@zorronezi
|
Uzuuuunca bir bölümle geldim bu sefer ❤️ umarım birkaç yorum ve beğeniyi çok görmezsiniz. Bildirimleri dolu dolu görüp ardı ardına yapılan yorumlar o kadar mutlu ediyor ki 🥲🥲 Yeni hobi olarak yorumları biriktirip gecenin bi vakti okuyorum kdkekeps Destek veren, mesaj atan herkese çok teşekkür ederim iyi ki varsınız *** "Çalınan Evet" Üzerimde bu denli güzel duracağını bilmezdim beyazın. Giyeceğim en beyaz şeyin kefen olduğunu sanırdım. Şimdiyse gelinliğin içinde, elimde kıpkırmızı bir gül buketi tutuyordum. Yüzüğümde adı yazılı adamsa henüz ortada yoktu. Bir yanımda Ahu bir yanımda Hira vardı. İkisi de benim kadar telaşlıydı fakat ben hiçbir duygumu göstermiyordum bugün. Sanki tüm duygularımı Çağlar'ı gördüğümde harcayacakmışım gibi. Elene ondan beklemeyeceğim şekilde yanımdaydı. Çocukken gözümdeki canavar halinden eser yoktu. Belki de onun yanında bir yük olmamdan kurtulduğu içindi ama yine de iyi gelmişti işte. Duvağımın omzuma yakın olan kısımlarını elinin tersiyle düzeltti. "Çirkin ördek yavrusu sonunda doğru yerini buluyor." Histerik bir gülüş attım. "En azından değerinin bilindiği bir yere gidiyor. Fazla bile kaldı." Derin bir nefes alıp "Seni bu eve getirdiğinde çok gençtim, büyük hatalar yaptım. Hoş hala seni pek seviyor değilim ama vicdanım susmuyor." dedi. Gözlerime bakamıyordu. "Kocana karşı nazik ol demeyeceğim çünkü sen zaten herkese karşı naziksin. Ama en azından sevgini göster. Bunu sana kimse öğretmedi biliyorum, hatalar yaptık. Affet beni demek istiyorum, affettim demesen de olur." O da kelimelerini doğru seçemiyordu çünkü benimle nasıl konuşması gerektiği hakkında kararsızdı. "Anladım." dedim yalnızca. Gözlerinin doluşunu hayal meyal gördüm belki de yalnızca hayaldi. Odadan çıktığı gibi Ahu girdi içeri apar topar. Ahu her zamanki gibi çok güzeldi. Bronz tenine uygun siyah bir elbise giymişti. Yüzü aniden panik haline bürüdü. "Geldi, geldi! Kapıyı kapat Hira." Hira aceleyle kapıyı örttüğünde "Saçmalamayın kızlar. Aç kapıyı da girsin içeri." diyerek kaşlarımı büktüm. Ahu gözlerini kocaman açtı. "Bu kadar çabuk kocacı olmuş olamazsın Efsun!" Önüme geçti. "Ahu." diye uyardım kaşlarımı çatarak. Ona eskisi gibi bakamıyor olsam da yumuşamıştım istemsizce. Sadece planlarımı biraz ertelediğim için belli etmemeliydim kızgınlığımı. Kapı birkaç defa çalındığında "Hira, aç kapıyı lütfen." diye seslendim. "Tüm bunlar gerçek bile değil!" diye ısrarla söylediğimde Hira omuzlarını düşürüp kapıyı açtı ve derince yutkunmam gerekti. Siyah takım öyle çok yakışmıştı ki içimdeki tüm duyguları yüzüne haykırmak istedim; karşılığı olmayacağını bilsem de. Benim aksime gayet sakin olduğunu düşünürken yüzüğüyle oynadığını gördüm; o da stresliydi. Göz göze geldiğimizde "Efsun." dedi sanki başka kelime bulamamış gibi. "Çağlar." diye karşılık verdim ve çok garip bir an yaşandı aramızda. Yanıma ilerlemeye devam ederken karşımda durduğunda başım hafifçe yukarı kalkmıştı. "Sen çok... güzel olmuşsun." Gözleri tüm yüzümü silip süpürdü. "Sen de çok yakışıklı olmuşsun." dedim karşılık olarak. Ama gördüklerimin yanında sözlerim sönük kaldı. "Sözlerim sönük kaldı gördüklerimin karşısında." dediğinde gözlerim büyüdü. Aklımdan geçen cümlenin aynını söylemişti. Artık onu kalubeladan beri, daha ruhum yaratılırken tanıdığımı biliyordum. Ve her şeyden emindim. Anne, dilimi tutamayıp bir şeyler itiraf ederim diye korkuyorum. Çağlar aldığı derin soluğu verip tek kelime etmeden bakışlarını üzerimde tutmaya devam etti. Ben de kaçırmadım, korkmadım ve içimden geldiği gibi baktım yüzüne. Yeni traş olmuş ve dünkü yorgunluk emareleri silinmişti yüzünden. Bir kolunu bükerek bana uzattı. "Kalabalık karşısında da nefes almayı unutmazsın umarım." dediğinde nefesimi tuttuğumu güçlükle idrak edebilmiştim. Onu görmek bile sersemlememe yetmişti. Kapıdan çıkıp merdivenleri inerken Viktor'un yakınıma gelip "Çok yakışmış Ofeli." dediğini duyduğumda gülümsedim. O da takım elbise giymiş ama kravatını bunalmış gibi gevşetmişti. Gözlerinin Ahu'da gezindiğini görebilecek kadar dikkatli baktım ona. Bu karanlık evde artık bensizdi ama neyse ki Elene'nin onu babamdan gelecek her şeye karşı koruyacağını biliyordum. Üstelik buna ihtiyacı olmasa bile. Çağlar'ın kolunu sıktığımı fark ettiğimde dış kapıdan çıkıp alkışlarla kalabalığa yürüyorduk. Burası bir tatil beldesiydi ve denize doğru adımlıyorduk. Masalarda oturan insanlar ayağa kalkmış alkışlıyor, yüzüme sayısız flaş patlıyordu. Kulağıma eğilip "Harika gidiyorsun." dediğinde memnuniyetle gülümsedim. Güneş solumuzda batıyordu, karşımızdaki masaya ilerliyorduk. Gelinliğim kabarık olmadığı için rahatlıkla yürüyor, topuklu ayakkabımın izin verdiği kadar Çağlar'a yakın duruyordum. Kalabalığın en önünde babam ve Elene'yi gördüğüm o an istemsizce duraksadım. Fakat hemen kendime gelip ilerlemeye devam ettim. Yüzündeki ifadenin ne olduğunu kestiremiyordum ama mutlu rolü yaptığını biliyordum. Elene onun aksine deli gibi alkışlayıp gülümsüyordu. Şu kadın! Beni delirtecekti zıtlıklarıyla. Her şey öyle hızlıydı ki nikah masasını benim için çekip çalan müziğin onlarca kez değişme anını hatırlayamayacak kadar sersemdim. Nikah memurunun gelip iki dudağımın arasından "Evet." sözcüğünü ne zaman çaldığını bilmiyordum. Parmaklarım arasındaki evlilik cüzdanı ve Çağlar'ın parlayan gözlerle yüzüme bakıyor oluşuydu son hatırladığım. İkimiz de garip bir şekilde sessizdik ama mutluydum da. Gözlerindeki küçücük parıltıda takılı kalıyordum her baktığımda. Zerre içinde zerre bile olmayan fani ruhum milyonlarca ihtimal varken onunkinde asılı kalmıştı. Ayaktaydık, parmaklarımın titreyişini gizlemek için koluna tutundum. Kalabalıktan boğulacaktım, hatta düşüp bayılmama az kalmıştı. Çağlar yaklaşıp kollarını sarmasa ve dudaklarını alnıma yaslamasaydı belki de bayılmıştım. Görüş açımda yalnızca o varken her şey daha kolaydı. Benden ayrılmadan "Sakinleş." diye fısıldadı. "Hızlıca bitmesini sağlayacağım." Başımı salladığımda alnımdaki sıcaklık tazeydi. Öyle garip bir histi ki çocukluğumda, güçlükle hatırladığım, annemin beni öptüğü anlardaki gibi hissettirmişti. Şimdi ikimizin de küçük bir konuşma (şov) yapması gerekiyordu. Çağlar kameralara oynayacak ben de ona bu yolda katılmış olacaktım. Bir elini cebine atıp diğer eliyle belime varla yok arası dokunarak kürsüdeki mikrofonlara yaklaştık. Büyük bir yer değildi ama rahat dinlenmesi için ihtiyacımız vardı. Çağlar mikrofonu biraz kaldırarak kendine göre ayarladı. "Merhaba sevgili konuklarımız." Yüzünde hiç silmediği muzip ifadesi varken ansızın bana dönüp tüm yüzümü sanki sanat eseri gibi inceledi. "Bu güzel kadının karım olmasına şahitlik ettiğiniz için teşekkür ediyorum." Koca bir alkış koptu tüm davetlilerden. Kalp atışlarımı gizlememe yardım ettikleri için minnettardım hepsine. Çağlar da farkında olmalıydı duygularımın zira gizlemeyi beceremiyordum bile. Utangaç bakışlar içinde önüme döndüğümde o da dönmüştü. Hoşuma giden daha birçok cümleyi daha kurarken de aynı profesyonellikle yalanlar uyduruyordu. "... sonra onu başkalarına gülümserken gördüm ve dedim ki; bana da böyle gülümsemesi için ne yapmalıyım? Sonunda peri kızından bile güzel Ofelya'yı Hamlet'in entrika dolu sarayından çıkarmaya karar verdim." Ansızın babama döndü. "Sayın Bakan, kesinlikle eviniz saraydan daha entrikalı demiyorum." Babamın hoşnut kahkahası yankılandı. "Bilirsiniz politikacıların evi de meclis gibidir. Ofelya ise siyaset sevmiyordu ki bu işimi kolaylaştırdı. Çünkü onu her an yanımda istiyordum ve en kısa zamanda nikahı basmaya hazırdım." Çağlar'a minnet dolu bakışlar attım. "Artık izin verirseniz bu güzel kadınla balayımıza gideceğiz." Alkış tufanı yeri göğü inletti. "Ofelya Hanım, siz