@zorronezi
|
Kırmızı Ferrari sevgimi size gösteremem ama bu bölümle anlatabilirim sanırım :))
Nolurdu sanki bölümü kırmızı Ferrari sürerken atabilsem 🥲🥲 ***
"Motor Melodileri"
Adımlarını bana göre ayarlayıp yan yana geleceğimiz şekilde yürümeye başladı. Hava kararmış, bulutlar çoğalmıştı hatta yağmur yağdıracak kadar siyahlardı. Çağlar açık otoparka girdiğimizde yine lacivert bir arabanın yanında duracağını sanıyordum ki kıpkırmızı bir Ferrari'nin yanında durduğunda dudaklarımdan "Şaka yapıyorsun dimi?" sözcükleri çıkmıştı.
Yüzündeki keyifli sırıtış her şeyi açıklıyordu. "Bir Ferrarin vardı ve aylardır kullanmıyordun öyle mi?!" diye adeta sesimi yükselttiğimde ben de kendime şaşırmıştım. Ferrari çocukluğumun arabasıydı, sadece araba değil benim için ulaşılamaz bir düş, bir tutkuydu.
Benden böyle bir tepki beklemediği açıktı. "Atla o zaman güzellik." Bazı kelimelerin sarhoşu olmuştum; yıllarca Ofelya olarak çağırılıp durduktan sonra ansızın birinin gülü, güzelliği olmak bir rüyada gibi hissettiriyordu. Bir sitemim olamıyordu ona karşı.
Parmaklarım arabayla buluştuğu ilk an içimdeki kıpırtıya hakim olamıyordum. Heyecanla oturduğum koltuğun konforu karşısında bir kez daha dilim tutuldu. Bu bir arabaysa diğerleri neydi?
"Umarım ezbere nazar duası biliyorsundur."
Kemerini takıp motoru çalıştırdığında dudağımdan yayılan kıkırtılar doldurdu içeriyi. Gördüğüm her yer kırmızıydı sanki; en sevdiğim renk sarmıştı etrafımı.
"Hemen okuyup üflüyorum." deyip ellerimi açtığımda "Gerçekten biliyorsun yani?" dedi şaşkınlıkla. Evet, biliyordum çünkü annem nazara inanır ve bana hep okuturdu. Okuyup üfledikten sonra "Rahatlayabilirsin korumaya alındı." Motorun sesi karşısında inanılmaz keyiflenmiştim.
"Şu sesi duyuyor musun?" dedim işaret parmağımı kaldırıp gözlerimi kapatarak. "İçeriden daha farklıymış."
Gözlerimi geri açıp Çağlar'a döndüğümde sol kolunu açtığı cama yaslanmış sağ eli direksiyon üzerinde zarifçe hareket ediyordu. O an anladım olmayı istediğim yerin hep burası olduğunu. Ömrümün sonuna kadar bu arabada, yanımda Çağlar'la asfalt üzerinde yol alabilirdim.
Gözleri yola keskin bir şekilde odaklanmış ve trafikten kurtulmaya çalışıyordu. Zaman ve mekanın ötesindeydik, bu dünyadan değildik sanki. Benim tarafımdaki cam da açıldığında saçlarım her bir yana uçuşmaya başladı.
Çağlar telefonunda bir şeyler tuşlayıp şarkı açtığında sesi olabildiğince yükselterek keyifle gülümsedi. Ruhum çığlık çığlığa bağırıyordu açtığı şarkı karşısında. "Delirdin mi sen!" diye ciyakladım adeta, sesimi duyurabilmek adına. "Birileri duyabilir."
"Yani?" diye bağırarak karşılık verdi o da sesini duyurmak için.
"Türkçe şarkı duydukları an keserler yolumuzu!"
"Benim yolumu kimse kesemez gülüm! Keyfine bak!"
Gülümseyip nakaratı tekrar etmeye başladım. "Söyle kumralım benim adım neydi!" İkimizin de neredeyse kumral oluşu karşısında gülmeye başladım. "Orada her kiminleysen, belki sevgilinleysen, söyle kumralım için sızlamaz mı?!"
Şarkıyı söylemiyor, gözlerini bana çevirdikçe gülümsüyordu. Trafikten çıkıp ıssız yollara düştüğümüzde boş yollar sayesinde daha da uzun bakar oldu gözlerime. "Bilmem hatırlar mısın, gözlerim ne renkti. Söyle kumralım benim adım neydi? "
Dudaklarını "Efsun." diye hareket ettirdiğini hayal meyal gördüğümde dudaklarımı ısırdım gülümsememek için. Ona baktığımı fark etmemiş ve yola dikkat kesilmişti o an.
Rüzgarın savurduğu saçlarımı arkaya atıp dururken bir anda yaklaşıp dudaklarını saçlarım arasında gezdirmeye başladığında "Kaza yapacağız, ne yapıyorsun?" diye çıkıştım. Araba hareket ediyor olmasaydı bir süre bu şekilde kalıp her şeyden uzaklaşmak isterdim.
"Şampuanını mı değiştirdin?"
Gözlerim hayretle baktı yüzüne benden ayrılırken. "Koku hafızan beni korkutmaya başladı." Böyle küçük bir şeyi nasıl fark edebilirdi ki?
Vitesi değiştirdiği gibi daha da canlanan motor sesiyle birlikte yola devam ettik. Gecenin sessizliğine vurulmuş bir darbe gibiydik. Virajda adeta yağ gibi kayarken parmaklarının direksiyondaki pratik hareketlerine bakmadan edemiyordum.
Sonunda tekrar kalabalığa çıktığımızda birkaç şarkı değişmiş ve sesi kısmıştı. Eski ve terk edilmiş bir piste gelmiştik. Yine kalabalık diz boyuydu. Ateşin etrafındaki insan kalabalığında Ahu'yu aradı gözlerim, karşılaşırsak ne tepki vereceğimi bilemiyordum.
Çağlar arabayı diğerlerinin arasına gelişigüzel bırakıp çıkmak için hareketlendiğinde ben de kemerimi açtım. Bu defa insanlar biraz garipti, sanki diğer yarışlardaki gibi değildi. İner inmez yanıma geldi Çağlar ve kulağıma eğilerek "Yanımdan uzaklaşma, bu diğerlerinden biraz farklı bir yarış." dedi.
Kaşlarımı çatarak parmak uçlarımda yükselip kulağına yaklaştığımda bir anlık kalbim duracak gibiydi. "Farklı derken?" Nefesim kulaklarına ulaştığında irkilmiş gibiydi. Parmak uçlarımdan indiğimde yeniden eğildi. "Sadece Ferrari'lerin konuştuğu büyük oynanan bir yarış." Bir süre sessiz kalıp ardından keyifle "Kaybeden arabasını feda eder." dedi.
"Oha!" nidası dudaklarımdan çıktığında ellerimle hızla ağzımı kapattım. Böyle tepkiler vermeye ne zamandan beri alışmıştım!
"Elimi omzuna atacağım." diyerek beni temasına hazırladığına sevindim. Kolunun altında tüm bu kalabalıkta güvende hissediyordum. Kokusunun bu denli baskın olması yeniden hoşuma gitmişti; kokularımız yine çarpıştı.
"Ferrari'ler varsa buradaki herkes dehşet zengin olmalı."
Yandan gülüş atıp başını bana yaklaştırdı. "Muhtemelen." Gözlerim ileride bir grubu bulduğunda Sonat ve Ahu'nun karşılıklı muhabette olduğunu görüp hızlıca gözlerimi çevirdim. "Oraya gitmeyelim." dedim Çağlar'a.
O da Ahu'yu fark etmişti. "Görmezlikten gelirsen çok belli edersin. Bırak yalanlarını dinlemeye devam edelim dedim sana."
"Gözlerine bakamam ki."
"Anlaşılan sana oyunculuk dersi vermem gerekecek." diyerek güldüğünde hala onların yanına ilerliyorduk. Yutkunarak asılan yüzüme sahip çıkmaya çalıştım.
Varillerden taşan ateş yüzlerini kırmızıya çeviriyordu. "Efsun?" diye şaşkınlıkla yüzüme bakakaldı Sonat. Çağlar'la bu şekilde karşılarına çıkmamı o da beklemiyor gibiydi. Ahu, onu duyup arkasını döndüğünde gözlerine bakamadım fakat dudaklarında garip bir tebessüm belirmişti. Sahte miydi yoksa yıllar sonra beni özgür görmenin verdiği bir tebessüm müydü bilmiyordum.
"Efsun?" diye şaşıran bu defa da Ahu'ydu. Zoraki gülümsedim. "Burada olduğunuzu bilmiyordum." dedim.
"Biz de öyle." diye karşılık verdi bana. Sanki dejavu yaşıyordum. "Yine yarışıyor musunuz?"
