@zorronezi
|
Oy ve yorumlarınızı eksik etmezseniz çoook mutlu olurum. 🫶🏻
Şimdiden hepinize iyi okumalar <3 <3
Sonraki bölüm duyurusunu hem buradan hem de Instagram'dan yaparım. Takipte kalınnn 😘😘
Hayko Cepkin, Kubilay Aka- Gamzendeki Çukur 🎶🎶
***
"Tünel" Karışık bir playlistten çalan şarkıya eşlik ederken ikinci kez kek yapıyordum. Yaparken bu denli keyif alıp piştikten sonra elimi bile süremiyor olmak garipti. Gözümün önünden geçen eski anılarımla baş etmeye çalıştım. Gerçekten kek çırparken düşündüğüm şeyler hayat sorgulatıyordu. Kapının kırılır gibi açılıp sertçe kapanmasıyla beraber irkilip küçük bir çığlık attım. Korkulu gözlerle mutfak kapısının önünde beliren nefes nefese kalmış Çağlar'a baktım. "İyi misin sen?" dedi soluklarının arasında. "O piç nerede?" Telaşla yanıma gelip kollarımı tutup sağıma soluma bakmaya başlayınca elimdeki çırpma telini kekin içine attım. "Ne yapıyorsun Çağlar! Ödümü koparana kadar gayet iyiydim." Öyle derin bir soluk verdi ki omuzları düştü. Başını omzuma bıraktığı an dünyam bir kez daha başıma yıkıldı. Parmakları iki omzumu tutuyordu hala. "Korktum ulan." dedi kendi kendine. "Sonat nerede?" Bu defa banaydı serzenişi. Omzumdaki elleri titriyordu. Avucumu göğsüne yerleştirip ittirdim. "Korkacağın bir şey yok gördüğün gibi." Güçlükle yutkunduğunu gördüm. "Ayrıca Sonat ne alaka şimdi? Günler sonra dönüyorsun ve ilk sorduğun şey Sonat mı? Nereden bileyim?" "Ulan Hira." Şakaklarını ovuşturup söylenmeye devam etti. Öfkeliydi ama bana göstermemek için sakinleşmeye çalışıyordu, eli titriyordu. "Sen..." deyip gözlerimi kıstım. "Sonat'ın burada olduğunu düşündüğün için mi geldin yani?" Gerçekten kırılmış gibi çıkıyordu sesim. Artık idrak etmem gereken bir gerçek vardı ki o da Çağlar'ın duygusal olarak umurunda olmadığımdı. Ona kızmaya da hakkım yoktu çünkü bana karşı duygusal bir şeyler hissetmediğini bile bile ona aşık olan bendim. Belki biraz fazla yakınlaştığı için olmuştu ama... Önüme dönüp onu yok saydım, çırpma telini tekrar elime aldığım sırada çalan şarkının farkındalığıyla boğazım düğümdendi. "Bak gülüm benim kafam karmakarışık." diyordu bilmediğim şarkıda. İkimizin de sessizliğine denk gelmişti ve sanki Çağlar'ın sözleriydi. "Tek gülle sarmaz güçsüz hep bu sarmaşık." Gözlerinin içine bakıp histerik bir gülüş attım. "Benim gönlüm gelene gidene bir hayli alışık." Sözler biter bitmez daha fazlasını duymak istemediğim için şak diye kapattım. Sanki Çağlar içini dökmüştü ve daha fazlası bana ağır gelecekti. Önüme dönemedim, bir süre gözlerine baktım. Günlerdir hasreti olduğum gözlerinde değişik duygular parıldıyordu. Yanıma iyice yaklaşıp tam karşımda durdu, tezgahta duran telefonumdaki tuşa basıp şarkıyı devam ettirdi. "Dur gitme, gece sonunda doğacak altın ışık. Ben sussam sen duysan artık bağıramam. Savaştığın yolda seni koruyamam. Dur. Sen gidersen yaşayamam kadın. Dur. Gamzenin çukurunda uyurum kadın." Anlam çıkarmamam gerekiyordu, ümidimin en yok olması gereken andı. Gözlerimin en dolmaması gereken ve burnumu çekmeyip güçlü durmam gereken. Öyle de oldu, dolmadı gözlerim ve duygusuzca baktım yüzüne, gizledim tüm her şeyimi. Göğsünden bir kez daha ittirip hızlıca mutfaktan çıkarken "Benimle oynama." diye seslendim. Uzaklaşmalıyım, gidilebilecek en uzağa gitmeliydim. Duygularımı bir yere kadar gizleyebiliyordum, gözlerim dolmuştu çoktan. En yakın kapı salon kapısı olduğu için oraya girdim. Hemen arkamdan kapatıyordum ki var gücüyle yüklendi. Güç eşitsizliğimiz yüzünden içeri girmişti. "Düşündüm." Elimi parmakları arasına alıp karşıma geçmeye çalıştı. Elimi sertçe çekip kaçtığımda önümü kesti. "Dinle Efsun. Ne olursun dinle." Çaresizce kıvrandı önümde, hayretle izledim. Ellerini saçlarına daldırıp kendini hırpaladı. "Bak gülüm," dedi derin bir solukla. "Bana gülüm deme!" Sesimi yükselttiğimi fark edip hayretle ağzımı kapattım ve bir süre sustum. "Lütfen... Yapma bunu." Göğsüne sıkı bir yumruk geçirdim. "Babasının bile sevmediği bir kıza merhamet gösterirsen onu sevgi de sanır, aşık da olur." Bahçe kapısını hızla açıp yeniden kaçtım. Biraz daha konuşursa sarılırdım çünkü çok ihtiyacım vardı buna. "Sana karşılık verirsem sen de gidersin diye korkuyorum!" diye bağırdı arkamdan. Çıplak ayaklarım çimenlerin içinde dondu kaldı. "Ben daha önce hiç geleceği düşünmedim Efsun. Sen geldin ben hayaller kurdum ve bu benim gibi bir askerin kendine yapacağı en büyük kötülüktür." Önüme geçip ellerini omzuma koydu. "Sana verebileceğim bir soyadım bile yok. Ama bir başkasına gitmene de izin veremiyorum." Gözlerimi kısıp omzuma koyduğu elini ittirdim. "O zaman böyle devam edelim. Biraz sınır koyup ilk tanıştığımız zamana dönelim. Sınırını geçmediğin sürece güzelce yaşarız." Arkamı dönüp gitmeye kararlıydım fakat ikinci adımımda aklıma gelen şeyle geri döndüm. "Asıl zoruma giden ne biliyor musun Çağlar?" Histerik bir gülüş döküldü dudaklarımdan. "Düne kadar sağ salim dön diye hala dua ediyordum; sen üç gün önce biten görevinden beri diğer evinde kalırken ben, seni görevde sanıyordum. Meğer ben sende öyle değersizmişim ki geldiğini haber bile vermeye kıymet görmemişsin." Tükürür gibi içimi döktükten hemen sonra bahçe kapısını sertçe çekip içeri girdim, doğruca eski odasına geçip kapıyı serçe kapattım. Kilitlemedim çünkü girmeyeceğini biliyordum bu saatten sonra. Yorganı bile kaldırmadan üzerine doğruca yattım yatağın. Cenin pozisyonunda sağıma dönüp öylece kala kaldım bir süre. Karmaşadaydım fakat bunun da geçeceğini biliyordum. Kötü anların ardından hep güzelleri gelmez miydi zaten? Gözlerim kapandı, neredeyse uykuya dalacakken yavaşça açılan kapı yüzünden dalamamıştım. Gözlerim kapalıydı ve hala düzenli nefes alıyordum fakat çevremde olup bitenleri algılayacak kadar da açıktı zihnim. Yatağın diğer tarafı çöktüğünde nefesimi tuttum. Yakınımdaydı, öyle yakınımdaydı ki kalp atışlarımız karıştı. Gözlerim kendiliğinden açıldı ve onunkilerle çakıştı. Yutkunuşunu duydum. "Yanında durmak nasıl hissettiriyor biliyor musun Efsun?" Bir eli gözlerime değmek üzere olan saç tutamıma gitti. "Bir kurdun kuzuya sarılması gibi." Kulağımın arkasına narince sıkıştırdı. Ona böyle yakından dikkatlice bakma fırsatı daha önce bulmamışım gibi yeni şeyler fark ettim. Açık renk teni birkaç günlüğüne her nereye gittiyse bronzlaşmıştı. Saçları aynıydı ama itinayla kestiği sakalı uzamıştı. "Benim için artık nasıl hissettiriyorsun biliyor musun Çağlar?" Tam karşımdaydı yeşil gözleri ve dikkatimin tamamı onlardaydı. "Bir yalancının ömründe ilk kez doğruyu söylemesi ama kimsenin ona inanmaması gibi." Arkamı dönmek istedim ama yapamadım. Ne olursa olsun gecenin sonunu ve ardından doğacak olan güneşi bu şekilde karşılamak istiyordum. Kulağımın arkasındaki parmaklarını çekmedi, onun yerine yanağıma doğru yol aldı. Avucunun yüzümdeki varlığı rahatsız hissettirdin isterdim, mezardaki bir beden gibi hareketsiz kaldım ama hiçbir zerrem rahatsız olmadı. Aksine kıpırdarsam rahatsız olacağımı düşünür de elini çeker diye duruyordum öylece. Baş parmağı güldüğümde gözümün altında çıkan gamzeyi okşadı. "Kendi karmaşama seni de sürüklediğim için özür dilerim." Ellerimin biri göğsümde diğeri yataktaydı. Gözlerim yavaşça kapanırken uyumak yerine onu seyretmek istediğim için dizginledim ama olmadı. Uykuya dalamam sanmıştım oysa yanında.
