Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. Üniforma

@zorronezi

Sonraki bölümlerden haberdar olmak için İnstagram hesabımı takip edebilirsiniz :))

İyi okumalar <3

İyi okumalar <3








***

"Üniforma"

Konuştuklarımızın tamamını duyacak kadar yakınımızda olması kalp atışlarımı bozmuştu. Neredeyse korkudan ağlayacaktım çünkü gözlerindeki öfke ve cellat elleri beni yok etmek için yaklaşıyordu.

Çağlar'ın omzuyla onu engellemesine karşın daha da korktum. Çünkü bu onu vazgeçirmez, aksine hırslandırırdı. "Bir sorun mu var Sayın Bakan?" dedi oldukça sakin bir sesle.

"Aslına bakarsan birkaç sorun var Çağlar." Gözlerini benden ayırmadan onunla konuşuyordu. Başımı yere indirdim, dudaklarımı kemirdim. Kan şekerim aniden dengesizleşmişti. "Kızım yalnızca nişanlın. Üstelik gecenin bir vakti istediğiniz yerde buluşup gününüzü gün edin diye nişanlanmadınız. Siz. Seçim. Reklamından. Başka. Hiçbir. Şeysiniz."

Çağlar geri çekilmedi, bedeni babamınkinin üzerine giderken arkasındaki korumalar hareketlendi. Babam onları durdurup olacaklara izin verdiğinde başımı yerden kaldırmamak için direniyordum. Çünkü kuralları öyle çok gevşetmiştim ki artık eğilmek değil dik durmak istiyordum.

"Reklamlar bitti Bay Zaharyas. Artık filmi izliyorsunuz."

Çağlar'ın sözleri eğik başımı kaldıracak gücü vermişti. Burun buruna birbirlerine öfkeyle bakıyorlardı. "Zafer'in seçimlerde dolanmamasını istiyorsanız size verdiğim mühlet dolmadan bir tarih alsanız iyi edersiniz. Aksi taktirde ipler gevşeyebilir, elimden kaçabilir."

Babamın gözünde ilk kez mağlubiyeti gördüm. Bir adım geriye sanki sendelemişti. "Elimin altındakilerle yetinecek sıradan bir asker olmadığımı çoktan anlamış olmanız lazımdı." Üzerindeki kıyafeti sanki bir pislik silkelermiş gibi omuzlarından silkeledi. "Şimdi izin verirseniz nişanlımı evine bırakacağım." Sesinde bile buz gibi cesaret vardı.

Sanki suç işlemiş küçük bir çocuk gibi ayağımın ucunu oynatıyordum. Çağlar arabanın kapısını benim için açtığında başımı bir saniye bile kaldırmadım çünkü eğer babamla göz göze gelirsek atacağı bakıştan korkuyordum. Hareleri bile buram buram psikolojik şiddet kokan biriydi o.

Araba sesli bir şekilde çalıştığında siyahlarla kaplı diğer arabaların arasından geçip gittik. Babamın görüş açımdan çıkışı derin bir nefes vermemi sağlamıştı. Az önce neler olmuştu öyle?

"Seni eve götürmek zorundayım ama korkma bir şey yapmayacak... Yani sana zarar vermeyecek."

Korkmadım. Korkusuzca başımı çevirip ona baktığımda yüzünde güven veren bir ifade vardı. "Korkmuyorum." dedim sessizce ama ellerimin titremesi aksini kanıtlıyor gibiydi. Ellerimi görüp dudaklarından kısık bir homutru çıkardı. "Biraz korkuyorum." diye bir itirafta bulundum.

Pür dikkat yola bakıyor olmasına rağmen saniyelik aralıklarla bana dönüyordu bakışları. "Bana zarar vermesinden değil. Zarar gören hep sevdiklerim olur, ben değil." Sözlerimin bitişiyle gaza öyle bir bastı ki koltuğun kenarına tutunup gözlerimi kapattım. Sanırım özgürlüğü en iyi hissettiğim yerdi bir araba koltuğu.

Sitenin girişine gelip bahçeye girdiğimizde babamın arabaları ortada yoktu. Çağlar benimle birlikte arabadan indi ve uzaklaşmama fırsat tanımadan önümü kesti.

"Bir göreve gidiyorum."

Gidiyordu. Belki de Türk kanı akıtmaya gidiyordu. Başka nereye gidebilirdi ki? İzmir'e mi gidiyordu yoksa şu sıralar çalkantıda olan Aydın'a mı? Veya karşı yakaya, İstanbul'a gizli bir görevde önemli bir Türk'ü öldürmeye mi?

İçim sızladı. Çağlar'ı yanımda istiyordum ama kimliğini değil. İşini ve yaptıklarını değil. Belki de onu yanımda istememin sebebi de bana yaptığı iyiliklerden ibaretti ve gittiğinde bunu idrak edip hiçbir şey hissetmeyecektim.

Hayatımın son birkaç haftasını hatta ayını gözden geçirince onsuz geçirdiğim günler bir elin parmaklarını geçmiyordu. Ne zaman dönecekti ki?

"Ne zaman döneceğimi bilmiyorum ama döndüğümde sana söylemek istediklerim var." Yüzüne bakamadığım için eğilip bana yakalaştığında gözlerim kocaman oldu. "Beni bekler misin Efsun?"

Hayır de! Ellerindeki kanı temizlemeden gelme de! Toplu mezar emrini vermiş bir canisin de!

"Beklerim Çağlar."