"Öyle." dedi Çağlar oldukça soğuk bir şekilde. Ferrariler etrafta mücevher gibi parıldarken Ahu'nun yalan dolu mimiklerine bakmak israf gibi geliyordu. İhanetini kaldıramıyordum, ezilmiştim. Çağlar'ın parmakları kolumu nazikçe okşayarak sanki beni sakinleştirip anda tutmaya çalışıyordu.
Sonat buruk bir şekilde gülümseyip "Mutlu olmana sevindim ve de şaşırdım açıkçası." dedi aniden. Anlamsızca baktım. "Anlaşılan Çağlar'la karşılaşmaya devam edeceğiz."
Ahu da onu onaylar gibi "Ben de senin kadar şaşkınım bu manzaraya." diyerek ona hiçbir şey anlatmadığım için sitem etti. Neyse ki anlatmamıştım.
Bir yalan uydurma gereği duyup "Çok ani oldu her şey. Konuşuruz sonra olur mu?" dedim mahcup bir edayla.
Ahu'nun vereceği cevabı duyamadan Sonat lafa atlayıp "Yarıştan önce konuşabilir miyiz Efsun?" dedi. Ondan böyle bir şey beklemediğim için bir miktar bekleyip "Ne hakkında?" dedim alık alık. Biraz kaba olmuş olabilirdi ama tamamen şaşkınlığımdandı. "Kusura bakma şaşırdım sadece... Burada da söyleyebilirsin."
"Seninle özel konuşmak istiyorum."
Bu defa da Çağlar araya girmişti. "Gördüğün gibi etraf kalabalık ve Efsun'un yanımdan ayrılmasını istemiyorum."
"Ben de yanında durabilirim, çok uzakta olmayacağız."
Nefes alışlarının sıklaştığını fark edecek kadar yakınında olduğumdan öfkelendiğini anlayabiliyordum fakat oldukça manasız gelmişti bu tavrı. Sonat benim eski arkadaşımdı. Kolunu omzumdan çekip "Birazdan dönerim." derken gözlerine baktım. Fakat o bana değil Sonat'a dikkat kesilmiş kısık gözlerle inceliyordu. "Bekliyorum." dedi kısaca.
Sonat'ın arkasında ilerleyip yan varile geçtiğimizde yanımda oldukça yakınımdaydı. Bazı şeyleri aştığımı düşünürken Sonat'ın bu yakınlığı beni tedirgin etmiş ve bir adım gerilememe sebep olmuştu.
"Efsun." deyip duraksadı. "Çağlar'la formalite bir evlilik yapacağını biliyorum ve bu durum beni gerçekten üzüyor. Yani senin gibi masum bir kızın onun gibi biriyle... Anlarsın ya."
Yarış öncesi arabalar drift atmaya başlamış ve fren sesleri her yeri doldurmuşken sanki hepsi beynimde yaşanıyor gibi hissettim Sonat'ın sözleriyle. "Anlamadım?" diyebildim yalnızca.
"Bak ben seninle vakit geçirmeyi seviyorum. Eskiden yani radyodayken hep sessiz ve bir adım geride, temkinli bir şekilde duruşun ilgimi çekiyordu. Sırf senin için devam ettim ben o radyoya, çok başarılı olduğu için değil, istediğim için değil, sisteme karşı koymanın verdiği keyif için değil; hepsi senin içindi. Çünkü seni bir tek orada görebiliyordum." Bir adım daha yaklaştığında yeniden geri çekilişim kaşlarını çatmasına sebep oldu.
"Şimdi yanında böyle birinin oluşu canımı sıkıyor. Sen daha iyisini hak ediyorsun, Çağlar Kuzgun gibi birini değil. Seni seven birini, değer veren birini."
Cümlelerini algılamakta güçlük çekiyordum, kimseden daha önce duymadığım şeylerdi bunlar. "Sonat dur lütfen." diyerek böldüm sözlerini. "Gelmek istediğin noktayı anladım ama-"
"Hayır anlamadın, anlatamadım. Seni seviyorum ve bunu göstermek istiyorum." Aramızda mesafe kalmayacak kadar yakınıma girdiğinde parmaklarını kolumda hissetmek yaşadığım en kötü duygular arasına girerdi. Yüzünü yüzüme yaklaştırmaya başladığını fark ettiğim an kendimi ondan uzağa çekiştirmeye başlamıştım fakat fırsat vermeden yaklaşıyordu.
Sonunda güçlü bir kol tarafından arkaya çekildiğinde görünen yüzün Çağlar'ın öfkeli siması olması içimi rahatlatmıştı. "Ne yaptığını sanıyorsun lan sen!" diyerek onu kendine çevirip sıkı bir yumruk geçirdiğinde benim üzerime doğru yalpalamaması için de yakasını tutuyordu.
Nefes alamadığımı hissederek parmaklarımı boğazımda gezdirdim. Havada uçuşan sözcükleri güçlükle seçebiliyordum.
"Onu senin elinden kurtarıyorum!"
Birkaç yumruk ve bağırış sesi daha işittiğimde arkaya doğru tökezledim. Kalabalık etrafımızı sarmaya başlamıştı ve tutunacak tek dalım olan Çağlar öfkesinin kurbanı oluyordu. "İstemiyor kız yaklaşmanı görmüyor musun!" Beni bu korkunç rüyadan utup çekmesini bekledim fakat yoktu. Baktığım yüz sanki Çağlar değil başkasına aitti. Tek bir duygu yoktu, tek bir mimik ya da kıpırtı; saf öfke sarkıyordu her bir yanından.
Sonat'ı yumruklamaya çalışırken dizlerimin yerle buluştuğunu bile görmemişti. Kalabalık başımıza üşüşmüş, Sonat'ı yere serdiğinde gözleri beni buldu. Sanki girdiği transtan çıkmayı başarmış gibi parmaklarındaki bedeni gelişigüzel fırlatıp kaşından aşağı akan kanların arasından buluştu gözlerimiz.
"Efsun!" diye hızla yaklaştı bedenime. Yere çöküp etraftakilere "Uzaklaş kardeşim, neye bakıyorsun!" diye bağırıp çağırıyordu. "Nefes alacak yer bırakın!"
Parmakları yüzümü kavradığında çenemi tutup yukarı kaldırdı. "İyi misin? Ben... Aptalın tekiyim, senin yanında öfkemi kontrol edemeyen aklımı sevsinler!" Kalkmam için kollarını vücuduma sarıp yardım etti. Kalabalığın odağı yavaş yavaş dağılırken bana tam anlamıyla sarılıyordu. Girdiği gerçek transtan çıkmıştı bu defa. Nefes alışım hala düzensiz ve kalp ritmim zirvedeydi.
Göğsünden ittirip uzaklaştım, kendimce sıkı bir yumruk geçirdim. "Kavga etmek zorunda mıydın! Beni böyle bir kalabalığın içinde yalnız bırakmak zorunda mıydın!"
Gözlerindeki orman derin bir mağaraya açılmış gibi kararmıştı. "Ulan seni öpecekti yumruğu geçirmesem!" diye sesini yükseltti.
"Bana bağırma!" dedim titrek bir sesle. Yüksek sesten hoşlanmadığımı biliyordu halbuki.
"Sarıldı sana, kollarını sardı sana." Kelimeleri yankılanıp acımı katlıyordu. Ellerimle kulağımı kapattım, duymak bile yeniden yaşatıyordu o anları. "Hatırlatıp durma!" Rahatsız hissettiriyordu ve çenem ağlayacak gibi titremeye başlamıştı. İçimdeki huzursuzluk büyüdükçe büyüyordu. "Ne yapsaydım oturup izlese miydim?" Öfkesi tazeydi ve kendini güçlükle tutuyor gibiydi.
"Sadece benden uzaklaştıramaz mıydın? Kalabalığın içinde... Konuşmak bile istemiyorum gücüm kalmadı." Başım yere eğildi, ağlamayacağımı biliyordum ama yine de görsün istemedim dolmuş gözlerimi.
Sanki acı çekiyor gibi "Sana söylediklerini duydum." dediğinde "Aptalca şeyler işte. Önemi yok." diyerek geçiştirdim. Çünkü basitti benim için, duygularının gerçek olmadığını biliyordum. Sevgi böyle basitçe ifade edilemezdi.
Daha da öfkelenerek "Sana ilanı aşk yaptı." dediğinde anlamadığım kelimeler karşısında şaşkın şaşkın bakarak "İlanı ne?" diye sordum, başımı kaldırıp yüzüne baktım. Anlamını bilmediğim Türkiye sokak ağzıyla konuşuyordu bazen; bu da onlardan biri olmalıydı.
"Sevdiğini söyledi resmen. Bu bile sıkı bir yumruk yemesi için yeterli."
"Beni sevmiyor, eminim. Beni kim neden sevsin ki Çağlar? Sadece vakit geçirmekten keyif almıştır o kadar. Eminim sevgi böyle bir şey değildir." Sözlerime karşılık kaşları olabildiğince çatıldı ve yanıma yaklaştı. Ellerini omuzlarıma yerleştirip yüzüme eğildi, bu samimi bir hareketti.