***
Uzun lafın kısası Hira yine öfkeliydi. Ömrünün çocuğunu öfkeyle geçirmişken yaşının ilerledikçe bu durumun artacağını da tahmin etmemişti. İngiliz aksanını güçlükle anlayabiliyorken bir de konuşması gerektiği için de iki kat zorlanıyordu. "Bayan Grivas, böyle gelin lütfen." Sahte bir gülüş atıp giydiği eteğin açılmamasına dikkat ederek adımlarını Henry Jhonson'un babasının yanına attı. "Teşekkür ederim Bay Jhonson." diyerek gülümsedi. Golf saçmalığının bir an önce bitip eve girmeyi umut etmişti ama hala birilerini bekliyorlardı ki bunlardan biri Clause Carter'dı. Ellerinde kadehlerle gülüşen sahte yüzlere iğrendirici bir şekilde bakmamak için çok efor sarf ediyordu. En azından Clause'un mimikleri sahte değildi ve ona katlanabiliyordu fakat buradaki her bir simadan akan mimikler boyanmıştı. "Ne zamandır Bakanlıkta korumasınız Bayan Grivas." Tanımadığı bir Jhonson'ın sorusunu cevaplamak üzereydi ki Henry'nin elini sırtında hissettiğinde rahatsızca kıvrandı. "Üç yıldır Konstantindeyim, asıl görevim Atina'da aslında. Buraya geçici gelmiştim ama çok sevince gidemedim." "Öyledir Konstantinopolis, atalarımız boşuna yıllarını vermemiş bu topraklar için." Hira tam içindeki tüm küfürleri savurup duruyordu ki "İş konuşup sıkmayalım Hira'yı. Eğlenmek için buradayız." diyerek sırtını sıvazladı. Hira memnuniyetle gülümsedi ve Henry gülüşünde takılı kaldı bir süre. Hiç çaba göstermeden etkisi altına alabilen bu gülüşlere karşı savunmasızdı. "Golf asla sadece bir eğlence değildir evlat." dedi Bay Jhonson. Hira'da bu yüzden buradaydı zaten. "Bazılarımız için belki de hala öyledir." Hira duyduğu tanıdık sesle arkasını döndü istemsizce. Clause ve kız kardeşi gri spor takımlar içinde buradaydı. Marka güneş gözlükleri ve yan yana duruşları bile aynıydı. İkisinin de mavi gözleri metrelerce öteden parıldıyorken tüm ilgiyi üzerlerine çekmişlerdi bile. "Carter kardeşler de geldiğine göre gerçek bir İngiliz saati olacak." Para ve leş kokan gülüşler havada süzülürken gülümsemeyen yalnızca Clause ve Hira'ydı. Clause'un gözlerinin önündeki dokunuşta kalmıştı aklı. Onun seçtiği kıyafetler içinde ondan ayrı, başka bir adamın dokunuşu altında duruyor oluşu zihnini kemirdi. "Abi." dedi Chloe kulağına doğru, Türkçe. Chloe buradaki diğer kişilerin Türkçe bildiğinden bile şüpheliydi. "Elin titriyor, sakin ol." Sinirinin sebebini o da anlamıştı. "Sen arkadaşlarının yanına gidebilirsin, burası biraz politik kaçacak." diyerek kardeşinin şakağına bir öpücük bıraktı. Chloe'nin böyle ortamlarda bulunmasını istemiyordu pek. Hira'nın da ona baktığını fark edip gözlerini hiç ayırmadan siyah harelerinin içine odaklandı. Golf sevmezdi ama eğer Jhonson'larla anlaşmalarını devam ettirip kendini bu işin zirvesinde tutmaya devam etmek istiyorsa katılmak zorundaydı tüm bu toplantılara. Golf, illegal her şeyin üstünü örtüyordu burada. Saatler Hira'nın gözlerini kaçırması ve Clause'un inatla gözlerini ona dikişiyle geçiyordu. Hira golf hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığından seyretmekle yetinirken Henry'nin ortadan kayboluşuyla beraber üzerindeki yükün hafiflediğini hissetti. "Hira," Arkasını dönerek Henry'nin aptal ifadesine bakındı. "Sen neden denemiyorsun?" Bir Henry'ye bir elindeki golf sopasına baktı. Başını olumsuzca sallayarak "Böyle şeylerde pek iyi değilim. Denemeyeyim." dedi. Fakat Henry sopayı çoktan eline tutuşturmuştu. "Böyle gel." diyerek bileğinden tuttuğu gibi ilerletmeye başladı. Hira bu durumda Çağlar olsa kesinlikle itme çekme politikasını öne süreceğini düşünerek "Kendim halledebilirim o zaman." dedi. Henry artık yapmaya çalıştığı şeyi görebilecek kadar tanımıştı onu. Hafifçe gülümseyerek "Sadece göstereceğim, atışı sen yap." dedi. Vücudunu çevirmesi için parmaklarını beline yerleştirdi, kolunu hafifçe büküp sopayı hizaladı. Hira tam buna gerek olmadığını söylemek üzereydi ki Clause'un cüretkar sesi yükseldi arkadan. "Onun da kendin gibi beceriksiz atışlar yapması için mi yanlış yönlendiriyorsun Jhonson?" Henry kasılarak arkasını döndüğünde Hira'nın vücudundan tamamen ayrılmıştı, derin bir nefes verdi genç kadın. Clause, Henry'nin yanından geçip onu elinin tersiyle geriye doğru iteledi. Aptal bir pısırık olduğunu biliyordu, babasının yanında ona ses çıkaramamıştı. Diğer herkesten biraz uzaktalardı atış yapmak için ve konuşmaları kimse duyamazdı ama Henry yine de bir şey yapamadı. "Önce eller," diyerek Hira'nın hemen arkasına yerleşip parmaklarını sırasıyla yerleştirdi demire. Hira kulağında bir nefes hissedecek kadar yakındılar. Clause bir ayağının onunkilerin arasına yerleştirip "Omuz genişliğinde aç." diyerek ayırdı ayaklarını. "İşte böyle." "Dizlerini hafifçe bük." Hira'nın parmaklarını titrediğini görüp yandan bir gülüş attı kendi kendi Clause. "Vurmadan önce nefes al." Hira nefesini tuttu ve Clause ellerini onunkinin üzerine yerleştirip temsili bir atış için hareket etti. Sanki topa vuruyormuş gibi sopayı senkronize bir şekilde salladılar. "Ayakların kıpırdamıyor ama belinden yukarısı dönüyor, anladın mı?" Hira başını aşağı yukarı sallayarak "Hıhı." diyebildi sadece. Clause'un arkasından ayrılırken geride bıraktığı kokusu yüzünden başı dönmüştü. Sopayı yeniden hizalayıp bu defa kendi kendine boş denemeler yaptı. Sonunda hazır olduğundan emin olarak pek de sert olmayan, yerinde bir atış yaparak topun gidişini seyretti. Top metrelerce uzaktaki kırmızı bayraklı deliğin çok yakınından sürüklenip geçmişti. "Hiç fena değil." diye mırıldandı Henry. Aynı saniyelerde Clause'un dudaklarından da "Harika." sözcüğü çıkmıştı. Hira gülümseyerek yeniden arkasını döndü. "Teşekkürler." Clause'un yüzüne bakmamaya gayret gösterip yanından geçip gittiğinde öfkelenmemesi elde değildi. Etraf kalabalıklaştıktan hemen sonra arabalara atlayıp o meşhur yazlığa varmışlardı. Hira'nın girdiği en lüks evlerden biriydi ve yazlık demek bile hakaret olurdu. Çocukken hatırladığı kadarıyla evleri derme çatma bir gecekondudan ibaretti ve şimdi girdiği evlerse onun yüz katı ediyordu. Henry'nin yanında dolanıp durmak artık ağır gelmeye başlamıştı. Şayet bugün bu işi bitiremezse birkaç ayını daha onunla geçirecek olma fikri başına ağrılar saplanmasına sebep olmuştu. Onun yanında sürekli gülümsemek zorunda oluşu da bu ağrıları tetikliyordu; yalnızca güldüğünde güzel olduğunu ve dudakları tek bir çizgi