Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5. Yeşil Kelebek

@zorronezi

 


Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen 🫶🏻

 

İyi okurmalarr 💋

 

***
"Yeşil Kelebek"

Çağlar arabayı öyle hızlı manevralarla uzaklaştırmıştı ki nerede olduğumuzu algılayamıyordum. "Sakin bir yerde sağa çeker misin?" dedim fısıltıyla, çenem kilitlenmek üzereydi ve ellerim titriyordu. Bakışlarının bende olduğunu algılayabiliyordum. "Ne oluyor?" Sesi endişeliydi ve kulağıma yakın bir yerden geliyordu.

Son gücümle "Yaklaşma." diye fısıldayabildim yalnızca. Arabayı otobanda kenara çektiğinde çantamdan bir tane küp şekeri çıkarıp ağzıma attım.

"Yanında şeker yoktur herhalde." dedim. Kıpırdandığında bedenini önüme eğip torpidoyu açtı, küçük küçük birkaç şeker duruyordu. Avucunu önüme uzattı bedenini geri çekerken.

Üzerimdeki paltoyu çıkarttığımda kollarımın arasından çekip almıştı. Elimi gömleğin açıkta kalan yerinden kolumun üst kısmına soktum, insülin aletini çıkarmalıydım şekerim yerine gelene kadar.

Yapışkanın olduğu iğneyi çektiğim gibi çıkardım kolumu gömleğimden. Hemen aynı saniyede başımı arkaya atıp gözlerimi kapattım.

"Diyabetinin olduğunu söylemeliydin." dedi sitemle. Titremem durmuş, halsizliğim biraz da olsa geçmişti. Parmaklarım arasındaki etrafı yapışkanlı iğne aparatını çekip aldığında gözlerimi açtım. "Bana o kadar yaklaşmamanı söylemiş olmalı babam."

Beni dinlemeyerek elindeki iğneye bakıp tekrar bana uzattı. "Bakanı değil senin cümlelerini kâle alıyorumdur belki?" Yüzündeki o çapkın ifadesi olmasaydı neredeyse ciddiye alıp inanacaktım ona.

Kaşları çatık olan ben, devamlı keyifli olanınsa o olması haksızlıktı.

Yalnızdım, hayatım boyunca beraberce gülebileceğim insan sayısı o kadar azdı ki şimdi karşıma geçmiş sürekli gülümsüyor oluşu beni de buna sürüklüyordu. Mutluluk gerçekten bulaşıcıydı demek.

Nefes alışlarım stabilleşip titremelerim durduğunda kan şekerimin yerine gelmeye başladığını anlamıştım. Vücuduma basan ter yavaş yavaş yerini soğuk havaya bırakıyordu.

Önüme dönüp "Gidebiliriz." dediğim gibi "Kemerini tak!" diye uyardı alel acele. Gözleri dikiz aynasındaydı. Hemen arkamızdan güçlü bir motor sesi yankılanırken Çağlar öyle hızlı bir kalkış yapmıştı ki bir an gerçekten yarış pistindeki ralli pilotu olduğunu hatırlatmıştı.

Kemeri aceleyle takıp korkuyla yolu izledim. Korkum arabanın hızından değildi, arkamızdakilerin bizimle ne alıp veremediğini anlayamamamdandı. "Sıkı tutun." diye tekrar bir uyarı yaptığında arabayı yüz seksen derece döndürürken sağa doğru savruldum. Elini uzatıp önüme siper olacakken dokunmaması gerektiğini hatırlayıp geri çekmişti kolunu.

Hızını artırıp ilerlemeye devam ettiğinde trafiğin olmayışı çok garipti. Sanki trafiğe kapalı bir yolda yalnızca arkadaki araba ve biz vardık. Öfkeden çenesini sıkıyordu. Direksiyona sıkı bir dabe indirdi. "Şimdi altımda Peugeot olacaktı işte!" diye kendi kendine hayıflanırken arkadaki arabanın yaklaştığını duyabiliyordum. "Hadi bebeğim, yüzümü kara çıkarma." dedi arabaya. Evet arabaya.