"Seni neden mi sevsin?" diye tekrar etti. Yüzünde aniden beliren şefkat ve hüzün kalbimi dağladı. Sesi öyle yumuşamıştı ki duygu değişimleri karşısında ben de nasıl tepki vereceğimi şaşırmıştım. "Efsun kendine bir bak, diğer kadınlardan ne eksiğin var? Bak, şuraya bak."
Eliyle etrafı gösterdi ama bakamadım bile. "Güzeller, özgüvenliler ve seviliyorlar. Onlarca erkekten o iki kelimeyi duymuşlardır. Beni babam bile sevmedi Çağlar. Yirmi dört yıllık ömrümde ölsem mezarıma gelecek insanlar senin sayende hayatıma girdi." Onu gerçeklerle ikna etmeye çalışıyordum. "Ahu bile gerçekten sevmemiş, ayağımı kaydırıyormuş baksana."
Ben seviyorum demedi. Zaten yalan olurdu.
Elleri yüzümü kavradı ve alnını alnıma yasladığında konuşmak için ağzını açtı ama hemen ardından kapattı. Gözlerim de aynı saniyelerde kapanıp sadece onun yakınlığıyla büyülendim. Beni yine etkilemişti ve bunu yapmaya devam etmemeliydi.
"Efsun," dedi oldukça yumuşak bir şekilde. "Çok güzelsin, yemin ederim öyle güzelsin ki tüm algılarımı yıkıyorsun. Yapma bunu kendine. Bir erkeğin sözlerinden medet umma, değerini onlar biçemez."
Öyle yakından konuşuyorduk ki bir süre sonra sanki hep bu mesafedeymişiz gibi normal karşılamaya başlamıştım yakınlığını. Yüzümdeki ellerinin üzerine yerleştirdim elimi. "Teşekkür ederim." derken buldum kendimi.
Ondan ayrılırken "Nereden geldik bu konuya." diyerek olası duygusal zedelenmemi geçiştirmeye çalıştım. "Geceyi mahvettim."
"Geceyi o puşt mahvetti. İtin oğlu, nereden çıktıysa."
"Ağzın çok pis!" diyerek kızdım. Başını sağa sola sallayarak manidar bi gülüş attı. "Ah Efsun, ah!" diye içlenip parmaklarını benimkine geçirdi. "Gidelim de biraz ilgi çekelim."
"Bundan pek hoşlanmadım."
"Sosyal medya hesabı açsan iyi edersin çünkü seçimler için son çıkışlara giriyoruz."
"Ciddi olamazsın." diyerek baktım yüzüne. Tek kaşını kaldırmış omzunun üzerinden bakış attı. "Seni etiketlemeliyim. Ben de anlamıyorum şu zımbırtıdan ama öğreniriz."
Etraftan birçok dilde kelimeler duyuyordum, Türkçe oldukça azdı. Hatta Yunanca bile. Çağlar yine kalabalık bir gruba ilerlediğinde "Nereye?" diye sızlanmaya başladım. "Foroğtafımızı çekmesi için tanıdık birini bulmaya."
Kalabalık bir gruba yaklaşmadan önce beni arkasında tutmaya devam ederek el sıkıştı İtalyanca konuşan birileriyle. Oldukça içten tepkilerle öyle güzel konuşuyordu ki elimden hayran hayran seyretmekten başka bir şey gelmemesi can sıkıcıydı. Arada bir ismim geçiyor ve gözler üzerime yerleşiyordu.
Hafifçe gülümseyip baş selamı verdiğimde aynısını yaptılar. Kulağıma eğilip "İtalya rallisinden birkaç tanıdık." dedi. "Hmm." şeklinde karşılık verdim.
Bir şeyler söyleyip içlerinden birine telefonunu uzattı. Ateş yanan varillerden birini arkamıza aldığımızda kolunu omzumdan attı. "Kameraya değil şu tarafa bak." işaret ettiği yere döndüğümde dudaklarını saçlarımın arasında hissediyordum. Birkaç saniye sonra adama İtalyanca karşılık verip teşekkür etti ve yanlarından ayrıldık.
"Verimli bir gün." derken sesinde neşe vardı. Elindeki telefondan fotoğraflara bakıyor olmalıydı.
Kırmızı Ferrari yeniden gözlerime iliştiğinde yarışa az kaldığını hissedebiliyordum. Drift sesleri ve muzik hız kesmeden devam ediyordu. "Yarın yanına bir kadın gelecek. Düğünle istediğin her şeyi onunla konuşmak için vaktin vardır umarım."
"Sen?"
"Meşgul olacağım. Dedim ya her şeyi sana bırakıyorum."
"Ben anlamam ki böyle şeylerden."
"Anlamana gerek yok. Sadece içinden gelenleri seçeceksin."
Başımı sallayarak bindim arabaya. Kemeri takıp heyecanla beklemeye başladım. "Eğer bu arabayı kaybedersen büyük yazık olacak." deyip oturduğum yerde dikleştim.
Oldukça hızlı bir şekilde yanağımdan makas aldı. "Eski bir ralli pilotu ve üstüne yarı İtalyan bir adam için sadece yazık değil hayatının sonu olur. İtalya'da Ferrari kutsaldır."
Makas alışının etkisinden çıkamıyordum. Yaptığı hiçbir hareketin etkisinden çıkamıyordum doğrusu. Uslanmazdım!
Sirenler ve kornalar çalarken motor sesleri yükselmeye başlamıştı. "Hazır mısın prenses?"
Otuz iki diş gülümsedim adeta. "Her zaman!" dedim heyecalı bir şekilde.
Lambaların aydınlatması dışında karanlıktı ve yağmur başlıyor gibiydi. Lastikler asfaltta dönmeye başladığında kalp atışlarım aniden iki katına çıkmıştı. Çağlar hiç olmadığı kadar ciddi bir ifadeyle gözlerini kısmış ve yola odaklıydı. Çenesinin kasıldığı boynundaki damarlardan görebiliyordum.
Gözlerini belirsiz karanlığa dikmişti. Diğer arabaların motor sesleri belirgin bir şekilde düşmüştü çünkü zaten dört araba yarışıyorduk; geriye iki kalmıştık. Keskin virajı almak için parmakları deri kaplı direksiyonda adeta dans etti; sanatçı ruhlu olduğunu biliyordum fakat buna rağmen vahşi bir yanı da vardı.
Viraj öyle keskindi ki dudaklarımdan ince bir çığlık döküldü. Virajı geçtikten hemen sonra sola yatmış bedenimi doğrulttum. Çağlar'ın tüm kasları gerilmiş olmalıydı. Kükreyen motorlar eşliğinde devam eden yarış ne zaman bitecekti bilmediğimden sadece tadını çıkarıyordum.
Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide dans etmeyi sevmiştim.
Yeni bir virajı almak için bastığı fren çığlık atıyordu. Seyicilerin yakınından geçerken ikinci turda olduğumuzu fark ettim. Çığlıklar öyle güçlüydü ki motor sesleri arasında belirgince duyuluyordu. Yine keskin virajları ustalıkla aldı, önümüzdeki siyah Ferrari'yi geçmek için tek bir viraja ihtiyacı olduğunu biliyordu.
Motoru daha da zorlayıp ustaca aldığı virajın sonunda artık en öndeki yerimiz netti. Sevinç naraları artarken Çağlar'ın yüzünün yumuşadığını ve son turu rahatlıkla verdiğimizi anladım. Çığlıklar ve ıslıklar arasında Çağlar son şovunu yaparak drift atıp bitirdi.
Kalabalık, arabanın yakınına doğru koştururken nefes nefese olduğunu gördüm. Alnındaki ter damlaları parıldıyordu. "Muhteşemdi!" diyerek gülümsediğimde aynı gülüşle karşılık verdi. Alnını direksiyona yasladı. "Çok iyi yarıştın!"
"Her zamanki gibi." diyerek egosunu yine belli edip yandan bir gülüşle karşılık verdi. Arabanın etrafındaki kalabalık şaşırtmıştı. "Onları uzaklaştıracağım, burada bekle." Başımla onaylayıp onu izlemeye başladım.
Kalabalıkta tanıdığı kişilerin elini sıkarak yürümeye ve peşinden götürmeye başladı hepsini. Etrafın boşaldığını görüp arabadan indim, kalabalık grupla mülakaşaya girmiş gibiydi. Eline aldığı bir anahtarı havaya kaldırdı ve sehircilerin hepsinin çığlık atmasına sebep oldu.
Yanıma sırıtarak geldiğinde olduğum yerde mıhlandım. "Şaka olduğunu sanmıştım." dedim hayretle. "Gerçekten Ferrari'lerin kazanılıp kaybedildiği bir yarışta mı yarıştık!"