Gözlerinde umutla kalbimdeki derin yaralar deşildi. Sanki bir çift el tırnaklarıyla kalbimi oyuyordu. Gülümsedi, öyle güzel gülümsedi ki benim olsun istedim ama ben gülemedim. Yalnızca bir yaş düştü gözlerimden. Vicdanımın son parçası olmalıydı bu gözyaşı. Çünkü artık karşı koyamıyordum.

Hiçbir şey demedi, elini yüzüme yaklaştırırken tepkime bakıyordu yalnızca. Gözleri tüm yüzümü inceledi, sanki ezberlemeye çalışıyordu. Avucu yanağıma yerleştiğinde kavruldu yanağım. Baş parmağı gözyaşımı silip geçti, gözlerimi kapattım.

Rüzgar esti, saçlarım elinin tersine çarptı. "Neden ağlıyorsun bilmiyorum ama." derken sesi yüzüme yakındı. "Ağlama." Sadece tek damla düşmüştü, içimdeki okyanusta sırasını bekleyen damlalar çoktu.

Bu his öyle güzeldi ki içimde tarifsiz şeyler oluyordu. Gözlerimi açtığımda gördüğüm yüzünün her noktasına baktım. O benim ela gözlerime ben onun yeşillerine. Harelerinin arasındaki her bir rengi görebileceğim kadar yakınımdaydı. Biçimli dudağının her hareketine, kaşlarındaki tellere baktım. Onun da gözleri beni taklit ediyor gibiydi.

"Efsunluymuş gözlerin." dedi elini yüzümden çekerken. "Büyülendim."

Kısa saçlarının arasına parmaklarımı daldırmak istedim fakat bahçeye doğru vuran araba farları birkaç adım geriye sendelememe sebep olmuştu. İkimizin de yüzü düştü aynı anda. Babam gelmiş ve arabası yakınımızda durmuştu.

"Kendine dikkat et."

Bana cevap vermek yerine arabaya geçmek üzere yanımdan geçerken parmakları babamın görmeyeceği şekilde benimkilere kenetlendi. Kısacık bir saniyede kalbim deli gibi çarptı ve anın şokuyla anlayamadığım parmaklarımın arasına sıkıştırdığı kağıdı saniyeler sonra fark ettim.

Korkudan terlemiş avucumu iyice birbirine bastırıp kapattım. Babam, Çağlar'a delici bakışlar gönderip yanından geçip giderken Çağlar onun aksine baş selamı verip aşağılarcasına bir gülümseme gönderdi.

İçeri ilerlerken son defa arabanın arkasından bakıp eve girdim. Ardımdan kapanan kapı sırtıma güçlü bir rüzgar estirdi. Ayağımı attığım ilk adımda elindeki çantanın yere düşme sesini duydum. "Kendini fazla alıştırma, seçimlerden sonra her şey bitecek."

Yanımdan rüzgar gibi geçti. Bana bir şey yapmadı, psikolojik baskı uygulamadı ya da üzerime fırlatmadı hiçbir şeyi. Salonun girişinden "Senin doğmanı bu yüzden istememiştim. Bir kuyruk olacağın başından beri belliydi." dediğinde düşünmek için fazla hızlı davrandığımı anladım.

Beni istemediğini biliyordum ama daha önce hiç sesli bir şekilde dile getirmemişti. Annemle benim yüzümden ayrıldıklarını, bana her baktığında aklına o geldiğini de biliyordum. Annem bunu hiç hissettirmemişti ama yeterince duymuştum etraftan.

"Madem kuyruğum, o zaman neden hala beni yanında tutup yaralarını tazeliyorsun? Yetmedi mi ikimizin de kanadığı?"

Baba bile diyemedim cümlemin sonunda. Omzunun üzerinden gelişigüzel baktı gözlerime; anneminkilerin aynına. "Çünkü özgürlük bir ödül olur. Kanadığım kadar kanatmadan bir ödül veremem." Aklına bir şey gelmiş gibi hızla dönüp yaklaştı. "Annem, babam, oğlum ve en önemlisi; karım. Liste çok uzun Ofelya."

Yüzüme iyice yaklaşıp mimiklerimi okumaya çalıştı fakat ustalaştığım ifadesizlikte hiçbir şey göremedi. Derin bir soluk verip kravatını öfkeyle gevşeterek çekip gitti. Sanki nefesim daralıyordu. İç çeke çeke çıktım merdivenleri, parmaklarım arasındaki kağıdı düşündükçe hızlandı adımlarım.

Odama gidriğim gibi kapıyı kapatıp arkasına yaslandım. Küçük kağıdı araladım.

'William caddesinin bitişindeki yolun sonu. Lily / no 3'

Kaşlarımı çatıp telefonuma konumu girdiğimde buradan bir miktar uzak yeşilliklerin arasında bir evin adresi olduğunu fark ettim. Bana neden bir adres vermişti ki?

Kağıdın arkasını çevirdiğimde 'Hira sana talimat verecek.' yazıyordu. Gecenin bu saatinde ne demek istediğini sormak için aramayı düşündüm. Fakat bunu telefonda söylemek isteseydi zaten arardı diye düşünerek omuzlarımı düşürüp yatağa bıraktım kendimi.

Çantamda şıngırdayan bir sesle kaşımı çattım. Yalnızca bir anahtarım olduğundan çarpacağı hiçbir şey yoktu. Elimi çantaya attığım gibi çarpan yabancı cismi çekip çıkardım. Bu Çağlar'ı ilk gördüğüm gün cebinden sarkan anahtarlığı ve ona takılı tek bir anahtardı.

