Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14. Yüzde İki

@zorronezi


Anaveis Foties
Şarkıyı nerede açmanız gerektiğini anlayacaksınız kesinlikle dinleyin 😍

Bölümü tatlı okurum Beyza'ya ithaf ediyorum :))

***
"Yüzde İki"

Hira diken üstündeydi. Günlerce düşünse aklına gelmeyeceği bir yere oturmuş dudaklarını kemiriyordu; Clause'un arabasının yan koltuğu. Ortamda garip bir hava dolanıyordu, her zamanki nefret ve öfkenin aksine sakin bir havaydı.

Clause siyah camlı güneş gözlüğü takmış, resmiyetten uzak giyinmişti tam da pazar gününe yakışır bir şekilde. Fakat Hira yine kumaş pantolon ve gömlek giymiş, yanına aldığı ceketi de kucağında duruyordu.

Clause radyoyu açtığı gibi yıllar önceki favori şarkısı çaldı. Yunan adalarında denize açılıp İzmir karasularına varmış gibi bir hisle kaplandı vücudu. Anaveis Foties kanını deli akıtıyordu. Muzipçe gülümseyip sesi yükseltti.

Yandan bakışla Hira'ya baktığında yine ciddi ifadesiyle dışarıyı süzdüğünü gördü. Kollarını göğsünde bağlamıştı, giydiği basit bir gömlekle bile neden ona bakıp durmak istiyordu?

Sonunda favori mekanlarının bir arada olduğu yere geldiler. Hira ceketini koluna atıp Clause gibi gözlüğünü taktı, genelde yanında taşırdı zaten. Onun "Buram buram sahte ilişkiler kokuyor burası." diyerek burun kıvırışına çarpık bir edayla güldü. Haklıydı, burada görüğü çoğu kadının hayatı sahteydi. Yapmacık gülüşler, baştan aşağı süzmeler, gösterişler havada uçuşuyordu ve Hira tüm bunların içinde bir inci gibi parıldıyordu.

Girdikleri ilk mağazada Hira'nın yüz ifadesi iğrenir gibiydi fakat diğerlerinde de pek farklı olduğu söylenemezdi. Birkaç tanesine göz gezdirip sonunda Clause'un aklına yatan şatafatlı birinde iyice gezindiler.

Hira elini siyah bir gömleğe attığında Clause öldürücü bakışlar eşliğinde "Aklından bile geçirme Grivas." diyerek elini sırtına yerleştirip onu elbise bölümüne yönlendirdi. Hira sırtında sanki alev topu taşıyor gibi gerildi bu dokunuşla. Clause ise asla yaşamadığı bir şekilde parmak uçlarının karıncalandığını hissetti. "Bu lanet his de ne!" diye söylendi kendi kendine, Hira'nın duymadığından emin olarak.

Hira elbiselere attığı ilk bakışta buraya gelmenin yanlış bir karar olduğunu anlamıştı bile. "Bence geri dönmeliyiz." diyerek etrafında dönüp adımlarken Clause tek adımıyla önünü kesti. "Başladığın işleri yarım bırakmak Türk kanından mı geliyor?"

Hira sakin kalmaya çalıştı, çünkü ona Türklük kanının ne kadar deli aktığını belli edemezdi. Bir Türk destekçisi olduğunu ihbar ederse hayatı kayardı.

"Sana buradan bir kafa atarım, dişlerin sayılacak kadar azalır."

Clause onu umursamadan gözüne kestirdiği elbiseyi çekip çıkardı. Hira'nın önüne tutup düşünür gibi bir ifade takındı. Bedenini görebildiği kadarıyla elindeki tam uyacaktı. "Bunu dene, rengi tenine gider."

"Pembe mi?" dedi iğrenir gibi. Clasue kararından emin bir şekilde "Madem benden yardım istedin o zaman hakkını ver." Başıyla kabinleri işaret edip kabinin hemen önündeki koltuğa oturdu.

Hira gözüne kestirdiği daha sade mavi bir elbiseyi gösterdi. "Peki ya bu?" Clause başını telefonundan kaldırıp yüzünü buruşturdu. "Dalga mı geçiyorsun? Onlarca kadının kıskanacağı bir vücudun var, daha iddialı olmalısın." Elbiseyi işaret etti. "Belinin inceliğini belli edecek daha dar kalıp elbiseler dene, bunun gibi çuvalları değil. Ayırca elindekinin bedenini görmüyor musun? İki beden büyük olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim."

Hira'nın parmakları istemsizce beline gitti. "Vücut ölçülerimi nasıl bildiğini sormayacağım." dedi.

"Ben bir erkeğim Hira." Clause'un gülüşü iyice çapkın bir hal almıştı. "Üstelik sağlıklı bir erkek. Tek bakışım yeterli bunun için." Sözleri Hira'nın yüzünün buruşmasına sebep olmuştu.

Kabine ilerlerken gelen görevlinin Clause'a "İçecek alır mıydınız Bay Carter." dediğini duymuştu. Clause genelde kız kardeşiyle gelirdi buraya, başının etini yiyip alışverişin dibine vururdu Chloe. "Sağ olun." demekle yetindi.

Hira vücuduna tam oturan ama oldukça kısa olan elbisenin içinde kıvrandı. Ömründe böyle bir şey giymemişti ve dışarı çıkacak cesareti de yoktu. Deliriyor olmalıydı çünkü cesur bir kadındı ve böyle bir şeyden utandığına inanamıyordu. Yılları pantolonun içinde geçmiş bir kadına bu elbise işkence aletinden başka bir şey değildi.

"Efendim, Bay Carter elbiseniz için ayakkabı gönderdi."

Hira panikle "T-tamam, oraya bırakır mısınız?" dedi. Kapının hemen ardındaki gri, açık topuklu ayakkabıyla bakıştı. Aptal bir adam için girdiği bu hallere inanamayarak elini alnına vurup ağlayacaktı neredeyse.

Clause, Hira'yı beklerken eline aldığı birkaç elbiseyi görevliye verip kabine götürmesini söyledi. Bir süre sonra bu bekleyiş iyice sinirlerlerini bozarken oturduğu yerden kalkıp birkaç parça günlük kıyafeti de elinde tomar yaptı. Görevliye verdiği kıyafetlerin ardından kabinden hala çıkmamış Hira'nın başının etini yemek üzere kabine yöneldi bu defa.

"Seneye giyinmiş olur musun Grivas?" diye seslendi ortaya doğru. Sonunda kabinin kapısı açılırken ömrünün son zamanlarında hiç bu kadar şaşkınlıkla baktığını hatırlayamadı. Pembe elbiseyi ona verirken umutsuzdu ama tenine, tüm bedenine bu denli yakıştığını görmek yutkunmasına sebep olmuştu. İçinden ettiği küfürler duyulsa insanların ona garip bakışlar atacağından emindi.

Hira elbisenin eteğini çekiştirmekten neredeyse yıpratmıştı. Zaten bir yetmiş küsürlerde olan boyu ropuklu ayakkabıyla beraber daha da uzamış, bacak boyunu gözler önüne sermişti.

Hira "Rezalet!" diye söylenirken aynı anda Clause "İdare eder." dedi. Fakat zihninden geçen kelimeler tam aksiydi.

Muhteşem, fevkalade görkemli; biraz da tatlı.

Hira üzerindeki gözlerin sahibine bakmak üzer başını elbisenin eteklerinden kaldırdığı an göz göze geldiler. Mavi ve siyah hareler hiç bu kadar huşuyla bakmamıştı birbirine. İkisi de yutkundu, ikisi de kalbinin atışlarını susturmaya çalıştı.

"Bu renge ısınamadım, diğerini giyeceğim."

Alel acele kabine dönerken arkasında hareketsiz bir Clasue Carter bıraktı. Cebindeki elini çıkarıp özenle yaptığı saçlarını dağıttı, zihnini toparlayabilmek adına. Karşısındaki boy aynasından yüzündeki anlamsız ifadeye takıldı; gözleri ne zamandan beri böyle bakıyordu bir Türk'e?

Hira'nın siyah elbiseyi giymemesini diledi çünkü az önceki görüntünün ardından derin yırtmacı kaldıramayabilirdi. "Bunun bir beden büyüğü yok mu!" diye seslendiğini duyup kapısının önüne ilerdi. "Tam bedenini seçtim, olmadığına emin misin?"

Hira kabinin içinde duraksadı. Seçtim, deyişinde takılı kaldı aklı. Kapıyı açarken "Bunun böyle mi olması gerekiyordu?" diye söylendi. Elbise uzun siyah ve ilk bakışta mütevazi duruyordu fakat Hira attığı ikinci adımda derin yırtmacın kurbanı oldu. İnce askılı ve beline tam oturan bir elbiseydi, öyle sıkıydı ki bunun olmaması gerektiğini düşündü.

Clasue ikinci darbesini de buradan aldı. Sıradan bir ceketin içinde bile güzel görünen bu kadının elbiselerle harikalar yarattığını görüp kendine neden ceket giyerek işkence çektirdiğini sorguladı. Hira'nın yırtmacı kapatan parmaklarını yakalayıp "Bütün gün yırtmacı çekiştirmeyeceksin herhalde." diyerek uzaklaştırdı. Bu ikinci temas da kesinlikle ilkiyle aynı etkiyi yaratmıştı; yakıcı.