konuşmayacak mısınız?" Çağlar basın mensuplarından birinin bana yönelttiği o soruya "Karım kalabalık sevmez. Biraz işinize asılıp güzel bir araştırmayla merak ettiklerinizi bulabilirsiniz." Göz kırpışına hayran hayran baktım. Kalabalığın yüzüme doğru bakışı, yanlışlıkla göz göze geldiğim insanlar yüzünden nefes alışım güçleşmeye başlamıştı. Viktor biz ayaktayken, tam arkamızı döndüğümüzde yanımıza geldi. Onun olduğu tarafa döndüm. "İyi misin?" Yakınıma gelip kimsenin duymayacağı şekilde fısıldamıştı o da. Başımla onayladım. Çağlar araya girip "Viktor," dediğinde ikimiz de ona dikkat kesildik. "Bizim için arabayı getirir misin? Bakan'a da söyle çıkıyoruz." Başıyla onayladığında Çağlar'ın parmakları belime yerleşip beni kalabalıktan çıkarmaya başlamıştı bile. "Böyle de biraz garip oldu." Arkama bakındım, kimsenin umurunda değildik çünkü babam konuşma yapıyordu. Zamanlama harikaydı. Kravatını gevşetmeye başladığında kırmızı ferrari önümüzde frenledi, kapısı açıldı. Viktor elindeki anahtarı Çağlar'a fırlatırken "Bundan bir tane de kendime alacağım." diyerek ıslık çaldı. Çağlar yandan gülüşle ona gülümseyip kapımı açtı ve içeri yerleştim. Dakikalar sonra yalnız kaldığımızda sessizlikte boğulmuştum. Bu Çağlar'la yaşadığım en garip an olabilirdi. Kravatını boynundan çıkarıp rastgele fırlattığında ben de saçımı çekiştiren tokayı gevşetmiştim. Derin bir soluk verip arkama yaslandım ve kalabalıktan uzaklaşmanın verdiği rahatlıkla dinlendim. "Nereye gidiyoruz?" dememe kalmadan öyle hızlı sürmeye başlamıştı ki bir yere tutunma gereği duymuştum. "Floransa'da ailemle akşam yemeğine." dediğinde dudaklarımdan uçuk bir "Ne!" nidası dökülüvermişti. "Şimdi! Ciddi değilsin!" Keyifli kahkahasını sürdürürken bir elini direksiyonda tutup ceketini çıkartmaya çalışıyordu. "Uçağımızın kalkmasına kırk beş dakika var, üzerini değiştirmen için benzinliğe çekeceğim." Ani freni eşliğinde durduğumuzda arka taraftan çıkardığı paketi elime tutuşturup önden ilerledi. "Kırk dakika!" diye seslenişi beni girdiğim transtan çıkarmıştı. Aceleyle getirdiği elbiseye göz gezdirdim. Vişne çürüğü rengindeydi ve yanına ayakkabı da getirmişti. Hızlıca giyinip arabaya döndüğümde benden önce oradaydı çoktan. "Gerildim." Arabaya binerken yüzüne bakıyordum benim aksime keyifliydi. "Benden nefret etmelerine bir şey demem ama eğer küçük bir ihtimal de olsa severlerse orada bayılabilirim." "Geril diye söylemiyorum ama kalabalıklar." "Ne!" "Türkleri sevdiklerini de söyleyemem. Benim için biraz müsamaha gösterecekler hepsi bu." "Peki onları anlamayacağım nasıl olsa." "Büyükannem bir Yunan ve çocuklarına her iki dili de öğretmiş. Yani Yunanca konuşmaktan kaçamazsın." Elimle alnıma vurdum. "Bana böyle bir bilgi vermemiştin!" diye sitem ettim. Gerçekten stres olmuştum. "Gerilme." diyerek geçiştirdi beni. "Sadece yanımda durman yeterli. Zaten o kalabalıkta araya kaynarsın. Ayda bir kez aile buluşması yaparlar ve tüm torunlar orada olur." "Harika, artık daha da stresliyim." Elini cebine atıp telefonunu bana uzattı. "Haber başlıklarını kontrol etsene. Listelerde en üst sırada değilsek tüm bu gösteri boşa gider." Tuş kilidini sormak üzereydim ki "0510" dedi. Zafer abimin haberinin patlamasına rağmen trendlerde ismi yoktu. #BarışBakanıZaharyasınKızı #KuzgunZaharyas❤️🔥 #OfelyaZaharyas İsmimin üzerine bastığımda çıkan fotoğraflarıma bakmak istemedim. Kendimi buradan görüyor olmak bile garip hissettiriyordu. Tüm beyaz gelinliklerin içinde bir de Çağlar'la yarış günü çekildiğimiz fotoğraf vardı ki hepsini teklerdi. Burnunu saçlarıma sürtmüş, vücudu benimkinin sarıp sarmalamış haldeydi. Kendimi bu şekilde dışarıdan ilk görüşümdü ve yalan söyleyemeyeceğim kadar iyi görünüyorduk. "Haberler iyi." diyere okumaya başladım. "Barış Bakanı Zaharyas'ın sır gibi sakladığı kızı Ofelya Zaharyas, Konstantinopolis askeri olan Üsteğmen Çağlar Kuzgun ile evlendi. İkilinin nişanı geçtiğimiz aylara damga vurmuşken düğünleri tam bir şölendi. Bakanlar, politikacılar, magazinden isimler; hepsinin katıldığı düğün hâlâ devam etmekte." Arabayı havaalanı otoparkında park ettiğinde telefonu ona verip çıktım. Deli gibi endişe içindeydim hatta neredeyse tırnaklarımı yiyecektim. Arabanın anahtarını cebine atıp değiştirdiği siyah ceketini koluna aldığında metrelerce yürüdük. Daha önce hiç havaalanına bile gitmemiştim ve buradaki her şeye yeniydim. "Çoktan bir saat geçti bile. Kaçırdık." Gözlüğünü takıp ilerlerden "Kaçıramayız çünkü tek yolcuları biziz ve beklemek zorundalar." dediğinde kaşlarımı çattım. "İtalyan ailenin faydaları diyelim. Alfonso'ların özel jeti burada." Şaşkınlıkla elimle ağzımı kapatıp hayran hayran jete doğru ilerledik. Çalışanların selamlarına karşılık verip birkaç tanesiyle tokalaşmıştı. Pratik ve sosyal becerileri yüksek biri olduğu her halinden belli oluyordu. Gülüşüyle hepsini büyüleyip durmuştu. Filmlerde gördüklerimin birebir aynısı olan jete bindiğimde dudağım uçuklayacaktı. Ben zengin bir Bakan'ın kızıydım, ailem politikadan önce de zengindi ama bu zenginliğin de üstüydü ve Çağlar bunu hiç belli etmemişti. Mütevazi biri değildi ama devamlı olarak varlığıyla da övünmüyordu. Oturmam için koltuklardan birini işaret ederek cam tarafına yönlendirdi ve yanıma oturdu. Görevli bir kadın yanımıza gelerek İtalyanca bir şeyler söyledi. Çağlar nazikçe dinleyip karşılık verirken hayran hayran onu izliyordum. "Bir şeyler yiyip içmek ister misin?" "Sence stresten yemek yiyebilecek gibi mi duruyorum?" "Harika çünkü birkaç saate tıka basa dolacağın bir masa olacak." Ellerimi koltuğun iki yanına koyup sıktığımda stresten terlediklerini fark ettim. Gerçekten konfor alanımın çok dışına çıkıyordum. Yanımda olanın Çağlar olmasına minnettardım ama yetmiyordu işte. Saçımın tamamen bozulduğunu fark edip tokayı çekip çıkardım. Elimle kabaca düzeltmeye çalışarak önümdeki saçımı sola doğru atıp gelişigüzel şekil verdim. "Kemerini tak bakalım." Uçak hareket etmeye başladığında istemsizce daha da gerilmiştim. Bu benim ilk uçak deneyimimdi ve içim tuhaf bir hisle kaplanmıştı ta ki parmaklarımın üzerine kapanan bir çift elin verdiği huzura kadar. Başımı çevirdiğimde yüzümdeki endişeyi görmüştü. "Sadece önüne bak ve havada olduğunu düşünmemeye çalış." Başımı salladım ama pek kolay değildi çünkü uçak havalandığında işler daha da zorlaşmıştı. Elini istemsizce sıkıyordum ama tek kelime dahi etmedi. "Birkaç saniye sonra geçecek." diyerek beni sakinleştirmeye çalıştı bir süre sonra. Nefesini hissettiğim şakağım uyuşuyordu sanki. Dediği gibi de oldu. Birkaç saniye sonra artık sadece hava süzülüyorduk. Gözlerim camdan dışarıyı gördüğü an şaşkınlıkla kalakaldım. Çok güzeldi. Yolun kalanında dışarıyı seyredip geçirdim. İtalya'ya inişimizin ardından biraz yorgun hissediyordum. Kapıda bizi karşılayan bir adam siyah arabanın kapısını ikimiz için açıp bize şoförlük yapmıştı. İtalya sokakları sadece arabadan gördüğüm kadarıyla bile harika görünüyordu. "Ailenin hepsi Floransa'da mı yaşıyor?" "Burada sadece aile buluşmalarını yapıyorlar. Bir kısmı Venedik ve Roma'da. Yazları bazen Sicilyadalar." "Zenginliğini ölçmeye çalışmak bile aklımı yordu." Histerik bir gülüş atıp uçak ekibiyle birkaç cümlelik kısa konuşmalar yaptılar. Kapısı neredeyse bir kilometre ötede olan malikaneye geldiğimizdeyse gözlerimi kırpıştırarak seyrediyordum etrafı. "Ben de bizim sitenin girişiyle evin girişi arasındaki mesafeye söylenip ne kadar da uzak diyordum." "Böyle konuşmaya devam edersen İtalyan genlerimle gurur duyarak önünde Ferrari atına dönüşeceğim." "Yapmazsan hatırım kalır." dedim kısık kahkahamın arasında. Arabadan inmemiz gereken zaman geldiğinde artık geri adım atmam için çok geçti. Çağlar kapımı açıp elini uzattı, tüm