Şaşkınlıkla yüzüne bakınmak istediğim esnada onun tarafındaki camdan arabanın bize yetiştiğini görmüştüm. "Direksiyonu tut Ofelya." diye emir verdi. "Ne?" nidası döküldü dudaklarımdan.

Camını açıp belindeki silahı çıkardı. "Direksiyon tut, direksiyonu!" Ciddiydi ve camı açtığı sırada direksiyonu bıraktığında telaşla dudaklarımdan çıkan küçük bir çığlıkla beraber kavradım direksiyonu. Ayakları hala pedallarda duruyor fakat bedeni camdan dışarıya doğru ateş etmeye devam ediyordu.

Karşı taraftan da ateş sesleri gelmeye başladığında artık gerçekten korkmaya başlamıştım. "Gazdan ayağımı çekip hızı düşürdüğümde yüz seksen dön!"

Ağzından çıkanı kulağının duymadığını düşündüm. "Saçmalama, yapamam ki ben!"

Terden ıslanmış avuç içlerim direksiyonla adeta bütün olmuş, bedenim neredeyse bedenine çarpacak kadar yakınında duruyordum.

"Topla dikkatini, Efsun."

Sanırım cümlelerden etkilenmem için içinde tek bir isim geçmesi yetiyordu; Efsun.

Yutkundum, yüzümdeki dehşet ifadesine hakim olmaya çalışıyordum. Küçücük bir hatam ikimizin de hayatını riske atardı.

Ateş sesleri çoğaldığında Çağlar'ın gazı kesip hızı düşürdüğünü hissettim, direksiyonu tam yüz seksen derece döneceğimiz şekilde ters yöne doğru çevirdim.

Kalbim ağzımda atıyordu, Çağlar heybetli bedenini tekrar içeri çekmeye başladığında direksiyondan uzaklaştım fakat parmakları direksiyonu bulana kadar bırakmadım. Korkuyla titriyordum, yeniden.

Nefes nefese yaslandım arkama. "Bunlar da kimdi?" Önüme düşen saçlarımı bir bir kulağımın arkasına atıp istemsizce Çağlar'a döndüm. Yüzünde acı çeker gibi bir ifadeyle gazı köklüyordu. Bilmediğim sapağa girerken "Babanın düşmanlarının listesi sayamayacağım kadar uzun." dediğini duydum. "Kahretsin." kelimesi daha çok kendi kendine konuşuyor gibi çıkmıştı dudaklarından.

Endişeyle bir başka sapağa saptığımızı gördüm. Öyle hızlı gidiyordu ki başımı bir anlığına koltuğun başlığına sabitlenmişti. Sayamadığım kadar sapağa girip çıktıktan bir süre sonra hızını düşürüp kol kenarından ormanlık bir yola sapmıştı. Taşların çokluğundan savrularak hızı iyice düşürdü.

Etrafa bakınarak "Neden durduk?" diye sorup ona döndüğümde bu kez bayık gözleriyle karşılaştım. Elini ceketinin altından, sağ göğsünden çıkardığında kıpkırmızı kanla beraber "Hi!" nidası döküldü dudaklarımdan.

İlahi adalet miydi bu?

Daha birkaç gün bile olmamıştı gözlerimin önünde Türk yandaşlarını vuralı. Şimdiyse parmaklarında kanla yanı başımda acı çekiyordu. Doğrusu yüzündeki o küçücük ifadeden güçlükle anlamıştım acısını, akan oluk oluk kana rağmen sesini bile çıkarmıyordu.

Kapı kulpunu kavradığı gibi kendini dışarı atmış fakat tökezlediği için yere çökmek zorunda kalmıştı. Öyle büyük bir ikilemdeydim ki; annem ve babamın zihnimdeki sesleri gibi koca iki ayrımdaydım.