"Diğerinden daha mütevazı en azından." Aynada bedeninin tamamına iyice bakınmak için kendi etrafında dönerek inceledi. Eğer adımlarını küçük atarsa biraz daha giyilebilir olabilirdi, rengi de diğerinden daha iyidi. "Başka denemek istemiyorum, bu güzel oldu." Bakışlarını sessizce bekleyen Clause'a çevirdi. "Sence?" diye sordu.

Clause daldığı derin uykudan uyanmış gibi "Hı?" dedi. Hemen ardından başını onaylar manada sallayarak "Bence de." diye yanıtladı fakat neye onay verdiğini bile bilmiyordu.

"Birkaç tane günlük kıyafet var, onları da dene."

"Daha fazla takatim kalmadı iki elbise bile yarım saatten fazla sürdü, diğerlerini denemeden de alabilirim. Seçimlerine güvenmekten başka şansım da yok zaten."

Clause bir dakika daha duramayacağını anladı. Gözlerinin hakimiyetini fazlasıyla kaptırdığı anlardan birindeydi. "O zaman ben dışarıda bekliyorum."

Hira aceleyle kabine girip kendi kıyafetlerini giymek üzere etrafına bakındı. Ne ceketi ne pantolonu görünmüyordu. Kapıyı aralayıp görevliye doğru "Kıyafetlerimi bulamıyorum, acaba yanlışlıkla almış olabilir misiniz?" diye sordu. Kadın hafif bir tebessümle "Bay Carter onları paketlememiz için verdi," diyerek elindeki kıyafetleri uzattı. "Bunları satın alacağınız için giymenizi söyledi."

Hira öfkesini kadına belli etmeden kıyafetleri elinden aldı fakat kabinde delirecekti. Gri ceketi görüp derin bir soluk verse de aynı renk kısa eteği fark ettiği gibi yeniden alev attı. "Seni var ya... evire çevire dövmek vardı." diye söylenerek giyindi. Botlarını da geçirdiğinde aynada kendini gördü, içinde garip bir duygu vardı. Sanki... güzel olmuştu.

Annesine dair pek bir şey bilmiyordu ama ona elbiseler alıp süslemeyi çok sevdiğini hatırlıyordu. Fotoğrafların çoğunda renkli elbisele içinde, örgülü saçlı ve mutluydu. "Benim güzel kızım bu bayram hangi çiçek olacakmış bakalım!" diye bir ses yükseldi anılarından. "Mavi orkide!" diye haykırdığıın hatırlıyordu hayal meyal.

Hayat onu nasıl da uzaklaştırmıştı tüm gerçekliğinden. İçindeki kız çocuğunun yaşadığını fark etti, gözlerinin dolmasını engellemek için kabinden aceleyle çıkıp doğruca kasaya ilerledi. Birkaç paket olmalıydı fakat Clause hepsini alıp gitmişti.

"Ne kadar tuttu acaba?" diye sordu. Aldığı yanıt onu hiç memnun etmemişti zira olması gerekenden fazla ucuz gelmişti. "Emin misiniz? Birkaç parça eksik girmiş olabilirsiniz."

Kadın yeniden ekrana göz attığında "Elbisenin ücretini beyefendi ödedi, belki ondan uygun gelmiştir." dedi. Hira bu defa botlarını yere sertçe vurup çıktı mağazadan. Arabasının bagajına paketleri dizen Clause'un karşısında dikildi, yaptığı şeye kızacağını bildiğinden ona bakmıyordu bilerek. "Sen ne yaptın?" diye çıkıştı Hira.

Bagajı sertçe kapatıp ellerini birbirine vurdu. "Ne yapmışım?" dedi masumca. Boynunda asılı duran gözlüğü de gözlerine yerleştirip elini cebine attı.

"Sana elbisenin ücretini ödemeni kim söyledi."

"Ben ve cüzdanım, hür irademle karar verik."

"Ben ve parmaklarım da hür irademle sana yumruk atmaya karar verdik ama gel gör ki her kararımızı gerçekleştirmiyoruz." Gözlerinden öfke fışkırmasına rağmen Clause'un bu sakin ve muzip gülüşü karşısında daha da sinirleniyordu Hira. "Bana iki kere borçlusun artık." diyerek sürücü koltuğuna oturdu.

Hira çaresizliği hiç bu kadar derinden hissetmemişti; Clause ise dikkatinin bu denli kolay dağılabileceğini.

Hira yerleştiği koltukta hiç rahat değildi, etekle oturmanın bu denli zor olabileceğini hiç düşünmemişti. Siyah çantasını kucağına yerleştirip "Beni alt caddede bir yerde bırakabilirsin, evim buraya yakın." dedi.

Clause radyonun sesini kıstı. "Bu paketlerle yürüyemezsin bile, adres ver."

"Nelerle yürüdüğümi bilsen..." desi sessizce, mırıldanarak. "Şu lunaparkın alt sokağından girip sonraki caddeye geçmelisin. O sokakta oturuyorum."

Clause çalıştığı yerin bu kadar yakınında oturduğunun farkındalığıyla hafifçe gülümsedi; neden gülümsediğini bile bilmiyordu. İçinden sürekli soru sormak ve konuşmak geçiyordu oysa genelde kadınlar sorar Clause keyfine gelirse yanıtlardı.

"Yalnız mı yaşıyorsun?"

Hira umursamazca cevaplar veriyordu, yanıtlamaktan çekinmiyordu. "Evet." Ona geri soru sormadığı için daha da sorulara boğmak istiyordu Clause.

"Ailen?"

"Ben küçükken vefat etti; hepsi."

Clause şayet kırmızı ışıkta duruyor olmasaydı yanlışlıkla frene basabilirdi. "Başın sağ olsun." Yeniden bir soru yöneltmek niyetine giriştiğinde bu defa Hira atladı. "Sen?" diye. Yüzüne bakmıyordu ama dikkatinin sürekli üzerinde olduğunu hissediyordu Clause.

"Annem ve kız kardeşimle yaşadığımız bir evimiz var; bazen oraya gidiyorum bazen kendi evime." Gaza bastı, Hira'nın tepkisizce yola baktığını gördü. Başka bir kadının çoktan tutunacak yer aramaya başladığı bir hızda bile ruhsuzdu bakışları.

"Baban?" kelimesi döküldü dudaklarından.

"Beş- altı yıl önce öldü."

Hira üzüldüğünü belli etmek üzereydi ki radyodan yükselen tanıdık isimler ikisinin de dikkatini çekti. "Barış Bakanı'nın kızı Ofelya Zaharyas, nişanlısı Üsteğmen Çağlar Kuzgun ile görüntülendi. İkili kameralar karşısında oldukça şaşkına dönmüşken Çağlar Kuzgun'un nişanlısını kameralardan uzaklaştırma çabaları da gözden kaçmadı. İlk başta konuşmamak için uzaklaşmaya çalışan ikili basın mensuplarının ısrarı üzerine güzel pozların ardından birkaç soruyu da yanıtladılar."

Hira telefonuna sarılıp Efsun'un numarasını tuşladı. "Kahretsin." diye söylenirken tırnalarını kemiriyordu. "Beni ışıklarda indir, acilen Bakan'ın evine gitmeliyim."

"Ben bırakırı-" demesine kalmadan "Efendim." diye çalan telefonunu yanıtladı. Hira, Ender'in kalabalık içerisinde olduğunu duyabiliyordu. "Umrarım şu an Çağlar'ın yanına gidiyorsundur." Telefondaki sesin duyulmaması için iyice kıstı kulağında, Clause bunu fark etmemişti neyse ki.

"Evet, Bakan'ın evine gidiyorum."

"Plan erken patladı, ben de evden çıkıyordum. Kapındayım, seni bırakırım."

"Tamam, caddeye çık ben de orada olurum."

Telefonu kapatıp ışıklara yanaşmasını bekledi Clause'un. Çantasını omzuna asıp "Teşekkür ederim ve hoşçakal her ne kadar sinirlerimi bozsan da iyi iş çıkardın." dedi. Kapısını açıp inmeden "Kıyafetleri gönderirsen çok mutlu olurum." diye seslenerek uzaklaştı.

Clause aklı karışmış vaziyette kalmıştı. Sanki büyük bir boşlukta düşüşteydi, gözleri önünden geçip giden Hira'ya bakmaya devam ediyordu. Caddenin karşısına ulaşır ulaşmaz bir araba önünde durdu, sürücü koltuğundaki kişinin yüzü net değildi fakat bir erkek olduğu ortadaydı. Parmakları direksiyonu sertçe kavrarken sebepsiz duygularından arınmaya çalıştı.

***
 

Gözlerimi rahatlıkla araladığım bir sabahı geride bırakmıştık. Çağlar'ın yatağında, açtığım gözlerimle küçük bir panik yaşadım. Uykum ağır sayılmazdı ama beni odasına taşıdığını ruhum bile duymamıştı.