Parmakları çok doğal bir şeymiş gibi önümdeki saçlarıma yerleşip karıştırdı. Elindeki bir diğer anahtarı bana uzattı. "Bu gece senin içindi." Alık alık yüzüne bakarken saçlarımı önümden çekmeye çalıştım.
"Efendim?"
Kırmızı Ferrari'nin anahtarını avucuma bırakıp parmaklarımı kapattı. O an ne düşündüm bilmiyorum ama "Lütfen," diyerek yanıma yaklaşması onu reddetmemi güçleştirmişti. "Kabul et."
Telaşla avucumdan çıkarıp göğsüne bastırdım. "Kabul edemem ben bunu Çağlar. B-bu çok fazla yani. Olmaz." dedim kati bir şekilde.
"Senin için kazandım bu yarışı, özür dilerim az önce seni görmezden geldiğim için. Kabul etmezsen zaferimi iade ederim."
"Yapma bunu." diye sitem ettim. "Benim için bu kadar şey yapma Çağlar." Sesim hüzünlü ve kırık çıkıyordu, engel olamıyordum yine.
Yoksa seni yanlış anlarım, demek istedim ama yutkunamadım bile. Öyle yakınımda ve bana öyle vahşi duygularla bakıyordu ki cüret edeceğim şeyi yapmaya hazırdı. "Sadece evlenmeyi kabul ettiğin için teşekkür hediyesi olarak gör."
"Ama çok fazla."
"Benim için değil. Benim için öyle küçük ki senin başardığın şeyin yanında."
"Ben neyi başarmış olabilirim ki Efsun olmaktan başka."
"Beni..." Söylerini toparlamak istiyor gibi elini saçlarına yerleştirip dağıttı. "Beni sakinleştiriyorsun. Daha iyi biri olmamı sağlıyorsun farkında olmadan yaptıklarını bir bilsen."
"Ben mi?" dedim hayretle. "Ben?"
"Akıl hastanesinde doğmuş bir çocuğu iyileştiriyorsun." Parmaklarından birini şakağına yerleştirdi. "Bu leş kafayla yaşamak öyle zor ki bazen önümü göremiyorum öfkeden. Aptal sakinleştiricilerin çürüttüğü zihnimde dikkatimi toplayabilen tek şey sensin; senin sesin, senin varlığın. Öfkeden deliye dönüyorum ama sonra bir bakıyorum sen oradasın." Bileğimi yakalayıp göğsüne, tam kalbine yerleştirdiğinde deli gibi attığını ama sonra yavaşladığını fark ettim. "Sen orada olunca normale dönebiliyor. Bin parça zihnim sen gelince toparlanıyor."
"Yapma böyle," diyerek bir elimi yanağına yerleştirdim. "Bunları ben yapıyor, ben hissettiriyor olamam."
Histerik bir gülüş attı. "Bazen karşımdakinin kim olduğunu unutacak kadar karmakarışık oluyor her şey. Sonra gözümün önünde seni düşünüyorum ve yerine oturuyor parçalar. Seni yanımda tutmak için yaptığım teklifi kabul etmeseydin ne yapardım onu düşünüyorum. Yalvarırdım sanırım."
"Beni arabayı kabul etmem için manipüle ediyormuşsun gibi geldi." dedim gülmesi için. Öyle de oldu, kısık bir gülüş kaçtı dudaklarından. "Öfkelendiğimde bana kız, bağır çağır ama gitme olur mu?" dediğinde karşımda adeta küçük bir çocuk vardı. O an içimden geçen tek şeyi yapıp boynundan tuttum ve onu göğsüme çektim. Koca cüssesi eğilip yüzünün yanını göğsüme yasladığında ensesinde gezindi parmaklarım. Belime sarıldı, bir süre zaman orada aktı. Arabaya yasladığı vücudunun çoğu benim üzerimdeydi.
Ve yine pişman oldum her şeyden. İçimde koca bir huzursuzluk vardı sanki. Sonunda burnunu çekerek uzaklaştığında yeniden büyümüş Çağlar olarak ayrıldı bedenimden. Anahtarı avucuma bırakmayı ihmal etmedi.
"Elimden bir kaza çıkmadan gitsek iyi olur." deyişinden bir şey anlamayarak "Ben süreceğim!" dedim coşkuyla. İkimiz de ruh hastaları gibi devasa hızda duygu değişimi yaşayıp duruyorduk.
"Geç bakalım, görelim şoförlüğünü."
Heyecanla koltuğa geçip motoru çalıştırdığımda çıkan sesin keyfini sürdüm. "Senin gibi gazı kökleyemem şimdiden söyleyeyim."
"Bak bu olmadı işte prenses."
"Hız konusunda cesur değilim. Sadece sana güvendiğim için rahat oturabiliyorum o kadar."
Sanki söylememem gereken bir şey söylemişim gibi kemeri takmak üzere olan parmakları kaskatı kesildi. Gözleri üzerimde asılı kaldı ve neredeyse yutkunuşunu duyabildim.
Yol boyu sessizdi, eve vardığımda artık korku hissetmiyordum geç geldiğim için. Verilen özgürlüğün tadını çıkarıyordum yalnızca. "Sen nasıl döneceksin?"
"Arabanı bana ödünç verirsin herhalde." derken çözdü kemerini.
"Düşünmem lazım." deyişimle gülümsedi. Her gülüşünde ömrümden birkaç saniye çalıyordu sanki ve çaldığı tek şeyin bu olmasını diliyordum çaresizce. Arabadan inip karanlık bahçede kapıya ilerlemeden hemen önce. "Her şey için teşekkür ederim." diye fısıldadım.
Gözlerini kaçıran bu defa o oldu. Elleri parmaklarındaki yüzükteydi. "Nikah için yakın bir tarih alsam sorun olur mu?"
"Ne kadar yakın."
"Üç gün kadar."
"Bana kalsa üzerime beyaz bir elbise giyer o masaya yarın otururum. Yani keyfine bak. Sadece... babama sen söyle yeterli."
"O zaman üç gün sonra."
"Üç gün."
"Bir Aralık."
"Ne de olsa gerçek bile değil." ✨
Aynı Akşam
Hira sakin kalmaya çalışıyordu fakat öyle bir çukurdaydı ki sadece batıyordu oturduğu yerden. Görüşmesi gereken adamla beraberdi, işlerin iyi gitmesi gerekiyordu fakat flört yeteneğinin olmayışı karşısında başarısızlığa çıkan yolda yürüyor gibi hissediyordu.
"Aslında tercihim hep özel korumalıktan yana olmuştu fakat ülkenin askeri personel sayısındaki düşüşü beni buraya itti. Bilirsin Yunan asıllı çok fazla asker var ama İngiliz askerleri günden güne azalıyor. Ee Konstantinopolis boş kalsın istemeyiz değil mi? Ah doğrusu aşırı Yunan milliyetçisi olmandan korkuyorum, fazla mı ileri gittim?"
Hira önündeki bardağı Henry Jhonson ismindeki aptal askerin yüzüne fırlatmak istedi. Konstantinopolis doğumlu olmadığı için Türkçesi yarım yamalak anlaşılıyor ve İngiliz aksanı hiç duymadığı kadar berbattı. Oysa Clause konuştuğunda her iki dilde de akıcılığı fark ediliyordu.
"Ah ileri gitmediniz Bay Jhonson. Konstantinopolis Türkler'in eline geçmediği sürece Yunan- İngiliz ayrımı yapmıyorum."
Adam elindeki kadehi havaya kaldırdı. "Perfect! Sizin gibi düşünen kadınlar ne yazık ki artık pek az. Bir çoğu Türk adamlarla evlenip ırklarımızı karıştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Sözüm meclisten dışarı, üzerine alınma."
Elbisesinin içerisinde kıvranmaya devam ederken yapmacık bir gülüş attı Hira. "Bu kadar düşünceli olmayın, yoksa yanlış anlayacağım Bay Jhonson."
"Henry de lütfen. Artık samimi olduğumuzu düşünüyorum Hira."
"Ben de öyle. Lancelot aile üyesinin bana ismimle hitap ediyor oluşu mesut etti doğrusu. Aileniz, buralarda mı?"
"Onlar genelde kışları buradadır, Silivri civarındaki yazlıkta vakit geçiriyoruz."
"Ne hoş." diye karşılık verdi Hira olabildiğince kibarca. Ruhunda yoktu bu sakinlik ve kibarlık. Karşısındaki adamın hantal hareketleri bile fazlasıyla zıttı ve sinir seviyesini yükseliyordu.
"Sizi de bir gezintiye çıkarmak isterim. Haftaya birkaç aile dostu ile küçük bir golf buluşması yapacağız. Zamanınız olursa, benimle katılır mıydınız?"
Hira, sonunda içeri sızabildiğine şükreder bir bakış atarak "Aile arasında olmam pek uygun olur mu ki?" dedi yapmacık bir şekilde. Bu adama aylarını vermişti ve sonunda ilk randevuda ağına düşümeyi başardığına inanamıyordu.