Ne gündü ama!

***

 

Ertesi gün öğle saatlerinde Hira oflanarak Clause'un şirketine gitmek üzere yola çıkmıştı. Clause imzalanması gereken sözleşmeyi Çağlar'a göndermiş ve Çağlar da buna onay vermişti. Böylece tek yapılması gereken imzalamaktı.

Hira aslında izin günündeydi, Efsun ile okula gidip geldiğinden ceket dışında da kıyafet giymesi gerektiği için alışverişe çıkmıştı. Fakat Çağlar göreve gittiği için sabah aldığı kısa mesajla emirleri yerine getirirmesi gerektiğinden sözleşmeleri almak ve imza atmak için bizzat gitmesi gerekti. Çünkü Clause inatçı herifin tekiydi ve dosyaları göndermek yerine onu ayağına çağırıyordu.

Diğer bir yandan Clause onun hangi saat diliminde geleceğini bilmediği için çıktığı toplantı sonrası hala aklında onun oluşunu belirsizliğe vuruyordu. Kravatını gevşetip zihnini dinlendirmek adına başını koltuğun arkasına doğru yasladı. Gözlerini kapattığı o ilk anda bile gördüğü tek simanın Hira'ya ait oluşu onu daha da yordu.

O bir Türk, diye geçirdi içinden. Türk kanı taşıyan herhangi bir kadına karşı böyle şeyler hissetmemişti. Türkler'e karşı nefret dolu değildi ama ırklar arası hiyerarşi olduğuna inanırdı ve yıllardır süregelen çekişme içinde büyüdüğünden Türk kızlarına o gözlerle bakmazdı.

Ama onu gördüğü o ilk anı unutamıyordu. Boğucu, kasvetli ve havasız barın içine sanki bir güneş girmişti ve üzerine doğru emin adımlarla ilerliyordu. Ellerini masaya dayayışı, üzerine yürürken kendinen emin duruşu ve diğer tüm hareketleri onu bir film kadrajında hissettirmişti.

Çalan şirket hattını açtı. "Efendim, Hira adında biri sizinle görüşmek istiyor. Bugün bana isimsiz bir misafir için yer ayırtmıştınız."

Koltuğunda keyifle yayıldı, çenesini sıvazlayarak "Onu tanımadığımı söyle." dedi. Bir süre bekledikten sonra sekreteri Anastasia "Ofelya Hanım'ın koruması olduğunu söylüyor." diye karşılık verdi.

"Hm.." Bir süre aklından geçen hain düşüncelerle boğuştu. "Acil bir toplantıda olduğumu ve beklemesini söyle." deyip telefonunu kapattı. Dudaklarından uzun zaman sonra ilk kez keyifli bir mırıltı yayıldığında Clause da şaşkındı. Yıllar olmuştu, böyle hissetmeyeli.

Beş yıl öncesine kadar şirketin varlığını bile umursamıyor, dertsiz ve uçarı bir hayat yaşıyordu. Yaz dizilerini başa sarıp sarıp yaşıyordu sanki. Sahillerde gecelediği, deniz, kum ve güneş üçlüsüyle yaşadığı yıllar gözlerinin önünden geçti. Sonra bir gün babası öldü ve annesinin hastalığı daha da kötüleşti; bir de kız kardeşi vardı. Artık varı yoğu bu iki kadın olmuşken birdenbire üçüncü bir kadının sesi dikkatini çeker olmuştu.

Çalan telefona bıkkınlıkla baktı. "Söyle Anastasia, yine ne oldu."

"Efendim, kardeşiniz geldi. İçeri alayım mı?"

"Derhal."

Clause koltuğundan kalkıp kapıya ilerliyordu ki kapı çoktan açılıp içeri on dokuzunda, hayatının baharında ama hasta kız kardeşi girdi. Birkaç gündür yoğun programı yüzünden onları görme fırsatı olmamıştı.

"Mr. Big brother! Ne yapıyorsun buralarda böyle!"

Tüm solgunluğuna rağmen gülücükler saçarak boynuna atlayan kardeşi Chloe'ye sıkıca sarıldı. Sarılmayı sevmezdi ama sırf o kendini daha iyi hissetsin diye sarılırdı; öpülmeyi sevmezdi ama sırf kardeşi biraz daha mutlu olsun diye sesini çıkarmazdı.

Yanaklarına iki sulu öpücük kondurduğu abisinin yorgun gözlerine baktı. "Hep iş, iş, iş." Sormurtarak ayrıldı ondan.

"İş olmadan parayı nasıl kazanacağız küçük hanım?"

"Az parayla da geçinebiliriz?"

Clause saçlarını egolu bir edayla düzeltti. "Abinin lüks yaşamı buna el vermiyor güzelim." Kardeşinin yanağından masanın üzerine oturup onu dinlemeye koyuldu. Çok konuştuğunu bildiği için duvardaki saate bakıp gülümsedi. Hira'yı biraz daha bekletip sabrını sınayabilirdi.

"Annem yeni aşçıyı kovdu, gizli bir Türk yandaşı olduğunu düşündüğü için. Aslında çok iyi bir kadındı, biliyor musun bana çok güzel bitki çayları yapmayı öğretmişti. Çok da hoş bir kadındı, diğerleri gibi bana yukarıdan bakmıyordu üstelik."

