başım ağrıyor ve sürekli dengesiz şeker alarmı alıyordum. Babamın sözünü dinleyip yeniden onun aldıklarından kullanmaya karar verdim.

Odama girdiğim gibi yatağımda benim için yeni aldığı aletleri görüp şaşkınlıkla parmaklarım arasına aldım. Üzerine de "Kablosuzları zor buldum, önemli günlerde kullan." yazıyordu ve babamın el yazısı olduğundan emindin.

Gözlerim dolduğunda beni hep yaptığı gibi itip çekiyordu yine. Bir gün dünyanın en kötü insanı diğer gün gerçek bir baba. Yıpranmak bir kenara artık gerçeklik algılarımla oynuyordu.

İğneyi sertçe çekip çıkardım. Üzerimi değiştirip rahat bir kumaş pantolon giydim. Yakın zamanda önemli bir davet olmadığından kablolulardan birini koluma takıp aleti belimdeki kemer kısmına geçirdim.

Pencere kenrarından geçerken bahçede volta atan Çağlar çarptı gözlerime. Hava soğuktu ama üşümüyor gibi ceketini çıkarmış kısa kollu tişörtü ile duruyordu. Kahverengi saçları kış güneşine meydan okur gibi parıldıyordu bu açıdan.

Boynundaki zincir aklımı yeniden çeldiğinde odamı öylece bırakıp aşağı indim. Künyeyi cebime attım, ondan ne zaman bahsedeceğimi bilmediğim için en iyisi yanımdan ayırmamaktı.

Bahçenin sürgülü kapısını açarken Çağlar sesi duyarak bu tarafa baktı. Tam da elleriyle öfkeden saçlarını karıştırıyordu. Zihnimde az önce yaptığı tüm hareketlerini süzgeçten geçirirken hiçbir hareketine mana çıkaramıyordum.

Bahçedeki ağaçlar ve çalılar rüzgardan savrulurken Çağlar ellerini cebine atıp olduğu yerde kaldı, yanına gelmemi bekledi. Çimleri eze eze karşısına dikildiğimde zihnimdeki tek şey beyaz tenindeki gri zincirdi.

"Özür dilerim." Şaşkınca kalktı kaşlarım. "Yarın onunla gitmemen için şuan tüm izinlerimi harcarım."

Gelgitli tavırları, sözleri beni dengesizleştiriyordu. Babamın bana yaptıklarının yanında bu hiçbir şeydi ama bir şekilde ona benzedi tavırları.

"Sen..." diyerek duraksadı. Bakışları insülin aletinde gezindi. "Neden senin için getirdiklerimden kullanmadın."

"Babam onunkileri kullanmamda ısrarcı. Teşekkür ederim. Ayrıca konuyu saptırma. Özür diliyorsan o zaman bir daha öfkene sahip çık."

Parmakları boyazğında gezindi. "Gerçekten... Elimde değil. Öfke anında her şey birbirine giriyor, kendime geldiğimde çoktan yakıp yıkmış oluyorum." Parmaklarını yeniden saçlarına daldırdığında gözlerime bakamadığını fark ettim. "Ama yine de yarın onunla beraber tiyatroya falan gitmeni istemiyorum."

Çenesi hala gergindi ve parmakları boğazından arkaya doğru ilerleyip ensesini kavradı. "O zaman bir şey isteyeceğim." dedim. Bunu yapabileceğimden emin değildim ama artık ona karşı cesurca hareketler konusunda rahattım. "Olduğun yerde kalıp birkaç saniye hiç kıpırdama."

Sözlerimi duyduğu gibi ensesindeki eli aşağı indi ve sanki emrine itaat eden bir asker gibi hareketsizce kaldı. Parmaklarım yavaşça havalanıp bonuna doğru ilerlerken "Umarım ne yaptığını biliyorsundur." Yutkunurken adem elmasının hareketine gözüm takıldı.

İşaret parmağım boynuna hafifçe sürtünüp zinciri havaya kaldırırken çekiştirip tişörtünden çıkarmaya çalıştım. Ani bir refleksle elini kaldırıp çekecek gibi oldu ama kendini durdurdu. Künye tamamen tişörtün dışına çıktığında ucunu parmaklarım arasına alıp üzerindekileri okudum.

Çağlar Kuzgun

K.