Sahte bir karşılaşma için planlar yapmış, ayağı burkulmuş numarasıyla ağını atmış ve günlerce ortadan kaybolup onu merakta bırakmıştı. Sonunda yaptığı üç randevu teklifini de reddederek küçük bir aralık kapı bırakıp dördüncüyü kabul etmişti. Bir yaklaşıp bir uzaklaşıyordu böylece sürekli zihninin bir köşesinde kalıyordu.
Çağlar'ın taktiğinin tuttuğuna inanamayarak gülüşünü içinde tuttu. Bu adam bunun kitabını yazmalıydı!
"Hiç sorun değil, ailem oldukça sıcaktır."
Hira bir süredir üzerinde hissettiği bakışların sahibini görmek için başını sola çevirdiğinde neredeyse sandalyesinden düşecekti. Clause bir yan masada elindeki içeceği Hira'nın doğruca yüzüne bakarak yudumluyordu.
"... çoğu böyle geçiyor zaten. Peki senin?"
Hira daldığı yerden güçlükle çıktı ve Henry'nin hiçbir cümlesini duyamadığını fark etti. "Pardon. Dalmışım, ne diyordun?"
Henry küçük bir kahkaha attı. Bu kadında onu çeken bir şeyler vardı, tam olarak anlayamadığı ama hoşuna giden şeyler. Belki de ilgisini tam olarak üstünde tutmayı bir türlü başaramadığındandı, diye düşündü.
"Çok hoşsun Hira. Bir kadında aradığım tüm özellikleri toplayarak diğerlerine yazık ediyorsun." Tam da umudunu kesip omuzlarını düşürmüşken söylediği cümlenin etkisinde kaldı Hira.
Şaşkınlıkla kalkan kaşlarına gülerek baktı Henry, resmen onu utandırmıştı. O cesur duruşunun altında masum bir kız mı yatıyordu yani?
"Teşekkür ederim." demekle yetindi, karşı bir iltifatta bulunmayıp panik halinin geçmesini bekledi Hira. Çünkü üzerindeki bakışlar bir saniyeliğine bilr ayrılmamıştı. Eğer karşısındaki adam önemli bir görev olmasaydı yan masaya gider ve o gözleri oyardı fakat sakin kalmalıydı.
Telefonunu masaya bırakarak güven gösterisi yaptı ve "Hemen dönerim." diyerek çantasını parmakları arasına alıp ayrıldı. Lavaboya girerken çantasından kırmızı rujunu çıkarmayı da ihmal etmedi. Şu renk ne kadar güzel olursa olsun sabit tutması çok zordu.
Rujunu tazeleyip çantasını yeniden eline aldı ve kapıyı açtı. Lavabonun boş koridoruna çıkmayı umarken kapının tam dibinde dikilen Clause'u görmek onu korkutmuş ve geriye sendelemesine sebep olmuştu.
"Hi!" nidası boş kordidorda yankılandı Hira'nın. Kaşları çatık kalde "Ne yapıyorsun!" diye sitem etti. "Seni izliyorum." Aldığı yanıttan hoşnut olmayıp bir adım sağa attı fakat bu Clause'un daha da yaklaşıp aynı anda sağa geçmesine sebep oldu. Kapı eşiğini tamamen kaplamıştı.
"O zaman izlemeyi kes de kenara çekil Carter."
"Asker seviyorsun demek."
Hira anlamsız bakış attı. "Hı?" diye bir nida döküldü dudaklarından.
"İlk karşılaşmamızda da asker olup olmadığımı sormuştun. Asker olsam fikrin mi değişecekti?"
"Öyle sordum çünkü formun bir askerinkine benziyordu ve reflekslerin çok kuvvetliydi. Ayrıca askerlere karşı ayrı bir ilgimin olup olmaması seni ilgilendirmez." İşaret parmağıyle Clause'u tam göğsünden iğrenir gibi ittirdi. "Şimdi, çekil."
Clause çekilmek yerine yandan bir gülüş attı. "Emretmen tahrik etti, bir daha yapsana." Sözleri Hira'nın öfkeli yüzünü görmek içindi, çünkü ondan daha çok haz alıyordu.
Hira topuğunun ucuyla Clause'un ayağına bastığında acı bir iç çekiş duydu. "Çekilmezsen bununla kafana da vurabilirim. Neden yapıyorsun anlamıyorum da." diyerek öfkeyle soludu.
Clause acısının geçmesinin hemen ardından yeniden elbisenin etkisi altında kalmıştı. Otururken çok da belli olmayan siyah elbisenin içinde ayağa kalktığında adeta kraliyet ailesinin asilliğine bürünüyordu.
Parmaklarını alacağı tepkiye rağmen beline yerleştirip "Elbisenin hakkını vermişsin Grivas." diyerek bir adım kendine doğru gelmesini sağladı. Fakat beklediği tepkiyi vermek yerine afallamış bir Hira Grivas gördüğünde dudaklarını ısırarak keyif aldı bu durumdan.
Tabi hemen ardından çenesine yediği yumrukla beraber tam anlamıyla geriye sendelemişti. "Çıktığın bok çukuruna geri dön Carter!" dedi dişlerinin arasından. Açılan boşluktan geçerek arkasına bakıp çenesini ve dudağından damlayan kanı tutan Clause'a son kez baktı.
"Bana olan iyilik borçlarından birini ödemek için haftaya bir golf buluşmasına gel benimle. Birilerinin ağzını bir süre kapatmam gerek."
"Gelemem."
"Gelmek zorundasın."
"Gelemem çünkü aynı yere Henry senden önce davet etti. Ve kabul ettim."
Clause çenesini ve damlayan kanı es geçip öfkeyle soludu. "Söz vermiştin. Borcunu öde."
"Başka bir şey iste o zaman."
Clause gözlerini elbisenin üzerinde gezdirdi. "Şimdi gidip acil işin çıktığını söyle, seni arabada bekliyorum." Hira itiraz etmek için ağzını açmıştı ki "Tek bir bahane istemiyorum Grivas. Arabamı biliyorsun."
Elinin tersiyle dudaklarındaki kanı silip öfkesini kontrol etmeye çalışarak ayrıldı oradan. Hira uydurması gereken bahaneyi düşünürken Clause'un kolundan yakaladı. Clause beklemediği dokunuş karşısında ansızın kaskatı kesildi.
"Masaya oturduğumda beni ara. Çıkar telefonunu, numaramı yazacağım."
Clause elini cebine attı ama telefonunu yanına almadığını o an fark etti. Hira göz devirip çantasından çıkardığı kırmızı dudak kaleminin kapağını ağzına alıp Clause'un bileğini yakaladı. Pratik hareketlerle elinin üzerine numarasını yazıp kaleminin geri kapatıp başını kaldırdı. Zihninden parmaklarının bir kadınınki kadar zarif olduğunu silmeye çalıştı.
Görüğü mavi gözler yüzünden başı dönüp duruyordu. Öyle uçsuz bucaksız ve derindi ki hayallere dalmamak için kendini güçlükle tutuyordu. Henry'nin gözlerinin de mavi olduğunu o an fark etti. Aylardır düşürmeye çalıştığı adamın gözlerini umursamazken nefret ettiği bu adamın gözlerini nasıl da ezberlemişti anlayamadı.
"Bekliyorum Grivas." diyerek elini çekti Clause Carter. Açıkçası bu son zamanlarda yaptığı en güç hareketti. Seri adımlarla Henry Jhonson'a görünmeden çıktı, çünkü onunla konuşacak kadar toplu değildi zihni.
Telefonuna numarayı tuşlayıp kulağına götürdü. "Efendim Boris." dediğinde şaşkınca "Boris mi?" diye karşılık verdi.
"Ne!.. Tamam hemen geliyorum, çok üzüldüm."
"Aman ne üzülmek." diye karşılık verdi.
"Tamam, görüşmek üzere."
Cevap vermesine fırsat kalmadan kapanmıştı yüzüne. Klimanın ısısını nefret edeceği kadar yükseltti, Hira'nın çoktan üşümüş olabileceğini düşünerek. Ve bu düşüncesinden de nefret etti çünkü bunu umursamıyor olması gerekirdi.
Kapı açılıp hızlı soluklarla içeri giren kadına baktı. Pervasızca dağılmış kısa saçlarını arkaya atıp "Çabuk sür yoksa plakanı görebilir." dedi.
"Görsün." diyerek omuz silkip otoparktan çıktı.
"Görmesin, ona yalan söylediğimi bilmesini istemiyorum."
"Aptal Henry anlayamaz bile. Tüm Jhonson'lar arasında en aptalıyla görüştüğüne inanamıyorum."