"Türk destekçisi derken?"

"Yani Konstantinopolis karşıtı Türkler oluyor ya ondan."

Clause derin bir soluk çekti. "Öyleyse göndermesi iyi olmuş."

Chloe kaşlarını çattı. "Irkçısın." diyerek omzuna vurdu abisinin.

"Birçok millet burada mutlu mesut yaşıyorken dertleri neymiş onu anlamıyorum."

"Belki de düşündüğün kadar mutlu yaşamıyorlardır." Chloe abisinin gözlerine bakamadan parmaklarıyla masasını üzerinde daireler çizmeye başladı. "Birçok Türk'e ırkçılık yapılıp toplu mezarlara gömüldüklerini duymuştum."

"Gerçek olup olmadığı bile muamma."

"Ya gerçekse."

Clause, kardeşinin çenesinden tutup yüzünü ona dönmesini sağladı. "Aynı onlar gibi konuşuyorsun. Chloe aklını mı karıştırdılar senin?" Parmaklarını kardeşinin çenesinden çekmeden gözlerinin içine bakmaya devam etti.

Mavi gözleri birbirlerinin aynısı olmasına rağmen sima olarak hiç benzemiyorlardı. Clause daha çok babasına benziyor, kaşı ve dudağı aynı onunki gibi şekil alıyordu.

Dışarıdan gelen bağırış sesleriyle beraber kapının adeta kırılırcasına açılması bir olmuştu. Clause öfkeyle kapıya döndü, nefes nefese kalmış ve öfkeden kızaran Hira'yı görmeyi beklememişti.

"Bir buçuk saattir bekliyorum ama görüyorum ki Clause Carter çok önemli bir toplantının içinde (!)"

Clause öfkesini belli etmemek adına gülümseyerek yarıldı kardeşinden. Chloe anlamsızca etrafına bakınıp kızın ne kadar da şirin olduğunu düşünüyordu yalnızca. "Çok önemli bir anı böldünüz, Hira Grivas lütfen özür diler misiniz?"

Hira kendisiyle beraber içeri giren kadının elindeki dosyaları çekip aldığı gibi Clause'un yüzüne fırlattı. Etraf uçuşan kağıt tomarları ve mavi dosyalarla dolup taşmıştı. "Önce siz bir hanımefendiyi saatlerce beklettiğiniz için özür dileyin!"

Clause masadan kalkıp marka ceketinin kırışmış yerlerini eliyle düzeltti. "İmzalanacak dosyayı ver." dedi kısaca Hira, nezaket umurunda bile değildi. Clause sahte bir edayla dudak büzdü. "Ne yazık ki az önce etrafa saçıp savurdun."

Hira başından aşağı kaynar sular aktığını hissetti. Sırtında kilolarca ağırlıkla beraber kilometreler yürümüştü ama hiçbiri Konstantinopolis'dekinden daha ağır değildi.

"Ben gideyim artık. Sana da iyi çalışamalar," diyerek abisinin yanağına öpücük kondurdu Chloe. Ve son olarak "Abi." diye ekledi. Böylece Hira'nın yüzündeki şaşkınlık ifadesini daha net görebilirdi. Dudağını ısırıp kendinden yaşça büyük duran bu kızın tatlı tatlı sinirlenişine hayran kaldı.

"Eve döndüğünde haber ver."

Abisine bakıp göz kırparak kızı işaret etti. "Güzelmiş." diyerek. Ve ilk defa abisinin bir kadına böyle dikkatli baktığını gördü. Genelde ilişkileri küçük bağlar üzerine olurdu ve günler bile sürmezdi. Abisinin çapkın ve kadınlara düşkün biri olduğunu bildiğinden tüm kadınlara aynı baktığını sanırdı ta ki bu güne kadar.

Chloe ve asistanın odadan çıkmasıyla beraber Clause sansalyesine dönüp keyifle arkasına yaslandı ve dosyaların arasında kaybolmuş genç kıza bakmaya devam etti. Yere eğildiğinden toplamadığı saçları önüne gelip duruyordu ve Hira amatörce hepsini yüzünün arkasına savuruyordu. Clause kaşlarını çattı, Hira'nın gerçekten kadın olmaya alışkın olmadığını düşünmeye başlıyordu git gide.

Bugün ceket giymediğini fark etmesi dakikalar sürmüştü çünkü ilk defa bir kadının vücuduna değil gözlerine bakıyordu. Öyle siyahtı ki gözlerinde kendini ayna gibi görebilirdi. Saçları da kahverenginin en koyusundadı.

Hira öfkeyle nefes verip "O gözlerini oyup sana salata niyetine yedireceğim. Hissedebiliyorum baktığını!" diye söylendi başını bile kaldırmadan.

"Sakladığım bir şey değil zaten." Şakaklarını ovuşturup başını arkasına attı. Doğrusu dakikalardır onu seyrettiğinin farkında bile değildi. Nasıl olur da hiçbir olayı olmayan bu kıza farkında bile olmadan bakabilirdi ki!

"Ne kadar da demode bir bluz olduğunu anlamak için iyice bakmam gerekti."

Hira yüzünü asıp eğildiği yerden kalktı ve Clause'un ondan ummadığı bir edayla "Gerçekten mi?" diyerek üzüldüğünü fark etti. Sesi incelmiş ve kaşları bükülmüştü.

"Büyük anneme yakışırdı, rahmetli pek severdi böyle bluzları."