bu karmaşanın içinde sığınacağım liman olduğunu bilerek tuttum elini. Beni yakıp yıkacağına bilmeme rağmen yine oraya dönecektim. Etrafımızı korumalar sarmış bize eşlik ediyorlardı. Merdivenleri çıkarken gördüğüm tüm heykellere sanki müze geziyormuş gibi bakıyordum. Hatta girer girmez tüm duvarları kaplamış tablolar ve çizimlere de öyle. "Tüm bu zenginlik başını döndürmüş olmalı onları sonradan bulduğunda." İçerideki merdivenlere yönlendirdiğinde tüm bu tarihi yapının içinde bir asansör olmaması üzücüydü. "Yolumu kaybettiğim anlar da tam olarak o zamanlardı sanırım. Evet, döndürmüş." Parmaklarım elinin içinde küçücük kalmışken sıkı sıkıya tutuyordu. Yukarı çıktıkça gelen konuşma sesleri karşısında "Birazdan birkaç çocuk koşturarak buraya gelecek, korkma. Ve büyükannem hariç herkesin ürkütücü bakışlarına hazır ol. İtalyanlar sıcaktır ama ailemin tüm üyeleri için söyleyemeyeceğim." Tam da merdivenleri bitirdiğimiz o anda beş altı yaşlarında üç çocuk koşuşturmaya başlamıştı bile. Küçük kız önündeki iki oğlan çocuğunu kovalamaya çalışıyordu ve bunu yaparken yere oldukça sert bir şekilde düşmüştü. Ağlamaya başlamadan hemen önce Çağlar elini benimkinden çekip yere eğildi ve onu yakalayıp koltuk altından tutarak kucağına aldı. "Non piangere, Daniella." (Ağlama Daniella.) "Carlos!" Çağlar'a isimmiş gibi hissettiren bir hitapta bulunmuştu sanki. "Carlos?" Çağlar küçük kızı kollarının arasında susturmaya çalışırken "İtalyan ismim. Çağlar onlar için biraz zordu." dedi. Şaşkınlıkla yakınında, kolunun hemen bitişiğinde ilerlemeye başladım. Kızla bir şeyler konuşuyordu ve onu susturmak için abartılı mimikler kullanıyordu. İkisini izledim, gördüğüm en iyi filmmiş gibi izledim. Küçük kız yana yakıla bir şeyler anlatıyordu Çağlar'a ve o da abartılı mimiklerle dinliyordu onu. Carlos demek. Sonunda kızı kucağından bıraktığında bana bakıyordu. Beni işaret ederek bir şeyler söyledi, ikisinin de odağı bendim. "Senin adını soruyor." Onlar için yabancı olmaması açısından "Ofelya." diyerek elimi uzattım. Gülümseyerek elimi sıktı ve "Daniela." dedi tatlı İtalyan aksanıyla. Bu küçük bir kızla ilk tokalaşmamdı. Yumuşacık parmaklarını ısırmak istedim. "Ona güzel olduğunu nasıl söylerim?" "Sei bellissima." dedi keyifle. "Sei bellissima." Utanarak ellerini arkasına koyup gözlerini kaçırdı ve birkaç şey söyledi. "Elbiseni çok sevmiş, ona büyüdüğünde giymesi için ödünç verebilir misin diye soruyor." Gözleri aynı Çağlarınki gibi yeşildi. Tek fark Daniella'nınkiler aralarına mavi hareler almışken Çağlar saf yeşildi. Başımı onaylar anlamda salladım ve koşarak kalabalığın içine daldı. Rüyadan uyanmış gibi başımı kaldırdım, yeniden Çağlar'ın kalabalık ailesiyle karşılaştım. İstemsizce onun arkasına saklanmak geçiyordu içimden. Titrek bir sesle "Korkuyorum sanırım." diye fısıldadım. Parmaklarını belime yerleştirip yakınlığını belli etti. "Buradayım." Tek kelimesi yetmişti kaslarımı gevşetmeme. Üzerimdeki etkisi inkar edilemeyecek kadardı. "Teyzelerim kucaklaşmayı severler ama onları uyardım. Nazik olacaklarına eminim." Benim için tüm önlemleri aldığına ve rahatımı düşündüğünü biliyordum zaten. Geniş ve şaşalı salonun bir ucunda yemek masası bir ucunda koltuklar vardı ve orta kısım balkona açılıyordu. Tavanı yüksekti ve her bir noktasından tarih akıyordu bu evin. Büyükbabası olduğunu ilk anda fark ettiğim adam son ayağa kalkan olmuştu. Tam anlamıyla siyahlar içindeydi ve gördüğüm en sert bakışlara sahipti. Koltukların hemen arkasında korumaları da aynı şekilde. Yaşlı görünmüyordu ama yüzünde yaşanmışlık izleri vardı. Yaşlı ve güleç bir kadın iri adamların arasından süzülüp öne çıktı. Ak saçlarının araları sarı renkti ve gözleri aynı Çağlar'ınki gibi yemyeşildi. Yeşil göz genleri demek bu kadından geliyordu. Yunanca "Merhaba, tatlım." dediğinde tam olarak emin olmuştum. Bana baş selamı verip Çağlar'a sarılmadan hemen önce "Merhaba." dedim Yunanca. Anlaşılan bu gece Yunancamı ölçmem gerekecekti. Okul dışında pek kullanmamıştım çünkü. Çağlar'a sarılırken İtalyanca bir şeyler mırıldanmıştı, sanırım dedikodum yapılıyordu. Hafifçe tebessüm ettim. Çağlar'ın teyzeleri olduğunu anladığım iki kadın aynı anda selam verip aynı büyükannesi gibi Çağlar'a sarıldılar. Sanırım İtalyan'lar da sarılma işini bizim kadar gelenekselleştirmişlerdi. Aile üyelerindeki tek erkek dayısı büyükbaba kadar olmasa da sert görünüyordu. Sanırım mesleklerinin vermiş olduğu bir deformasyondu. Çağlar büyükbabası ve dayısı ile tokalaşmayı bitirdikten sonra ailesine " Mia moglie Ofelya." (Eşim Ofelya) şeklinde ismimin geçtiği bir cümle kurdu. Ardından bana dönerek "Büyükbabam Antonio, büyükannem Demetra. Teyzelerim Raffaela ve Ginevra. Dayım Alberto. Kalabalık sevmediğin için sadece çekirdek aileyi getirdiğini söylüyor büyükannem." dedi. Büyükannesi Demetra'ya minnettar bir gülüş atıp Yunanca "Beni düşündüğünüz için teşekkür ederim." dedim. Aynı samimi gülüşle karşılık verirken ortalıkta koşuşan çocuklara seslenip biraz kızdı. "Çocuklar işte, durmak bilmezler." deyip masayı gösterdi. "Yemeğe geçelim, o zaman." Çağlar'ın hemen yanında ne yapacağımı bilemeyerek ilerliyordum. "Senin gözünü boyamak için her türlü çeşitten yemek çıkaracaklar izle şimdi." diye fısıldadı kulağıma doğru. Kıkırdayıp "Misafirperver görünüyorlar zaten." dedim. Görünüşünden bile birkaç yüzyıllık olduğu belli olan sandalyeyi çekip oturmama yardım etti. Odayı aniden İtalyan curcunası almıştı. Her bir ağızdan ayrı sesler yükseliyor arada bir Yunanca çıkıyordu. Gerçekten bizim kadar yüksek ses seviyorlardı. "Konstantinopolis nasıl Carlos?" Duyduğum Yunanca cümleyle başımı kaldırıp dayısına baktım. Benim de anlamam için Yunanca konuşuyorlardı fakat büyükbabası bundan pek hoşnut gibi görünmüyordu. Sanırım Yunanca bilmiyordu. "Seçimler yaklaştığı için biraz karışık. Türklere karşı kurulan komploların sebebini Yunanlardan biliyorlar. İngilizler ortalığı karıştırıyor hep yaptıkları gibi. Ama seçimleri Ofelya'nın babası Bay Zaharyas kazanırsa ortalık biraz daha durulur." Teyzelerinden biri- hangisi olduğunu çoktan unuttum- "Tanrı yarımcınız olsun. Ofelya sen de Çağlar gibi mi düşünüyorsun?" dediğinde gerilmiştim. Gözümün önünde sırf Türkçe pankart açtığı için öldürülen insanları hatırladıkça öfkem kabarıyordu. Fakat burası sıradan bir masa değildi ve dediklerime dikkat etmek zorundaydım. Alberto, babasına konuşulanları tercüme ediyordu ve adamın bakışları kesince üzerime düşmüştü. "Ben bir siyasetçi kızıyım ve tüm bu karmaşanın içinde büyüdüm. Elbette Çağlar gibi düşünüyorum. En azından İngilizler olmasa biraz daha sakinleşir ve Yunanlarla daha iyi geçim sağlanabilir." Büyükbabası İtalyanca karşılık verdiğinde Çağlar benim için çevirdi. "Peki baban bir siyasetçi olmasaydı. Sıradan bir Türk olsaydın ne düşünürdün, diye soruyor." "Buna tarafsız bir cevap veremem çünkü bir Yunan tarafından canım yakılmadı." dedim fakat içimden geçenler bu cümleyle boy ölçüşemezdi. Dudaklarımdan çıkan yalanlar yüzünden canım yandı. Aslında "Vahşice öldürülen Türkleri görmemiş olsaydım, Yunan askerleri böyle katletmeseydi muhtemelen iki ülkenin barış içinde yaşayacağını düşünürdüm. Fakat gözümün önünde havaya uçan kız çocuğundan sonra hiçbir şey Yunan askerinin zalimliğini geçemez diye düşünüyorum. Halk kendi içinde çatışmıyor, siyasetçiler ve askerler çatışıyor. Sonumuzun ne olacağını bilmiyorum ama seçimi babamın içinde bulunduğu parti kazanırsa en azından bir süre ortalık durulabilir." demek istemiştim. Büyükannesinin alınabileceğini düşünüp de bunları eklerdim: "Üzerinize alınmayın lütfen, sizin gibi birini kırmak istemem. Yunan insanını çok seviyorum, geçmiş yüzyıllarda birlikte yaşarken kültürlerimizden tutun her şeyimiz