Bunun anlamının ne olduğunu çok iyi biliyordum. Önümde iki fikir fardı. Çağlar ya Konstantinopolis askeriydi ve gizli bir görev için Türkiye Cumhuriyeti künyesine sahipti ya da aslında Türkiye Cumhuriyeti için çalışan bir ajandı.

İkincisinin gerçekleşmesi için her şeyimi verebileceğimi karşımdaki yeşil gözlere bakarken fark ettim. Yüzünde hiçbir mimik yoktu ve ne düşündüğünü anlayamıyordum. Nefesinin saçlarıma çarptığını hissedecek kadar hassastım ve gözlerine daha fazla bakamayrak başımı eğdim.

"Tamam." diyerek birkaç adım geri çekildim. "Affediyorum ama yarın Sonat'la tiyatroya gideceğim." Hızlıca arkamı dönüp yüzümde biriken sıcak kanları görmemesi için içeri girmek üzere adımladım.

"Yarın görüşürüz ma Belle."

***

Sabah kahvaltımı güzelce yapıp Ahu ve Hira ile kış bahçesinde buluşmak üzere merdivenleri iniyordum ki uzun zaman sonra Viktor ile karşılaştık. Başını koltuğun arkasına doğru yaslamış, gözlerini kapatmıştı.

Parmaklarının arasındaki araba anahtarını çok net görebiliyordum. Kızların yanına gitmeden önce salona girip "O anahtarı ulu orta gösterirsen babamın seni yakalaması an meselesi olur." dememle birlikte gözleri aniden açıldı.

"Ödümü kopardın, aptal."

"Ablaya aptal denmez." dedim sahte bir anne edasıyla.

Göz devirdi. "Senin şu sarışın arkadaşını kış bahçesine geçerken gördüm. Gündüz vakti ne işi var burada?" Sesindeki tuhaf tını ve ısrarla Ahu'ya ismiyle hatip etmeyişi gözlerimi kısmama sebep olmuştu.

"Arkadaşlar birbirlerini ziyaret ederler. Elene sana öğretmemiş olabilir ama eve misafir davet etmek de bir nezaket kuralıdır. İstersen hızlandırılmış nezaket dersleri verebilirim."

Gözlerini kısacak kadar güldü ama apaçık sahte bir gülüştü. "İşlerim var Ofeli, boş sohbetlerle darlama."

İşlerim var deyince zihnimde Clause'un cümleleri yankılandı. Babamın bakanlığından sonra işleri Viktor'un adına yaptığını hatırladım. Clause söylemeseydi belki de hiç bilemeyeceğim entrikalardan en küçüğüydü bu.

Kızları daha fazla bekletmemek adına salondan çıkıp koridorun sonundaki kapıyı açarak kış bahçesine geçtim. İçi çiçeklerle dolu, her yeri camlarla örtülü ve benim en sevdiğim yerlerden biriydi bu evde.

Ahu tekli koltuklardan birine oturmuş kıvranıyordu. "Bir şey mi var?"

"Bir telefon aldım, acil çıkmam gerekiyor bir tanem."

İstemsizce düştü yüzüm. "Sorun değil, başka zaman telafi ederiz." Oysa ona anlatmak istediğim ne çok şey vardı. Çağlar'dan bahsedecektim, hatta künyeden ve diğer her şeyden. Ama şimdi gidiyordu ve ben bunları Hira'ya anlatamayacaktım. Çünkü o Çağlar'ın arkadaşıydı.

Doğrusu arkadaş olamayacak kadar yabancı duruyorlardı. Yalnızca birbirinin arkasını kollayan iki tanıdık gibiydiler. Belki de Hira herkese karşı kalkanıyla gezdiği içindi.

"Eşlik edeyim." diyerek tekrar kapıya yönelmiştim ki "Hayır, hayır. Gerek yok." diyerek beni engelledi ve önüme geçip sarı saçlarını savurarak çıktı kapıdan.

Tekli koltuğa oturdum. Bazen Ahu ile yıllardır tanışmamıza rağmen çok uzak hissediyordum. Bir zamanlar bu evdekiler dışında konuştuğum tek kişiyken şu son aylarda o kadar çoğalmıştı ki Ahu'ya ihanet ettiğimi düşünmeye başlıyordum.