Biz kötüler gibi değiliz dimi kızım? Onların yaptıklarının aynısını yapacağız diye bir şey yok.

Canın acıdıysa aynı acıyı yaşat! Biraz güçlü ol Ofelya!

Parmaklarımı kapı kulpunu kavrayıp dışarı adımımı attığım gibi arabanın önünden tur attım. Kapının hemen yanına sırtını dayamıştı. "Bagajda," dediğini duyar gibi oldum. "İlkyardım çantası." Yüzü beyazlamış, acı çektiğinden kaşları çatık bir hal almıştı.

Koşar adım bagajı açıp titreyen parmaklarımla yanına çöktüm. Başı neredeyse omzuna düşmüş, üzerindeki siyah tişörtü sanki ıslanmış gibi koyulaşmıştı. Sıksam oluk oluk kan akardı belki de.

Telaşla "Ne yapmalıyım? Ambulans arayayım mı?... Bir şey söyle Çağlar." dedim. Bilincinin kapanmaması gerektiğini biliyordum yalnızca. Beni duymuyor muydu yoksa gücü mü yetmiyordu cevap vermeye anlayamıyordum.

"Ceketi çıkar, yaraya gazlı bezi bastır." Duraksayıp güç topladı. "GPS açık, sinyal verdim ama buraya gelmeleri uzun sürer."

Aslında çok basit bir eylemdi. Yalnızca ceketini çıkarmasına yardım edip yarasına gazlı bez bastıracaktım.

Basitti. Yıllarca kimseye dokunmamış biri için dağları delmek kadar basitti. "Ben... yapamam Çağlar... Dokunamam ki." dedim çaresizce, sesim git gide incelmişti.

Güçsüz bir soluk verdi. "Efsun." İsmim dudaklarından çıkarken havalanan parmakları elimi bulmak üzereydi ki kendimi geriye doğru savurup ayaklarım öne atılıp bedenim geriye doğru düşmüştü. Elimle arkamdan destek alarak denge sağladım.

"Ölürsün Çağlar, dokunursam ecel kapına dayanır."

Acı çekerken bile muzipçe gülümsemesini silmemişti. "Şuan da pek uzağımda sayılmaz. Ölümüme kurşundan ziyade bir kadın sebep olsa fena olmaz."

Dehşetle açılan gözlerimle öylece durmaya devam ediyordum. Karar veremiyordum; iki yolun sonu da ölüme çıkıyordu her şekilde.

"Yapamam." dedim çaresizce. Ellerimi birbirine vurup silkeleyip yanına yaklaştım. "Kaldıramam ben bunu." Beni anlamasını beklemiyordum fakat yarasını göstererek "Bir ömür bunun vicdan azabını kaldırabilecek misin peki?" dediğinde burnumu çektim.

Parmaklarımı havalandırıp ceketinin önünü kavradım. Dizlerimin üzerinde yakınına sokulmuştum. Soluklarım sıklaşmış, yer sanki dizlerimden kayıp gidiyor gibiydi. Gözleri baygındı, bir omzunu ceketinden kurtarırken çıplak kolundan aşağı kadar akan kanlarla bir kez daha titredi çenem.

Ceketi diğer kolundan da çıkarttıktan sonra "Tişörtü kes, bezi bastır. Çok kan kaybettim, acele et." dedi güçlükle. Titreyen ellerim çantanın fermuarını bile açamamıştı bir süre. Makası parmaklarım arasında alıp tişörtünün boyun kısmını kavrayıp aşağı doğru kesmeye başladım. Bir değil iki kurşun yarası vardı.

Çantanın içinden gazlı bezi parmaklarım arasında alıp sağ göğsündeki ve onun altındaki iki yaraya bastırmaya başladım. "Çağlar, uyuma." Başımı eğip gözlerine baktığımda bayık bakışları iyice kısılmıştı. "Çağlar! Kendine gel, Çağlar, lütfen!"