Hira elindeki dosyayı alıp karşısındaki koltuğa oturduğunda Clause yakınlaşmanın etkisiyle dikleşti. Bu kadının yaptığı tüm hareketlere karşı vücudu istemediği tepkiler veriyordu. Hira tüm öfkesini, kinin, avucundaki şiddet duygusunu bir kenara bırakarak "Modadan anlar mısın?" diye sordu.

Clasue yine beklemdiği bir darbe yemişti ve ilk kez bir kadının karşısında kekeleyerek "Modadan anlamasam da kadınlara neyin yakışıp yakışmadığından anlıyorum diyelim." dedi. Ardından kendine küfürler savurdu.

"O zaman..." Hira cümlesini bitiremedi çünkü birinden bir şeyler isteme konusunda çok beceriksizdi. Özel bir görev için adamın biriyle randevuya çıkması gerektiğini söyleyemeyeceğinden o işi sona bırakarak "Benimle alışverişe gelir misin?" dedi tek nefeste.

Clause bir an onun şaka yaptığını düşündü. Kaşları havalandı "Benden seninle alışverişe gelmemi mi istiyorsun gerçekten?" diye sordu hayretler içinde.

Hira kısaca başını salladı sanki çok normal bir istekte bulunmuş gibi.

Clause tüm duygularını gizleyip işi lehine çevirmeye odaklandı. Masada öne doğru eğilip dirseklerini koydu. "Peki bundan benim çıkarım ne olacak?" diye klasik bir soru sordu.

"Ne önerirsen kabulum yeter ki güzel görünmemi sağla."

"Biraz zor bir istek ama kabul ediyorum. Sadece senin işini hallettikten sonra benim isteğimi söyleyeceğim."

"Ama-"

"Ne olursa dedin."

Hira korkak bir nefes aldı. "Öyle olsun, o zaman."

Masadaki kalemi alıp elindeki dosyaya imza attıktan hemen sonra Clause'a uzattı. "Ne için tüm bu moda merakı." diye sormadan edemedi Clasue. Sanki dakikalar önce öfke püskürtmüyor, odaya kağıtlar saçmamış gibi hafifçe gülümseyerek "Bir randevu için." diye yanıtladı Hira.

Clasue ilk defa verdiği karardan derhal geri dönmek istedi. Ve yine ilk defa kalbinde bir balyozla yaşamayı öğrenmeye başladı. Yüz ifadesini bir başkası görse bıçağın nereye saplandığını aramak için vücudunu yoklardı fakat Hira anlamsızca baktı gözlerine.


***


 

Üç gün. Koskoca üç gün geçmişti. Çağlar'ın bana yazdığı adrese gitmemek için kendimi güçlükle tutuyordum. Hira, ondan gelecek haberi beklememi söylediğinden beri iki gün geçmiş ve sabrımın sonundaydım.

Merdivenleri sert bir şekilde inerken amacım Hira'ya sitem etmekti. Bahçeden köşeyi dönüp otoparkın etrafından dolandım, genelde buralarda oluyordu. Rüzgardan uçuşan saçlarım gözümün önüne geldikçe öfkemi katlıyordu.

"Efsun." dedi bir ses arkamdan. Bu ismi söyleyebilecek tek potansiyel kişi Hira olduğundan arkamı kaşlarım çatık döndüm. "Ben de sana geliyordum."

Yüzünü gördüğüm gibi öfkem eridi çünkü gülümsüyordu. Her zaman buz gibi olan yüzü ilk kez gülümsüyordu.

"Neden?" dedim duygusuzca. Sonra aklıma ilk gelen cümleyi kaçırdım ağzımdan. "Çağlar mı geldi?"

"Hayır ama... sonuçların geldi."

Elimi alnıma vurdum. "Günlerdir bunu mu bekliyorduk?"

Çağlar'ın gidişinin ertesi günü beni hastaneye götürüp kan tahlilleri yaptırmış ve yalnızca Çağlar'ı öne sürerek soru sormamamı istemişti. Çağlar'ın isminin geçtiği her yerde duraksar olmuştum.

Telefonunu bana doğru uzattığında normalde kırmızı şeritlerle dolu olan tüm satırlar yeşil renkliydi. Şekerimin hiç olmadığı kadar normal düzeyde görünmesi kaşlarımı çatarak izlememe sebep olmuştu.

"Bu imkansız." diye fısıldadım.

"Her şeyin Çağlar'ın düşündüğü gibi gittiğine inanamıyorum." Telefonu elimden çekip alırken "İnsülin aletini çıkarırsan artık şu adrese gidebilirsin." dedi.

Yüzüm ekşidi. "Neden?" Düşündüğüm şeyin gerçek olmamasını diledim. Diyabet öyle bir anda iyileşebilecek hastalık değildi. Üstelik benim gibi insülin kullanan biri için...

"Daha fazlasını Çağlar geldiğinde açıklar, sen sadece dediğimi yap."

Kolumun hemen üzerine göz attım. Büyük bir ikilemdi. Yıllarca vücudumun bir parçası olarak yaşadığım o küçük aleti böyle kolayca nasıl çıkarırdım? Ya tahliller yanlış çıkarsa...

Derin bir nefes verip yalnızca içimdeki sese güvendim. Parmaklarımı kolumun üzerindeki alete geçirip yavaşça çektim. Hira'nın avucuna bıraktığımda "Bu kadardı işte." diyerek çok basit bir şeymiş gibi gülümsedi.