Elimi koltuğun kol kısmına koyup çenemi avucuma yaslayıp dışarıyı seyretmeye başladım. Her ne kadar metrelerce yükseklikteki çitlerin ötesini göremiyor olsam da bahçe genişti ve çiçeklerle doluydu.

Kapı açılma sesiyle birlikte burnuma kahve kokusu doldu. Kan şekerimi hemen etkilediği için fazla kahve içemiyordum ama tam şuan ihtiyacım olduğunu fark ettim. Hira siyah saçlarını yine sıkı sıkıya toplamış ve gömlek giymişti.

"Ahu nerede? Kahve yapıp geleyim demiştim ona."

"Acil işi çıkmış."

Kahveleri aramızdaki sehpaya bırakıp yanımdaki tekli koltuğa oturdu. Deli gibi çikolata isteğimi bastırarak birkaç yudum aldım hemen.

"Ne düşünüyorsun."

Başımı çevirip ilk kez korkusuzca baktım Hira'nın koyu renk gözlerine. "Genel şeyler." diyerek gülümsedim.

"Gözlerin öyle söylemiyor. Dertten kıvranıyorsun."

Neredeyse kahveyi püskürtecektim. Saatlerdir künyeyi düşünüyordum, tüm gece rüayalarıma girmişti. Demek o kaadr belli oluyordu.

"Biri konusunda aklım karışık."

"Bu biri Çağlar mı?"

Dudağımı yaramazlık yapıp yakalanan bir çocuk edasıyla ısırdım. "Anladım." dedi yüzümün şeklini görünce. "Ne zamandır tanışıyorsunuz?" diye sordum.

Hiç beklemeden yanıtladı. "Çok olmadı. Altı ay kadar önce ralli pilotu kimliğiyle geldiğinde bir süre korumalığını yapmıştım. Sonra yeniden gerçek kimliğiyle ülkeye kesin dönüş yaptığında beni buldu ve iş teklif etti. Ortak arkadaşlarımız da olduğu için hep iletişim halindeydik zaten."

Ortak arkadaş. İnsanların ortak oalbilecek kadar arkadaşları vardı.

"Özel olmayacaksa bir şey sormak istiyorum."

Başımı salladım.

"Neden insanlara dokunamıyorsun. Gözlerime bile bakamıyorsun... İlk zamanlar benden haz etmediğini düşünmüştüm ama bana özel olmadığını fark ettim."

Sorusu beni yıllar önceye götürdü. Öyle eskiye daldım ki Devran'ın unuttuğum yüzü canlandı gözlerimde. Annemin ölümünden sonra ilk kez o kadar mutluyduk ki o gecenin kabus olacağını düşünmemeiştik.

Pusluydu görüntüler. Korkudan birçok şeyi unutmuştum o olaya dair. Ama tebessümler tazeydi. Babannem ile mutfakta hazırladığımız ıslak kekten gelen hafif portakal kokusu burnumda tüttü. Ama sonra eksik malzemeler olduğunu ve sipariş verdiğimizi hatırlıyordum kesik kesik. Kapıyı açıp dışarı çıktığımdan sonraki kısım kopuktu.

Salonda dedem, ben ve babannem oturuyorduk. Zafer abim yan evdeki arkadaşında bilgisayar oyunu oynamaya gitmiş, Devran bahçedeydi. İyi geceler demek için önce dedeme sarıldım. Tüm yüzünün bozardığını hatırlıyorum, burnundan kanlar aktığını ve öksürdüğünü. Parmaklarım yanağında kalmıştı yere devrilirken.

Babannem telaşla yanımıza geldiği an kokrudan ona tutundum ama hemen ardından kan kusması ve benim çığlıklarım bir olmuştu. Çığlığımı Devran abim duyup geldiğinde yerdeki babannem ve dedemin nabızlarını yokluyordu. Korkudan onun kolunu sıkıp bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum.

Son ve ölümcül darbe Devran abimden gelmişti. Gözlerini kıppıştırıp "Git Efsun." demişti. Bana neden git dediğini anlamamıştım o zamanlar. Babam gelip zehirli olduğumu söylediğinde oturmuştu her şey.

Ambulans sesleri, gelip giden polisler ve etrafta koşuşturan onca insan bir köşeye sinmiş beni görmedi saatlerce. Bir kadın titrediğimi görüp üzerime montunu vermiş ve dakikalarca babamı beklemiştim.