Parmaklarım bugün yıllardır hiç yapmadığı şeyleri yapmanın etkisiyle uyuşmuştu, karıncalanma hissi sarmıştı her yerini. "Çağlar." dedim çaresizce. Sol elimle iki yaraya birden bastırmaya çalışıp sağ elimi yüzüne doğru doğru kaldırdım. Yanağına deydiğim gibi kanım çekildi, kirli sakallarına elimdeki kan bulaşmıştı. "Çağlar korkmaya başlıyorum." diyerek yanağına hafifçe vurdum, çenesinden tutup başını yukarı doğru kaldırdım gözlerini açsın diye.

Ölüm ona dokunduğunda ne hissettiğini merak ediyordum, çünkü ben zihnimdeki kuralların asılı olduğu duvardaki tüm çerçevelerin aynı anda yere düşüp bin parça olduğunu hissediyordum.

Anne, dokunuyorum bak! Kelebeğe dokunuyorum, gördün mü? Yeşilin bir sürü tonundan kanatları var!

Yeşil gözleri aralanıp bana harikalar diyarını gösterdiğinde "Duyabiliyorum." dediğini işittim. Sanki ateşe dokunuyormuş gibi çektim parmaklarımı.

Duyu organlarımın algılayabileceği bir şey değildi sanki ona dokunuşum; parmağım ölü bir ruhtu, hissi yoktu ve onu tekrar hayata bağlayan şey onun çehresinin bana kalp masajı yapmasıydı.

"Ölme lütfen." Uzun zaman sonra ilk kez bu denli açık konuştum birinin yüzüne bakarak. "Rica ediyorum, kapatma gözlerini." Kanı durmuyordu, oluk oluk parmaklarıma bulaşıyordu ama sanki gözleri daha da açılmıştı çenesini kavrayışımdan sonra.

Anne, kelebeklerin ömrü bir gün müydü? Neden bir güncük anne? Ne yapayım ölmemesi için?

Bizim dünyamızdaki bir günle kelebeğinki hiç bir olur mu gülüm? Bak biz büyüğüz, o küçük. Onun için bir saat demek neredeyse iki, üç yıla eşit. Yani aslında onlar için hiç de az bir ömür değil aksine belki de artık yaşlandıklarını ölmek istediklerini düşünüyorlardır bir günün sonuna geldiklerinde.

Bakışlarım kanla kaplanmış gövdesini bulduğunda kurşun izi iki tane değildi. Birçok çatışmaya girip çıktığı, asker olduğu belli oluyordu. İki elim de yarasında sıkı sıkıya dururken bu kez onun parmakları hareketlendi. Geri çekilmek istedim ama ayıramıyordum elimi gövdesinden.

"Sen de öleceksin, yaklaşma daha fazla." dediğimde havada asılı kaldı parmakları. Sanki görünmez bir duvar varmış gibi parmakları yanağımın bir santim ötesinde okşar gibi şekil aldı. Dokunmadan dokunuyordu.

Gözleri az öncenin aksine dinç bakıyordu sanki hiç yara almamış gibiydi. Issız yolda uzaktan duyduğumuz araba sesiyle irkildim. Ya gelenler bizi öldürmeye çalışan silahlı adamlarsa, ne yapacaktık?

Çağlar'ın dikleştiğini hissettiğim an kıpırdandım onunla aynı doğrultuda. Sirenini çalmadan bir ambulans ve siyah bir araç geliyordu yanımıza. Gözlerim tekrardan Çağlar'da sabitlendim, soluğunu hissedecek kadar yakınındayken bakmamak imkansızdı zaten.

"Durum nedir?" diyen bir kadın koşarak yanımıza gelmişti bile. Peşinden diğer sağlık çalışanları da aynı şekilde.