halini aldığında hiçbir cazibesi kalmadığını düşünüyordu. Hira evin planını kafasında tekrardan canlandırdığında istemsizce parmakları çantasınsa gitmişti. Tüm kamera görüntülerini kapatması için Boris'e kısa bir mesaj çekti. Hira: İçerideyim, kapat. Gözleriyle merdivenleri takip etti, koridorun ucu buradan görünüyordu. Henry'nin bir şekilde o söylemeden yanından ayrılması gerekiyordu, kendi giderse ilgi çekebileceğinde korktu. Onlara doğru gelen, elinde içecek taşıyan çalışandan medet umarak topuklu ayakkabısını hafifçe büktü ve anında adamın sendelemesine sebep oldu. Çalışan için üzgünde ama bu mesele daha önemliydi bu yüzden umursamazca "Ah! İnanamıyorum." diyerek söylendi. İçecekler doğruca Henry'nin üzerine dökülmüştü. "Milyonluk saatim! Aptal herif, önüne bak." Hira'nın ayağından önce saatine dikkat ediyor olması gözlerini devirmesine sebep olmuştu onları uzaktan izleyen Clause'un. Hira istihbaratçı içgüdülerine rağmen Clause'un farkına varamamıştı. "Sen iyi misin?" diyebildi sonunda Henry. "Ben iyiyim ama eteğim..." Elleriyle eteğini düzeltmeye çalıştı. "Sanırım bir lavaboya gitmeliyim." "Gel benimle, sana göstereyim. Ben de üzerimi değiştirsem iyi olacak." Hira yanlışlıkla biraz fazla gülümsediğini fark ederek hemen yüzünü düzeltti. Merdivenleri belinde bir elle çıkmak zorunda kalmayı da göz ardı ederek misafir banyosunun önünde ayrıldılar. Hızlı bir şekilde kulağına kulaklığı takıp Boris'le iletişime geçti. "Boris. Sinyal net mi?" "Görüntüler birkaç saniyelik gecikmeyle geliyor ama sorun olmaz. Henry hala odasında, hemen çıkabilirsin." Hira topuklularla ne kadar hızlı olabiliyorsa o kadar koşturdu. Jhonson'ın çalışma odasına vardığında kapısını yavaşça açıp içeri attı kendini. Eline aldığı küçük böceği önce cam kenarındaki saksının altını kaldırıp boşluk kalan kısma yerleştirdi ve yerine geri koydu. "Ya biri saksıyı sulamak için kaldırırsa?" "Masanın altına mı koyayım istiyorsun yani?" "Klasik." Oflanıp bir diğerini kitaplığın arasına yerleştirdi. "Solda." Hira sola dönüp kitaplıklar arasında gezindi. Çalışma odası nasıl olur da labirent gibi kitaplıklarla dolu olurdu hala şaşkındı. "Şimdi?" "Bir dur kafam karıştı." diye bir ses yükseldi Boris'den. "Şimdi sağa dön." İlerledi Hira. "Üst raftaki kalınca bir kitabın içinde görünüyor." Elini üst rafa doğru attığı an yüzüne doğru kapanan elle beraber karanlığa kalp ritmi bozulmuştu. Bir eli ağzını kapatıyordu diğer eli kulağındaki o küçük kulaklığı kapmıştı. Gördüğü mavi hareler asla unutamayacağı kadar yakın ve yanlış zamanda karşısındaydı. "Biliyordum." Fısıltısı sessiz odada yankılandı Clause'un. Hira ağzındaki baskıdan kurtulmak için onu ittirdi ama sadece elini çekmişti. Clause avucuna aldığı kulaklığı kulağına taktı. "Clause geliyor, Hira dikkat et!" "Clause geldi bile küçük fareler." Hira dizini Clause'a geçirmek üzereydi ki Clause kaçmayı başardı, dizi yalnızca baldırına biraz değdi. Hızını kesmeden geçirdiği yumruklar öyle sertti ki Clause biraz sendelemişti. Her seferinde bu kadının gücü yüzünden dehşete uğruyordu ama bunu belli etmemeye çalıştı. "Bu hırçınlığına bayılıyorum bebeğim ama artık durmak zorundasın." İki bileğini de yakalayıp vücuduyla baskı yaparak onu kitaplığa doğru sertçe itti. "Kimsin sen?" Hira yüzünün yakınlığını fırsat bilip hafifçe ayakucuna yükseldi, başını gelişigüzel savurunca Clause'un alnına denk gelmişti. Clause öfkeyle karışık acı dolu bir nefes çekti. "Delinin tekiyim işte." Kulaklıktan sesler gelmeye devam etti. "Sinyal sıfırlandı Hira hemen oradan çıkmalısın, görüntü tamamen kesildi. Umarım beni duyuyorsundur." "Bana tatmin edici bir cevap vermezsen buradan çıkamazsın." "Sıkıyorsa konuştur." Clause histerik bir gülüş attı, Hira yenilginin verdiği öfkeden kuduruyordu. "Sıkmadan konuş istiyorum." Onun aksine sakin ve şefkatle konuştu etkisi altına alabilmek için. Bu kızın sıradan biri olmadığını başından beri biliyordu fakat bu denli derin işlerde olacağını tahmin etmezdi. Clause'un kulağındaki ses yeniden alevlenirken kulaklıktaki cümleleri Hira'ya iletti, tabii bir kısmını uyduruyordu. "Kulaklıktaki piç diyor ki biri koridordaymış." Tek kaşını havaya kaldırdı. "Bana burada ne halt ettiğini söylemek için zamanın daralıyor. Başı belaya giren ben olmam unutma." Hira dudağını ısırıp yapmaktan en nefret ettiği şeyi yaptı ve pes etmek zorunda kaldı. "Tamam." dedi dişlerinin arasından. Clause duyduğu kelimenin hemen ardından elini gevşetti. "Dinliyorum." deyip onun ağzından kelimeleri hemen almak istedi. Hira kimliğini tehlikeye atmadan onu inandırabilecek birkaç gerçek bilgiyi vermek zorunda olduğunun farkına vardı karşısındaki keskin gözlere baktığı an. Clause'un tatmin olacağı kadar gerçek bilgiyi verip kimliğini gizlemeye devam etmekti niyeti. "Jhonson'lar Green adında bir örgütün içindeler." Clause hoşuna giden siyah harelerin ilk kez titrediğini görüyordu. "Green örgütü Türk kanı taşıyan kimsesiz Konstantinopolis çocuklarını kaçırıp kimliksizleştirerek birer asker olarak yetiştiriyor." Clause bir adım geri sendeleyip Hira'dan uzaklaşmayı istememişti, vücudunun verdiği bir tepkiydi bu. Hira gözünde ilk kez savunmasızdı, yaralıydı çünkü o çocuklardan biri olduğunu anlamak çok da zor değildi. Hira'nın gözlerinin içine baktığı an siyah hareler onun maviliklerinden kaçmıştı. "Seni ne zaman kaçırdılar?" diye sordu doğruca. "Bu kadarı yeterli Carter!" Onu zorlamadı, hiçbir şey yapmadan yukarıdaki rafa ulaşıp bir şeyleri kurcalamasını izledi sadece. Parmak ucunda yetişemediği o raftaki kitaba onun yerine uzanmak için iyice yaklaşıp aldı. Hira anında arkasını döndüğünde Clause da bu denli bir his beklemiyordu aralarında. Koridordaki ayak sesleri ikisinin kalp atışlarından daha sesli gelmeye başladığında karşılıklı olarak tetiktelerdi. Clause elinde kalınca kitabı tutmaya devam ederken diğer eliyle Hira'nın ağzını kapattı çünkü her an çığlığı basacak kadar şaşkın görünüyordu. Biri kapının önüne kadar gelmiş ve tam orada durmuştu. Kundura sesi cüsseli bir adamın ayak basışını andırıyordu. Ayak sesinin uzaklaşması ikisinin de aynı anda derin bir soluk vermesiyle son bulmuştu. Hira, Clause'u göğsünden iterken Clause yine eski ifadesine bürünmüş ve ortamdaki tüm hüzün dağılmıştı. Fakat ne Hira'nın gözleri eskisi gibi kapalı bir kutuydu ne de Clause'un gözleri boş değildi artık.