Pedegog bana sorular sormadan önce babamla konuşmama izin vermişlerdi. Babamın karşımda diz çöküp omuzlarımdan sarsarak "Bu ellerin zehirli! İçerideki herkesi zehirledin!" gibi cümleler kurduğunu hatırlıyordum.

O günden sonra dokunmamıştım işte kimseye. Bir tek Çağlar vardı, o da belki.

"Eski ve uzun bir hikaye ama cesaretim yok anlatmaya."

Bana katil dersin diye korkuyorum diyemedim.

"Bir gün anlatmak istersen bekliyor olacağım."

"Dokunduğum insanların başına bir tür musibet geliyor diyebilirim. Onların iyiliği için." dedim onu yanıtsız bırakmak istemeyerek.

"Bence hiçbir şey sarılmanın tadının önüne geçemez." Bana bir abla edasıyla tavsiye veriyordu sanki. Sesi hiç olmadığı kadar naifti.

"Ölüm bile mi?"

Yüzündeki renk gitti. "Birine dokunduğun için ölmezler Efsun."

"Sen de onlar gibisin." deyip burukça gülümsedim. Kahvemden son yudumumu aldıp ayağa kaldkım. "Kimse o anı yaşamadı. Ben yaşadım ve gördüm ve inan bana karşındaki kiş sana dokunurken kan kusmaya başladığında suçu kendinde bulmak en olası şeydir. Özellikle de bir kişide değil dört beş kişide de aynısı olduysa."

***

Sonat'ın attığı konumu Hira'ya göstererek yol tarif etmeye çalıştım. Evden pek uzak olmasa da trafik yüzünden yarım saatten fazla sürmüştü. Arabaya gideceğimiz için kış soğuğuna rağmen giymeyi sevdiğim siyah eteğim ve kırmızı bluzumu giymiştim.

Konstantin tiyatro ve bale salonu bu gün hiç olmadığı kadar sessizdi. Tiyatro sever ve daimi takipçisiydim. Kaşlarım çatık ve korkarak indim arabadan.

"Hira sen gidebilirsin, iki perdeli oyunlar uzun olur."

Başıyla onaylayıp anlayamadığım imalı bakışlar eşlğinde arabaya yeniden binip uzaklaştı. Büyük merdivenler çıkarken haftalar önce bombalanan eski tiyatro salonundan nasıl çıktığım aklıma geldi.

Güvenlik herhangi bir bilet sormadan beni içeri aldığında Sonat'ın söylediği tiyatronun hangi salonda olduğunu sordum.

"En üst kattaki salonda."

Asansör sırası yoktu, diğer salonların önünde bilet kuyruğu yoktu. En üst kata vardığımda kapıdaki görevliye biletimi gösterirken gelişigüzel bakıp eliyle yönlendirdiğinde başlamasına on beş dakika kalmasına rağmen tek bir insan yoktu.

Sonat tüm biletleri satın mı almıştı?

Ama bunu neden yapsın ki?

Eteğimi düzelterek orta kısmındaki koltuğuma oturdum. Sessiz bekleyişim birkaç dakika sürmüştü. Kapanan ışıkların çıkarıdığı tık sesleri son bulduğunda hemen yanımdaki koltuğa bir karartı çöktü.

"Beklettiğim için özür dilerim prenses."

Yerimde irkilerek sağıma döndüğümde Çağlar'ın kusursuz siması açılan perdelerle birlikte aydınlandı. Doğrudan bana bakıyor, başını hafifçe eğiyor olmasına rağmen boy farkımız yakınlığımızı engelliyordu.

Yaslandığım yerden sırtımı ayırıp dikleştim. "Senin burada ne işin var? Nereden öğrendin yerimi?"

"Bir askere sormaman gereken iki soruyu da sordun." Gözleri tüm yüzümde gezindi. "Sonat özürlerini ileterek gelemeyeceğini söyledi. Ben de senin gerçek bir tiyatro izlemeni istediğim için çıkan pürüzleri çözerken seni almaya gelemedim kusura bakmazsın umarım."

Öfkeyle önüme döndüm.

"Kızma." diye fısıldadı. Oyunlar oyunlarını oynarken fısıldaşmak pek hoş değildi ama öfkeden kudururken de ona karşılık vermezsem olmazdı. "Senin güvende olmanı istiyorum o kadar."