"İki kurşun, biri göğsün hemen altında diğeri üç santim sol çaprazda." dedi. Daha az önce kendinden geçmiş vaziyette olan Çağlar şimdi bülbül gibi şakıyordu. "VIP'yi evine ulaştır asker."

Siyah aracın önündeki askere emir vermişti. Kaşlarımı çatıp elimi yaralarından çektim, sağlık görevlisi hemen ardımdan onu sedyeye almıştı.

"Ölme lütfen, Çağlar." dedim son kez duyabileceği şekilde. Artık tek yapabildiğim arkasından damlayan kanları izlemekti.

Oluk oluk akan bu kan Türk kanı olsaydı ne olurdu sanki?

***

O gece Bakan etrafta yoktu. Yurtdışında bir görüşmede olduğunu akşam haberlerinden ben de herkes gibi öğrenmiştim. Çağlar'ın telefon numarasını kaydedip ona mesajlar atmama rağmen bana dönmemiş ve merakta bırakmıştı.

Gönderen: Ofelya Zaharyas

İyi misin?
Lütfen iyi olduğunu söyle. Delirmek üzereyim.

Ya benim dokunuşlarım yüzünden çoktan ölmüşse?

Anne, kızın bir kez daha katil olmuşsa ne olacak? Diğerlerinde küçüktüm, anlamadım; artık büyüdüm ve biliyorum her şeyi.

Bu duygu titrememe sebep oluyordu. Ne gibi bir zehir vardı da vücudum bunu bir türlü atamıyor ve insanlara yaymaya devam ediyordu bilmek isterdim.

O ellerin var ya, ellerin; bir daha kimseye yemek bile verme o ellerinle. Dokunma, hatta bakma gözlerinle.

Parmaklarım istemsizce vücudumda gezindi, zehir hangi noktamdaydı bilseydim belki litrelerce kanımı akıtabilirdim. Sarılmak için gerekli uzuvlarımı ne yapacaktım? Lanet olası vücudumun bütün noktalarını kanatmam gerekiyordu sanırım.

Çağlar'ın ölmemesi için dualar ettim dakikalarca. Yalvardım çünkü elimden başka hiçbir şey gelmiyordu. Ölümü benim de sonum olurdu.

Ama ondan önce şu kablosu birbirine girmiş insülin pompamı takmalıydım. Bu sefer belime yakın noktaya takıp aleti de eşofmana geçirdim. Saçlarımı topladım, madem bu gece bakan buralarda yoktu o zaman müştemilattaki odama gidebilirdim.

Merdivenleri inip mutfağa geçtim, sürahiye su doldururken içeri Viktor girmişti. Saat on bile olmamışken eve girmesi pek hayra alamet değildi. Cebinden sarkan anahtarlığı gördüğüm gibi yanımdan geçerken yakaladım. "Bu da ne?"

Açık renk kaşlarını çatıp "Ver şunu Ofelya." diyerek elimden geri kapmıştı. "Araba kullanman yasak sanıyordum." deyip onu gıcık etmeye başladım. Bu her zaman yaptığım şeydi, bizim gizli bir anlaşma şeklimizdi. "Ayrıca Ofelya değil, abla!"

"Ablaymış! Bu boyla bana abla olabileceğini nasıl düşünürsün?"

"Devede de boy var ama bak eşek önden gidiyor."

"O da ne demek?"

İğrenerek yüzüne baktım. "Aptal Yunan atasözlerini bilip bunu bilmemen çok ayıp. Baban Türk senin biraz konuşmalara kulak ver bari."

"Multilüngual olduğumu unutuyorsun sanırım Ofeli." diyerek egosunu tatmin etti. Göz devirdim. Bu kadar karmaşık dillerin içinde büyüyüp neredeyse tek dilli olduğum için boğazımdakileri yuttum.