***
ÇAĞLAR Parmaklarım güçlükle hareket ediyordu. Efsun uykuya dalalı bir saat olmuştu ve üzerini örtmediği için üşümesinden endişe ediyordum. Elimin tersini koluna sürttüm, buz gibi olmuştu. İstemeye istemeye kalktım yerimden. Yorganı alttan çekmek için başını hafifçe havaya kaldırıp aşağı doğru çekiştirdim. Yorgan çıktığı gibi kıpırdanarak diğer tarafına döndü, dudağından çıkan mırıltıya gülümsedim. Üzerini geri örtüp odadan çıkarken sanki dünya üzerinde yaşayan tek canlıydım. Acı çekiyordum ve acının kaynağını bulamıyordum. Kalbim mi kırıktı yoksa zihnim mi yorgundu? Efsun da beni bırakıp gider miydi? "Buraya gel Çağlar." diyerek yanına çağırmıştı annem zamanında. Bana o iki kelimeyi söylediği gün ben kaçırılmış, o ise ölmüştü. "Seni seviyorum." Benim için en zor şeydi, kaybetmek istemediğim kimseye bu iki kelimeyle karşılık veremezdim. Mutfak masasına oturmadan hemen önce camını açtım. Çok sigara içmezdim ama bu defa yaktım. Telefonum çaldı ve arayan öyle biriydi ki Efsun canlandı gözlerimde. Bir soluk çektim. "Efendim." Telaşla verdi karşılık. "Kızım nasıl?" "Telaşlanacak bir şey yok." "Sana kızım nasıl dedim Kuzgun." Histerik bir gülüş attım ve bunu duydu. "Biraz kırgın, biraz da kızgın ama rahat yatağında uyuyor." "Söylediğim sözlerimin hala arkasındayım, sınırını koru. Onu üzersin ve buna izin veremem." Beni severdi, güvenirdi ama kızını daha çok. Bu yüzden aramızdaki en büyük çizgi de kendisiydi; Beyzade. Sigaramın külünü bıraktım kül tablasına. "Dinliyor musun beni?" Rüzgar perdeyi coşturdu, pencere de hızla kapandı. "İlaçlarını onun yanında aksatma." "Ona kimin daha çok dikkat ettiğini tartışmayalım istersen. İstese canımı bile verebileceğimi biliyorsun artık. Canım sıkkın bir de sen gelme." Kısa bir sessizlik oldu. "Bir şey mi oldu?" derken sesi temkinliydi. Bazen çok ciddi bazen de yufka yürekliydi ama ne zaman ortaya çıkacağını kestiremiyordum. "Duygusal olarak çok kırıldı ve ben nasıl toplayacağımı bilmiyorum." Derin bir nefes aldı ama ona fırsat vermeden devam ettim. "Aşağısı nasıl gidiyor?" "Neredeyse çıkışı göreceğiz." "Efsun'a da göstereceğim." "Göster, çok mutlu olur. Hem mutlu olur hem umudu tazelenir." İçeriden gelen küçük bir takırtı yüzünden irkildim. "Sonra konuşuruz. Ayırca Hira ile görüştüm, Clause Carter adında bir iş insanına yakalandı. Ne kadarını anlattı bilmiyorum, sadece örgüt hakkında bilgi vermiştir diye düşünüyorum." "Hira ne yapacağını iyi bilir. Örgüt demişken... Baver yeni malumatlar öğrenmiş onu ziyarete git. Hatta Efsun'u da götür. Biraz uzaklaşsın her şeyden." Telefonu konuşma biter bitmez kapatıp geri Efsun'un yanına döndüm. Kapıyı araladım, sesin buradan geldiğine emindim. Yere hiçbir şey düşmemiş her şey yerli yerinde görünüyordu; Efsun hariç. Doğrulmuş bir şekilde oturuyordu, yüzünü ellerinin arasına almıştı. "Efsun." Kapının açılma sesini zaten duymuş olmalıydı ama ona rağmen bakmıyordu yüzüme. Bir ihtimal, beni duymuş olabileceği gibi büyük bir kuşku düştü içime. "İyi misin?" Burnunu çekerek kaldırdı başını. "Çağlar," dedi çatallı sesiyle. Yatağın kenarına oturdum, çenesini parmaklarım arasına aldım; çizdiği çizgilerin diğer tarafında kalamıyordum onun yanında. "Söyle güzelim." "Abimi arar mısın?" Yutkunma sırası bendeydi. "Ararım." dedim zaten halihazırda elimde duran telefonda numarasını tuşlarken. "Kötü bir şey mi oldu?" Dizlerini kendine çekti, gözleri kızarmıştı; zaten hemen kızarırdı. Parmaklarımı yüzünden ayırıp Zafer'in telefonunu açmasını bekledim. "Rüyamda abimi gördüm. İyi olduğunu duymam lazım." Telefonun kısık sesinden yükselen "Efendim?" sözüyle Efsun elimden çekip altı. "Abi! İyi misin?" "İyiyim abicim, iyiyim. Bu saatte kötü bir şey oldu sandım korkuttun beni." "Özür dilerim." Gözünden bir yaş daha süzülürken elinin tersiyle sildi. Tam şu an ne kadar öpülesi göründüğünün farkında bile değildi ve bu onu gözlerimde daha da çekici kılıyordu. Zafer'le biraz daha konuştular, ikisini buruk bir gülüşle dinledim. Zafer anlattı, Efsun dinledi sonra Efsun esnedi ve Zafer dayanamayıp kapattırdı. Telefonun kesilen sesiyle beraber yalnızca gece lambasının ışığında ikimiz kaldık. Ben cüretkarca gözlerine bakarken o yine kaçırıyordu bakışlarını. Ah o gözler... "Anlatmak ister misin?" Elimi saçlarına atıp atmamakta tereddüt ettim. Çünkü ayrılması zor olacaktı, benim gitmeye niyetim olmasa bile beni kovmaya hakkı vardı. Duygularını altüst ettiğimin farkındaydım ama olmuyordu işte. Uzağında kalmak ölümle eşdeğer olmuştu uzun zaman önce. "Yanımda kalır mısın?" Ufak tefek, utangaç ve gülüşü bu denli korkak bir kızın kalbimi böyle deli gibi attıracağını hiç düşünmemiştim. On sekiz yaşıma geri dönmüş gibi heyecanlanır olmuştum yanında. Gözlerindeki o reddedilme korkusunun benim yüzümden oluştuğunu görmek canımı yaktı. Yorganı kaldırıp biraz kaymasını sağladım ve bunu beklemediği için kıpırdayamadı. "Aynı yatakta senden yeterince uzak durdum." Yorganın içine girerken yatağın neredeyse tek tarafındaydık ikimiz de. Efsun hala şaşkın şaşkın bakıyor, parmakları yorganı sıkıyordu. Aptal bir sırıtış aldı yüzümü, herkese attığımdan değil ona özel olan, sahtelikten arındırılmış. Başımın altındaki yastığını ortaya doğru çekip onu kolundan yakaladım. Başını tereddütle arkaya yatırmadan hemen önce sol kolumu altına koydum. Bu, kokusunu hasretle geçirdiğim gecelerden sonra ilk kez beni mayıştıran dakikalardı. Kalp atışlarını duyabiliyordum ve muhtemelen o da benimkini. Hafif sola döndüğümde benimle birlikte döndü, saçları boynumu kaşındırdı ama dokunmadım. "Çağlar." dedi şaşkın bir şekilde. "Kalbin neden bu kadar hızlı atıyor?" İşte gerçekten batırmıştım. Nasıl söylerdim aramızda dağlar kadar insan, denizler kadar sır var be gülüm, diye. Benden tarafa döndü, boştaki elimi beline yerleştirdim. Cevapsız kalan sorusunu yenilemedi ama onun yerine avucunu kalbime dayadığında dudağımı ısırıp ağzımdan