birbirine benzemiş. Fakat Yunan askerleri ve siyasetçileri gördüğüm en korkunç insanlar; İngilizlerden sonra." Fakat çıkmadı hiçbir cümle dudaklarımdan. Çağlar o kısacık cümlemi büyükbabasına tercüme ederken tabağımdaki harika lazanyadan bir çatal daha aldım. Büyükbabası garip bir mimikle bir şeyler söyledi. "Kızımın ve torunumun neden Türklerle evlenmekte direttiğini şimdi anladım. Yalan söylemek zorunda hissetmiyorlar." diye çevirdi Çağlar. Ardından kulağıma yaklaşıp "Torunu ülkeyi kandıran bir yalancı haberi yok." diye fısıdadığında gülmemek için zor durdum. Torunu bir istihbaratçıydı ve bu adamın hiçbir şeyden haberi yoktu. Zamanın geri kalanı, bana yöneltilen birkaç iğneleyici soru hariç keyifliydi. Farklı kültürlerin oturduğu masalar hep zevk verirdi zaten. Ayrılık vakti geldiğinde büyükanne Demetra yanımıza gelmişti. "İstediğiniz zaman oradaki her şeyi bırakıp yanımıza gelebilirsiniz. Martina'dan geriye kalan tek hazinem sizlersiniz. O karmakarışık ülkeyi bırakır da gelirseniz bizi mutlu edersiniz." dedi Yunanca. Martina isminin etkisi öyle büyüktü ki gözlerinin aldığı halden anlamıştım Çağlar'ın annesinin adı olduğunu. Kurduğu cümlenin tekil değil ikimize karşı olması da kalbimi çalmıştı. "Biliyorsun büyükanne. Orası doğduğum yer, bırakamam. Annem gibi ben de oraya bağlıyım." Kadının yüzü hüzünlü bir hal almıştı. "Her şey baban olacak o adam yüzünden çıktı ama ağzımı açmayacağım sırf senin için Carlos. Ralliye geri dönmek istemez misin?" Ralli kelimesini duymak bile Çağlar'ı gülümsetmişti, eski günlerini hatırlamış olmalıydı. "Güzel günlerdi ve artık bitti. Şimdi önüme bakıp karımla ülkemde geçireceğim günler için dönmeliyim." Karım. Bunu sahiden içinden gelerek söylemiş olsaydı tam şurada bayılırdım fakat öyle sıradan gelmişti ki tepki vermedim; çünkü gerçek değildi. Duygusuzca söylenen bir kelimeden başka bir şey değildi onun için, biliyordum. Koruma ordusunun eşliğiyle gecenin geç saatlerinde üst katlardan birine çıktık. Yorgunluktan ölmek üzereydim ve topuklu ayakkabılar ayaklarımı ağrıtmaya başlamıştı. Kapıyı açtığımız gibi açık pencereden vuran rüzgar geri örtmüştü. Taş duvarlar, evin dış cephesinden içeri hafifçe sarkan sarmaşıklar harika bir manzara oluşturuyordu. Demir başlıklı yatağa baktım. "Bir tarihi eserde uyuyacağım asla aklıma gelmezdi." Çağlar kısık bir gülüş atarak ceketini çıkardığı gibi üstü boş makyaj masasına fırlattı. Kravatını gevşetip saçlarını elleriyle dağıttı. İçerideki tek kapıyı açıp kontrol etti. "Banyo yapmak istersen girebilirsin. Birazdan kıyafet getirirler." Başımı sallayarak onayladım ama önce yatağa oturup ayağımdaki ayakkabılardan kurtuldum. Ne kadar çok acıtırsa acıtsın asla vaz geçemeyeceğim o şey topuklu ayakkabılardı sanırım. Yaslandığı masadan beni seyrediyordu. "Ayaklarına yazık ediyorsun." Başımı kaldırıp topukluları bir kenara koydum. "Güzellik konfordan önce gelir." Çıplak ayak yürüyerek lavaboya ilerlerken kapı vurulmuş ve Çağlar çoktan ilgilenmişti. Birkaç saniye sonra kıyafetlerle dolu askılığı odanın içine sürüklüyordu. Kaşlarımı çatarak hayretle geri döndüm yanına. Askıdaki geceliklerin hiçbiri giyilecek gibi görünmüyordu, elime aldığım bir tanesine gelişigüzel baktığımda da emin olmuştum. "Yalnızca uyumak için tüm bu zahmete ne gerek vardı?" Geceliği geri asıp içlerinden en uzununu aldım. En azından dizlerimi örten askılı bir gecelik bulduğuma seviniyordum fakat pek bir yeri örttüğü de söylenemezdi çünkü sırtı olduğu gibi açıktı. O da kendine ait kısımdan bir şeyler almakla meşguldü. "Sadece uyuyacağımızı düşünmüyorlardı sanırım." Onun yüzünde mimik oynamazken ben alel acele banyoya girmiştim. Hislerini gizlemeye çalışmak ya da etkisi altına girmemek için kıvranmak çok güçtü. Çünkü her hareketinin bendeki tesiri akılalmazdı. Banyosu bile harika dekore edilmiş bu yerde daha çok vatki geçirmek isterdim fakat muhtemeln iki günden uzun süremiz yoktu. Bir askere göre bu kadar vakit bile fazlaydı. Bilmediğim kokular içinden elime geçen rastgele birini sıkıp vücudumu temizledim. Hızlıca üzerimi giyinip krem rengi geceliği de geçirirken hava esmeye başlamıştı. Gece yarısını geçiyordu ve karanlık çökmüştü. Saçlarımı toplayacağım bir tokam bile olmadığı için öylece bırakıp dışarı çıktım. Çağlar telefonla konuşuyor bense yatağa oturup başımdaki havluyu saçlarımda gezdirip ıslaklığını almaya çalışıyordum. Gözleri bende fakat dikkati duyduklarında gibi görünüyordu. Sinirden önündeki birkaç düğmeyi koparırcasına açıp İtalyanca cümleler kuruyordu. Açıkçası öfkeyle İtalyanca konuşan Çağlar'a hayran kalmıştım. Ağzımın suyu akmasın diye önüme dönüp saçlarımı kuruladığım havluyu geri banyoya götürdüm. Tekrar döndüğümde telefonu kapatmış elinde kıyafetleri ile banyoya ilerliyordu. Yutkunarak yanından geçtim, yatağa girdim. Dakikalardır tek düşünebildiğim Çağlar'ın yanında uyuyacak olma ihtimalimdi. Ne olursa olsun her kadın yatağını paylaştığı adama karşı bir şeyler hisseder, diye düşündüm. Hissetmez miydi yoksa? Çağlar'la uyuyup kalp atışlarımı sakin tutabilecek miydim ki? En iyisinin o geri dönmeden uyumak olduğunu düşünüp ışı söndürdüm ve gözlerimi kapattım. Normalde güçlükle daldığım uykum yorgunluk ve onun varlığıyla hızlıca sarmıştı etrafımı, derin olmayan bir uykuya daldım. Bu uykudan beni uyandıran şey "Efsun." fısıltısıydı. Gözlerimi araladığımda benim tarafımda yere çökmüş, ıslak saçlı bir Çağlar gördüm. "Hmm?" mırıltısı döküldü uykulu gözlerimde. Karanlığa rağmen dışarıdan sızan ışık yüzünü netleştiriyordu. Fısıltıyla "Seninle uyumamda bir sakınca var mı?" diye soruşu hayrete düşürdü. Bu konuda ince olabileceğini düşünmezdim. Sarındığım yorgandan kolumu çıkardım. "Yerde yatacak halin yok ya Çağlar." Sesim uyku mahmurluğuyla çatallı çıkıyordu. "Emin misin? Rahatsız olursan?" "Uyu Çağlar." Takmıyor gibi görünüyordum, sakinmiş gibi ama kalp atışlarım ifşa olsaydı mahvolurdum. Yatağın her hareketinde gözlerimi sıkıca yumdum. Yeni model geniş yataklardan değildi ve biraz fazla yer kaplasa birbirimize değerdik. Yatağın ucuna iyice yerleştim ve yeniden uyumaya çalıştım. Dakikalar sonra hala uyuyamamıştım. Kıpırdamadan durmaya çalıştığım için beynim uyumama izin vermiyor, sürekli sinyaller veriyordu. Sonunda sağıma döndüğümde yaptığım en büyük hatalardan biri olduğunu anlamam güç olmuştu. Çağlar, benim tarafıma doğru dönmüş, yüz üstü yatıyordu. Bir elini yastığının altına koymuş, yüzünün yarısı da yastığa gömülmüştü. Kıpırdanmaya devam edip tam olarak rahat bir pozisyon arıyordum. Sonunda tamamen Çağlar'a dönmekte buldum çareyi, çünkü genelde sağıma yatardım. Dakikalar geçmiş, derin olmasa da az önceki gibi bir uykuya dalmak üzereydim. Nefesim düzenliydi ama zihnimin bir köşesi açıktı ve tenime değen şeyin rüzgar değil de Çağlar'ın parmakları olduğunu biliyordum. Yanağımdaki saçlarımı çekip baş parmağının yanağımı tüy kadar hafif bir ritimde okşadığını hissedebilecek kadar zihnim yerindeydi. Anne, Çağlar da beni sevse nasıl olurdu? *** Ayak sesleri; uyurken duymaya alışkın olmadığım sesler odada yankılanıyordu. Sonra durdu ve çok yakınımda hissettim varlığını. Çağlar olduğunu biliyordum çünkü nefesinden tanırdım onu. "Efsun." dedi aynı dün geceki gibi. "Hı?" diye mırıldandım yine. "Saat bir." Şaşkınlıkla açıldı gözlerim ve adeta ayağa fırlar gibi doğruldum. "Ne?" Saçlarımı gelişigüzel arkaya doğru savurdum. Çok uyumaktan ağrıyan başım da saati açıkça vurguluyordu. Yatağın diğer tarafına geçip ayakucuma doğru sırt üstü devrildi. Üzerine zeytin yeşili bir tişört ve keten pantolon giymişti. "Yarın sabah altıdaki uçuşa kadar vaktimiz var. Yaklaşık bir saat sonra da Venedik'e uçuyoruz." Uyku mahmuru dediklerini idrak etmeye çalıştım. "Hadi uyuyan