Okuldaki zorunlu Yunanca dersinden sürekli düşük notlar alırdım, çat pat da İngilizce konuşabiliyordum. İleri seviye olmayan birçok konuşmayı anlayabilir ve cevaplayabilirdim.

"Ne var ben de kuş dili biliyorum."

"Öyle bir dil yok."

"Var."

"Konuş."

"Kogonuguşsagam daga bigir bogok aganlagamagazsıgın kigi." diyerek dil çıkardım ve sürahiyi aldığım gibi yanından uzaklaştım. "Herkes sen gibi salak değil ablacım, anlaşılıyor."

Arkamdan ona kaşlarımı çatıp odama döndüm. Ertesi günün sabahına kadar sessizlik istiyordum. Parmaklarımdaki uyuşukluk hissi bile hala tazeydi.

Katil olmuş bile olabilirdim.

Bütün gece kabus görmüştüm; Çağlar'ın kollarımda yeşil yeşil zehirler kustuğunu, sonunda kıvranarak öldüğünü görmüştüm. Bütün bunların içinde tek düşündüğümse birine rüyada bile olsa sarılmanın verdiği sıcaklık ve korku.

Ellerimi vücudundan çekmek istiyordum fakat sarılmanın verdiği o tatlı sarhoşluk buna engel oluyordu. Bu sanki ruhum bedenimden çıkmaya çalışırken onu devamlı olarak bedenime çekiyormuşum gibi bir histi.

Boynumdan akan ter damlasını elimin tersiyle sildim. Saat dokuza geliyordu ve bakan muhtemelen bugünü evde toplantı yaparak geçirecekti. Alel acele telefonumdaki bildirimleri kontrol ettim fakat Sonat'ın mesajı dışında görmek istediğim asıl mesaj gelmemişti.

Gönderen: Sonat

Uzun zamandır radyoya gelmiyorsun, bir sorun mu var?

Haber alamıyoruz senden.

İzin verirsen Ahu'yla beraber yanına geliyoruz.

Mesajı bir buçuk saat önce atmış, endişeyle cevapladım.

Gönderen: Ofelya

İçeri almazlar, gelmeyi denemeyin bile.

Mesajım direkt görüldü olmuşken kapımın çalınması ile "Gir." dedim sessizce. İçeri çalışanlardan biri girmişti. "Ofelya Hanım, site girişinde arkadaşlarınızın geldiğini söylediler. Nerede ağırlayalım."

Onları içeri kabul ettiklerine göre giriş çıkış kontrolleri eski seviyesine düşmüş olmalıydı.

"Ayrıca babanız sizi kahvaltı masasına çağırmamı söyledi. Çağlar Bey geldiler."

Yataktan öyle bir fırlamıştım ki dengemi kaybedip tekrar yatağa düşmem saniyelerimi bile almamıştı. "Arkadaşlarımı kış bahçesine alın lütfen. Özür dileyerek gecikeceğimi de iletin. olur mu? Ha bir de... İçecek de ikram edelim."

Koşar adım badi ve triko kazak giyip pantolonu da geçirdim hızlıca. İnsülin pompasını kemer kısmına taktım ve kazağı çekiştirip üzerini kapatmaya çalıştım. Saçlarımı merdivenlerde toplarken nefes nefese kalmıştım.

Gönderen: Ofelya

Geç kalabilirim, bakan kahvaltı konusunda sıkıdır. Beni beklerken bir şeyler için lütfen.

Telefonu cebime koyduğum gibi salona girdim. Babam hemen sağında Çağlar ile birlikte keyifli bir sohbet eşliğinde kahvaltı masadındaydı. Yemeklerine başlamamışlardı, beni beklediklerini düşünmezdim.

Ne Elene ne de Viktor ortalıkta görünmüyordu, çalışanlar beni gördükleri gibi servise başlamışlardı. Gözlerim istemsizce Çağlar'a kaydığında babamın varlığını hatırlayıp gözlerimi yere indirdim.