çıkacak o iki kelimeyi durdurdum. Alnını göğsüme yasladı, bir adamın en huzurlu anı bu olmalıydı. Benim tanıdığım Efsun bu hareketleri yapmak için kırk takla atar ama yine de utancından yapamazdı. Uyku mahmurluğu muydu yoksa kabusun etkisi mi bilmiyordum fakat sabrım sınanıyordu. "Çağlar." dedi yeniden. Derince bir nefes almak zorunda kaldım çünkü yakınlığı kavurucuydu. "Efendim." "Sence Ahu babam için çalışıyorsa Sonat da onun için çalışıyor olabilir mi?" İsminin geçişi bile sinirlerimi tepeme çıkarmaya yetmişti. Şerefsiz herifin çok uzun zamandır Efsun'da gözü olduğunu biliyordum. Bakışları her şeyi özetlemişti beni onun yanında gördüğü ilk anda zaten. "Düşünmedim ama olabilir. Zaten piçin tekiymiş." Başını hızla kaldırdı ettiğim küfürle. "Ağzını bozmaz mısın?" Kibarlığı histerik bir gülüş atmama sebep olmuştu. Gözlerimi tavana dikmemiş olsaydım burun buruna denk gelirdik muhtemelen. "Eğer öyleyse, yani babam adına çalışıyorsa onu yakınımızda tutup yanlış bilgi aktarmasını sağlayabiliriz Ahu gibi." Kaşlarımı çattım ve yakınlığı umursamadan kollarımın arasındaki yüzüne baktım. "Söz konusu bile olamaz." Öfkelenmemeye çalışıyordum ama damarımdaki kan fokur fokurdu ve durmuyordu. "O herifin yüzünü bir daha görmeyeceksin." Sanki çok sıradan bir şey söyler gibi "Arkadaşım o benim." deyişiyle kayışlarım hepten koptu. "Efsun senden hoşlandığını bildiğin biriyle yakın olamazsın." Gözlerime anlamlı anlamlı baktığında fark ettim dudaklarımdan çıkan cümleyle.
***
EFSUN Hira'yı dinlemeye karar vermiştim. Hissettiğim kalp atışı yalan olamazdı, bakışları ve hissettirdikleri de öyle. Madem böyle devam edecekti o zaman bundan sonra sabrını sınayacaktım. Ben Efsun Gümüş. Cesaretin tadını senden öğrendim Çağlar Kuzgun! "Efsun senden hoşlandığını bildiğin biriyle yakın olamazsın." Kaşlarımı kaldırarak baktığımda o da yaptığı hatanın farkına vardı. "Biz ayrı." dedi. "Biz aynı." dedim. "Uyuyalım." Daha söylenecek söz yoktu zaten. "İki güne döneceğim ve Baver Abi'nin yanına gideceğiz." O adama en son amca dediğini hatırlıyordum. Anlattığı hayatından da gerçek amcası olmadığını biliyordum. "Ben de mi?" dedim şaşkınca. "Sana göstermem ve anlatmam gerekenler var." *** Çağlar'ın gidişini duymadığım için kendime kızmakla geçirdim iki günü. Belki son görüşümdü, o bir askerdi ve bunu idrak etmeliydim artık. Günün hangi saatinde ne olacağını bilemezdim. Çağlar bugün yarın geri dönecekti. Hira da birazdan yanıma geleceğini söylemişti bu yüzden ikisine yemek yapıyordum. Artık kendi mutfağımda gerçekten ait hissediyordum kendimi. Her yeri fırından yayılan kokular sarmıştı. Çalan zille beraber elimi mutfak havlusuna silip koşar adım yetiştim. Hira elinde içecekle gelmiş, yüzü biraz düşüktü. "Hoş geldin." dedim onun aksine neşeli bir şekilde. "Hoş buldum canım." Mutfağa geçtiğimiz gibi masaya doğru geçti, bacaklarını kendine çekip öylece oturdu. "İyi misin sen? Bir şey mi oldu?" "Aklımda zibilyon tane soru var." "Yemekler olana kadar anlat bakayayım." Etek giymişti bu yüzden ayaklarını çekip rahat edemeyince pozisyonunu değiştirdi. Ceketini çıkarıp gömleğiyle kaldı. "Clause'a çocukluğumu anlattım. Örgütün beni kaçırdığından bahsettim ama şimdi pişmanım ona güvendiğim için. Doğrusu güvenmedim, mecburdum." Dikkat kesilmek adına karşısına oturdum. "Örgüt mü? Ne örgütü?" "Green. Türk kanı taşıyan kimsesiz çocukları toplayıp askeri bir robota dönüştüren örgüt." Derin bir nefes aldı. "Çağlar'la orada karşılaşmıştık ilk defa. Ben beş altı o da taş çatlasın yedi sekiz yaşlarındaydı." "Nasıl... Küçücük çocukları mı kaçırıyorlar?" "Keşke sadece kaçırsalar. Ben yıllarca adımı unuttum Efsun. Kimliğimi, ülkemi, her şeyimi. Zihnimde hala kirli kalıntıları geziyor. Bak Çağlar'a öfkesine hakim olamıyor. İsteyerek mı oldu sanıyorsun? Orada gördüklerimiz..." Zorlanıyordu. Gördüğüm en güçlü kadın bile bu haldeyse kim bilir diğerlerine neler olmuştu. "Şimdi bir de onlarla uğraşıyoruz ve ben Clause'a yakalandım tüm bunların içinde." Kendi kendine kızıyordu. "Çağlar... Çağlar peki, ona ne oldu orada?" "Tam bilmiyorum. Ağır şeyler." Yutkundu güçlükle. "Her neyse en azından birine anlattığım için rahatladım." Konuyu irdelemedim çünkü bunları Çağlar'dan duymayı yeğlerdim. "Sen anlat. Çağlar'ın burnunu ezdin mi?" Bir elini yumruk yapıp diğer avucuna vurdu sanki bir şey ezer gibi. Burukça gülümsedim. "İnadına yaklaş diyorum ben hala." "Yaklaşıyorum zaten." dedim benden beklenmedik şekilde. Meraklı gözlerle baktı. "Mesela? Öptün mü, sarıldın mı aniden?" Gözlerimi kocaman açıp panikle "Ay hayır! Nasıl yapayım öyle şeyler." dediğimde omzuları düştü. "Bu işlerden anladığın yok, neyse ki ben Çağlar'dan kısa süre önce ders aldım. Bak şimdi," diye anlatmaya başladı. "Önce umurunda değilmiş gibi takılacaksın, böyle gözüne falan bakmayacaksın. Sonra hop ilgiye boğacaksın, ne bileyim yaklaşacaksın ama sanki bunu farkında olmadan yapıyormuş gibi davranacaksın. Yani doğal olacak. Adı da vardı bu taktiğin de şimdi unuttum, not defterime yazmıştım." "Böyle şeyler için not defterin mi var?" "Sorma. Erkeklerle başa çıkma rehberi, yazarı da Çağlar. Eğer İstersen yine kumpas kurarım ama bu defa sağ çıkamayabilirim. Hala geçenkinin öcü için üç beş görev yükledi sırtıma." "Ya!" dedim kaşlarımı bükerek. "Zorluyor mu seni?" "Komutana yanlış yaptık olsun o kadar." Kıkırdaşmalar içinde burnuma gelen kokuyla beraber "Böreklerim!" diyerek atladım fırına doğru. Hızlıca börekleri çıkardım biraz fazla kızarmışlardı. "Anlat sen, neden Clause'a güvendiğine pişmansın." "İçimde ona karşı kötü bir his var sadece." Börekleri tabağa alıp masaya koydum, salatayı ve diğer tabakları da yerleştirirken Hira da yardım ediyordu. "Ahu var bir de." dedi içeceğini koyup masaya otururken. "Ahu'yu ne yapacaksın?" "Bilmiyorum, işime yarayacak bir an gelene kadar böyle bekleyeceğim. Belki gelip itiraf eder bir şeyleri." Yüzünü astı