güzel!" Sesinde neşe vardı ve mutluluğunu bana da bulaştırmıştı. Yataktan çıkıp elimi yüzümü yıkadım, getirilen kıyafetlerin içinden aralık ayına pek de uymayan bir elbise seçtim. Uzun kolluydu ama muhtemelen az da olsa üşüyecektim. Topuklu bir bot da giydikten sonra kahvaltıya indik. Ailesinin diğer üyeleri çoktan kendi evlerine dağılmıştı, benden daha dolu hayatları olduğu kesindi. İkimizin yaptığı ikinci kahvaltıydı ve Çağlar'ın gezi rotasını konuşmakla geçirdik. İtalya'yı merak ettiğim için özel izin almıştı ve yarın sabah görev için geri dönmesi gerekiyordu, dinlenemeyecekti. Uçaktan indikten sonraki zaman dilimi o kadar güzeldi ki bir kabusa dönüşmesinden korkuyordum. Önünden geçtiğimiz kafelerden meşhur yiyecekler tattırıyor, damak zevkimi hiç olmadığı kadar genişletiyordu. Harika İtalyancasıyla da beni büyülüyordu. Manzaraya karşı yan yana oturmuş tatlılarımızı yiyorduk. Önümdeki tatlıdan bir ısırık almak üzereydim ki başını eğip benden önce çatalımdaki tatlıyı kaptı. "Çağlar!" diye sitem ederek tatlımı öne çektim. Dolu ağzıyla "Seninki daha lezzetliymiş." dedi. "Aynı tatlıyı yiyoruz yalancı." Gülüp başımı iki yana salladım. "İtalyanlar o kadar gürültücüler ki dönünce bir süre sessizlik içinde oturacağım." "Maalesef onu bir süre ertelemen gerekecek gülüm. Çünkü seçim kampanyaları başlayacak ve senin kalabalığa alışman için Hira ile idman yapman gerekecek." Gülüm. İşte yine başladık. "Anlaşılan huzura eremiyorum." Çatalını benim tatlıma daldırıp bir ısırık daha yedi. "Her şey özgür bir İstanbul için." Saatine bakındı. "Gece bastırmak üzere, gidip kulağımızın pasını silelim artık." Ayağa kalkıp parmaklarını bana uzattı. Gülümseyerek tuttum elini ve beni müzik sesinin yükselmeye başladığı sokaklardan birine doğru sürüklemeye başladı. Bir adım arkasından onu seyrederek ilerliyordum. Hava soğuktu ama kısa kollu giyme sevdasından vazgeçmemişti; benimse kollarım uzun kolluya rağmen üşüyordu. Son ses İtalyan müzikleri yükseliyor, saçlarım önüme doğru uçuşuyordu. Parmaklarımın arasındaki eline sıkıca sarıldım, beni kalabalığa sürüklüyordu. Omuzlarım istemsizce çöküp olabildiğince kendime çekilmiştim. "Çağlar!" diye seslendim müziği bastırmaya çalışarak. Arkasını dönüp endişeli gözlerime baktı ve kulaklarıma eğildi. "Kendini bana bırakmaya çalış." Geri gelip elini omzuma attı, diğer eliyle parmaklarımı tutmaya devam ederken sesin kaynağına ilerledik. İnsanlar caddenin ortasında deli gibi dans ediyor ve eğleniyorlardı. Kimse kimsenin umurunda değildi, mutlulardı. "Bu insanlar delirmiş!" dedim gülerek. Arkamdan sinsice kulağıma eğildi. "En az bizim kadar." Hızını artırıp beni kalabalığın ortasına iterken hafif ritimde zıplıyordu ve ben de onun etkisiyle hareket ediyordum. Kahkaha atıp tanımadığım insan kalabalığına baktım. Birçoğu birbirine yabancıydı ama hepsinin yüzünde tek bir ifade vardı; mutluluk. Başımı arkaya atıp Çağlar'a bakmaya çalıştım, aynı saniyelerde bana bakıyor olması kulağımdaki tüm müziği birkaç saniyeliğine sildi. "Dans et benimle." Gülümsemeye devam ettim. Ömrümün çoğunda hiç yapmadığım kadar gülümsedim. "Ediyorum ya." dedim. Bu defa kollarını benden ayırmadan önüme geçip kalabalığın daha da sıklaştığı yere çekiştirdi. Zıplayıp o meşhur İtalyan şarkısında deliler gibi dans ediyorduk. Dudaklarının kenarının nasıl kıvrıldığını, ellerinin belimdeki yerini nasıl bulduğunu, her zerresini seyrettim. Yanıp sönen ışıklar yüzlerimize vurdukça gözlerimiz renkten renge giriyordu. Renk cümbüşü gibiydik, son vuran renk kırmızı oldu. Şarkıyı bildiği için dudaklarını oynatıyordu, dudağının kenarındaki o gamzede aklım takıldı, sersemledim. Kirpiklerinde, boyunda, omuzlarında ve her zerresinde. Ben bu adamı seviyordum. Beni sevsin ya da sevmesin artık çok geçti. Anne, demek sen de babama aşık olduğunda bu yüzden ondan kaçamadın. Demek böyle hissettiriyordu; güldüğü saniyenin dörtte birinde takılı kalıyordu aklım. Belimden tutup kendine yaklaştırdığında rüzgarda savrulan yaprak gibi hissettim. Yüzü yüzüme yaklaştı. "Özgürlüğü hissettin mi?" Bağırıyordu ama sesi bana fısıltı gibi geliyordu. Boyuna yetişmek için ayakucumda kalkıp bir elimi omzuna attım. "Senin yanındayken hep özgürüm. Bana bunu çoktan vadetmemiş miydin zaten?" Ondan uzaklaştığımda yüz ifadesi şaşkındı. "Bunu hissettirebildim mi yani?" dedi afallamış bir şekilde. Başımı salladım, yüzündeki masum ifadeye baktım bir süre. İçimde büyüyüp duran bu duygu selini akıtmalıydım yoksa beni de yiyip bitirecekti. Çağlar duygularla yaşamazdı biliyordum fakat ben de bu duygu yükünü tek başıma kaldıramazdım. Sonunda duran şarkı aklımı başıma getirmişti ama Çağlar hala çok yakınımda duruyordu. Elleri belimde, gözleri dudaklarımdaydı; tüm bunlara rağmen gözlerinin içinde bir duygu zerresi aradım. Parmaklarım yakınlığımız dolayısıyla göğsüne yerleşti, bir yuvanın sıcaklığı avucumda yeşerdi. Hedefinde dudaklarım olduğunu gözlerinden görebiliyordum, eğer beni öperse bunu kaldıramazdım. Onun için duygusal hiçbir anlamı olmayan bir öpücük benim rüyalarımın katili olurdu çünkü. "Dur." dedim panikle. O öpücüğü istiyordum elbet ama duygularıyla. "Çağlar sana söylemem gereken bir şey var." Sözcüklerim onu durdurup merakla kaşlarını çatmasına sebep olmuştu. Yaşadığım bu şeyin adına platoniklik deniyordu sanırım ve birazdan yapacağım şey de malum ilanı aşktı. Bir parmağını çeneme yerleştirdi. "Söyle gülüm." Ve her şey daha da zorlaştı. Kim sevdiğinden başkasına gülüm derdi ki? "Ben... Çağlar ben..." Sanki söyleyeceklerimin onu memnun etmeyeceğini fark etmiş gibi vücudumdaki parmakları gevşedi, kaşları çatıldı, nefes alışları sıklaştı. "Senin için hiçbir şey ifade etmediğini biliyorum, daha önce çok yaşadığın ve sıradan şeyler ama ben... Benim için yaptığın her hareketin bir anlamı var, bende bir tesiri var ve buna karşı koyamıyorum." Ansızın alnını alnıma yaslayıp bir eliyle dudaklarımı kapattı. "Ştt! Efsun yapma." Sesi yalvarır gibiydi, ondan daha önce duymadığım bir acı çekiş bir feryat vardı içinde. "Yapma bunu, söyleme bana." Gözlerim hayretler içinde açılmışken kalbimdeki kırık çatladıkça çatladı. "Bana o kelimeleri söyleme, duygulardan bahsetme." Gözlerimi yumup sadece dinledim. Çünkü parmakları hala dudaklarımdaydı ve konuşmaya çalışsam bile başaramaz ağlardım. "Sevginin ve aşkın insan öldürdüğünü bile bile kendini atıyorsun o uçurumdan." Kalabalığın sesleri hala etrafımızdaydı ama kimsenin umurunda olmadığımıza emindim. "Beni bu yükümlülüğün altına sokma." Son cümle canımı en çok acıtan kısımdı. Göğsündeki ellerimle ittirip uzaklaştım ondan. Yüzüne bakmak istemiyordum çünkü duygularımın esiri olurdum. "Ben bir yükümlülük müyüm senin için!" dedim ve ömrümde yapmayacağım bir sesle bağırdım ona. "Biliyordun Çağlar! Daha önce kimseyle yakın olmadım, sarılmadım ve hepsini bile bile, senden etkileneceğimi bile bile yaklaştın bana. Özür dilerim duygularımın esiri olduğum için ama gerçek bu." Yanağımdan akan gözyaşını elimin tersiyle sildim. "Seni se-" Sözlerimi bitirmeme fırsat vermeden bu defa elleriyle değil sözleriyle susturdu beni. "Bitirme o kelimeleri!" Bana bağırıyordu hem de en öfkeli haliyle. "Kimden duyduysan seni bırakıp gitmedi mi Efsun? Kime bağlandıysan gitmedi mi? Anlamıyor musun, bağlanırsan elinden alırlar!" Öfkesi öyle şiddetliydi ki etraftaki birkaç kişinin dönüp bize baktığını gördüm. Kalabalığı bastıracak kadar bağırmıştı ve ben ruhsuzca gözlerine bakıyordum. Bana gitme demişti, öfkelendiğimde ne yaparsan yap ama gitme; düşündüğüm tek şey gitmekti artık. "Bundan sonra sınırlarını geçmezsen duygularımı gömerim o zaman Çağlar Kuzgun." dedim sakince. Sakinliğim karşısında ne kadar öfkeli olduğunu ve hala arkamı dönüp gitmeyişimi fark