Nasıl yaşayabilirdi ki? İmkansızdı bu!

Çenemin titremesine engel olup babamın bir şeyleri anlamaması için dualar etmeye başladım. Üzerimdeki gözün Çağlar'a ait olduğunu anlayacak kadar tanımaya başlamıştım onu artık. Babam zaten varlığımı hissetse bile bakmazdı ki.

"Gel, Ofelya."

Ya babama ona dokunduğumu söylemişse ne yapardım? Daha önce birine kendim dokunmamıştım ve ne tepki vereceğini bilmiyordum. Çğlar'ın karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum.

"Geçmiş olsun." dedim sessizce. Babamın tabağına baktığını düşündüğüm bir anda başımı kaldırıp bakarken gözlerinin yeşilinde yorgunluktan kırmızı emareler gördüm. Bir anlığına onun bir asker olduğunu unutup canım yandı yerine. Sonra tekrar eskiye dönüp başımı indirdim.

"Zarar görmemen büyük mucize." dedi babam. Çağlar'ın omuznu sıvazlayıp "İşte gerçek asker, her koşulda önce hanımları düşünüyor." diye ekledi. Çağlar mahçup bir edanın aksine ego tatmini yaparak "Seçimlerin lehimize gitmesi için diyelim." cevabını verdi.

Babam şaşrımamış aksine bu cevaba tatmin olmuştu. "Güzel kadınlara her zaman öncelik vardır." Çapkın biri olduğunu her zaman belli ediyordu cümleleriyle fakat ilk kez batmaya başlamıştı gerçek anlamda. Yüzümü buruşturdum ağzıma salatalık dilimini atarken.

"Verdiğim en doğru karar kızımı sana emanet etmekmiş," Bakan Zaharyas yeniden babalıktan istifa edip eski mevkisine dönmüştü. "Patlamaya sebep olan Türklerin icabına bakacağını düşünüyorum. Bilirsin Barış Bakanı olarak buna karışma yetkim yok ama madem damadım konumumdasın o zaman sana güveniyorum, gerekeni en iyi sen yaparsın."

"Kimlikleri tespit edildi bile, akşamki operasyonla alacağız hepsini."

Kaşlarımı çattım. "Türkler mi? Türkler masum insan öldürmez ki."

Masadaki çatallar durdu, ölüm sessizliği oldu. Babamın gözleri beni buldu. "Ofelya sözlerine dikkat et." Uyarısı sakindi fakat bilirdim ki bu sakinliğn elbet acısı çıkardı günün sonunda.

"Özür dilerim. Öyle demek istemedim."

Çağlar elindeki bıçağı sertçe tabağına bıraktığında olduğum yerde sıçradım, sessizliğe bir balyoz vurdu. "O bozguncu Türkler, ailemin yarısını katleden katiller. Benim yanımda onlar hakkında iyi şeyler söylemesen senin için en doğrusu olur."

Gözlerindeki ciddiyet belki de ilk kez bu kadar gerçekti. Çağlar Kuzgun'un gülüşünü söndüren tek şey Türklerdi demek; aynı babam gibi. Kasılan çene çizgisiyle beraber kaşları da dümdüz olmuştu.

"Anlaşılan sana biraz daha milliyetçilik duygusu içeren davetler gerek." dedi babam buz gibi bir sesle. Kravatını düzeltip yemeğini bitirmiş vaziyette çatalını bıraktı tabağın kenarına.

Elindeki çatalı çevirip duran Çağlar "Sayın Bakan." diyerek arkasına yaslandı. Ona çatık kaşlarla bakmayı sürdürürken "Yarınki davete Ofelya'nın benimle gelmesini rica etsem nasıl olur?" sorusuyla sanki kaşlarımı daha da çatabilirmişim gibi çattım.

"O senin nişanlın, böyle davetlere onunla gitmen iyi olur. Ama basından uzak tut onu içeri girerken. En büyük kozumuzu seçimlere yakın tutuyoruz."