"Henry çok iyi biri, ona aptal deme." diye bir yalan uydurdu. Bir süre onu seviyor gibi davranmalıydı, en azından silivrideki yazlıklarına gidip birkaç böcek yerleştirip ailesine özel mührü çalarak yerine sahtesini koyana kadar. "Nazik ve kibar ayrıca çok da yakışıklı."
Clause istemsizce frene bastı. "Beyinsiz birinin yakışıklı olması nasıl ilgini çekebilir?"
"Şerefsiz biri olmasından iyidir." derken evinin önüne geldiğini fark ederek "Neden buraya geldik?" dedi telaşla.
"Bana Türk kahvesi yapman için."
Hira beklenmedik cümleyle afalladı, tepki bile veremedi. "Evlilik teklifi etmedim ya! Bir kahve Hira." diyerek elini şıklattı Clause tam gözünün önünde.
Hira yutkunarak yanıtladı. "Kahve yapmayı bilmiyorum. Ayrıca o Yunan kahvesi."
Dilim kopsaydı da şu yalanı söyleyemeseydim, üç cihandan kovulup sürgün yeseydim de Yunan kahvesi diyemeseydim, şeklinde içi kan ağlıyordu Hira'nın. Fakat bunu yapmak ve Konstantinopolis topraklarında ilgi çekmeden yaşamak zorundaydı.
"Vay canına. Yarı Türk kanın gerçekten de çalışmıyor galiba."
"Hayır hala çalışıyor ama Yunan tarafım ağır basıyor bazen. Burası Konstantinopolis Clause ve ben burada doğup büyüdüm."
Clause duydukları karşısında keyiflenip vicdanını susturdu. Annesinin öğretilerini çiğnediği için kan ağlayan içi biraz olsun sessizleşmişti.
Hira'yı beklemeden arabadan inip binanın girişine geldi. Hira şifreyi tuşlayıp içeri girerken asansörü çağırıp dokuzuncu kata bastı. Attığı her adımda Boris veya Ender'in bir yerlerden fırlaması korkusuyla hereket ediyordu. Ve korktuğu başına gelmiş, tam da kata ulaştıklarında karşı dairenin çelik kapısı sesli bir şekilde aralanmıştı.
Ender askeri üniforması içinde, Boris ise siyah tişörtünü giymiş dışarı çıkıyorlardı. "Hira." sesiyle beraber Clause da ikisine dikkat kesilmişti. "Nereden böyle?"
Hira yapmacık bir gülüş atarak "Geçen bahsettiğim Henry'le bir randevudan." dedi. Ardından ikisinin korumacı bakışlarından kurtulmak adına Clause'u işaret ederek "Bu Clause. Clause bunlar da çocukluk arkadaşlarım Boris ve Ender."
Clause yine üniformalı bir erkek görmenin verdiği gerginlikle elini uzattı. "Clause Carter." diyerek ikisiyle de el sıkıştı. "Memnun oldum."
Ender pek de memnun olmamış vaziyette sıktı eli. "Ender Grivas." Clasue duyduğu soyadla beraber gerilmiş ve yutkunmuştu. Hira'nın abisi olduğunu düşünerek dişlerini sıkıp dikleşti.
"Kuzenim olur."
Hira ikisinin çocukken uydurduğu oyunu sürdürdüğü için gülümsedi Ender'e. "Aptal." diye fısıldadı çarpık bir gülüşle.
"Boris Makris. Memnun oldum."
Clause ilk defa bir insanın karşısında gergin ve suskundu. Ender'e kısa bir bakış attı, simasını zihnine kazıdı. Neyse ki kuzeni, diye düşündü çünkü bir üniformalıyı daha kaldıramazdı.
Hira kapısının kilidini açarken "Görüşürüz Hira, yarınki yemeği unutma." diye seslendi Ender. Boris yanlarından geçerken yanağından makas alıp onu gafil avladı. Bundan nefret ettiğini biliyordu ve Clause karşısında tepki vermeyeceğini düşünerek rahatça sırıttı. "Çok güzel olmuşsun, Henry bu görüntüyü gördükten sonra hala hayatta mı bir kontrol et istersen."
"Git artık Boris!" diye bağırdı Hira apartman boşluğunda ve hatasını fark edip ağzını kapatarak girdi içeri. Clause, Hira'nın doğal tavırları karşısında bir kez daha hayran hayran baktı ve içeri girdi.
Ev fazla eşyadan arındırılmış son derece sadeydi. Herhangi bir aile fotoğrafı veya kişisel fotoğraf yoktu. Hatta kişisel hiçbir eşya yoktu. Temiz kokuyor ve yeşil renklerle bezenmişti. Bacaklarına değen tüylü bir şeyle kaşlarını çattı. Turuncu bir kedisi vardı.
"Tırmalayabilir, biraz huysuz bir kedi."
Hira'yı umursamadan eğilip kediyi sevmeye başladı. Anında kucağına atlayıp kolları arasına girdiğinde ikisi de şaşkındı. Kedinin dişi olduğunu fark etti Clause. Çarpık bir gülüşle "Beni her dişi sever." diyerek kediyi kucaklayıp salona geçti.
"Beni yalancı konumuna düşürdün Mila." diye sahte bir edayla sitem etti. Clause, ona olan öfkesinin söndüğünü fark edip rahatladı. Çünkü yaptığı teklifin biraz ileri seviye olduğunu ve onu zora soktuğunu fark etmişti.
"Biraz bekle, kahvenin yapımını öğreneceğim."
"Mutfağı göster, anlaşılan bu gece kendim yapacağım."
Hira itiraz etmeden mutfağı gösterdi. Clause herhangi bir kahve makinesi göremeyerek "Cezve?" dedi anında.
Hira dudaklarını birbirine bastırdı. "Hmm... Şöyle ki kahve içmediğim için cezvem de yok."
"Ne? Nasıl bir Konstantinopolis evinde cezve olmaz!" diye şaşkınlığını belli etti. Tezgaha yaslanıp kollarını birbirine bağladı.
"Beş dakika bekle, Ender'in evinden alıp geliyorum."
"Çoktan çıktılar."
"Anahtarları bende var."
Clause onların bu denli yakın oluşuna hayran kaldı. Kendi kuzenleriyle miras kavgası içinde olduklarından araları limoniydi. Doğrusu doğduğundan beri hiç yakın olmamışlardı bile.
Birkaç dakika içinde elinde kahve ve cezve ile geldiğinde soluk soluğaydı. Topuklu ayakkabısını çıkardığı için aralarındaki boy farkı yine eskisine dönüş ve bu Clause'un hoşuna gitmişti.
Clause rahat olabilmek için önce ceketini ardından kravatını yavaş yavaş gevşeterek çıkardı. Ne yaptığını ve yapması gerektiğini iyi biliyordu. Kolundaki düğmeleri açıp gömleğinin kollarını birkaç kat katladı. İşi bittiğide onu uzaktan izleyen Hira'ya dönüp "Buraya gel de öğren." dedi.
Hira bıkkınca nefes vererek hemen yanına geçti. Clause için iki fincan çıkarmak üzere elini kaldırdı ve kapağı açtı. "Fincanlar şu rafta." diye gösterdi. Kullanmadığı için en tepedeki rafa koymuştu ve oraya yetişemiyordu.
Clause kolaylıkla uzanıp iki tane çıkardı. Sevmediğini bilse de en azından bir fincan içebilirdi diye düşündü. Kahveyi yeterli miktar koyup üzerine suyu ekledi. "Püf noktası burada iyice karıştırmak." Hira başıyla onaylayıp hemen yanında onu izlemeye devam etti. Fakat kahveye odaklanmak çok zordu. Gözleri önce kollarında sonra maviliklerinde gezindi.
Clause ocağa geçmek için ilerlemek üzere kıpırdandığında Hira fark ederek yana kaydı. "Ocağa koyduktan sonra karıştırmıyorsun yoksa köpüğü gider."
"Kahve yapmayı nereden öğrendin?"
Ocağın başında kaynamasını beklerken "Babam çok severdi, o öğretti." dedi. Arkasını dönüp vücudunu tezgaha yasladığında aralarındaki boy farkı azalmıştı. Hira hala ocağa dönüktü, gözleri karşılıklı birbirine bakıyordu.
"Ailemden kimse kalmadı demiştin peki Ender?"
Hira burukça gülümsedi. "Ender gerçek kuzenim değil. O..." Hayatıla ilgili bu kadar gerçek bilgiyi verip vermemekte kararsızdı ama en azından bunun gerçek kalmasını isteyerek birkaç saniye duraksadıktan sonra devam etti. "Yetiştirme yurduna geldiğinde tek Türk ismi onunkiydi ve çocuk aklı işte Türk isimlerini akrabalarımdan başka kimseden duymadığım için onun kuzenim olduğunu düşünmüştüm." Clause mimiksiz bir şekilde dinliyordu onu. Yetiştirme yurdunda büyümüş bir kadına göre çok güçlüydü.