Sahneden duyduğum Ophelia ismiyle beraber yeniden irkildim. Beni Hamlet oyununa getirmişti. İsmimin içinde geçtiği Hamlet...

Gözlerim büyülenmiş gibi açılırken öfkemi bir kenara bırakıp izlemeye başladım. Henüz çok başıydı ama oyunculuklar harika ötesi olduğundan hipnoz olmuştum. Yüzümün sağına inen delici bakışları oldukça geç fark edecek kadar üstelik.

Neredeyse nefesini hissedeceğim kadar yakınımda olduğu için kokusu öyle netti ki hafıza kaybı yaşasam zihnimin bir köşesinde kalmaya devam ederdi sanki.

"İsmin neden Ofelya?" diye fısıldadı.

"Babam ismimi değiştirmem gerektiğini söylediğinde en azından kendim seçmek istedim." Yüzümü çevirmedim çünkü her hareketim bizi daha da yakınlaştırırdı. "Ophelia'yı seçtim çünkü hikayenin sonunda deliriyor." Gülümsedim. "Hayat delirdiğinde daha güzeldir. Yaşadıklarının gerçek olmadığını düşünürsün, yaptıklarını insanlar yargılamaz. Delidir yapar, derler ve geçerler."

Yalnızca yazılışlarımız farklıydı. Babamın anlamamasını ve küçük bir ihtimal de olsa kaderimi etkileyeceğinden korktuğum içim p ve h harflerini değiştirip okunuşu olan f harfi yapmıştım. Türkçe'ye uyarladığım da söylenebilirdi.

"O zaman ben de Hamlet olarak değiştiriyorum ismimi." İtiraz etmek üzere başımı ona çevirdiğimde bana daha da meyilli bir şekilde oturduğunu gördüm. Dudakları benimkinin aksine soluk değil canlıydı. "İnsanlara kendini deli gibi gösterip alttan alta her istediğini yaptı."

"Senin ismin çok güzel, sakın öyle bir şey yapma."

Büyülenmiş gibi baktı gözlerime. Aslında ağzımdan yanlışlıkla kaçırdığım bir cümlenin bu kadar tesirli olacağını düşünmemiştim. Gözlerindeki o ince parıltının anlamını anlamayacak kadar kafam karışmıştı.

Bakışlarımı ondan kaçırıp tekrar sahneye odaklandığımda yüzümün sağ tarafında iğneler hissediyordum. Harika oyunculukları zihnimin daha yerinde olduğu bir zamanda izlemek isterdim. Öfkeli olmam gerekirdi ama hepsi sönüyordu nedensizce.

İzlediğimiz tiyatro bile sanki bize mesajlar veriyordu. Sahi onca oyun içince nasıl denk gelmiştik Hamlet'e?

Ellerimi kucağımda sıkı sıkıya tutuyordum. Çağlar'sa kollarını göğsünde birleştirip benden uzaklaşmıştı. Ophelia'nın intihar sahnesine yaklaştığımız her an kalbim deli gibi çarpıyordu. Olacakları biliyor olmama rağmen tuhaf hissettiriyordu.

Çağlar elini benim koltuğumun kenarına koyduğunda temas etmiyorduk. Çalan gerilim dolu müzik bitip yerine neşeli ve daha hoş bir melodi doldurdu, kaşlarımı çattım. Tam şu an Ophelia'nın intihar etmesi gerekirken aksi şeyler yaşanıyordu.

Gölette çiçeklerin arasında ölü bulunması gerekirken çiçek topluyordu. "Neden sahneyi değiştirmişler?" Soruma yanıt vermek yerine yerinde kıpırdandı. Sahneler ilerledikçe işler daha da garipleşiyordu çünkü tüm olaylar iyi bir şekilde çözülmeye, Ophelia beklediği ilgiyi görmeye başlamıştı. Hamlet düelloda yaralanmamıştı.

Yüzüm ekşiyerek izlemem gereken sahnelerin hepsi yok olmuş, yerini deli gibi gülümsememi sağlayan sahneler gelmişti.

"İnanmıyorum." diye fısıldayarak Çağlar'a döndüğümde çoktan beni izlediğini gördüm. Yüzümde genişçe gülümseme ve içimde deli gibi konuşma isteği vardı. "Ophelia'nın gölette intihar etmesi gerekiyordu, Hamlet de ölmeliydi. Hamlet'in umurunda olmamalıydı Ophelia ama... ama bak değiştirmişler."