Yutkunup çıkarttığım yere parmaklarımı sürttüm. Ağırlığı birkaç gram anca olmasına rağmen yokluğu kilolarcaydı. Avucuma araba anahtarı bırakıp arkasını döndü. "Ben aptal Clause ile uğraşırken sen de yolun keyfini sürersin umarım."

"Sen nereye gidiyorsun ki?"

"Çağlar'ın bıraktığı milyonuncu işi yapıp Clause'un imza işini halledeceğim. Adi herif dosya göndermek yerine ayağına çağırıyor. Onu pişman etmek için birkaç ayrı cinayet tipi üzerinde alıştırma yapacağım."

Sahte öfkesiyle kıkırdadım. Anahtara basıp arabaya oturdum. Navigasyona girdiğim bilgilerle birlikte derin bir nefes aldım. Araba sürmektense yan koltukta oturmayı hep daha çok tercih ediyordum çünkü gerçekten berbat bir sürücüydüm.

Trafiğin yoğun olmadığı sabah saatleri olduğundan hızlı sayılabilecek şekilde sürdüm. Bir süre sonra insan kalabalığından uzak ve evlerin seyrekleştiği güzel semtlerden birine yaklaşmıştım.

Navigasyon ağaçlarla dolu bir yolun sonundaki evi işaret ediyordu. Yüksek olmayan çitlerle çevrili, bahçesi güllerle dolu ve ahşap bir evdi. Arabayı girişte bırakıp çantamdaki anahtarı çıkardım.

Taş döşeli yolun sonundaki kapıyı titrek ellerle açtım. Kapı gıcırdamadı ama kalbimin derinlikleri gıcırdadı. Paslanmış bazı duygularım gün yüzüne çıkıyordu sanki. İçerisi Çağlar kokuyordu, parfümü değil kendisi gibi.

Kapı direkt salona açılmış ve evin tüm her şeyini ortaya sermişti. Sağ tarafta üst kata çıkan bir merdiven ve asma kat vardı. Büyük bir ev değildi ama yüksek tavanı ferah gösteriyordu. Salonda ilerleyip mutfak kapısından içeri göz attım; kahve makineleri, dizili kupalar vardı.

Salondaki içi boş şöminenin yanından geçip merdivenlerden yukarı çıktım. İlk odanın kapısını açarken onun odası olduğundan çoktan emindim. Balkondan sızan ışık doğruca geniş yatağa vuruyor, krem ve koyu gri nevresimin rengi açılıyordu.

Odanın içine birkaç adım daha attığımda gardrobun hemen yanındaki askılıkta asılı kıyafetler yüzünden neredeyse bayılacaktım. İlk bakışta Yunan askeri üniforması gibi görünen fakat birkaç saniyeden sonra omuz kısmında açıkça Türk bayrağı olan bir üniformaydı.

Göğsünde Kuzgun yazıyordu. Herhangi birinin soyadı değil onun soyadı yazıyordu.

Kuzgun.

Bir elim ağzımdayken diğer elim istemsizce kalbimde asılı kalmıştı. Titrek adımlarla yaklaştım üniformaya. Gözlerimin beni kandırmadığından emin olmak istiyordum sanki. Dolan gözlerimin buğusuna rağmen kırmızı rengi nerede görsem tanırdım.

Bundan ne anlam çıkarmalıydım bilmiyorum ama tek düşünebildiğim artık Çağlar'ın düşündüğümden daha da fazlası olduğuydu. Tepeden tırnağa titredim bu farkındalıkla.

Elimi yumuşak kumaş boyunca gezdirip Türk bayrağında sabitledim. Kanlı canlı dokunmayalı yıllar oluyordu.

Aklım karışmış bir şekilde gardrobunu açıp bir şeylerden emin olmak istedim. İçi sıradan kıyafetlerle doluydu fakat kıyafetlerinin alt kısmında katlanmış kırmızılık duraksamama sebep olmuştu. Çatık kaşlarla kıyafeti açtığımda bunun bir bayrak olduğunu anlamam uzun sürmüştü.

Derin bir soluk çekip oracıkta yere çömeldim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum ama neye? İçimde durmak bilmeyen duygu nehri akıyordu. Çağlar'ın şu saniye burada olmasından başka bir şey istemiyordum ama öyle imkansız gibiydi ki geleceğine dair umudum yoktu.

Gözyaşlarım belirgin bir şekilde bayrağı ıslatırken kendime gelmem dakikalar almıştı. Elimin tersiyle kurumuş yanağımdaki son gözyaşını silip titrek bacaklarla kalktım ayağa. Yüzümdeki tüm gözyaşları ve umutsuz ifade silinmişti.

Çağlar'ın bir Türk askeri olduğunun farkındalığı yeni yeni işliyordu içime. Gülümsedim hatta kahkaha attım. Her yere haykırmak istiyordum bunu. Annemin öğrettiği gibi ellerimi açtım ve aklıma ilk gelen şeyi yaptım; şükretmek.

O an aklıma gelen ikinci şeyse Hira'nın bunları bilip bilmiyor oluşuydu. Beni buraya gönderen ve Çağlar'ın arkadaşı olan oydu. Kalp atışım yeniden hızlandı. Hira'ya çok değer veriyordum ve eğer Türk yandaşıysa bu saatten sonra dünyanın en mutlu insanı ben olurdum.

Sahi en son ne zaman bu kadar mutlu olmuştum?