etti. "Efsun ben bugün varım yarın yoğum. Ertesi gün başka bir kimlikte bakmışsın yeniden varım." Sakinleşiyordu. "Gerçek bir kimlikle bile ölmeyeceğim. Belki bir hain olacağım, belki isimsiz olacak mezarım. Kendini benim gibi biriyle yakıştırma." Çenem titrerken "Elimde olsaydı seni mi seçerdim?" dedim tükürürcesine. "Kalp seçer mi sanıyorsun." Gözyaşlarımı iyice silip bir daha akmamasının garantisini verdim kendime. Omzumu dikleştirip "Belki sadece merhametine karşılık hissettiğim minnet duygusudur, unutur giderim." İlerleyip kolundan yakaladım. "Gidelim artık buradan, hiç sevmedim." Yalanlar, yalanlar. Beni sevmeyen bir adamın kolundan tutup aşık olduğum şehri terk etmek üzere ilerliyordum. Yüzüne bakmadım, zaten bir adım gerimden geliyordu, ipleri ellerime vermişti. "Bana bir daha gülüm deme olur mu Çağlar?" Gözlerimi görmüyor oluşuna minnettar kaldım. "Bırak da benim için özel olan birine kalsın." Tek tepkisi tuttuğum kolunun kasılması olmuştu. Bir süre sonra kolunu da bıraktım, otele döndüğümüzde yüzüne bakamıyordum. Ruhsuzca banyoya girdim, suyu açtım ve banyonun köşesine çöktüğüm yerde ağlamaya başladım. Bir erkeğin sevgisine muhtaç kalacağımı düşünmezdim bundan aylar öncesinde. Gözlerimi kapattığımda göreceğim simanın Çağlar olacağını, sarılışındaki hissi tekrar tekrar isteyeceğimi düşünmezdim mesela. Üzerime sıçrayan su taneleri yüzünden titremeye başlarken bile şu kapının açılıp beni sarıp sarmalamasını hayal edeceğimi söyleseler gülmezdim bile. Duygular karşısındaki güçsüzlüğüm zaten ortadaydı ama bu denli büyük olduğunu ben de yeni idrak ediyordum. Meğer ben ne acizmişim, ne pervasızca tutuluyormuşum bu illete. *** ÇAĞLAR KUZGUN Soğuk sevmezdim; Efsun buz kokuyordu bu gece. Çiçekli parfümler sıkan bir kadının teninde soğuk kokusu alacağımı düşünememiştim. Onu kıracağımı ya da benden etkileneceğini düşünememiştim. "O, diğer kadınlar gibi değil!" demişti Hira. "Gözlerinde gördüm, seviyor seni!" Başımı duvara durup gözlerimi kapattım. Balkonun soğuk zemini içime işlerken yine tam olarak hissedemiyordum soğuğu. Parmak uçlarımdaki hissizliği ölçmek için tırnaklarımı batırdım; his yine yoktu. Hissetmeyi reddettiğim tek şey duygular değildi belki de soğuğu da protesto eden zihnim yüzünden uzun zamandır hissetmiyordum; belki de lütuftu. Onun yanında kontrolümü kaybetmemek için aldığım sakinleştiriciler arşa çıkıyordu artık. Bana bir baksa, bir dokunsa eriyip giden öfkeme rağmen güvenmiyordum kendime. İçimdeki Kuzgun'u hiç görmesin, canavarla tanışmasın istiyordum. Başımı duvara bir kez daha vurup ara sokakta şarkı söyleyerek geçip giden gruba küfürler ettim. İyileştirirken mahvettiğim kız içeride ağlıyorken tüm dünya yıkılsın istiyordum. Ellerimi kısa saçlarıma geçirip olabildiğince dağıttım. Zaten bir tek saçlarım dağılmamıştı kalan her şey bin parçaydı. Seven gider, seven bırakır! Annen de gitti çünkü seviyordu seni! Kuzgun konuşuyordu yine. İçimdeki vesvese veren o şeytan ve Kuzgun bir olmuştu tekrardan. Efsun'un varlığında gittiğini sanmıştım oysa. Bir silahım olsa omzuma sıkar, düşüncelerimi acıyla bastırırdım. Esen rüzgarı hissettikçe kesikler açıldı sanki tenimde. Gözlerim kapandı, hafif uyku moduna geçmiştim. Daha küçücükken Green örgütünde geçirdiğim, zihnimin en büyük hasarı orada aldığından emin olduğum görüntüler gözlerimden geçerken cebimdeki bir sakızı daha attım ağzıma. Kalp atışlarım tavandı. Hira'nın ellerindeki kesikleri hatırlıyordum, örgütün ikimize karşı özenli duruşunu ve robot askerler olmak üzere olduğumuz günleri silmeye çalıştım. MİT tarafından bizimle beraber kalan altı çocukla bulunduğumuzda hiçbirimiz normal çocuklar değildik artık. Ben öfke problemleriyle cebelleşen, sinirleri mahvolmuş ve zihni bin parça bir çocuk olarak kurtarılmıştım; Hira adını ve ana dilini unutmuş vaziyetteydi. Gördüklerimiz bir çocuğun ömrünü yıllarca kısaltacak cinstendi. İçimize çektiğimiz hava bile sıradan değildi orada. İngiliz ve Yunan istihbaratının en azılı isimlerinin oluşturduğu gizli bir örgüttü. Yunan ve İngiliz'lerin yanı sıra, birkaç Rus ve Afgan asıllı insanlar tarafından geliştiriliyordu. Zihnimin en derin köşelerine inmişken banyo kapısının sesiyle zihnim yeniden açıldı ama gözlerim hala kapalıydı. Ayak sesleri dolabın önünden buraya doğru uzandı. Bir süre balkon kapısının hemen önünde durdu sonra yakınıma geldi. "Don burada." Sesinde sitem vardı ama öfkenin eseri yoktu. Yorganın hışırtısını duydum, yatmaya gitmişti. Dakikalar akıp giderken henüz onu bile doldurmadan ayak sesleri yeniden balkona ulaştı. Gülümsemek istedim ama uyuduğumu sandığı için kıpırdamadım. Öfkesi ne kadar taze olursa olsun vicdanı asla onun önüne geçmeyen bir kadını hak edecek ne yapmıştım? Hak etmiyordum zaten, doğru ya! Eğilip yakınıma geldi, parfüm sıkmamıştı, yalnızca şampuan kokusu alıyordum; bir de buz gibi kokan teninin kokusu. Gözümün önünden bir şeyin geçtiğini karartıdan fark ettim ardından parmakları omzuma değdi. "Çağlar." Gözlerimi araladım, ela harelerini görmem hiç iyi olmamıştı. "Hava çok soğuk, kalk." Sesi de kokusu gibi soğuktu. Yüzünde mimik yoktu ve bu işleri daha da kolaylaştırır sanmıştım, yanılmışım; artık daha çok vicdan azabı çekiyordum. Sevmeseydin beni, daha güzel olurdu her şey be gülüm! Başımı sallayana kadar ayrılmadı yanımdan. Sonra ayaklandım, üzerimi değiştirdim ve onu daha fazla rahatsız etmeden yatağın en ücra noktasına sırt üstü uzandım. Üzerimi çekmedim, pencerenin kapalı olduğundan emin olduktan sonra alarmı kurup gözlerimi kapattım. Bir kolum başımın aldınta diğeri karnımdaydı. Soluma baktım, saçları yastıkta dağılmış, sırtı bana dönüktü. Düzenli nefesler alıyordu, her soluğunu dinledim. Aynı annesine benziyordu; merhametliydi, sessiz konuşuyordu ve kelimelerinin telaffuzuna dikkat ediyordu. Gözleri aynı onunki gibiydi, saçlarının rengi bile. Zafer babasına benziyorken Efsun'un ona hiç benzemiyor oluşuna minnet duydum. Kendi kalp atışlarım yüzünden dalamadım bir türlü uykuya. Sakinleştirici bazen öyle etki ediyordu ki kalp atışlarımı iki katına çıkarıyordu düşürmek yerine; muhtemelen çok yüksek dozlar aldığımdandı. *** EFSUN Geri dönüşümüzün ertesi günündeydik. Çağlar'ın askeriyeye yakın olan evindeydik, ben rahatsız olurum diye geceyi diğer evinde geçirmişti. Bu sürede genel şeylerin dışında pek konuşmadık, gözlerine bile bakamıyordum zaten. Eşyalarımı bavuldan çıkarıp benim için boşalttığı giyinme odasındaki boş yerlere yerleştirdim. Benim kadar olmasa da onun da birçok kıyafeti vardı. Hepsinin ayrı bir düzeni, renk uyumu içinde yeri vardı. Bense onun aksine gelişigüzel dizmiştim. Burası diğerine göre küçük bir evdi. Kendisi misafir odasındaki yatakta kalacağını söyleyip bana odasını vermişti. Değiştirilmiş temiz çarşaflarda bir gece geçirdikten sonra etresi gün baş ucumdaki notla uyandım. "Görev için çıkmak zorundayım, ne zaman dönerim bilmiyorum. Hira telefonuna bir şeyler yükleyecek, o zamana kadar telefonla kimseyle konuşma. Dikkat et." Notu buruşturup avucumda sıktım. Dikkat etmiş! Sen dikkat et! Üzerimi değiştirip sakinleşmeye çalıştım. Bugün babamla beraber kültür merkezinin açılışına gidecektik. İlk seferimdi, babamla birlikte bir şeyler yaptığım ilk seferim. Küçük Efsun bir köşeden beni izlese ağlardı muhtemelen ama ben hiçbir şey hissetmiyordum. Kapı çaldığında koşar adım açtım. Hira siyah takım içindeydi yeniden. İçeri girdi, "Nasılsın Efsun." derken uzattığım telefonumu karıştırmaya başlamıştı bile. "İyi." dedim kısaca. Fakat hemen ardından başını kaldırmıştı. Kapıyı arkasından kapatıp salona ilerledim. "Gözlerin diyor ki kalbim kırık." Kendimi koltuğa bıraktım, hemen fark etmesi sinirlerimi bozmuştu. "Kırılacak kalbim kaldı mı bilmiyorum." Telefonla