Başını nazikçe salladı "Değiştirmişler." dedi beni tekrar ederek.

Tiyatro bitip ledler aniden yandığında gözlerinde ilk kez özgürlüğümü gördüm. Yeşilleri zehir değildi bu defa devaydı. Benim devam.

Oyuncular hep birlikte eğilirken alkışlayarak onlara bir nevi teşekkür ettik. Hala gülümsüyor oluşumu fark ettiğimde çantamı omzumda dikleştirip ayaklandım. Mimiklerime ilk kez bu denli sahip çıkamıyordum. Çağlar'ın hala üzerimde hissettiğim bakışlarına karşılık vererek ben de onu izledim.

Salondan ayrılırken takım elbiseli bir görevlinin yanımıza doğru gelmesiyle birlikte Çağlar'la el sıkıştılar. "Çağlar Bey, umarım beğenmişsinizdir. Kısa sürede senaryoyu ancak bu kadar değiştirebildik mutlu sonla."

Yüzünü bana çevirdiğinde arkasına saklanıyor gibi duruyordum. "Beğendin mi prenses?"

Adeta otuz iki diş gülümsedim. "Çok güzeldi. Teşekkür ederiz." derken hayran hayran Çağlar'a bakıyordum. Adamın yanımızdan gitmesini fırsat bilerek bir adımda karşısına geçtim. "Cidden sen mi düşündün? Senin fikrin miydi mutlu son? Neden yaptın ki?"

Ellerini takımının cebine attı. "Teşekkür etmeyi bilmez misin Efsun?" Egolu bir tavırla teşekkürümü beklediğinde ona içten bir teşekkür vermem gerektiğini biliyordum fakat bunu nasıl karşılayacağından emin değildim; gerildim.

"Ben... nasıl teşekkür etsem bilemedim. Çok çok çok minnettarım." Sözlerimi kesip "Teşekkür yetmez." dedi kalınca bir sesle.

Omzumu düşürdüm. "Amma zahmetlisin Çağlar." Düşünceli bir edayla "İsteğini dinliyorum." dedim.

"Artık yalnızca benim dokunuşlarım değil başklarınınkilerden de korkma istiyorum. Özgür ol istiyorum. İzin ver... Sana kimseyi öldürmediğini göstereyim."

Gözlerim yavaşça ayakuçlarıma kaydı. "Zaten bütün kuralları yıktım. Daha fazlasını kaldırabilir miyim bilmiyorum. Ya işler ters giderse Çağlar?"

Parmaklarını çenemde hissettiğimde bir elektrik akımı aramızdan geçmiş gibi irkildim. Baş ve işaret parmakları arasına aldığı çenemden tutup başımı yukarı kaldırdı ve yüzüme iyice yaklaştı. "Bana güveniyor musun?"

Sorun da buydu. Yunan askeri, Üteğmen Çağlar Kuzgun'a sonuna kadar güveniyor oluşumdu tüm sorun.

"Evet." Sesim fısıltı gibi çıkmıştı. Parmakları çenemi okşarken "O zaman Hira ilk gönüllümüz olacak." dedi.

"Olmaz! Ona değer veriyorum ilk o olamaz. Başına bir şey gelebilir."

"Şimdilik en mantıklı kişi o."

Aklımdan ne geçiyordu bilmiyorum ama onu ölçmek istediğim kesindi. "Başkası olsun. Mesela... Clause."

Vereceği tepkiyi asla böyle beklemiyordum. Parmakları ateşe değmiş gibi aniden çekildiğinde "Aklından bile geçirme güzelim." dedi.

Tam olarak hangi noktaya odaklanmam gerektiğini karıştırmıştım. Güzelim kısmına mı aklımdan geçirmemem kısmına mı?

Arkasını dönüp eli cebinde ilerlerken peşinden girdim asansöre. Aklıma çantamdaki künye geldiğinde beynimden vurulmuş gibi kaldım. Buradan çıkar çıkmaz ona bunu soracaktım.

Yanında ilerlerken gerçek anlamda olup bitenleri zihin süzgecimden geçirdiğimde mantığıma uymayan bir sürü şey vardı. Bunlardan en büyüğü Çağlar'ın bana neden sürekli iyilik yapıyor oluşuydu.