Kahvaltı yapıp yine küçük sohbetler ediyorduk. Kahvaltının ardından öğle saatlerini geçirmek için hiç gitmediğim bir müzeye gitmeye karar vermiştik. Dünkü elbisemi giymek istemediğim için yol üzerine bir mağazaya girdik.

Kıyafetlere çok dikkat ederdim; içinde mutlu hissetmediğim kıyafetlerde günüm mahvolur ve eve gelmenin en kısa yoluna bakardım. Çağlar siyah gömlek ve pantolon giydiği için benzer giyinme isteğimi bastırmaya çalıştım. Görevde olmadığı için kulağına taktığı küpesine hayranlıkla baktım, erkeklere küpe yakıştırmazdım fakat ondaki duruşu bambaşkaydı. Parmaklarıyla sürekli uğraşacak şeyler arıyordu, bazen yüzüğünde bazen küpesindeydi eli.

Elime aldığım siyah gömlek ve siyah pantolonu hızlıca kabinde giyindim. Gömleğin önüne kolyemin rahatça görünebileceği bir açıklık bırakıp kabinden çıkarken Çağlar ortada görünmüyordu.

Kasaya ilerlerken etrafta garip bir hava seziyordum. Çağlar kasada ödemeyi yapıp yanıma geldi, elindeki bordoya kaçan çantayı uzatarak "Dene bakalım." dedi. Çantayı omzuma yerleştirdim, zevkli adamdı.

"Teşekkür ederim ama ödemeni gerektirece-"

İşaret parmağını dudağıma sürttüğünde tüm dikkatim yerle bir olmuştu. "Duymadım sayıyorum." Kaşlarını ani çatışı yüzünden bakışlarımı dışarı çevirdim. "Siktir!" nidasını duyup bu defa ben kaşlarımı çattım.

"Buraya geleceğimizi kimse bilmiyordu, nereden çıktı bunlar?"

Kapıya oldukça yakındık ve gelen kargaşa seslerini çok net duyabiliyordum. Patlayan flaş sesleri beynimin içinde yakılanıyordu. Mağaza çalışanlarından birkaçı kapıdayken bir kısmı dışarıda olup biteni izliyordu. Başımı çevirdiğimde gördüğüm manzara karşısında yüzümü ekşittim; devasa bir kalabalık ellerinde kameralarla içeriyi adeta röntgenliyordu.

Korkarak Çağlar'ın arkasına adımladım, sanki en güvenli limanımdaydım. Bizi görmemeleri imkansızdı, bizim onları bu denli geç görmemizse garipti. "Madem artık kaçacak yerimiz yok," Bana dönüp kalabalığı arkasına aldı, "O zaman güzel pozlar verelim sevgili nişanlım." dedi.

Kalabalıktan yükselen kargaşa ve flaş sesleri bile korkutmaya yetmişken onların arasına dalacak olmak kabus gibiydi. Es kaza birine değmeyi istemiyordum; bazı şeyleri yeniyor olmam bu büyük kalabalığı kaldırabileceğim anlamına gelmiyordu.

"Korkuyorum." diye itiraf ettim doğrudan. "Çok kalabalık." Korkumu ifademden okuduğuna emindim, koluna tutunduğumu ve sıktığımı güçlükle fark ettim; artık içgüdüsel olarak bile ona dokunabiliyordum.

Parmaklarını belime yerleştirdiğinde yay gibi gerildim, soluklarım sıklaştı. "Kalabalıktan seni sakınırım ama konuşmadan kolay kolay bırakmazlar. Konuşmak istersen-" Hızlıca sözünü böldüm. "Sen konuş. Benim... titremekten aklıma gelmez bile."

Başını hafifçe eğip "Titrememeye çalış, yaptığın her hareketi saptırmaya çalışacaklar zaten. Bir de üstüne titrersen, işler çok zorlaşır." diye fısıldayarak saçlarımdan bir tutamı kulağımın arkasına attı. Sakinleşmem için mi yapıyordu bilmiyordum ama her hareketi yumuşamama yetiyordu.

Kolunu sıktığım pamaklarımı yakalayıp avucunun içine aldığında bir daha asla bırakmamak istedim. Birinin elini tutmak hayatını açmak gibiymiş meğer; parmakların birbiriyle sarmalanması sarılmayla eş değer gibi bir histi. "Kolumu beline atacağım, ellerini çantanla kamufle edebilirsin. Gülümsemeye ve flaşlara bakmamaya çalış." Gülümsediğini sesinden duyabiliyordum, bakışlarım yerdeydi yeniden, ekisis gibi. "Mümkünse arada bir bana bak, öyle bir bak ki eve döndüğümüzde deli gibi aşık olduğumuz tüm haber başlıklarında yankılansın."

"Ben senin kadar yetenekli değilim."

Beni yanına çekip kapıya doğru birkaç adım atmamı sağladı. "O zaman güzelliğinle büyülemen yeterli olacaktır."

Bazı cümlelerinden hiçbir şey anlamadığımı düşünüyordum ve yine aynısı olmuştu. Derin bir nefes aldım, parmakalrını benimkinden ayırdığı için büyük bir boşlukta süzüldüm sanki. Parmakları belime yerleşip beni kendine çektiğinde yeniden kokusunu alabiliyordum. Çantayı söylediği gibi parmakalrımla sarıp sarmaladım.

"Çağlar Bey, ilişkinizi bunca zaman neden sakladınız?"

"Ofelya Hanım'ın hasta olduğu doğru mu?"

"Ofelya Hanım neden internet üzerinden hakkınızda hiçbir bilgi bulamıyoruz; sosyal medya kullanmıyorsunuz, ilk kez kameralar karşısına çıkıyorsunuz?"

Çağlar'ın gülüşünü duydum, herkesin duyması için oldukça güçlü gülüyor olmalıydı. "Sosyal medyadan uzak olmasına rağmen size yakalandığımıza göre yeterince uzak değilmişiz demekki." diyerek hepsini güldürdü. Gerçek bir yetenekti, sosyal ilişkiler uzmanı olmalıydı.

"Aslında çok zor oldu, nişan haberinden beri Çağlar Bey'i görmemize rağmen Ofelya Hanımı hiç bulamadık."

Bakışlarımı güçlükle kaldırıp Çağlar'ın yüzüne baktım; gülüşü çok güzeldi. Kameralara ve diğer herkese baktığımda yüzlerindeki hayranlığı kısacık saniyede bile görebilmiştim.

"Ofelya Hanım, öyle soyutlanmışsınız ki sadece bir foroğtafınız bile binlerce euro değerinde, özel bir sebebi var mı?"

Aniden şaşkın bir ifadeye büründüğümde birkaç flaş patladı ve kaşlarım çatıldı. "Arkadaşlar, sevgilim çok yorgun. Merak ediyorsunuz biliyoruz ama lütfen, biraz özel alan tanıyın bize."

Çağlar'ın belimdeki parmakları hareketlendiğinde kalabalığın bıraktığı birkaç adımlık boşluklardan ilerliyorduk. Derin soluklarımın fark edilmemesi için gülümsüyordum.

"Çağlar Bey, Alfonso lakabınızın nereden geldiğini öğrenebilir miyiz?"

"Hala İtalyan hayranlarınız olduğunu duyduk, iletişimde misiniz?"

"İtalya'daki yıllar süren görevinizden sonra Konstantinopolis'de nasıl hissediyorsunuz? Hakkınızda birçok söylenti var, bu konu hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?"

Arabaya ulaştığımızda ikimiz de gerilmiştik, dokunuşlarından ve soluklarından anlayabiliyordum. Kapımı açmadan hemen önce "Evlilik ne zaman?" sorusu karşısında gözlerim istemsizce Çağlar'ı buldu. Vereceği cevabı en az onlar kadar merak ediyordum, tabi verirse.

Koltuğa oturduğum sırada kapımı kapatmadan hemen önce anlamlı bir ifadeyle kalabalığa baktığını görmek garip hissettirmişti. Hafifçe gülümseyip arabanın önünden geçerek kapısını açıp güçlükle bindi. "İyi pazarlar, hepinize." diyerek aynı gülüşle veda ettiğinde artık uzaklaşmıştık. Bir an ben bile gerçekten aşık olduğunu düşünecektim bakışlarından. Öyle derinden gülümseyerek bakmıştı ki...

Derin bir nefes verip titreyen ve terlemiş ellerimi kalbimde birleştirdim. Çok hızlı atıyordu, patlayıp durmaya çok yakındı. Çağlar'ın gülüşü tüm kameraların yok oluşuyla beraber solmuş yerini düz bir çizgiye bırakmıştı. Oyunculuk yetenekleri takdire şayandı; ne de olsa göreviydi.

Gömleğinin düğmelerinden birini açıp vites attırdığında adeta kolu sökecek gibiydi. Direksiyondaki parmakları sıkmaktan beyaz kesilmişti. Önüme doğru eğilip torpidodan bir paket sakız çıkardığında hala onu seyrediyordum. Pratik bir şekilde ağzına atıp direksiyonu sola kırdı, kemerini bile bağlamamıştı.