ilgilenmesine rağmen kulağı bendeydi. "Çağlar Komutanımla işlerin kötü gittiğini biliyorum." "Nasıl?" "Çünkü ikinizi de okuyabiliyorum." "Söyle o zaman kim ne hata yaptı?" Telefonumu yeniden bana uzattı. "Artık herhangi biri telefonunu izleyemez ya da dinleyemez. Rahat konuşabiliriz." Kollarını birbirine bağladı. "Aşıksın." dediği an bir öksürük krizinde boğulacaktım. Şaşkın gözlerle "Nasıl anladın?" diye sordum. "Sadece ben değil Çağlar dışında herkes anlamıştır. Gözlerindeki bakışı gördüm Efsun." "Ama o bakışı Çağlar'ın gözlerinde göremedin." Sözlerimle birlikte mahçup bir şekilde başıyla onayladı beni. O da biliyordu karşılıksız olduğunu. "Çağlar komutanım korkuyor." Hiddetle "Neyden?" diye çıkıştım. "Her şeyden. Çünkü sen onun elde ettiği diğer kızlar gibi kırılmaz değildisin. Ürkek bir ceylana nasıl yaklaşılır bilmiyor çünkü o hep aslanlarla geçirdi ömrünü. Kadınlar onun avı olmadı, avına aşık da olmadı ta ki sen gelene kadar. Gençlik hatalarındaki kızlardan değilsin çünkü." "Bu beni sevmiyor oluşunu değiştirmiyor." "Ama aşık olmayacağını da söyleyemezsin. Ayrıca sevmiyor değil, sadece bunu fark etmedi." "Olmayacak çünkü artık izin vermem." Derin bir iç çekerek kaktım ayağa. "Daha önemli işlerimiz var Hira. Boş verelim." Evden çıktığımız gibi bahçede beliren makam aracının kapısını açtı şoför. Hira diğer araya binerken ben babamın olduğu arabaya bindim. Viktor'u görmemle şaşkınlıkla karışık gülümsedim. Üçümüz de arkada oturuyorduk ve aile üyelerimle en yakın tesması kurduğum andı. Babam pencereden dışarıyı izlerken Viktor da bana gülümsedi. "Taze gelin, İtalya nasıldı?" Kulağıma yaklaştığında irkilmediğimi görüp rahatladı. "Ferrari çaldın mı bana da bir tane?" Kıkırdadım. "Uzaktan kumandalı olandan mı?" Sahte bir edayla çattı kaşlarını. Bir süre sonra yeniden yaklaştı. "İyi olacak mısın?" Gülümsedim ve başımı salladım. Yıllar sonra Viktor ile işlerimizi çözmüştük. Galiba artık o da her şeyin farkında olduğu içindi. Kalablık bir yerde durduğumuzda kurulmuş bir kürsü gördüm. Yalnızca elime verilen makasla birlikte kurdelayı kesmem gerekiyordu, basitti ama korkutucuydu da. En azından tokalaşmamı gerektirecek insan sayısı azdı ve başarmak için şimdiden kendimi telkinliyordum. Arabadan indiğimde bir yanıma babam diğer yanıma Viktor yerleşti. Kültür merkezinin çoğu babamın kişisel hesabından yardım alınarak yapıldığı için tüm aile katılıyorduk sanırım. Elene'nin randevusu yüzünden onun yerine geliyor oluşum işi daha da zorlaştırmıştı. Viktor kulağıma eğildi. "Koluma girmek ister misin?" Başımla onaylayıp yıllar sonra kardeşime rahatlıkla dokunabiliyor oluşumun verdiği hisle daha da gülümsedim. Babam bir adım arkamızdan geliyordu. "Böyle devam edin, sol tarafta muhabirler için güzel pozlar verin." Kürsüye çıkarken Hira'nın da etrafımda olduğunu bilmek iyi gelmişti. İşini büyük bir ciddiyetle yapıyordu, kulağındaki kulaklıktan aldığı emirlerle kaşlarını çattı ve daha da yaklaştı etrafımıza. Kürsüye adım adım çıkarken her yerden flaşlar patlıyordu. Babam otuz iki diş gülümsedi, etraftaki kalabalığın neredeyse hepsi basın mensuplarından oluşuyordu. Kürsüsüne yaklaşıp konuşma yapmak için miktofonu düzeltti. "...Bakanlığım boyunca kestiğim sayısız kurdale içinde en güzeli bu gün olacak. Barış Bakanlığına ait bu kültür merkezimizde iki ayrı milletin de zaman geçirebileceği özel etkinliklerimiz olacak. Irkçılığın asla yaşanmaması adına farklı ırklardan eğitmenlerimizin verdiği seminerler ve sempozyumlar yapacağız. Bu merkez altında Yunanca özel dersler ve kültür birleşimi derslerimiz olacak. Tüm halkımızı kayıt olmaları için davet ediyorum. Ben Nikolas Zaharyas, kızım ve oğlum da bu işin içerisinde gönüllüler olacağız. Çok yakında sokak sokak barış için sizlerle birleşeceğiz. Sokaklarda Yunanca bilmeyen kalmayacak; biliyorsunuz günümüzde tek dil bilmek yarım bir insan demek. Resmi dilimiz olan Türkçe'nin yanında Yunanca'da öğrenilmesi için artık yalnızca lise ve üniversitede değil ilk ve ortaokulda da zorunlu dilin Yunanca olduğunu biliyorsunuz. Artık kültür merkezlerimizde de bu eğitimleri alabileceksiniz." Zoraki gülüşümü tazeledim. Zorunlu Yunanca eğitiminin ilkokulda başlaması koca bir yalandı. Yunanca zaten son beş yıldır resmi eğitim diliydi. Okullarda Türkçe konuşan öğrencilere ek olarak dersler verilip tüm eğitim seviyelerindeki dilleri Yunanca'ya çevirmeye başlamışlardı bile; öncüsüyse babamdı. Babam birkaç adım geri gelerek başka bir konuşmacıya bıraktı kürsüyü. Ellerimize verilen makaslarla gülümseyerek hizaya dizildik. Kırmızı kurdelenin kesilişiyle alkışlar koptu, sahte gülüşler peyda oldu. Kusmamak için gösterdiğim çabanın yanı sıra gülümsemeye çalıştım. Saatlerin ardından geri dönmek üzere arabaya ilerledik. "Geri çekil Ofelya." dedi babam. Ne olduğunu anlamak için arkamı dönmüştüm ki hızla gelen arabaya karşı babam yıllar sonra ilk kez koluma dokundu. Sadece dokunduğunu sanarken sıkıca kavrayıp beni geri doğru adeta savurduğunda otoparta topuklularım takırdamıştı. Geriye doğru yalpalarken beni arabaya çarpmamak için çektiğini sanıyordum, aptaldım. "Bir daha fotoğraf çekilirken Viktor'un önünü kesme. Elene tüm karelerde iyi çıkmasını istiyor." Viktor önden ilerliyordu bu yüzden hiçbir şey duymamıştı. Bir an, sadece bir anlığına beni düşündüğünü sanmıştım. "O zaman yalnızca oğlunu al yanına." "Emin ol reklama ihtiyacımız olmasa yanımda taşıyacağım son kişi bile değilsin." Canımın yandığını belli etmemek için tepkisizce bekledim. Hira'yı buldu gözlerim. "Hira! Arabayı getirebilir misin? Yalnız dönmek istiyorum." Başıyla onaylayıp koşar adım kayboldu. Viktor'a el sallayıp babamı görmezsen geldim. Kollarımı birbirine bağlayıp Hira'yı bekledim. Tanıdık fren sesleriyle beraber arabaya binip derin bir soluk bıraktım. Tüm bu sahtelik yormuştu. "Benzinlikte durmam sorun olur mu? Su alacağım." Başımı sallayıp çektiği benzinlike camı araladım. Küçük bir kız çocuğu yan arabada oynuyordu arkadaşıyla veya kardeşiyle. "Yapmasana Yıldız!" diye bağırdı açık camdan. Öndeki kız şoför koltuğuna oturmuş başını sarkıtıyordu. İkicamdan birbirleriyle itişiyorlardı. "Önce sen başlattın!" dedi Yunanca. Adı Yıldızdı ama konuştuğu dil Yunancaydı hem de ana dili gibi. "Ağlama bücür." diye ekledi. Diğeri, küçük olan "Benimle o dilde konuşma, anlamıyorum! Daha büyümedim ki!" Bozulmuş bir Türkçeyle yanıtladı. "Anne kızıyor, bu dilde konuşma diyor!" "Babam izin verdi bana! Öğrenmek zorunda değilim onu!" "Okulda öğretmen diyecek sana, konuş Yunanca." "Ben Türkçe konuçacağım!" "Türkçe yok olacakmış dedi mitera." "Ben konuştuğum sürece yok olmaz. Seni babama söyleyeceğim, benimle o dilde konuştu diyeceğim." "Babam kızmıyor ki bana. Okulda konuş ama evde konuşma bari diyor." Babalarının gelmesiyle başlarını içeri soktular ve ben durumun bu denli vahim olduğunu yeni yeni idrak ediyordum. Artık Türkçe unutulmaya yüz tutuyordu. Ülkenin resmi dilinin Yunanca olmasına çok az kaldığını hissedebiliyordum. Yaşım bu kızlardan büyük olmasına rağmen ben de iyi derece Yunanca konuşuyorken artık ilk okulda öğrendikleri için daha güçlüydü yeni neslin Yunancası. Ana dillerini öğrenecekleri bir yer de yoktu evlerinden başka. Hira arabayı eve sürerken "İki gün sonra bir görev için günlük izin alacağım. Sorun olur mu sana?" dedi. "Bana hiçbir şey sorun olmaz Hira. İki işi birden yürütüyorsun. Hem korumalığımı hem şoförlüğümü yapıyorsun. Bir yandan da İngilizlerle uğraştığını biliyorum." "Zevk almasaydım zor olurdu elbet." "Zevk alsan da zor. Durup dinlenmesini bilmelisin. "Dinlenirken aklımdan geçen düşüncelerden korktuğum için çalışıyorum zaten." Cümlesini birkaç defa tekrar edince ne kadar da korkunç olduğunu idrak ettim. Hira