benim yerime. "Üzgünüm Efsun ama yıllarca kandırmışsa kolay kolay dönmez yolundan." "Sebebi neydi acaba?" Hüzünlenmiştim çünkü bir zamanlar her şeyimdi Ahu. Bana destek verir, korurdu. "Efsun bu böreğin tarifi var mı kız neyle yaptın?" Yüzüm güldü günler sonra. Daha önce kimseye yemek yapmazdım, korkardım. Birkaç sefer Elene yemişti ve burun kıvırıp türlü türlü kusurlar bulmuştu. Demek böyle garip hissettiriyordu elinden çıkanların beğenilmesi. "Yazarım sana tarifi." "Ben pek beceremem yemek yapmasını ama denerim." "Öğretirim ki." Siyah gözlerinde ışıltı gördüm, biraz da minnet. Saatlerce o masada oturduk Hira'yla. Örgütü merak ediyor fakat travmalarını tetiklemek istemediğimden tek kelime etmiyordum. Daha çok Çağlar'la gördükleri eğitimden konuştuk. "Saat geç olmuş ben gideyim." "Oturuyoruz işte, kal biraz daha." "Clause genelde on bir gibi geliyor, ona yakalanmak istemiyorum. Karşımdaki rezidansta oturuyor ve arabasını sürekli bizim kapımıza park ediyor. Korkunç, gıcık ve aptal biri." Aralarındaki çekimin ikisi de farkında değildi anlaşılan. Gülümsememe sebep olmuşlardı. "Neyse büyüyü bozmayayım susuyorum." Anlamsızca baktı yüzüme sonra eşyalarını toplayıp ceketini geçirdi üzerine. "Bana arkadaşlık ettiğin için teşekkür ederim." dedim minnettar bir edayla. Parmakları kapı kulbunda kaldı, bana döndü. "Efsun, asıl ben teşekkür ederim bana diğer işverenlerim gibi davranmadığın için. Geldiğim ilk günden beri hiç zorlanmadım sayende." Yapamayacağımı sandım fakat derin bir solukla yaklaştım ve sıkıca sarıldım. Kısa bir sarılmaydı, karşılık vermeye fırsatı bile olmadı ama gülüşünü görmeye değmişti. Hira'nın gidişiyle mutfağı toplamaya başlamıştım ki kapı kilidinin sesini duydum. İstemsizce heyecanlanmıştım ve kendimi koridorda buldum. Çağlar dönmüştü. Üzerinde üniforması vardı, gözleri yorgundu. Gözlerim hızlıca tüm vücudunu taradı, yaralı görünmüyordu ve sesli bir şekilde nefes verdim. "Hoş buldum." dedi benden ses gelmeyince. Hiçbir duygu barındırmayan bir şekilde "Hoş geldin." dedim. "Giderken neden seslenmedin?" Postallarını ayakkabılığa koyarken şaşkınlıkla kalktı kaşları havaya. "Seslense miydim? Uyuyordun." Nahoş bir şekilde "Seslenmeliydin. Askersin sen Çağlar farkında mısın? Göreve gittin." dedim. Gözlerinde benim sitemime rağmen ışıltı peyda oldu. Üzerindeki kamuflajın fermuarını açıp çıkardı, dudağının kenarı kıvrıldı. "Düşünememiştim." Havayı koklayıp kaşlarını çattı. "Patatesli börek kokusu alıyorum." Gülümseme sırası bendeydi ama bunu görmesine izin vermeyerek arkamı döndüm hızla. "Hira geliyor diye yapmıştım, masayı toplamadım daha." Koridordan seslendi. "Duş alıp geliyorum toplama Efsun." Adımları uzaklaştıktan sonra yeniden mutfağa geldi. "Birkaç günlüğüne Baver Abi'ye gideceğiz, sana göstermem gerekenler var demiştim. Valiz hazırlar mısın?" "Tamam." Açıkçası biraz değişiklik ve farklı insanları kaldıracak güçte değildim ama içimden bir ses onunla vakit geçirmek istiyordu. Çağlar'ı daha çok tanımak ve her şeyiyle yakın olmak istiyordum. Bir de sınırlarını zorlamak. Gözlerimi kısıp düşüncelere dalarak topladım mutfağı. Çağlar için bir tabak hazırlayıp kendime de çay koydum. Ev Çağlar geldiğinden beri sanki daha da sıcaklaşmış gibiydi, hırkamı çıkarıp camı üst taraftan açtım. Üzerine siyah bir tişört giymiş halde geri döndü. "Sen mi yaptın bunları?" Çayımı masaya koyup oturdum, karşıma geçti. Neden bilmiyorum içim bir tuhaftı; sanki delicesine mutluydum geldiği için. "Evet." Çatalını böreğe batırıp tek ısırıkta yarısını ağzına attı. Dudaklarından çıkan keyif mırıltılarına gülümsedim istemsizce. "Böyle şeyler yapabiliyordun ve yapmadın öyle mi?" Böreğin kalanını da attı ağzına. "Yıllar sonra yediğim ilk ev yemeği, biliyor muydun?" Şaşkınca kaldırdım kaşlarımı. "Sürekli hazır yemekten miden delinmedi mi? Kendine neden yapmadın ki?" "Çalışmaktan zaman mı kalıyordu." Başımı aşağı yukarı sallarken üzüldüğümü belli etmek istemedim. Bana yıllar önceki halimi hatırlatıyordu. "Benim de yıllar sonra korkarak yemek yemediğim ilk masa." Elene beni yemek masasında görmeye dayanamadığı için yemekleri odama gönderirlerdi. Onlardan sonra yediğim için genelde çoktan soğumuş olurlardı, yanında bir tek su gelirdi. Küçüktüm, mutfağa gitmeye bile cesaretim olmazdı. İkimizin de boğazında kalmıştı sanki her şey. Ben çayı güçlükle yuttum ama o ağzındaki börekle donakaldı. Çatalını masaya geri koyup sessizce gözlerime baktı. "Bundan sonra bu masada yeriz tüm yemekleri." Yeşil gözleri yorgundu, kızarmıştı ama buna rağmen içinde bana mutluluğu vadeden bakışları hiç solmadı. Tebessümüm küçüktü ama tatmin edici olduğunu düşündüm. "Hira bir örgütten bahsetti." diyerek derinlere inişimizi kullanmak istedim. Bana karşı daha beyaz olsun istedim ama zorlamak da istemiyordum. "Green." Yeniden çatalını alıp diğer yemeklerden de yemeye başladı. "Başka zaman konuşalım mı Efsun?" Derin bir nefes verip gözlerini birkaç saniye yumduğunda zaten büyük dertler içinde olduğunu hatırladım. "Olur." Hızlı kabul edişimde anlam aramaya çalışır gibi baktı gözlerime. "Israr etmiyorsun?" "Hassas bir konu." Yemeğini bitirdikten sonra "Gideceğimiz yeri gece görmeni istiyorum birazdan çıkarız." dedi. Çayımı tezgaha bıraktı. "Yorgunsun Çağlar, uykulu yola çıkamazsın." "Fazla zamanımız kalmadı artık, bu gece çıkamazsak yarın geceye kalır." Camın önüne sigarasını yakmaya geçtiğinde uzun zamandır içmediğini fark ettim. Aslında hiç içmesin isterdim fakat bağımlı değildi ve karışmamam gereken bir şey gibi hissettiriyordu. Gözlerimin sigarasında takılı kaldığını gördü. "İstersen balkonda içebilirim." Zaten cam kenarındaydı ama konu sigarayı içtiği yer değildi. "Sorun o değil," diyerek karşısına geçtim. Bana kızmayacağını biliyordum, kızamazdı sanırım. "Hiç içmesen, kendine zarar vermesen." Ona olan bu güvenimi sorgulamadım ve sadece parmakları arasındaki henüz yakmadığı sigarayı