Telefonunu alıp birini aradı. "Haberleri görmenize sevindim... Evde misiniz?... Geliyoruz... Maalesef, fazla erken oldu... Kimin yaptığını bulacağımdan emin olabilirsiniz... Benim arabamdayız..." Gözlerini bana çevirdi, "Evet, iyi görünüyor... Görüşmek üzere Sayın Bakan."

Babam... iyi olduğumu mu sormuştu?

"Her şey altüst oldu." diye söyeniyordu kendi kendine.

"Artık işe yaramıyor muyum?"

Kaşlarını çatarak garipçe gülümsedi. "O da ne demek?" Olabildiğinde hızlı kullanmasına rağmen sıkışık trafik yüzünden sinirlendiğini görebiliyordum.

"Basit. Yan yana seçimlerden hemen önce görünüp patlamalıydık, erkenden gerçekleşti. Yani artık elimizde koz kalmadı, bana ihtiyacınız da kalmadı."

Gülüşü muzipleşti. "Ben B planım olmadan hareket etmem Efsun." Siteye yaklaştığımızda artan güvenliği fark etmiştim. "Aksine artık kameralara ve kalabalığa alışman gerekecek. Baş döndürmeye hazır ol." Tüm siniri yerle bir olmuş ve keyifle yanağımdan makas almıştı. Sakızdaki sakinleştirici gerçekten de güçlü olmalıydı.

Arabayı evin yakınında durdurduğunda her yerde koruma ordusu vardı fakat Hira görünmüyordu. Bugün izin gününde olmasına rağmen haberler yüzünden gelir diye düşünmüştüm fakat gelmemesi daha iyi olabilirdi, boşuna tatilinden etmek istemiyordum.

Çağlar sakız paketini cebine atıp arabadan indiğinde kapıya gelmiştik, aralık duruyordu. Koca bir kaosun ortasında olmaya hazır değildim, elimin titreyişini bile güçlükle durdurmuştum ama Çağlar'ın varlığı güç vermeye devam ettiği için başım dikti.

Güzide göründüğünde yine irkilmiştim. "Bakan Bey'ler çalışma odasında." Başımla selamlayıp yukarı doğru adımladım. Çalışma odasının da kapısı aralıktı, Elene ve babamın sekreteri de içerideydi.

"Maalesef bu çok büyük bir miktar Bay Zaharyas. Daha fazla engelleyemeyiz."

Masaya dirseklerini dayamış halde duran babam öfkeyle elini sertçe vurdu tahtaya. "Kahretsin! Çok kirli oynuyorlar!" Saçlarını dağıtıp kravatını gevşetti. Gözleri bizi bulduğunda yüzündeki çaresizliği gördüm. Gerçekten bana ihtiyacı varmış gibi bakıyordu.

Yoksa artık piyon değil de şah mıydım?

"Sonunda gelebildiniz." diye söylendi Elene. Ona göz devirip deri koltuğa oturdum. "O kalabalıktan sağ çıktığıma dua et." Başımı öne eğip ellerimle yüzümü kapattım, gözlerimi birkaç saniye dinlendirmiş oldum.

Yanımda hareketlilik oluştu ve kahverengi deri gıcırdadı. "Ne istiyorlar Zafer'in haberi için?" diye sorduğunda gözlerimi açıp dikkat kesildim. Demek artık haberin sızmasını engelleyemiyordu.

"On milyon dolar." dedi tükürür gibi. "Bir mucize olur da o parayı verirsek bu kez de yolsuzlukla suçlanmam büyük olasılık."

Çağlar'ın şüpheyle başını dikleştirdiğini fark ettim. "Bunun gerçeklik payı nedir peki?" Derin bir sessizlik hepimize gereken cevabı vermişti. Babamın iğrenç bir siyasetçi olduğunu bir kez daha anlamıştım; belki de bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti'nin işine geliyordu.

"Yolsuzluğun üstünü örtmek çok zor olmaz." Kolunu koltuğun üst kısmına atıp arkasına yaslandı. Sakinleştiricyi fazla mı kaçırmıştı?

"Birkaç milyon dolara gelence... İtalya ile görüşme yapabilirim." Bu denli büyük miktarda bir para hakkında sanki basit bir şeymiş gibi konuşması şaşkına uğratmıştı. "Alfonso ailesinin Konstantinopolis'te ittifakta olduğu bir politikacı olmasından mutluluk duyacağına eminim."

Sesinde keyif aldığını belli eden bir tını, yüzünde üstünlük vardı. Babamla aralarında bir yandan ittifak diğer yandan rekabet seziyordum. Daha önce hiç böyle bir şey hissetmemiştim.

Elene kısa bir alkış tutup "Harika! Bir tek İtalyan mafyaları kalmıştı karışmadığımız." dediğinde Çağlar daha da keyiflendi. "Evinizde yemek bile yedirdiniz Elene Hanım."

"Olmaz." dedi babam kısaca. "Bu şekilde sadece ertelemiş oluruz."

Çağlar sanki planı işliyormuş gibiydi. B planından söz etmişti, sanırım onun istediği noktaya geliyorduk. Dikleşip ellerini önünde birleştirdi. "O zaman sayın bakan, Zafer'in haberinin patlamasına izin verin." Gözlerini kıstı. "Aynı gün basına açık bir düğünle taçlandırın tüm haber kanallarını."

Yutkundup cümlelerini tekrarladım içimde. En azından içerisinde bulunduğum plandan beni haberdar etmeliydi üstelik hayatımı tamamen etkileyecek bir plandan. Kaşlarımı çatıp onun gibi dikleştim. "Burada benim de söz hakkım olması gerekmez mi?"

Bana döndü. "İkimiz konuşacağız ama şimdi değil." Gözlerinde 'bana güven!' diyen bir bakış vardı. Göz bebekleri kocaman olmuş yeşilleri siyaha bulanmıştı. Babamın tepkisiz duruşu işi daha da garipleştiriyordu.

Sekreter "Çağlar Bey'in planı içlerinden en sağlamı gibi görünüyor Sayın Bakan." diyerek elindeki tablete bakındı.

Tüm bu konuşulanlar herkes için oldukça basit gibi görünüyordu; bense şimdiden kalabalığın ortasında büyük bir izdihamda gibi hissediyordum. Kendimi beyazlar içinde bir gelinliğin içinde hayal etmedim desem yalan olurdu fakat gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm büyük bir düşten ibaretti bu.

Babamla göz göze geldiğimizde tepkilerime bakıyordu. "Öyle görünüyor." dedi sakince. Artık onun için konumundan daha önemsiz olduğumu çok net anlamıştım. Fakat bildiğim şey bile canımı yakmıştı.

"Alexi," diyerek sekreterin ona dönmesini sağladı. "Haber başlıklarına özellikle şunu eklettir; Konstantinopolis askeri Çağlar Kuzgun, Barış Bakanı'nın kızı Ofelya Zaharyas ile basın mensuplarına açık düğün için hazırlık yaparken kameralara yakalandı!" Arkasına yaslandı. "Asker ve Barış Bakanı kısmını koyu puntoda yazdıklarından emin ol. Hatta bir kısmında eski İtalyan ralli pilotu sıfatlarını da ekle; Çağlar'ın binlerce genç hayranı olmalı."

Tüm bu karmaşayı bozmak istiyordum, hayatım hakkında verilen kararların karşısında dimdik durmak istiyordum. Ama Çağlar'ın bakışları bunu yapmamam için diretiyordu ve ne yazık ki içimdeki ses de onun dinlememi söyledi.

"Bugün basına kimin haber verdiğini bulup ipini kısa keseceğim." Çağlar öfkeliydi çünkü büyük bir planı batırmıştı bu her kimse.

Babam işaret parmağını Çağlar'a doğru sallarken gülümsedi. "Sen, gerçek bir Konstantinopolis askerisin Çağlar Kuzgun! İçindeki o kan bu topraklardan olduğunu belli ediyor." İkisinin kahkahası canımı yaktı. "Ama bu evliliğin kısa sürmesini istiyorum. Seçimlerden hemen sonra kızımı alacağım."

"Ben de bu konuya değinecektim." Ayağa kalktı, bana dönüp başıyla işaret ettiğinde yine ona itaat ediyordum sebepsizce. "Bundan sonrasında Efsun ne isterse o olacak." Babamın yanında bana Efsun idye seslenmişti. Elini belimde hissettiğimdeyse olduğum yere mıhlandım, gözlerim kocaman oldu.

Babama meydan okuyordu, ona muhtaç olduğunun farkındalığıyla da bundan zevk alıyordu. "İsterse benimle gelir," Parmaklarıyle belimi okşadı, babamın gözünün seğirdiğini gördüm. "İsterse burada kalır," Elene'nin dudakları kıvrıldı. "İsterse kabul eder, isterse etmez. Biz sadece teklifte bulunduk."

Başımı çevirdiğimde bana baktığını görmeyi de beklemiyordum. Gözleri konuş diyordu, iste diyordu, al tüm istediklerini diyordu.

"Kabul eder," dedi babam imalı imalı. Altında derin bir anlam vardı. Çağlar'ın çenesi kasıldı. "Evinde de oturur gerekirse, değil mi kızım?"