düşündüğümden daha da derin bir kadındı. Yaraları vardı çünkü bu denli güçlü görüntünün bir sebebi olmalıydı. "Gece yalnız korkar mısın? Seninle kalayım mı?" Göz devirdim. "İşlerinle ilgilen sen, beni düşünme." "Ahu'yu ne yapacaksın?" Bir de o vardı değil mi? "Bana her şeyi itiraf etmesi için birkaç yol tanımayı düşünüyorum." Başını salladı. "Mantıklı." Yola odaklanmışken "Çağlar'ı ne yapacaksın peki?" deyişinde takılı kaldım. "Anlamadım." Bıkkın bir soluk verdi. "Onun da seni sevdiğini biliyoruz, illa sesli mi söyleyelim?" "Yapabileceğim bir şey yok Hira. Sevmiyorum diyen adama sev diyemem." Kırmızı ışıkta durduğunda yüzü bana döndü. Muzip bir ifade vardı. "Kışkırt." dedi ksıaca. Anlamaz bakışlar atıp "Hı?" dedim. "Kışkırt işte. Kısandır, duygularını fark etmesini sağla. Sevildiği için kaybettiğini sanan aklını karıştır." "Saçmalama Hira." diyerek önüme döndüm. "Öyle şeyler yapamayacak kadar cesaretim kırıldı. Artık adım atmayı bırak gözlerine bakamıyorum." "İki aptal." dieyerek başnı olumsuz anlamda salladı. Bahçeye vardığımızda kapımı açtım. "Görüşürüz Hira. Boş olduğunda benimle kahve içmek için gel, olur mu?" Mahçup bir gülüş attı. "Gelirim." Anahtarı çantamdan çıkarırken ilk kez sessiz bir eve girecek olmanın rahatlıpı vardı içimde. Kimse yoktu, yalnızca ben. Kapıyı ardımdan kapatıp ışıkları açtım. Hızlıca duş alıp üzerimi değiştirdim, elimde bir kahveyle koca salonun ayrı bir bölümü olan, bahçeye açılan kapının hemen solundaki ayaklarımı uzatabileceğim tekli koltuğa oturdum. Telefonumu elime alıp yastığı karnıma bastırdım. Biraz açtığım sosyal medyada gezdim. Çağlar'la attığım fotoğraf neredeyse on binlerce beğeni almıştı. Etiketlediğim yerden onun hesabına girdim. İkimizin fotoğrafı dışında eski ralli yaptığı fotoğrafları vardı. Onu daha önce hiç görmediğim uzun saçlarıylaydı. Görevi gereği kısa kesitrdiği saçlarının aksine dalgalıydılar. Üzerine siyah figürlü bir ceket giymiş, altında kot pantolonu vardı. Boynunda gümüş zincirli bir kolye, parmaklarının her birinde ayrı yüzükler. Benden daha süslü oluşuna güldüm. Sonra ona olan kırgınlığımı hatırlayıp yüzümü toparlamaya çalıştım. "Aptallaşma Efsun." diye sitem ettim kendi kendime. Yastığı yüzüme koyup kısa bir çığlık attım içimde dolup taşan duygulara. Koltukta dönüp gözlerimi bahçe kapısından dışarı gezdirdim. Gördüğüm manzara karşsıında adeta sıçrar gibi doğruldum koltuktan. Elimde telefonla pek kullanılmadığı için hala sert olan sürgülü kapıyı güçlükle açtım. Çıplak ayak çimlerde ilerledim, bahçedeki o tek ışığın aydınlattığı kadarıyla gördüm gülleri. Kırmızı güller doluydu her bir yanda. Birkaçı daha tomurcuk halinde olsa da çoğu açmış haldeydi. Dikenlere dikkat ederek koklamak için uzandım. Açan güller o evin içine sevgi getirir, derdi annem. Solmamış aksine açmıştı bütün güller. Sevgiyi yalnızca benim kalbime getirse de dua ettim. Sevilmeye açtım, acizdim. Gülerek ellerimi gelişigüzel aralarında gezdirdikten sonra yeniden içeri girdim. Sürgüyü geri kapatıp kilitledim. Mutfağa geçip uzun zamandır canımın çektiği çikolatalı tatlıyı yapmak için malzemelere bakındım. Telefonumdan rastgele bir çalma listesine basıp yıllar sonra ilk kez kek yapmaya başladım. Sınırlarımı aşmaktı niyetim, kendimi gerçekten değiştirmek istiyordum. Günler geçip gitti. Yaptığım kek masada yavaş yavaş bayatladı. Çünkü yiyemedim. Daldırdığım çatalda kaldı parmaklarım ve koşarak kusmaya gittim. Sonr çöktüğüm o yerde dakikalarca ağladım. Bir şeyleri başarmam için Çağlar mı olmalıydı hep yanımda? Onsuz da başarmalıydım ama yapamadım! Göz yaşlarımı silip günlerin yorgunluğunu atmak için koltuğa oturdum. Sekiz gündür Çağlar'ın yokluğunda yeniden içime sinmiştim. Meğer beni açan Çağlarmış da haberim yokmuş. Oradan oraya sürüklenip dururken seçimlerin yorgunlunu sırtımda hissediyordum. O kadar çok insanla muhatap olmuştum ki ellerimi kirlenmiş hissediyordum. Tanımadığım insanların elini sıkmak istemediğim için bir süre sonra hiçbirine elimi uzatmadım. Viktor bunu yapmak zorunda olmadığımı hatırlatmıştı. Tezgahtaki keki öylece çöpe boşaltırken canım yandı. *** Hira için yarın büyük gündü ve bunun planını yapmak için Çağlar'ın Willam caddesindeki evine gitmişlerdi. Yalnızca Boris ve Ender'i görmeyi beklerken Çağlar'ı gördüğü gibi "Senin burada ne işin var?" dedi istemsizce. Üç gün önce görevi bitmişti ama Efsun'un yanında değildi. Efsun'a Çağlar'ın görevinin çoktan bittiğini iki gün önce söylemişti oysa. Görevin uzadığını düşünürken onu burada bulmayı beklemiyordu. Elindeki kahve bardağını sehpaya bırakıp başını kanepenin arkasına yasladı Çağlar. "Efsun'dan kaçıyorsun." dedi net bir şekilde Hira. Bunun en başından beri farkındaydı ve herkesin fark etmesini istiyordu; özellikle Çağlar'ın. "Hira." dedi uyarıcı bir tonda. "Planı yapalım ve gidin." "Efsun senin dönmeni bekliyor sen burada oturmuş-" "Hira!" Öfkesini uzun zamandır hissetmemişti Hira. Anlaşılan Efsun'un olmadığı her yerde işliyordu hala. Başını sağa sola sallayarak oturdu koltuğa, öfkeyle kollarını birbirine bağladı. Ender önündeki bilgisayarı Hira'ya çevirdi. "Evin planı bu şekilde. Gitmeden iyice ezberlemen lazım. Bir de," diyerek avucunu açtı. "Böcekler." Hira küçük aletleri cebine atıp bilgisayar ekranına bakındı. Zhininde görevle ilgili şeyler dolanması gerekirken düşündüğü tek şey Çağlar'ın duygularını kendine getirmesi gerektiğiydi. Evin planını telefonundaki koda gönderdikten sonra "Clause da orada olacak." Ender anında başını kaldırıp dikkat kesildi. "Davetliymiş, öyle söyledi." "Görev için sıkıntı çıkarır." dedi Ender. "Baş etmeye çalışacağım ama zorlayabilir." "Eğer yakalanacak gibi olursan başka sefere ertele işi." "Bir daha şansım olmayabilir." Ortam sessizleşti. Çağlar'ın gergin olduğu her an böyle olurdu zaten ama bu sefer hem gergin hem sessizdi. Kükremiyordu, dinliyordu. Hira telefonunu açıp yaptığı planı güçlendirmeye çalıştı. İngilizler için yaptığı planı değil Çağlar ve Efsun için olanı elbette. Dakikalar sonra gelen bildirimle gülümseyip fotoğrafı telefonuna kaydetti. Bu iş için biçilmiş kaftan olan Boris'e mesaj atıp fotoğrafın tekini de ona gönderdi ve kısa bir mesaj çekti. Hira: Fotoğrafı açıp şaşırmış tepkiler ver! Çağlar'ın derhal Efsun'un yanına gitmesi gerekiyor. Boris önce kaşlarını çatarak okudu sonra başını sallayarak onay verdi. "Oha! Bu ne!" diye yapmacık tepkisi karşısında Hira içinden küfürler savurdu. Bir insan ancak bu kadar beceriksiz olurdu! Hira "Ne!" dedi sahte bir edayla. Çağlar'ın ilgisini çekebilmişti. "Ne oluyor lan!" diye çıkışan Çağlar yanında bulduğu Boris'a bakındı. Boris eliyle ağzını kapatmıştı, telefonunu Çağlar'a uzattı. Fotoğrafta Sonat, Efsun'un yanında durmuş elini tutuyordu. Çağlar nabıznın aniden iki katına çıktığını kanının kaynadığını hissetti. "Bu ne sikim oluyor lan!" Hira telaşla "Efsun mesaj attı, Sonat gelmiş ve onunla yalnız kalmak istemiyormuş. Hemen gelir misin diyor!" diyerek ayaklandı. Fakat Çağlar çoktan onu geçerek ateş hızında salonadn çıkmıştı bile. "Beni neden aramadı!" diye söyleniyordu. "Görevde olduğunu sandığı için olabilir mi?" Çağlar'ın temkinli ve her şeyin ayrıntısını düşünen biri olduğunu biliyordu Hira. Ama bu defa fotoğrafın kaynağını sormamıştı, kim çekti dememişti. Saçma bir kurgu kurmuştu Hira ve Çağlar buna inanmıştı. Gerçekten aşık olduğunu biliyordu Hira. Yalnızca aşk aptallaştırırdı insanı bir de yas. Hira içinin yağları eriyerek baktı arkasına. Gerçekleşecek senaryoyu kafasında kurup dururken Çağlar'ın bir şeyleri fark etmesini umdu. Birazcık beyni varsa da fark ederdi zaten. Ender anlamaz bakışlarla salonun ortasında kalmıştı. "Ne oldu iki dakikada anlamadım ben." "Çağlar komutanı uyandırdım o kadar."
|
0% |