çekip aldım. Bir süre eli havada kaldı, kaşları çatık baktı gözlerime. Sonra parmaklarım arasındaki sigarayı çekip aldı, camdan bahçeye fırlattı. "Öyle kolay değil ama denerim." Sanırım şimdi teşekkür etmem gereken yerdeydik. "Sağ ol." dedim sadece. Hira'nın itme çekme kurallarını kör gözümle deniyordum bu yüzden hızla arkamı dönüp gitmeye yeltendim. Kolumdan yakalayıp kendine doğru çekti. "Kuru bir sağ ol mu?" Gözlerini kıstı. "Ne kadar zor tutuyorum kendimi görmüyor musun?" "Ne için zor tutuyorsun?" diye sordum masumca. "İçmemek için Efsun, içmemek için." "Güzel, biraz acı dinç tutar." Kolumu çekip saçlarımı savura savura uzaklaştım. "Canımı da al götür rahatla!" diye seslendi arkamdan. Otuz iki diş sırıttım adeta, neyse ki görmüyordu. "Oldu canım, başka isteğin?" diye seslendim ve doğruca odaya girip kapıyı kapattım. Kapının arkasında birkaç saniye soluklanmam gerekti çünkü kalp atışlarım çoktan hızlanmıştı. Hiçbir şey yapmayacak bile etkisi altına alıyordu. Ellerimi yumruk yaptım. "Pislik adam, aynısını yapamıyorum işte sana!" diye söylendim kendi kendime. Yatağın altından küçük bir valiz çıkardım, içine birkaç kıyafet koyup gerekli eşyalarımı da doldurduktan sonra kapatıp üzerimi değiştirdim. Ev sıcak olsa da hava soğuktu ve nereye gideceğimi bilmediğimden elbise giyip üzerine hırka geçirdim. Çağlar kapıyı vurdu. "Girebilirsin." Islak saçlarına attığı havluyla saçlarını kurutarak içeri girdi. Dolabına geçip birkaç parça kıyafet çıkardı kendine. "Valizinde yer var mı?" Valizin fermuarını açıp elindekileri aldım. "Koyabilirim." dedim. Havluyu odanın içindeki banyodaki kirli sepetine attı, misafir odasına banyosu yoktu ve burada duş almıştı sanırım. "Neden birdenbire gidiyoruz?" Elindeki tişörtü valize yerleştirmek için yanıma geldi doğruca yüzüme bakarak "Çünkü güzel şeyler birden bire olur." dedikten sonra kapattığım valizi eline aldı. Son kez odaya baktım, içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Bir şey unutmadığımı görüp peşinden ilerledim, botumu giydim. Bir an önce yazın gelmesini ve elbiselerimi rahatça giymek istiyordum artık. Çağlar garajdan siyah bir araba çıkarmıştı. Önümde durdur ve bindim böylece bilmediğim bu yola çıkmış olduk. Onunla tanıştığımızdan beri çoğunlukla arabalardaydık. Ettiğimiz en kritik sohbetler, başımıza gelen en kritik olaylar hep arabalarda gerçekleşmişti ve gerçekten onları seviyordu. "Babama Baver Bey'i amcan olarak tanıtmıştın." Onu ve karısı Melina'yı hatırlıyordum. Babamın karşısında azılı bir Türk düşmanları gibi görünseler de Çağlar ona abi dediğine göre bir bildiği vardır diye düşünüyordum. "Buradaki kimliğimde öyle görünüyor çünkü." "Peki o kadın, Melina. Gerçekten karısı mıydı?" Dudaklarındaki küçük tebessümü fark ettim. "Öyle." dedi gözlerini yoldan ayırmadan. "İkisi görevde tanıştı, Melina ona yardımcı oluyor ve aynı zamanda karısı." Hikaye tanıdık gelmişti. Belki de gülümsediği şey de buydu. "İç savaş döneminde adını çok duymuştum." Çenesinin kasıldığını gördüm. "Bu onun görevi." dedi. Yolun devamı karanlık ve asfaltsız taşlı yollarda geçmişti. Kırsaldaydık ama deniz görünüyordu. Silivri tarafları olmadığına emindim, tabelalardan biri Sarıyer'i gösterdi. Bahçeli tatlı bir evde durduğumuzda bahçesindeki masada ikisi oturuyordu. Bizim aksimize gerçek bir çift samimiyetinde çay içiyorlar ve gülümsüyorlardı. Arabayı fark edip ayaklandıklarında biz de indik. Baver "Üsteğmen Kuzgun gelmiş!" dedi gür bir sesle. Birbirine bağlı kollarını çözerek Baver'e sarılan Çağlar'ın koluna hafifçe dokundu. "Hoş geldiniz." dedi. Gülümseyerek yanlarına gittiğimde nasıl tepki vereceğimi bilemiyordum ama neyse ki bana karşı tutumları yine ilk karşılaştığımız gibi nazikti. "Hoş bulduk abi." Baver Bey'in gözler ürkek bakışlarımı bulduğunda "Nasılsın Efsun?" dedi. Efsun demişti, bu da Çağlar'ın işi olabilirdi. Gülümseyerek ellerimi arkama attım. "İyiyim Baver Bey, siz nasılsınız?" "Bey diyene kadar iyiydim." Ne diyeceğimi bilemeyerek şaşkınca baktım. Kesinlikle sosyal yetileri eksik doğmuş bir kızdım! "Baver abi güzel olur." Çağlar gerildiğimi fark edip yanıma geldi ve parmaklarını sırtıma yerleştirerek beni destekledi. Ama böyle yaparsan dikkatimi toplayamam ki! "Hadi, bahçeye gelin." Melina'nın da üzerinde elbisesi vardı ve kalın bir ceket giymişti. Otuzlarında gibi görünüyordu, koyu kahve gözleri vardı ve Baver Abi'nin yanında uzun boyuna rağmen küçük kalıyordu. Çağlar içeri girmek yerine "Önce Efsun'a Andros'un evini göstermek istiyorum." dediğinde ikisinin de yüzünde gülümseme oluşmuştu. "Çok ilerleme kaydettik, görmeyi hak ediyor." Kaşlarımı çattım. "Ev mi yaptırıyorsunuz yoksa yapılmış bir evi mi göstereceksiniz anlamadım?" Çağlar elini cebine atıp arabadan uzaklaşarak beni karanlık yola doğru çekiştirmeye başladı. "İkisi de değil, gel bakalım." "Biz bahçede bekliyoruz sizi!" diye seslendi Melina. "Efsun'u sağlam getir daha doğru düzgün konuşamadık!" Çağlar'ın dudaklarından kısa bir gülüş duydum. "Ağına kapılırsan bırakmaz, çok konuşur dikkat et." Derin bir soluk alıp taşlı yolda yürümeye çalıştım. "İyi ya, konu bulmak için kıvranmam." Parmaklarını sırtımdan çekmedi, onun yerine omzuma attı. Etrafta ne bir ev ne de ışık görünüyordu. "Çok mu yürüyeceğiz? Arabayla gitseydik." "Böylesi daha güvenli." Köpek sesleri karşısında bir miktar irkilerek adımlarımı yavaşlattım. "Güvenli olduğuna emin misin?" Yüz ifademin korkuyla karışık bir hal aldığını biliyordum ama Çağlar durmak yerine ilerlemem için hareket etti. "Bana güven." Keşke şu cümlesi karşısında rahatlamasaydım. Ama öyle oldu ve dikleşmiş omuzlarım yavaşça aşağı indi. Kokusu ve omzumu sıvazlayışı da etkili olmuş olabilirdi doğrusu. Ağaçların arasında görünen ışıklar yine küçük bir evin içine açılıyordu. Bahçe kapısını açıp içeri girerken omzumdaki elini indirdi, kapıyı çaldığında içeriden birkaç tıkırtı yayıldı ve ardından