***




 

Çağlar'ın gerçek evine ilk gidişimden bu yana iki hafta geçmişti. Göreve gidişinden bu yanaysa neredeyse yirmi gün olacaktı.

Babam seçimler için gece gündüz çalışmaya ve özel programına odaklandığı için benimle birkaç defadan fazla görüşmemişti. Sanki bir şeyler olacaktı ve yaşanacak bu şey öyle büyüktü ki beni bile göz ardı ettiğine değecekti. Çünkü babam iki eli kanda bile olsa gün sonunda nerede olduğumu kontrol etmeden durmazdı.

Hira insülin aletini çantamda tutmamı ve eski sıklığında aleti değiştirmemi söylüyordu. Çağlar'ın evine giderken onu benden alıp beni her seferinde tek başıma yolluyordu.

Geçtiğimiz üç hafta boyunca tam sekiz ayrı gecemi Çağlar'ın evinde onsuz geçirmiştim. Babamın eve dönmediği ve beni Hira'nın idare ettiği gecelerdi. Bomboş buz dolabının bir kısmını doldurmuş ve geleceğini umarak gidiyordum her seferinde, aynı şimdiki gibi.

Viktor'u güçlükle atlatıp Ahu'ya yalanlar uydurup gelirken vicdan azabı çeksem de hassas bir konu olduğunu bildiğimden ağzımı bıçak açmıyordu. Arabayı park edip yan koltuktan poşetleri alıp bileğime geçirdikten sonra saksıdaki kaktüsü de iki elimle taşımaya çalışıyordum.

Bir yandan eşyaları taşırken diğer yandan Çağlar'ın artık zihnimdeki yerini kestirmeye çalışıyordum. Artık ona aynı gözle bakamazdım, aynı nefret ve öfkeyle asla.

Anahtarı güçlükle çevirirken neredeyse kaktüs yeri boyluyordu. Dudaklarımdan bir "Ay!" nidası döküldü istemsizce çünkü yamulan kaktüs elime batmıştı. Oflanarak içeri adımımı atıp her şeyi mutfak tezgahına bıraktım.

Diğer poşetleri almak için geri dönmek üzereydim ki salondaki koltuğun üzerine bıraktığım hırkamı, sehpada olması gereken bardağımı ve kitabımı göremedim. Panik dalgası ayakucumdan saç diplerime kadar yayılırken kocaman olmuş gözlerle etrafa bakındım. Elimin tersinde hala batık halde duran kaktüs dikenlerinin acısını bile unutmuştum o korkuyla.

"Çağlar?" diye seslendim içeri doğru. Sırtımdan esen rüzgarla birlikte bahçe kapısının açık olduğunu ancak anlayabilmiştim. Panikle arkamı döndüğüm gibi pervaza yaslanmış ve en başından beri orada duran Çağlar'ı sonunda görmüştüm.

Yüzünde gülümseme vardı, kolları birbirine bağlı ve başı hafif yana yatıktı. Aptallığıma gülüyor gibiydi ama bu artık hiç sorun değildi çünkü ömrümde ilk kez bu denli gülümsetmek istiyordum birini. Ve ömrümde ilk kez ellerim kalbimde bekliyordum.

"Efsun?" diye taklit etti az önceki sesimi. Ve sesini duyduğum an ağlamaya başladım. Neden ağlıyordum, neden bu kadar duygusaldım bilmiyorum; ilk kez sadece içimden geldiği gibi davranıyordum.

Çağlar bana özgürlüğü vadeder gibi bakarken gözyaşlarımı gördüğü gibi gülümsemesi soldu. Dikleşip içeri girmeye hazırlanırken ona fırsat vermedim ve beklemediği bir şey yaptım; koşarak ona sarıldım.

Yıllardır kimseyi teğet geçmemiş kollarım onun boynuna sarıldığında kanımın gerçekten aktığını hissediyordum. Yüz ifadesini görmüyordum ama "Şttt, ağlama." dediğini duymuştum. Gözlerimi kapattım, yaşlar süzüldükçe süzüldü; iç çektikçe çektim. Sesi her şeyi yumuşatacak kadar naifti ama ben fazla duyguya bulanmıştım.

Parmaklarını belimde hissettiğim o ilk an ayaklarımın bağı çözülüyordu sanki. Hissedebilmek, birinin kalbime bu denli yakınken kokusunu alabilmek ne değişik duyguymuş meğer. Derin bir soluk çektiğini duyup nefes almadığımı fark ettim. Kokusu burnuma dolduğu gibi dudaklarımdan bir hıçkırık daha kaçtı, bir gözyaşı daha düştü gözlerimden.

"Ben... Sandım ki... Sen kötü birisin... Hep seni iğrenç biri olarak gördüm..." Hıçkırıklarla beraber kollarında sarsılıyordum. Parmaklarıyla sırtımı sıvazlayıp benden biraz bile ayrılmadan "Bunları da konuşacağız ama şimdi değil." diye fısıldadı. Beni kendine daha çok çekti. "Önce izin ver de biraz nefes alayım."

Sözleri daha çok akıttı gözyaşlarımı. Kimsenin önünde ağlamayan Efsun yerle bir olmuştu. Aslına bakarsan kurallarla yaşayan Efsun, duygularını kozasına sarmış olan Efsun ve diğer tüm Efsunlar çoktan gitmişti.

Artık kozasını çatlatan bir Efsun Gümüş vardı.

"Rüya görmüyorum değil mi? Gerçekten buradasın."