"Ender'in bir soyadı yoktu, üç yaşından sonra yıllarca sokaklarda büyüdüğü için kimliğe de ihtiyaç olmamış yani. Yetimhanede de gerek duyulmamış. Okula başlayacak yaşa geldiğinde ben ona sürekli kuzenimsin dediğim için soyadına Grivas yazılmasını istemişti. Zaten bir Yunan soyadı olduğu için de kimse itiraz etmedi."
Burukça güldü Clause, ne söyleyeceğini bilemedi. İçinden geçen tek şey Ender'in onun gerçek kuzeni olmayışının verdiği kıskançlık duygusuydu çünkü oldukça yakınlardı. "Yetimhanede yaşamaya kaç yaşında başladın Hira?"
"Altı sanırım. Pek hatırlamıyorum." Gözlerini kaçırdığı için üstelemedi sorularını Clause. Kaynama seslerinin yükseldiğini duyup ocaktan alığı kahveleri döktü. Hira oldukça sert görünen kahvenin yanına dolaplardan birinden çıkardığı çikolatayı koydu.
"Zift gibi görünüyor." diyerek burun bükerken Clause'un onları masaya koyuşunu seyretti. Ardından sandalyesini çekip oturdu. Neden onunla oturup kahve içtiğini bilmiyordu ve bundan huzursuzdu. Ama gözleri ne zaman onun yüzünü bulsa içindeki tüm huzursuzluk da son buluyordu.
Dudağının kenarındaki yaraya gözü çarptı. Vicdan azabı çekmiyor aksine hak ettiğini düşünüyordu ama sıcak bir şeyler içtiğinde acıtacağını bildiği için içi sızlamıştı. Bir şey söylemeden elbisenin yırtmacını parmaklarıyla tutarak ecza dolabından yaralara sürdüğü kremi ve kanı silmek için pamuk aldı.
Masaya geri döndüğünde ikisini de onun tarafına bırakıp "İçmeden önce sür, yoksa acıtır."
"Hem yaralarım hem sararım diyorsun yani."
Eline aldığı pamuğu gelişigüzel yaranın üzerinde gezdirip kremi sürükten sonra kahvesinden bir yudum aldı. Hira'nın buruşmuş yüzünü keyifle seyretti. "Alınma ama bunu içeceğine çamurdan su damıt daha iyi."
"Saçmalıyorsun, dünya üzerinde bulunduğu için şükretmen gereken bir nimet bu."
Sanki karşılıklı milliyet değiştirmiş gibi hissetti Hira. "Neden kahve istedin ki? Çok... gereksiz yere kullanmış oldun."
"İstediğim şeyin kahve olduğunu düşündüren ne?"
Hira'nın dudaklarına götürmekte olduğu eli donakaldı. Clause aklından farklı şeylerin geçtiğini görüp kahkahayla yaslandı arkasında. "Çok pervasızsın Hira." Kahvesini yudumladı. "Sadece karşımdaki evin içini görmek istedim."
Hira kaşlarını havaya kaldırdı. "Karşı derken?" Eliyle arkasındaki camı işaret etti. "Karşıdaki rezidansta mı oturuyorsun?" ***
Ertesi günler tam bir kaostu. Başımın üstüne üşüşmüş iki ayrı kafa tarafından zihnim allak bullak olmuştu. Çağlar'ın düğün için gönderdiği yardımcı kadın ve Elene birbirlerine iki zıt karakterde oldukları için başımın etini yiyorlardı kendi fikirlerini zihnime sokmak için.
Bense sadece imzayı atıp kurtulmak niyetindeydim bu karmaşadan. Geçen o günler boyunca Çağlar'ı hiç görmemiştim. Yarın nikahım yokmuş da sıradan bir günmüş gibi geçiriyordu zaman.
Tek fark yanımda Ahu yoktu. Bu gece onu çağırmıştım bir şeyleri anlamaması için ama geldiğinde ona yine eskisi gibi nasıl davranacağımı bilmiyordum. Canım acıyordu, konuşacağım kimsem kalmamış gibiydi. Hira vardı evet ama Ahu'nun kaybıyla onu o boşluğa koyamazdım. İkisi çok farklı konumdalardı.
Saat neredeyse sekiz olmuş, hava kararmıştı. Ahu odamın kapısında göründüğünde gecenin uzun geçeceğini şimdiden tahmin edebiliyordum.
"Hoş geldin." dedim neşeyle. Sanki hiçbir şey olmamış, sırtımdaki taze yara yokmuş gibi.
Benim aksime yüzü asıktı. "Gelmesem bana evleneceğini birkaç yıl sonra mı söyleyecektin."
İçeri girmiyordu bu yüzden yanına gidip kapıyı iyice açtım. "Ahu o kadar çok şey oldu ki. Haklısın ama gel de beni dinle."
Burnunu çekip asık suratla girdi odaya. Eşyalarımın bir kısmını topladığımı gördü burukça gülümsedi. "Bu günün hayalini hiç kurmadık dimi seninle." Makyaj masama yaslandı. "Neden Efsun?"
O soruyu asıl ben sormak istedim ama çenemi kapalı tutmalıydım. "Özür dilerim. Çağlar bir anda teklif etti ve bir anda belli oldu yemin ederim."
"O ilk anda benim haberim olmalıydı, hakkım yok mu sence de."
Pişkin pişkin kurduğu cümle karşısında kahkaha atmak istedim. "Ne desen haklısın. Affet beni lütfen."
"Bir de-" deyip hızlıca sustu. Gözleri dolmuştu. Belki de beni seviyordu ama yine de ihanet etmesi gerekti? Bunu asla bilemeyecektim sanırım.
"Ona sarıldın. Ona sarıldın, kolunun altında durdun. Dokundun Efsun, yıllarca ben vardım yanında ama bana bir kere dokunmadın. Sandım ki çok ileri seviye bir psikolojik rahatsızlık ama görüyorum ki öyle değilmiş."
Ne diyeceğimi bilemiyordum. İçimden ona haykırmak geçiyordu ama sadece sustum. "Sadece nedenini söyle ve inanayım."
"Çünkü ona bir defa mecburen dokundum ve o da bana bunun gerçekten insan öldürmediğini öğretti."
Gözleri kocaman oldu. Kelimelerimi dikkatli seçmem gerektiği anlardaydım. Karşım dababamın kulağı duruyordu. "Yani başkalarına da dokunabilir misin artık?"
Ona, Hira'ya dokunduğumu söylemeyecektim. Bana sarılmak isterdi ve bu benim midemi bulandırırdı. Bana yalanlar söyleyip bunca yıl arkamdan oyun oynayan birine sarılamazdım.
"Şimdilik sadece Çağlar."
Gözleri dolmuştu. "Güzel bir ilerleme." dediğinde şaşkındım. "Ee nasıl hissediyorsun? Kurtuldun artık tüm bu zindandan."
Ona cevap vermek üzereydim ki aralık kapıdan Güzide göründü. "Efsun, baban çağırıyor kuzum." Kaşlarım çatıldı. Ahu'ya dönüp "Ben gelmeden gidersen diye söylüyorum, yarın beni yalnız bırakma olur mu?" dedim. Bunu gerçekten içten söylemiştim çünkü ne olursa olsun onun varlığı da güç veriyordu hala.
Babamın çalışma odasına ilerlerken ellerim titriyordu. Çağlar'ın varlığını aradım istemsizce, babama karşı yanımda durduğu her an daha da güçlü hissediyordum çünkü. Kapının ardından gördüğüm her zamanki sert sima yerine yumuşak ve biraz da uykulu hali garip hissettirmişti.
Başıyla gösterdiği masanın karşısındaki koltuğa oturdum. "Hamlet'ini buldun Ofelya." deyip histerik bir gülüş attı. Kravatını gevşetti ve saatini çıkardı. Yutkundum, bir an gerçekten bana zarar vereceğini düşündüm yine.
"Artık insülin aletini takmıyorsun."
"Evet." dedim başımı dik tutup. "Artık bir şeyleri fark ettiğimi gör diye."
"Görebiliyorum." diyerek sandalyesini masaya iyice yaklaştırdı. "Senin de görmeni istediğim şeyler var." Gülümsedi, bana doğru hem de. Şaşkınca baktım ona. "Çağlar'a aşık olduğunu gördüm gözlerinde." dediği gibi ansızın boğazıma kaçtı duygularım ve ökdürdüm. "İtiraf etmeyi sevmesem de benim kanımı taşıyorsun. Ben de aşık oldum zamanında Efsun."
Bana Efsun demişti yine. Sadece manipüle etmek istediğinde kullandığını biliyordum. "Annen en büyük aşkımdı ama bak ne oldu? Aşk gelir ve gider. Ebediyen kalan tek şey güç ve para."
"Bundan gözlerinin bayağı bozulduğunu çıkardım. Çağlar'a aşık olduğumu nereden çıkardın acaba?"