Çağlar'ın dudaklarından çıkan "Cık!" sesi tüm duvarlara çarptı. "Onunla ben konuşacağım, siz değil." Başını bana çevirip "Çıkalım?" dediğinde artık özgürdüm sanki. Gülümsemedim ama yüzüm asık da değildi. Başımı salladığımda belimdeki eliyle beni yönlendirdi.

Bu bir soğuk savaştı; babamla ittifakta olmasına rağmen onun aleyhine işler de dönüyordu. Odadan çıkışım sanki cezaevinden terhis oluyormuş gibi hissettirmişti. Artık duygularım serbestti ve özgürdim yeniden.

"Bunu neden yaptın?" diye sitem ettim merdivenleri inmek yerine benim odama doğru ilerlerken, beni oraya doğru yönlendiriyordu. "Hangisini mesela?" Öfkeyle ona baktığımda bunun farkında olduğu için yüzünü çevirmedi ve çenesi dik bir şekilde yürüdü. Odamın kapısına vardığımızda eliyle işaret edip öne geçmemi sağladı. Kapıyı açıp direkt girdim.

Artık eskisinden bile daha soğuk hissettiriyordu burası; bana ait olmaktan ziyade zindanmış gibi.

"Neden buraya geldik? Kış bahçesinde ya da dışarıda konuşabilirdik."

Parmakları makyaj masamın üzerindeki eşyalarda gezindi. "Seni bir de doğal yaşamında görmek istedim."

"Daha önce de girmiştin."

"Şimdi başka." Parmakları uzun zamandır kullanmadığım favori parfümüme gitti. "Bu sefer konuşmak için geldim." Kapağını açıp kokladığında yüzünde tarifsiz bir ifade oluşmuştu. Kokuyu aldığına memnun olmuş gibi birkaç sefer daha kokladı. "Seni gördüğüm ilk gün ve nişan günümüzde de bunu sıkmıştın."

Balkon kapısına yaslanıp şaşkınlıkla izlemeye devam ettim. "Köpek misin? Koku hafızan nasıl bu kadar iyi olabilir." Başını kaldırıp bir başka parfümü koklamadan hemen önce bana döndü. "Kokulara karşı hassasiyetim var diyelim." Elindeki parfümü de koklarken heybetli bir heykeli anımsatıyordu. Balkondaki güneş doğruca yüzüne vurduğundan gözlerinin yeşili pasparlaktı, kısa saçları iyice kumrala dönmüştü.

"Güzelmiş." dedi elindekini geri koyarken. "Ama teninin kokusu hepsini siler."

Sözleri bir süredir aklımı karıştırıp karşılık vermemi engelleyecek türdendi. Bana bunları yapmaya devam ederse gerçekten ona düşecektim ve sonucu ağır olacaktı; fakat ona dur diyemiyordum bile. Çoktan kaybedilmiş bir ladeste 'aklımda' demeye devam etmek gibi bir şeydi.

"Tenimin kokusunu bilemezsin."

Gözlerimin içine cesurca bakmaya devam ediyordu. Zaten hep cesurdu. "Tahmin etmesi zor değil."

Dikkatimi toplayabilmek adına "Konuya dönebilir miyiz artık? Bana neden böyle bir karar verdiğini daha önce söylemedin?" dedim.

Yatağıma ilerleyip oturduğunda koyu gri örtüde göçük oluştu. Ellerini arkasına atıp onlardan destek aldı. "Çünkü oyunculuk yeteneğinin olup olmadığını bilmiyorum. Babanın önünde doğal olmalıydın." Pozisyonundan rahatsız olup öne eğildi bu sefer de. "Cevap vermeyecek misin?"

Ukala bir şekilde "Soru sormadın?" diyerek tırnaklarımı incelemeye başladım.

"Ha benden duymak istiyorsun yani?"

Dudağının kenarı kıvrılmış halde ayaklanıp yanıma doğru ağır ağır ilerlemeye başladığında yutkunarak yendimi toparladım. Perdeyi neden avuçlarımı bilmiyordum, tamamen eilkel bir dürtü gibiydi.

"Önünde diz çökmemi de ister misin prenses?"

Gömleğinin ilk düğmesini öfkeyle çatığından beri öyle duruyordu, güneş tenini parıldatıyordu. Tüm dikkatim neden boynundaydı ki?

"İçinde duygular olmayan her şeyin sahte olduğunu daha önce de söylemiştim Çağlar. Duymak istediğim şey evlilik teklifi değil iş teklifi."

Hiç bu kadar duygusuzca davrandığımı hatılamıyordum ya da duygularımı bu denli saklayabildiğimi. Şayet böyle davranmasaydım karşımda diz çökeceğini ve bundan etkilenmeyeceğini biliyordum ama ben etkilenirdim.

Babaları tarafından sevilmeyen kızlar aşkla iyiliği birbirinden ayıramazlardı; ben bunu bilirdim ve dikkat ederdim. Çağlar'ın önem vermediği her duygu parçası benim içimde çığlıklar atan gözyaşları demekti.

Kolay bir kızım demiştim, basittim ve hep arka planda kalandım. İki çiçek bir gülüşe kanardım muhtemelen.

Gözlerini kısıp beni okumaya çalıştığını fark edebiliyordum fakat yüzümü duygusuz bir ifadeyle kapladığım için anlayamazdı hissettiklerimi. "Babanın bağlı olduğu partinin yeniden seçilmesi için birçok yol var. İçeride söylemedim, çıkış için başka haberler, spekülasyonlar yaratabilirim ama hepsi eksik kalır." İşaret parmağıyla beni gösterdi. "Daha da ileriye gidebilmemiz için evden rahat çıkıyor olman, babandan habersiz işleri daha kolay halledebiliyor olman gerekiyor."

Düşünmeme gerek yoktu, cevabım kolaydı. "Eğer..." Az kalsın ağzımdan Türk istihbaratı kelimeleri dökülecekti ki kendimi dizginledim. Babama güvenmiyordum, dinleniyor olabilme ihtimalimiz korkutmuştu. "İşimize yarayacaksa," Bilerek biz diyordum beni anlayabilmesi için. Gözlerini olumlu anlamda açıp kapattığında içim rahatladı. "Ülkem için yapamayacağım şey yok."

Bir adım geriledi. "Kendini de düşün Efsun. Senin de istediğin buysa kabul edeceğim, istemediğin sulara seni sürüklemem."

"Eğer çizgilerimi koruyacağına söz verirsen, babam gibi sınırlandırmayacaksan, çoktan kabul ettim say."

"Birincisi." diyerek az önce geri adım attığı boşluğu doldurdu ve bir tane daha atıp daha da yaklaştı. Parmaklarını omzumdaki saçlarımda gezdirip elinin tersiyle arkaya attı tutamları. "Çizgilerini genişleteceğimi biliyorsun. İkincisi; sen özgür bir kadınsın, tüm hakların ellerinde."

Başımı geri çektim saçlarımı parmaklarından kurtarmak adına. "Neden dokunmaya devam ediyorsun?" Sorum onu afallatmıştı, karmakarışık bir ifadede takılı kaldı. "Artık sana dokunduğumda bir şey olmadığını biliyorum, farkındayım ve bunu aştım. Etrafımızda rol yapmanı gerektirecek biri de yok... Yani, bunu yapmak zorunda değilsin Çağlar."

Başını olumsuz anlamda sağa sola sallayıp dudağının tek tarafını yukarı kıvırdı. Gözlerimin içine bakamayarak "Peki." sözcüklerini güçlükle soludu dudaklarından. İkimizin de içinden geçenin bu olmadığını biliyorduk ama en iyisi buydu.

Fakat "Reflekslerime sahip çıkarım." deyişi canımı sonuna kadar yakmıştı. Bana dokunuşu refleksti demek, herkes gibi sıradan hissettirmeliydi muhtemelen ama öyle hissetmiyordum. Kolayca etkileniyordum, kendimden bir kez daha nefret ettim.

"Baban seni ikna etmek için gelse bile istediğini seçmekte özgürsün. İster burada yaşamaya devam et ister benimle kal. Yeter ki manipüle olma ve bir kez olsun istediğin hayatı yaşa."

Bana özgürlüğü vadediyordu ama en büyük duygusal tutsaklığı onun yanında yaşadığımı bilmiyordu. Fakat yine de minnettardım ve bunu "Teşekkür ederim." diyerek belirttim.

"Babam beni ikna etmek için gelse bile yalnızca konuşmayacağını ikimiz de iyi biliyoruz."

Ellerini cebine atıp kendinden emin bir duruş sergiledi. "Yalnızca konuşacağının garantisini verebilirim çünkü artık üstün olan taraf benim. Gücümü ve arkamdaki ailemin artık çok net farkında ve sana dokunmaması gerektiğini de açıkça belirttiğimi düşünüyorum."

Doğruca sırtını dönüp ilerlemeye başladığında "Teşekkür ederim, Çağlar." dedim sanki bir veda konuşması edasıyla. Duraksadı ama arkasını dönmedi, siyah gömleğinden sırtının gerildiğini farkedebiliyordum. "Her şey için."