yaşlıca bir kadın açtı kapıyı. Hemen arkasında da yaşlı bir adam belirmişti. İkisi de kısa ve oldukça tatlıydılar. "Ah Kuzgun gelmiş Andros!" "Görüyorum Sevil ne bağırıyorsun!" Adamın Yunan aksanı ve kadının tatlı gülüşü karşısında gülümsemeden edemedim. Ama neden buraya geldiğimizi de anlayamıyordum. Kadın arkasına dönüp bir anda "Devam edin çocuklar, Kuzgun gelmiş!" diye bağırdığında tıkırtılar yeniden alevlenmişti. Kaşlarım çatık halde içeri attım adımlarımı. Çağlar hemen arkamda varlığını belli ederek geliyordu peşimden. "Bugün on dokuz kişi çalışıyorlar, ses ondan fazla çıkıyor." "Ne durumdayız peki?" Yaşlı kadın manalı bir gülüşle "Geçin kendiniz görün." diyerek hemen yan odanın kapısını açmıştı. "Kapı zamansız çalınca her yeri kapatmıştık." İlk görüşte sıradan bir oda gibi görünen odanın parkeleri ansızın bükülerek açılmaya başladığında olduğum yerde birkaç adım geriledim. Çağlar'ın göğsüne çarpıp başımı yukarı ve arkaya doğru döndürerek şaşkın gözlerle baktım. "Bu da ne oluyor?" Yüzünde memnuniyet ve zafer vardı. "Yeraltı tünelinin girişi." Gözlerini kıstı. "Ya da çıkışı." Parmaklarını çeneme yerleştirip beni önüme döndürdüğünde bir arabanın rahatlıkla girip çıkacağı kadar büyüklükte bir yokuş görünüyordu odada. İçeriden birkaç kişi "Tüm gün oradan mı bakacaksınız?" dedi ve sesi koca tünelde yankılanmıştı. Çağlar parmaklarını benimkilere geçirip odanın içindeki yokuşa doğru çekiştirdi. İçerisi loş bir ışıkla aydınlanıyordu, bir sürü elektrik kablosu görünüyordu. "Uzun yıllardır karşıyla bağlantı kurabilmek için tünelin bitmesini bekliyorduk. Henüz bitmedi ama çok az kaldı." İçerideki genç bir çocuk atılıp "Hoş geldiniz Komutanım." diyerek Çağlar'a selam verdi. "Senin ne işin var burada İzzet? Görevden yeni döndün, dinlenmen gerekiyordu." "Ender Komutanım buraya geliyordu ben de hazır fırsat varken geleyim dedim komutanım." Çağlar omzuna dosta yumruk geçirdi. "Arada bir evine git İzzet, bu bir emir." Yokuşun ucu burası kadar aydınlık değildi ve baktıkça devamı geliyordu sanki. "Burası Anadoluya mı açılıyor yani?" İzzet hızla karşımda bitti. "Şey, henüz değil ama çok az kaldı." Sonra tanımadığım başka biri elektriklerle uğraşırken bize katıldı. "Karşı taraf bizden biraz daha hızlı, sayımız daha çok olsaydı çoktan bitirirdik." İçimde koca bir umut yeşerdi. Ne olacağını bilmiyordum ama burası bir neslin umuduydu. Soykırımın bitişini hayal ettim, ülkemde ismimi rahatça haykırabildiğimi, resmi yerlerde Türkçe konuşabildiğimi ve daha fazlasını. "Çocuklarımıza, geleceğimize bizim gibi büyümemeleri için vereceğimiz en büyük miras." Çağlar'ın sözleri gözlerimi doldurmuştu. Hiç gerçekten inanmamıştım bizden sonrakilerin kurtulabileceğine ama artık büyük bir umudum vardı. "Burası tek değil üstelik." dedi İzzet, bu defa elinde bir haritayla gelmişti. "Üsküdar'dan Beyoğluna da bir tünel açılıyor. Hem de tam İstaklal'deki Yunan Konsolosluğunun içine." "Arı kovanına elini sokmak olmaz mı bu?" Çağlar düşünceli bir edayla "Uzun zamandır kullanılmıyor, sadece görevliler var içeride ki onlar da özel yerleştirilmiş bizimkiler." Bizimkiler... Yüzümde kocaman bir gülümseme oluştu. "Vay be!" dedim kendi kendime. Etrafa bakınıp gerçekten bu işlerin içinde olduğumu idrak ettim. Yıllarca kendi kendime tüm bu uğraşım gördüklerim karşısında bir hiçti. Meğer hiçbir şey yapmadığımızı sandığım zamanlarda bile aslında bir şeyler yapıyorlarmış. "Türkler'in gücünü şimdi daha iyi idrak ediyorum." Hayranlığım kat be kat artarken kendi etrafımda dönerek bakınmaya devam ettim. Devasa geliyordu, nasıl yapmışlardı? "Hadi, güzelim, artık dönmeliyiz." Ansızın kesilen sesler ve bize dönen yüzlerle anlamsız bakışlar attım etrafa. "Komutanım?" dedi İzzet şaşkınlıkla. "Sevgiliniz miydi? Yenge demedim kusura bakmayın, komutanım bilseydik-" "Karım." Çağlar cebindeki elini çıkarmadan diğeriyle parmaklarımı yakaladı yeniden. Hareketleri karşısında büyüleniyordum ve bu en istemediğim şeydi. "Kuzgun!" diye selendi yukarıdan yaşlı bir ses. "Karın olduğunu söylemediğin için büyük dayak yiyeceksin benden, evlat." Çağlar mahçup bir edayla gülümsedi ve ben gülüşünde kaldım. Başını hafifçe eğerek yukarı çıkmak için ilerledi, bir adım arkasından geliyordum. Parmakları sıkı sıkı tutmaya devam ederken güldüğünü fark edebiliyordum. "Baver Abi bekliyor ihtiyar, gitmeliyiz." Yaşlı kadın elindeki bastonunu havaya kaldırdı. "Komutansın diye dövemeyeceğimi sanma ha! Bir çay için." "Çok yorgunum Sevil Teyze, gitmeliyiz." "Görevden yeni döndü, haklı." diyebildim sadece. "O zaman sonraki gelişinizde hem yardım edersiniz hem çayımızı içersiniz. Anlaştık mı?" Ayrılırken bile arkama bakınıp durdum. Tüneli son kez gördüm, özgülüğümüze açılan o çukur milyonları temsil ediyordu. Fakat en ufak bir hata her şeyi mahveder iki ülkeyi savaşa götürebilirdi. "Hala inanamıyorum." dedim, karanlıkta giderken. Daha fazla etkisinde kalmamak için parmaklarımı çekmeye çalıştığımda daha sıkı tutunmasına karşılık "Çağlar." diye sitem ettim. "Yorgunum ve yanımda hiç sakinleştirici yok." İkimiz de hareketsiz kalmıştık. Karanlık yolda sadece ay ışığı vuruyorken bile yeşil gözleri parlaktı. "Uykusuzluktan ölmeden önce biraz izin versen." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. İstemediğimi mi sanıyordu? Deli gibi istiyordum ona sarılmak, elini tutmak. Ama olmamalıydı çünkü ben net olmasını istiyordum artık. "Hareketlerin ve sözlerin uyuşmuyor Çağlar farkında mısın?" Eğilip başını omzuma yasladı. "Biliyorum." Daha fazlasını yapmadı ve sadece omzumda biraz soluklandı. "Böyle olsun istemezdim." dedi omzumdan ayrılıp ilerlemeye başladığında. Yolun devamında sessizdik, arkasından ilerlerken attığım her adımda kafamda yeni planlar kuruyordum. Eğer adım Efsun'sa o zaman Çağlar'dan gerçek duygularını öğrenene kadar onu köşeye sıkıştıracaktım. ***
Sonraki bölüme kadar Allah'a emanet olun 🫶🏻 öptümmmmmm
|
0% |