"Bunları geç Efsun, bunları geç. Nereye gel biliyor musun?" Sanki bir sır verecek gibi dirseklerini masaya koyup bana doğru eğildi. "Çağlar için sadece masum bir kız çocuğusun. Her şeyi yaşamış bir adam için hiçbir şey bilmeyen bir kızsın. Kullan at peçete gibi."
Haklı olabilir miydi, diye düşündüm. Bazen gerçekten o gülüşünün altında farklı biri yattığını düşünüyordum ama o ikinci kişiliği de onun gibi çapkın olduğuna emindim. Ama bazen de öyle oluyordu ki tüm o hareketlerinin görevi için olduğunu düşünüyordum; tam bir aptal gibi.
"Eğer bu seçimleri kazanamazsak muhtemelen daha önceki yolsuzluk iddialarını yeniden gündeme getirecekler. Ve korkarım ki o zaman sonumuz gelmiş olacak. Sen artık soyadımı bile taşımadığın için kurtuldun sanacaksın ama aksine ben ilk uçakla buradan kaçarken Çağlarla ikiniz tüm yükün altında kalacaksınız."
Kaşlarımı çatıp dinledim yalnızca. Ne diyeceğimi bilemiyordum. "Bunun olmasını istemiyorsan seçim günü boşanma belgeni vermiş ol. Ve o kalbinin hayatının önüne geçmesine izin verme. Aşk, gücün aksidir; zayıflatır."
Bilmediği bir şeey vardı babamın. Çağlar bir Türk askeriydi ve onun her şey için planı vardı. Bu yüzden yalnızca "Bundan sonrası beni ilgilendirir." diyerek ayaklandım.
"Umarım mutlu olursun kızım. Bunca yıl seni insanlardan senin de iyiliğin için uzak tuttum. Bundan sonra alacağın her darbe senin suçun."
"Bundan öncesi de senin suçundu. Manipülasyonlarının kurbanı olarak yaşadım ve artık öyle olmayacak."
Histerik bir gülüş yayıldı dudaklarından. "Çağlar iyi bir asker ama asla iyi bir adam değil Ofelya. Bunu sen de bileceksin."
Bu konuşmanın tek iyi yanı gözlerimi biraz olsun olumsuz şeylere açmış olmasıydı. Çağlar'a kadınlar konusunda güvenmiyordum ama zaten buna gerek yoktu. Çünkü ona aşık değildim, o da bana. Bir kadınla beraber olsa bile canımı yakmamalıydı.
Fakat düşününce bile bu kadar acı çektiğime inanamadım. Neden çekiyordum bu acıyı!
İçimden gelen tek şey Hira ile konuşmak olduğu için odasından çıkmak istedim ama "Çağlar gelmek üzere, kalkma." dediğinde geri yerime sindim. Doğrusu şu an onu görüp zaten karmaşık olan zihnimi daha da çıkmaza sokmak istemiyordum.
Kapı açılıp içeri geldiğinde onu hiç görmediğim kadar yorgun duruyordu. Gözlerinin altındaki koyu halkalar ve hırpalanmış kıyafeti içinde oldukça bitik duruyordu. Siyah gömleğinin birkaç düğmesi açıktı ve buruş buruş olmuş kollarını sıvamıştı.
"Gel Çağlar." diyerek karşımdaki koltuğu işaret ettiğinde Çağlar yalpalayarak oturdu koltuğa. Kolundaki ceketini masaya bıraktı. "Haberler nasıl?"
Öne doğru eğilip burun kemerini sıktı. "Sıkıntılı." diye soludu. "Zafer'in haberi yarın sabaha tüm kanallarda yankılanır. Nikaha gelecek olan bazı kanallar sıkıntı çıkarıyor, yarın beklenmedik şeyler yaşanabilir." Duraksayıp derin bir soluk verdikten sonra başını kaldırdı. "İki ayımız kaldı ve programda yazan barış buluşmaları için İstanbul'la görüştük bugün. Sıcak bakmıyorlar."
"Barış görüşmeleri de ne?"
Bakışları bu gece ilk kez beni buldu. "Bölünmüş aileleri bir araya getirip görüştürmek için bir seçim projesi. Yaklaşık on tane kadar aile var elimizde. Zamanında bölünüp bir kısmı burada bir kısmı İstanbul tarafında kalmış aileler. Bunların içinden varlıklı olanlara özel imkanlar sunarak senede bir kez görüşme ayarlayacağız böylece bağlılık ve birkaç oy kazanmış olacağız."
"Tüm seçim projesi bu mu yani? Bir evlilik ve bir de görüşme mi?"
"Barış Bakanlığına ait olan projeler arasındalar ama hayır tek değil. Bunlardan başka birkaç tane daha var ki seni de ilgilendirenler oldukça fazla. Düğünden hemen sonra başlanması gereken şeyler."
Şayet Türkiye Cumhuriyeti'nin işine yaramayacak olsa Çağlar'ın bunları gerçekleştirmek için bu kadar uğraşmayacağını biliyordum. Bu yüzden sadece kabul edip devam etmeliydim hatta belki de fikir sunmalı. Ama garip geliyordu bunu yapmak. Sanki ihanet etmeye devam ediyor gibi hissediyordum, düşmanımın kazanmasına yardım ediyor gibi.
Babam önündeki dosyaları karıştırdı. "Türkiye ile görüşmeleri ben devralırım. İtalya ne durumda? Finansal olarak."
"Düğün için tebriklerini iletiyorlar ve en kısa sürede bizi orada görmek istiyorlar."
Babam ani bir hareketler başını dosyalardan kaldırıp doğruca Çağlar'a döndü. "Bizi derken?" Çağlar'in ifadesinde aşağılayıcı bir mimik vardı. "Müstakbel gelinleri Ofelya ve beni." Yutkundum, girdiğim oyunun ne kadar büyük olduğunu şimdi şimdi anlıyordum.
"Ne düşünüyorsun?"
"Uzun zamandır görüşmüyordum, halatları sıkı tutmakta fayda var." Elini pantolonunun cebine atıp bir bellek çıkardı. "Bir de şu var. Tanıdığım ve bizi destekleyen bir istihbaratçı tarafından elime geçti." Yüzünde sinsi bir gülüş belirdi. "Stefan Christakis'in bir kadınla görüntüleri."
Stefan Christakis'in evli ve oldukça büyük bir destekçi kitlesi olduğunu bildiğim biriydi. Muhalefet partinin sözcüsüydü üstelik. Babam keyifli bir kahkahayla "Bunu yapmış olamazsın." diyerek ayağa kalktı ve Çağlar'ın ensesini sıktı sevgiyle. "Nasıl? Nasıl başardın?"
"Biraz kafa karışıklığı ve gerekli ortam yaratıldığı her koşulda iradesiz erkeklerin düşeceği ağı hazırlamakta ne var Bay Zaharyas?" Şakayla karışık bir sesle "Dikkat edin, size karşı da aynısı kuruluyor olabilir." dediğinde karşılıklı gülüştüler.
Çağlar'la yalnız kaldığım ilk kan kuracağım cümle zihnimde dolanmaya başladı. Ortamdaki bilgileri sindirmeye çalıştığım için sessiz kalıp izlemeye devam edttim yalnızca.
"Bu bizi tüm seçim projelerinin on kat ilerisine atar." Elindeki belleği öpüp ceketinin cebine koyarken onu hiç görmediğim kadar genişti gülümsemesi. Politika bir gün onu öldürebilir diye düşünmeden edemedim.
"Yorgun görünüyorsun Çağlar."
"İki günde kat ettiğim yolu sayarsak sizce de normal değil mi?" Elindeki saate bakındı. "Yaklaşık üç saatlik uykuyla duruyorum."
"Daha fazla zamanını almayalım o zaman." diyerek ayağa kalktığımda benimle birlikte ayaklandı. "Asıl geliş amacım senken, nereye gidiyorsun?"
Babamın yanında benimle böyle rahat konuşmasına hala alışmış değildim. Yutkunup bir ona bir babama baktım fakat babam öyle mutluydu ki gözü beni görmüyordu bile. "Ne yapıyorsanız yapın da yarın ikinizi de dinlenmiş göreyim."
Hayretle bakakaldım yüzüne. Gözlerimi kırpıştırırken "Projelerle ilgilenip destek verdiği için... sağ ol kızım." dediğinde yüz ifadem şaşkınlıktan hüzne evrildi. Bunca yıl neredeydi bu cümleleri kurmak için. Küçük Efsun bunları duysaydı belki bir gece de olsa derince bir uykuya dalabilirdi.
Gözlerimin dolduğunu göstermemek için hızlıca arkamı dönüp dışarı çıktım. ***
Sonraki bölümlerden haberdar olmak için takipte kalın ❤️
Ayrıca kitappad'de de bölümler mevcut. Oraya da atıyorum. Instagram üzerinden söylemiştim ama yine tekrar etmek istedim :)))
Kalpkalpkalp
|
0% |