Omzunun üzerinden ukala bir bakış attı. "Daha bir şey görmedin." diyerek göz kırpışı, duygular arası geçiş hızı beni şaşırtmıştı. Yeniden flört modunu açtığını görebiliyordum üstelik daha saniyeler önce onu uyarmama rağmen.

"Ben haberleri yayan işsizi bulurken sen de düğünümüz için tüm kararları verebilirsin. Mesela kravat mı takmalıyım yoksa papyon mu? Çiçekli böcekli bir şeyler olmadığı sürece her şey senin elinde."

Kapıyı açıp çıkmak üzereydi ve dışarı adım attığını görüp artık yüzünü göremeyecek kadar uzağında olduğumu garantiledikten sonra "Kravat tercihimdir." diye seslendim. Kısık bir gülüş sesi başımı sağa sola sallayarak gülümsememe sebep olmuştu. Kapı kapanma sesiyle de hepsi soldu gitti. Çağlar'ın yokluğu birkaç saniyede bile sanki odamı kara bulutlarla kaplamıştı.

***
 

Çağlar'ı son görüşümden sonra iki gün geçmişti. Beni aramadığı için inatla onu aramıyordum çünkü bunu yapmak için hangi vasıfta olmam gerektiği hakkında kafam karışıktı.

Çağlar orucu tutmaya karar vermiştim ve aklıma ne zaman o gelse direkt şarkılar söylemeye ya da kendi kendime konuşmaya başlıyordum. Böylece hayatımın merkezine yerleştirdiğim yerini biraz olsun azaltmaktı amacım. Fakat çok zordu; geçen ömrümün yalnızca yüzde ikilik kısmında onu tanımıştım ve kalan doksan sekizin bir çoğu çöpe dönüşmüştü. Çünkü hayatımın en 'ben' gibi hissettiğim zamanlarıydı ondan sonraki kısım.

Hız tutkum olduğunu keşfetmiştim, konuşmayı aslında sevdiğimi fakat fırsatım olmadığını fark etmiştim. Saçlarıma dokunulmasını, deli gibi gülmeyi sevdiğimi ve sarılmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlamıştım onunla. Çağlar tüm zırhımı delip geçerken bir yandan da onarıyordu.

Yüzüme doğru esen rüzgarla birlikte kendime gelebilmiştim. Babamla görüşmek üzere sözleşmiştik ve kapıyı açtığı için kış bahçesinin açık kalan penceresinden esen rüzgar elbisemin eteklerini uçuşturmuştu.

Rugan ayakkabısının topukları zeminde yankı yapa yapa çaprazımdaki tekli koltuğa oturdu. Güzide'nin getirdiği kahvesine göz gezdirip yanındaki lokuma baktı. Benimki yenmişti bile. Gözlerim ona öfkeyle bakıyordu ve bunun farkındalığıyla benimle göz göze gelmedi.

Özgürce bakabiliyordum babama, yıllar sonra harelerini görüyordum. Yüzüm aynı anneme benzese bile gözlerim ona çekmişti, elaya kaçıyordu.

"Demek özgülüğü seçiyorsun." Ağır hareketlerle kahvesinden bir yudum aldı. "Aynı onun gibisin, kısıtladığım her anda karşı koyardı bana."

"Buna rağmen yıllarca boşanmadan devam etmişsiniz."

"Çünkü aşıktık." dedi hiç düşünmeden kesin ve net bir şekilde.

"Demek benim tüm duygularımı engellerken sen en güzelini yaşadın."

Damarladı gerilip belirginleşti, alnının ortasında bir harita gibiydi. "Çünkü sen hiçbirini hak etmiyorsun... Bunları mı konuşacaksın Ofelya? Önümüzdeki konu Çağlar'la evliliğin, verdiğin karar. Daha eskileri kurcalama."

"Daha eskileri kurcalayacak zamanım da olacak zaten."

Karşı koyabiliyordum! İçimden deli gibi haykırmak geçiyordu ama dizginledim çünkü aklı başında konuşmalıydık.

"Evelenecek misin yani?"

"Evet." dedim göğsümü gere gere. Babamın bunu gerçek bir evlilik olarak görmesini istiyordum her ne kadar öyle olmasa da. Çağlar'la birlikte olduğumu ve hep öyle olacağını sanmasını istiyordum.

"Çağlar, imzaları atsan bile burada kalmak için seni özgür bıraktı." Kelimeler dudaklarından güçlükle çıkıyordu, bunun farkındalığıyla keyiflendim. Yılan gibi kıvranıyordu gözlerimin önünde. "Gitmeni istemiyorum. Burada, benim yanımda yaşamaya devam et. Resmiyette öyle olmasa bile kal."

Hızlıca cevaplamadan önce kahvemden bir yudum aldım, kaşlarım havadaydı. "Beni düşünmen çok hoş baba ama ben Çağlar'ı seçiyorum. Ayrıca sürekli burada görülmem hoş olmaz."

"Seçimden sonra ne olacak?"

"Ben ne istersem."

Tepki vermedi, sessizdi ama kravatını gevşetmeye başladığında eli kolu bağlu ve çaresiz olduğunu fark ettim. Çağlar'ın gücü gözlerimde devasa bir boyuta evrilmişti. Ne denli büyük şeyler yaşanmış olabilirdi ki?

"O zaman konuşacak bir şey kalmamış. Annen gibi benim yanımdan uzaklaşarak hayatını mahvetmeye devam et Ofelya."

İsmimi söyleyişinden hemen sonra aklımda sonradan gelmiş gibi "Ah bu arada." diyerek dikkatini çektim. "Bundan sonra gerçek ismim Efsun ve annemin soyadı olan Gümüş'ü kullanmak için sana küçük bir dava açacağım. Hızlıca imzalarsan memnun olurum, işi uzatmak istersen de en fazla altı ay ileri atmış olursun."

Annemin soyadını bastırarak söylemiştim çünkü zaten hiçbir zaman onun soyadını almamıştım. Ben doğduğumda çoktan boşanmış oldukları için soyadım hep gururla taşıyacağım Gümüş olmuştu.

Yüzündeki öfke genişledi. "Kuralları yıkmanın bedeli olur, unutma bunu..." duraksadı ve "Efsun." dedi bastırarak. İşaret parmağını kaldırıp bir şey daha söyleyeceğini belirtti. "Katil olduğun gerçeği," diyerek parmağını şakağına koydu. "Hep buranda kalsın. Çünkü ben unutmana fırsat vermeyeceğim."

"Onun da çaresine bakarım babacığım." dedim fakat sözleri beni güçsüzleştirmişti. Çünkü hala hassas noktam onlardı. Çantamı omzuma asıp "Derse gitmeliyim." diyerek çıktım bahçeden. Fakat bacaklarım deli gibi titriyordu. Güç gösterisi ağır gelmişti ve bu yıllar sonra sergilediğim en ukala tavrımdı. Heyecanla Ahu'ya anlatmak istiyordum, beni bekleyen Hira'ya selam verip arabaya yerleştim.

"Nasıldı?" diye sordu merakla. Titrediğimi fark ederek "İyi misin Efsun?" dedi.

"İyiyim... Sadece biraz sarsıldım. Fazla açık konuştum ilk kez."

Arabayı çalıştırdı. "İyi olmuş." Üzerindeki etekli takımı görüp şaşkınlıkla "Vay be!" nidası döküldü dudaklarımdan. Bu tepkiyi ona verdiğimi düşünmediği için merakla yüzüme bakınıp hızlıca trafiğe döndü. "Harika olmuşsun Hira!" dedim heyecanla. Boydan görmememe rağmen eteğin ondaki duruşunu tahmin edebiliyordum. "Clause zevkli adammış."

Sanki o cesur kadın gitmiş ve yerini utangaç bir kız çocuğu almış gibi kızardı. "Gerçekten mi? Ben içinde kendimi garip hissediyorum nedense."

"Harika ötesi görünüyorsun, yemin ederim ama huzursuz hissediyorsan neden giyiyorsun? Önemli olan senin içinde rahat hissedebiliyor oluşun."

Bıkkın bir soluk verip kırmızı ışıkta durdu. "Zengin bir İngiliz'i etkilemem gerek be maalesef kendisi açıkça bir piç olduğu için güzel görünmeliyim. Yani Hira gibi değil."

"İşin gerçekten zor. Rol yapabiliyor olmana imrensem de kendimi senin yerine koyamıyorum bile." Yolun kalanı da küçük sohbetimizle geçmişti.

Okula varıp blok ders işkencesini çektikten sonra kantinden aldığımız içeceklerimizi yudumlayarak çıktık dersten. Kendimi bir anlığına gerçekten filmlerdeki başrol kız gibi hissettiğimde yandan bakışla Hira'ya baktım. Benden daha başroldü, yüzü sert göründüğü için tam anlamıyla 'hiç kimseyi umursamıyorum' havası veriyordu ki zaten öyleydi. Uzun bacakları vardı ve ben yanında kız kardeşi gibi kalıyordum; yan yana duruşumuza gülümsedim.

Titreyen telefonumda Çağlar'ın adını görüp bir anlığına panikledim ve merdivenleri inerken neredeyse düşüyordum. Hira kolumu kavrayıp dengemi korumam için yardım etmeseydi belki de düşecektim ve onca öğrencinin -yan taraftaki askeriyeyi saymıyordum bile- içinde rezil olacaktım.