Babamın gözüne girmek için yapıyor olsaydı daha farklı şeyler uygulardı ki buna ihtiyacı bile yoktu. Peki o zaman neden beni düşünüyor, bana güzelim diyor ve benim için en iyilerini yapıyordu.

Senaryoyu değiştirmişti. Benim için. Neden? Neden? Neden?

Fazla mı kalın kafalıydım?

Kapıdan çıkıp arabaya ilerlerken ani bir cesaretle ceketinin üzerinden kolunu yakaladım. Omzunun üzerinden şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Sokak lambasının altında pürüssüz yüzü benimkinden bile daha güzeldi.

"Bir şey mi oldu?"

Tek kelime etmeden elimi çantama atıp künyeyi çıkardım. Künye parmaklarım arasından aşağı sarkarken yüzünün hizasında kaldırıp görmesini kolaylaştırdım. Yüzündeki mimikler ciddiyetle karışıktı. Kaşlarını çatarken elini kaldırıp künyenin ucunu yakaladı.

"Çok net olacağım." diyerek yüzüne odaklandım. Hiçbir mimiğini kaçırmamalıydım. "Bu künye sana mı ait? Seninse neden üzerinde T.C. ibaresi var?"

Künyeyi sertçe çektiğinde karşımdaki beden sanki artık tanıdığım biri değildi. "Nereden buldun bunu?" diye sordu sakince. Ama sesinin altındaki o tınıdan tehdit ve öfkeyi açıkça seçebiliyordum.

Allah'ım lütfen onu doğruya döndür.

İçten içe hiç bu kadar çok istememiştim bir şeyi onun bir Türk askeri olmasını istediğim kadar.

Bacaklarım rüzgarda üşürken içim titriyordu ama soğuktan değil; vereceği cevaptan.

"Bir cevap bekliyorum."

Yutkundum. Gözleri öfkeden kızarmış gibiydi. Elini ensesine atıp derin soluklar verirken "Efsun bunu-" dedi ve ardından bağırmamak için kendini dizginleyip sözlerini yuttu. "Eski bir görev içindi."

Sözleri sanki bıçaktı.

Görev içindi. Görev içinmiş. Anne o bir Türk askeri değilmiş, hiç olmamış. Kurduğum o hayallerin boşa çıkışı yetmedi mi artık!

Saçlarını dağıtıp sonunda kendine geldiğinde işaret parmağını bana uzattı. "Bu gördüğünü unutuyorsun." Mimikleri onun tanıdığımın aksine hiç olmadığı ciddiyetteydi.

Yüzümün düşüşüne engel olamadım; o hüznü, yıkılmışlık ibaresine şahit olmuştu. "Ne bekliyordun ki? Ne bekliyordun ne. Aptal bir Türk askeri olduğumu mu?"

Evet diyemedim çünkü gözlerinde gördüğüm şey beni korkutmuştu. Çağlar, asla düşündüğüm gibi biri değildi ve olamazdı sanırım.

Bakışları değişti, hayal kırıklığı bürüdü gözlerini. "Beni bir Türk askeri sandığın için miydi tüm bu gülümsemeler?" düşününce ne de çok gülümsemiştim ona. Ama cevap veremezdim çünkü gülümseyişlerimin altında yatan duyguyu ben de bilmiyorum.

Keşke bir rüya olsaydı.

"Ofelya!" Başımı hızla kaldırıp arkamı döndüm. Babamın yankılanan sesine karşı hassasiyetim tüm bedenimi ürpertmişti. Korumaları arkasında bırakıp yanımıza ilerliyordu, aralarına ak düşmüş saçlarının rengi sokak lambası altında daha da açılmıştı.

Çağlar'ın içgüdüsel olarak önüme geçmesini sadece gözlerimi kırpıştırarak izledim. Künyeyi cebine atıp babama çatık kaşla baktı. Bana öfkeliydi, bana kızmıştı ama yine de beni koruma içgüdüsüyle hareket ediyordu.

"Baba?" dedim. Burada olduğumu ona söylememişken nereden bulmuştu beni?

***

Bölümlerden haberdar olmak için takipte kalınnn 💛💛

Sonraki bölüme kadar Allah'a emanet ✨ görüşmek üzere :))

 

 

Loading...
0%