Gülüşü kulağımın öyle yakınındaydı ki gerçekliğini sorguladım. "Asıl sen gerçekten kollarımda mısın?" Bu defa gülen bendim. Sağ gözümden düşen bir yaş parçası daha ıslattı lacivert tişörtünü. Ayrılmak üzere hareket ettiğimde "Biraz daha kal." deyişi bıçak gibi saplandı zihnime ve kalbime. "Üçe kadar say bari."

Korktum, yaptığımın büyük bir hata olduğunun sinyallerini verdi beynim ama içimden de gelmedi kollarımı ondan ayırmak. Belki de herkese ölüm saçan zehrim bir tek ona şifaydı.

"Bir." dedim sessizce, kolları daha da sıkılaştı.

"Bir buçuk." dedi ve ben çocuk gibi gülümsedim. "Çağlar." diye sitem ederek devam ettim saymaya. "İki, üç." Kollarımı ayırdım önce, sonra yavaşça geri adım atarken parmakları kollarımdan aşağı düştü.

Lacivert tişört, keten pantolonla sanki tatile çıkmış gibiydi. Ama elim sırtındayken hissettiğim kabartıdan anladığım kadarıyla yaralıydı da. Kaşlarım büküldü istemsizce. "Yaralısın Çağlar."

"Ufak tefek atraksiyonlar yaşadık dağda bayırda işte."

İçeri geçmek üzere bahçenin sürgülü kapısını çekti. Tişörtünün havaya kıvrılan kollarından güneşte yandığını görebiliyordum. Çizikler, ince yaralar çoğalmıştı vücudunda. Bir askere göre pürüssüz yüzü sakallanmıştı, görev esnasında sakallarını bile kesmemişti. Onu ilk gördüğümdeki gibi kirli sakallıydı yine.

Omzumdan öne doğru düşen saçlarımı elinin tersiyle arkaya attığında temkinliydi. Az önce sarılmış olmamıza rağmen her hareketimi ölçüp biçiyordu. Gözlerimin içine bakıyordu doğrudan ve ben hala güçlük çekiyordum saniyelerce gözlerine bakmaktan.

"Aklımda öyle çok soru var ki... Hangisini soracağımı bilmiyorum. Her şeyi merak ediyorum, günlerdir içim içimi yedi dört duvar arasında."

Cevap vermek yerine kaşlarını çatıp elimin üzerine baktığında ben de başımı çevirdim. Kaktüs dikenleri yüzünden kan damlaları yol almış yere akıyordu. Ağır ağır avucumu yakalayıp "Önce yaralarını saralım sonra konuşalım." diyerek peşinden sürükledi beni de.

Şöminenin önünde durduğumuzda bölmelerden birinden küçük bir kutu çıkardı. Elim onun büyük parmaklarının arasında küçük ve tombul kalmıştı. Yeşil gözleri elimin üzerinden ayrılmadan pamukla sildi, üfledi ve yara bantları yapıştırıp işini bitirdi. O elime bakarken ben bir an olsun gözlerimi ayıramadım çünkü nadiren yakalayabiliyordum bana bakmadığı anları.

Başını kaldırdığı gibi kaçırdım gözlerimi, panik halime gülümsediğini hissedebiliyordum. İçim içimi kemiriyordu, zihnimde soru kalabalığı vardı ve yıllar sonra ilk kez konuşmak için bu kadar hevesliydim. Birazdan salonun ortasında sekmeye başlarsam şaşırmazdım.

Koltuğun yastıklarının bir köşede toplanıp ezildiğini gördüm. "Koltukta mı uyudun sen?" Elindeki malzemeleri yerine koyup başı yerde koltuğa ilerledi. "Dün gelirsin diye beklerken uyuyakalmışım."

Burukça gülümseyip yastığın birini elimle vurarak düzelttim ve yerine koydum. Sürekli kıpırtı halindeydim. "Sor Efsun, her şeyi sor. Sen sor ben anlatıyım, sonraki gün ben sorayım sen anlat. Öyle anlat ki gözlerindeki her bir harenin annene mi yoksa babana mı çektiğini bileyim. Neden kek yemediğini, gülümsemekten bile neden bu kadar korktuğunu bileyim."

"Gülümsemekten korkmuyorum ki." Yutkundum. "Sadece alışkın değilim."

Yine onun evindeki gibi oturuyorduk. İkili koltuğun bir tarafında ben bir tarafıda o vardı; başını koltuğun arkasına dayayıp gözlerini yumdu. Onu taklit ettim, yine kokusu burnumdaydı; öyle rahatlatıcıydı ki sanki nabzım düşüyordu yanında.

"Telefonun yanında mı?" diye sordu ilk önce.

"Arabada." dedim.

"Güzel. Çünkü bu ilk defa anlatacağım bir şey ve herkesten sakınmalıyız."

Çoğul konuşuyordu. Artık yapacağı şeyleri ikimize yayıyordu.

Gözlerimi açıp onu izlemek istedim, yan dönüp ayaklarımı yerden topladım, elbisemin eteklerini düzelterek bacaklarımı iyice kapattım. Bahçenin kapısından güneş doğruca üzerimizde batıyordu. Zaten açık kahverengi olan kısa saçlarının rengi iyice açılmıştı. Benim gözlerimin de bal rengine evrildiğini biliyordum.

 

***

 

Çağlar'la tanışmaya hazır mıyızzzz? Beni çok heyecanlandırıyor 🥹🫠

 

Loading...
0%