"Teşekkür ederim." dedim minnettar bir şekilde.

Sonunda telefonu açtığımda kulağıma doğruca kahkahası dolmuştu. "Sadece adımı görüp nasıl bu kadar etkilenebilirsin?" Gözlerimi kocaman açıp etrafıma bakındım, askeriye tarafını adeta lazer gibi tararken bir yandan da arabaya doğru ilerliyordum. Günler sonra arayıp bunu mu diyordu gerçekten?

"Beni mi takip ediyorsun?"

"Çalıştığım yere gelen sensin."

"Ben derse geldim."

"Ben de işe."

"Ne saçma bir sohbet." diyerek sitem ettim.

"Acil konuşmalıyız."

"Ne yapayım?"

"Yanıma gel."

"Seni göremiyorum bile, neredesin?.. Ayrıca soru ekleri ne zamandan beri lügatından silindi? Kibar olur musun biraz?"

"Deneyelim bakalım... Efsun Hanım, rica etsem sizi görebileceğim şekilde konuşmak maksadıyla yanımda bulunabilir misiniz?"

Öfkelendiğimi belli edercesine nefes verdim fakat konuşmama fırsat vermeden "Orada bekle, geliyorum." deyip telefonu kapattı.

Arabanın hemen yanında bekliyorduk. Hira bir derdi varmış gibi kıvranırken sorunu sormak üzereydim ki Çağlar yanımıza gelmişti bile. Onu yeniden üniforma içinde görüyor olduğum gerçeğini idrak ettiğimde istemsizce gözlerimi kırpıştırıyordum.

Otuz iki diş gülümsüyor ve güneş gözlüğünü takmış bir bana bir etrafa bakıyordu. Doğruyu söylemek gerekirse ağzımın suyu akmak üzereydi; Konstantinopolis bayrağı da taşıyor olsa üniformanın her hali yakışıyordu. Cüsseliydi ve uzundu.

"Konuşmayacak mısın?" diye sorduğumda sonunda yüzü yeniden bana dönmüştü. Okuldan çıkan kalabalığın bakışlarını ensemde hissedebiliyordum, tüğlerim diken diken olmuştu. "Duyacağın şeyden sonra bana nasıl teşekkür edeceğini düşünmekten konuşmayı unutmuşum prenses." Dudakları muzipçe bir gülümsemeyle genişledi. "İçeri gel."

Merakım ağır bastığı için onunla gidecektim elbette. Üstelik burada biraz daha dikilirsek kalabalık etrafımızı daire şeklinde saracaktı. "Efsun izin verirsen ben gideyim."

Arkamı mahçup bir şekilde döndüm. "Kusura bakma Hira, aklımdan çıkmış. Tabi ki sen işine bak, ben başımın çaresine bakarım."

"Eğer Çağlar bırakacaksa gideceğim yoksa kalmam gerekir."

Çağlar'a dönüp ricada bulunacaktım ki "Benden başkasının bırakacağını düşünmedin herhalde prenses." diyerek eliyle beni çoktan yönlendirmeye başlamıştı. Askeri binaya giriyor olmak bile beni germişti ama Çağlar'ın yanı başımda emin adımlarla ilerliyor olması güven veriyordu. Ona ayak uydurup omzumu dikleştirdim.

Gözüm istemsizce ona ve hareketlerine kayıyordu. Etraftaki kızların bakışlarına karşılık vermiyordu hatta hiçbirine bakmadığını söyleyebilirdim. Kızlar yanından geçip giderken seslerini yükselterek gülüyorlardı, bu duruma yalnızca yüzümü buruşturabildim.

Askeri binanın önüne geldiğimizdeyse işler biraz ciddileşmişti; Çağlar'ın ifadesi çatıldı. Selam veren askerlerin selamlarını alarak ilerliyordu yoluna. Fakat o kadar çok bakış altında kalıyordum ki kaşlarım çatılmıştı, yüzüme rahatlıkla baktıkalrını hissediyor olmak yutkunmama sebep olmuştu.

Bir elini belime attığında kaşlarım çatıldı çünkü çizdiğim çizgiyi korumak istiyordum. "Nişanlım yanımda yürürken elimi sallaya sallaya da yürüyemem Efsun." Askerlerin bakışları ve fısıldaşmaları devam ederken erkeklerin gerçekten kadınlardan daha dedikoducu olduğunu resmen fark etmiştim.

Odasına girdiğimizde kolunun temasından kaçıp uzaklaştım, o da masasına ilerlemeye devam etti. Masadaki telefonundan bir numarayı tuşlayıp bana uzattığında anlamsızca baktım. "Konuş." dedi kısaca. Telefonu kulağıma götürmeden hemen önce "Kim?" diye sordum.

Çağlar cevap vermeden telefonun ucundan "Söyle Kuzgun." sesi duyulmuştu. Ve bu sesin kime ait olduğunu anlamamamın imkanı yoktu. "Abi." dedim şaşkınlıkla.

Bir süre karşı taraaftan ses gelmezken Çağlar elini cebine atıp tam karşımda durdu. Gözlüğü çıkarıp masasına koyduğu için sonunda görmek için yanıp tutuştuğum yeşil harelerine kavuşmuştum.

"Efsun, abicim."

Merakla "İyi misin? Yaralı değilsin dimi? Yakalanmadın? Neredesin?.. Dur söyleme. Sadece nasıl olduğunu bileyim yeter." diye ardı arkası kesilmeyen sorular sordum.

"İyiyim ve yakalanmadım. Ayırca sakin ol bakalım, ne zamandan beri bu kadar soru sorar oldun?"

Ruhum iyileştiğinden beri, demek istedim. Ama Çağlar'ın tam karşımdaki duruşu ve bana pür dikkat bakan gözleri buna engel olmuştu. Hoparlörde olduğu için her şeyi duyuyordu.

"Ne oluyor orada!"

Aksanlı bir kadın sesiyle yüzümü buruşturdum. "Bana bir dakika ver Efsun." Kendini sessize alıp bir süre sonra geri açtı.

"Kimdi o?"

"Kim, kimdi?"

"O kadın işte."

"Çalıştığım yerden birisi."

"Üzerinde biraz daha çalışman lazım abi."

"Neyin?" derken gülüyordu.

"Yalanların."

Kısık bir kahkaha attığında benim de yüzüm gülmüştü. "Sonra anlatırım, zamanımız darken böyle şeyleri konuşmayalım. Asıl sen nasılsın onu söyle."

"İyiyim, sağlığım yerinde. Hatta biliyor musun artık insülin aleti bile kullanmıyorum. Aslında hiç ihtiyacım olmamış."

"Yanında olamadığım için özür dilerim, beni affedebilecek misin Efsun?"

"Abi!" diyerek sitem ettim. "Sebepsiz yere birbirimziden uzak kalmadığımızı biliyorum, her şeyin farkındayım o yüzden böyle şeyler söyleyip durma bana."

"Çağlar orada mı?"

Çağlar telefona yaklaştı. "Konuş Zafer."

"Kardeşimin gözünde bir damla yaş görürsem senden bilirim bundan sonra."

Kaşlarımı çatıp ikisinin samimi ses tonuna geçişini izledim. "Siz... Nasıl yani?" diyebilmiştim yalnızca.

"Kardeşinin kafasını karıştırdın."

"Anlatmadın mı Kuzgun?"

"Sen anlat diye aradık ya kardeşim."

"Ulan telefonda anlatılır mı, yanındasın anlat işte güzelce açıkla kıza."

"Kapat o zaman Zafer."

"Tepemi attırdın durduk yere be Çağlar." Sesi aniden yumuşadı. "Efsun, kendine dikkat et. Çağlar'ın yanında olduğun sürece başın hem belaya girecek hem beladan kurtulacak bu yüzden izin ver senin için siper olsun. Ben güvendim sen de güven abim."

"Abi-"

"O adamın evinden olabildiğince erken ayrıl. Yolun sonu evliliğe çıkıyor diye korkma, Türk askerine güven."

"Anladım abi. Allah'a emanet ol."

"Sen de gülüm."

Telefonun kapanışıyla beraber Çağlar masasına doğru fırlattı. Tekrar bana döndüğünde yüzümdeki şaşkınlığa bakıp gülümseyerek başını sağa sola salladı. "Şöyle bakmaya devam edersen seni gerçekten sarıp sarmalayacağım." Kaşlarımı çatıp bir adım geri çekildim. "Öyle bir hata yapma."

Sözlerimden etkilenmedi ama masasına doğru ilerleyip yaslandı. Masanın önündeki koltuklardan birini işaret etti. "Otur bakalım." Oturmak yerine karşısında dikilmeyi tercih ederek "Böyle iyi." dedim.

"Sen bilirsin."

"Anlatmayacak mısın?"

"Nereden başlayacağımı düşünüyorum."

"Her gün hayatımla ilgili yeni şeyler öğreniyorum. Artık sinir bozucu olmaya başladı."

"O zaman kötü haberi duymak istemezsin."

Elimle alnıma vurdum. "Kötü haber de mi var."

"Ahu'yla ilgili."

Bakışlarım doğruca yüzünü buldu, bu haberi verecek olmaktan o da memnun değil gibiydi. "Yerimizi ispiyonlayan Ahu'ymuş. Dahası..." Derin bir nefes alıp "Ahu baban adına çalışıyor Efsun." dedi. Sözleri sanki beyin duvarım çarpıp geri dönmüştü.

Benim Ahu'm yapmazdı. O beni en kötü günümde teselli eden tek kişiydi, ağladığımı gören ve gece boyu yanı başımda duran tek arkadaşımdı. Ben kimseye dokunamazken yanımda olan, bunu aşmamı isteyen ve yapamadığım her şeyi benim yerime yapan da oydu.

"Yanlış duymuşsun, kimden öğrendin bunu? Yapmaz ki Ahu bunu bana."

Birkaç adım geriye atıp odasında volta atmaya başladım. "Neden yapsın? O... babam onu sevmez hem. İstemezdi onunla görüşmemi. Ahu da babamı sevmez, Türk destekçisi bir kere o." Çağlar'ın ayaklandığını bile fark edemeyecek kadar gergindim. Yolumu kesip beni durdurdu.

"Ben fark ettim güzelim, başkası değil. Bana güvenmiyor musun?"

Donakaldım. Yıllarımı verdiğim arkadaşım Ahu'ya mı yoksa Çağlar'a mı güvenmem gerektiğini doğruca sorsalar cevap veremeyeceğimi düşünürdüm fakat aklımdan tek bir isim geçiyordu artık; Çağlar.

Abimin sözleri, daha önceki yaptıkları, tüm her şey Çağlar'a güvenmem için vardı sanki. "Evet." dedim doğruca. "Güveniyorum."

Parmakları elimi sardığında kıpırtısızdım. Beni daha iyi ikna edebilmek için mi yoksa başka bir şey için mi elimi tuttuğunu bilmiyordum, bunu düşünecek halde de değildim zaten. "Evinize baskın yapıldığında gelenleri hatırlıyorsun değil mi?"

Ahu'nun beni Türk destekçileri olduğunu söylediği gruba teslim etmek üzere olduğu günden bahsediyordu. Ve Çağlar'ın gözlerimin önünde bir grup Türk'ü mermi yağmuruna tutup yaralarımı sardığı günden.

"Evet."

"O adamların hiçbiri gerçek Türk destekçisi değildi. Onları öyle kolay vurmamın sebebi de buydu. Baban mağduru oynamak istedi ve Ahu da nasıl oyun oynanacağını çok iyi biliyordu."

Kaşlarım büküldü. "Bir süredir şüpheleniyordum. Ahu'yla görüşmeni bu yüzden istemedim." Bu nasıl bir oyundu böyle! Dünyamın başıma ilk yıkılışı değildi belki ama bu denli yakınımdan hiç sarsılmamıştım. "Ahu'ya hiçbir şey belli etmeyeceğiz. Bırakalım oynamaya devam etsin." Parmaklarını varlığını hissettirmek ister gibi sıktığında başımı kaldırmayı başarmıştım. "Tamam mı?"

Gözlerim doldu hatta taşacaktı. "Bana neden bunu yaptı ki?" derken boğazım düğüm düğümdü. İhtiyacım olan tek şeyin tam karşımda durduğunu idrak ettiğim an anlımı göğsüne yasladım. Çizdiğim çizgileri her defasında kendi ellerimle bozuyordum.

Bir elimi serbest bırakıp saçlarımda gezdirdi. Sarılmadı ama ayrı da durmadı benden. "Aptalların neden aptallık yaptıkları sorgulanmaz. Bazılarının kanı böyledir."

"Ahu da bir Türk."

"Her milletin vardır katilleri, bozguncuları, leşleri."

Her cümleme mantıklı cevaplar veriyor oluşu onu gözümde daha da yüksek bir noktaya çıkarıyordu. Yutkunarak göğsünden ayrılırken üzerime ağırlık çökmüş gibiydi, sanki vücudum onun olduğu tarafa çekiliyordu.

"Zafer sana böyle sarıldığımı görse çok güzel delirirdi." diyerek başını arkaya atıp kahkaha attı.

"Abimle nereden tanışıyorsunuz?" dedim gözlerimi kısarak.

Parmaklarını saçlarıma götürüp itiraz etme fırsatı tanımadan kulağımın arkasına attı. "Zafer de benim gibi bir Türk askeri ve görev yeri İzmir."

Dudaklaırmdan oldukça sesli bir "Ne!" nidası döküldü. "Şaka yapmıyorsun değil mi?"

"Güzelim bunun neden şakasını yapayım?"

"Yani onu tanıyorsun."

"Senin onu göremediğin çoğu anda ben görüyordum sanırım."

Kalbime küçük bir kıymık batmıştı sanki; hani şu etkisi kocaman olanlardan. "Demek öyle." diyebildim yalnızca. Elini cebine atıp farklı bir telefon çıkardığında sessizce yaptıklarını izledim. Ekranı kenara kaydırıp kamerayı açtığında "Ne yapıyorsun?" diyebildim yalnızca.

Ansızın kolunu omzuma atıp ikimizin fotoğrafını çektiğinde dirseğimi sertçe karnına geçirdim fakat fark etmedi bile. "Zafer'i biraz çıldırtmama izin ver."

"Sil onu!" diye çıkışıp telefonunu elinden kaptım. Daha ekranı bile açamadan parmaklarım arasından sertçe çekip elini yukarı kaldırdı ve tek elle şifresini girmeye başladı.

"Sinirlendirmek için yapıyorsun değil mi abimi! Atamazsın, izin vermiyorum!"

Bir elini ben farkında olmadan beli dolamıştı bile. Kabul etmeliyim ki çapkın yanı gerçekten işini iyi yapıyordu. "Yapabiliyorsan gel de al." Meydan okuyan sesine karşılık "Sence güç eşitsizliğimiz buna izin veriyor gibi mi görünüyor?" dediğimde başını aşağı indirerek halimize baktı. Bir koluyla beni zapt etmiş, diğer kolunu havaya kaldırmış vaziyetimiz oldukça komik duruyordu.

Başaramayacağımı fark edip kolunu çekiştirerek uzaklaştım. O da zafer kazanmış gibi bir edayla telefonunu kapatıp cebine attı. Fakat çalmaya başladığı için yeniden çıkartmak ozrunda kaldı.

"Efendim... Ne saçma bir soru, bir saate gelmiş olurum zaten... Sikerler, geceyi beklesin ve bebeğiyle vedalaşmaya hazır olsun." Burnundan soluduğu her halinden belli olurken telefonu öfkeyle cebine geri soktu. Gözleri yeniden beni bulduğundaysa kendini dizginlemişti. "Seni eve bırakayım."

"Bir sorun mu var? Nereye gidiyorsun?"

Onu sorgulamamı beklemiyor gibi kaşları havalandı ve öfkesinden eser kalmadı. Açıkçası ben de beklemiyordum. "Yarış için beni bekliyorlar, hadi çıkalım."

Yarış kelimesini duyar duymaz içim fokurdadı. "Ben de gelebilir miyim?" diye sordum küçük bir kız çocuğu edasıyla. Derin bir nefes alıp başını olumsuz anlamda salladı. "Bu diğerleri gibi bir yarış değil Efsun."

"Ama lütfen." diye ısrar ederken kıvranıyordum.

"Olmaz."

"Neden?" derken yüzüm asılmış ve dudaklarım büzülmüştü.

"Çünkü tehlikeli."

"Sen varsın." diyerek onu manipüle etmeye çalıştım, bir adım atıp daha da yakınına girmiştim bile. "Sen varken bir şey olmaz."

Gözlerini yumup sabır dilenir gibi bekledi. "Hassas noktamdan vuruyorsun, kahretsin."

Gözlerimin parlamasına engel olamadım. "Geliyorum yani." diyerek gülümsedim ve bu gülüşü yüzümde gördüğünde garip bir ifade takındı. "Ama üzerimi değiştirmeliyim, ceket giymek istiyorum."

Saatine bakındı. "O kadar zamanımız yok." Yüzüm asıldı çünkü gömleğimin oraya uygun olmadığını biliyordum ve böyle gelmek istemiyordum. "Burada bekle." deyip hızlıca çıkınca koltuklardan birine oturdum. Aslında yorgundum ama hızın ve arabaların bana iyi geleceğini düşünüp onunla gitmek istemiştim. Yarışın içinde olmak, o ortamda bulunmak biraz olsun uzaklaştırıyordu beni bu kaostan.

Bir süre sonra kapı açıldığında üniformasını çıkarmış bir halde üzerinde deri ceketle döndü. Kollarının arasındaki kahverengi ceketi de bana uzatarak "İş görür mü?" dedi. Elinden alıp üzerime geçirdim, birkaç beden büyük ama güzel bir hava katmıştı. "Gördü." diyerek peşine takıldım.

***

Yarış sahnesi yazmayı özlemiştim. Sonraki bölümde hıza hazır olun uçuyoruzzzzz 🤫🫶🏻

 

Loading...
0%