Çağlar başını sallayarak onay verdi babama. "Akşam sekizde gelirim."

Kalkmak için hamle yaparak "İzninizle." dedim. Parmaklarım arasındaki terden büzüşmüş peçeteyi masaya bırakıp kalktım. Kış bahçesinde beni bekleyen Ahu ve Sonat'a koşar adım ilerledim. İkisine kahve ikram etmişler ve yan yana duran tekli koltuklara oturtmuşlardı.

"Kusura bakmayın, beklettim." dedim mahçup bir edayla.

Sonat koltukta dikleşip parmaklarını önünde birleştirdi. "Sorun değil. Babanın evde olduğunu duyduk, ondandır diye düşünüyorduk zaten."

"Aynen öyle." dedim onaylar bir şekilde. Karşılarındaki ikili koltuğa oturduğumda etrafımız full cam olduğu için bütün bahçeyi görebiliyorduk, yüzüme güneş doğdurdan çarpıyordu.

"Aslında biz şeyi konuşmak için gelmiştik." dedi Ahu etrafına bakınarak. "Topluluğa Sonat da dahil olduğu için radyo biraz boşlanıyor gibi oldu. İnsanların doğru haber alabileceği bizim gibi kanallara ihtiyacı var, bu yüzden biraz daha ayaklandırmak istiyoruz orayı."

Temkinli bir şekilde konuşmamız gerekmediğini gözlerimle işaret ettim. "Yarın bir davet var, Çağlar'la beraber katılmam gerekcek. Oradan haber getiririm." dedim.

"Artık fazla göze batarsın Efsun, istersen bir süre senden haber yayımlamayalım."

Başımı olumsuzca salladım. "Haber yayımlayacak daha iyi bir yolumuz mu var?" Ahu umutsuzca nefes verdi. "Doğru." diyerek yaslandı arkasına. Çıktığımız bu yolda canımın yanmasını umursamıyordum artık. Başıma gelip gelebilcek her şeyden korunmayı öğrenmiştim, korunamasam da önemli değildi de.

"Topluluğa benden bahsetmediniz değil mi?"

"İstemezsin diye düşündük."

"Doğru düşünmüşsünüz. İfşa olma olasılığım fazla olurdu kalabalıkta."

Ahu sessizce öne doğru eğildi. "Bir kaza olduğunu duyduk, doğru mu?"

Cevap vermeye yelteneceğim sırada kapı açılmış ve bütün dikkatim o yöne devrilmişti. Çağlar aralık kapıdan bedeninin bir kısmı görünecek şekilde bana bakıyordu. Duraksamasının ardından siyahlar içinde içeri girdi bütün heybetiyle. Gerçekten asker olmasaydı onu kondurabileceğim bir meslek yoktu.

Yüzüne takındığı alaycı bakış hariç profosyonel duruyordu. Keskin yüz hatları yemektekinin aksine kasılmış durmuyordu artık. "Konuşmamız lazım." diyerek bahçe kapısını işaret ettiğinde başımla onayladım.

"Biz de kalkıyorduk." dedi Ahu koluyla Sonat'ı çekiştirerek. Sonat onun aksine kalkmak niyetinde değil gibiydi fakat çekiştirmeleyere dayanamayarak adımladı. Çağlar'ın yanında onun kadar heybetli durmasa da uzundu Sonat da.

"Nişanda tanışma fırsatımız olmadı. Ben Ahu, Efsun- Ofelya'nın yakın arkadaşıyım."

"Çağlar Kuzgun." diye yanıtladı keskin bir şekilde. Başı havada, çenesi yukarıda dururken Sonat'a uzattı parmaklarını. Bir adımını öne atıp önüme geçmişti, bütün bedeni kaplamıştı önümü.

"Sonat Soylu, memnun oldum."

Çağlar'ın bedenini sağıma alarak öne ilerlediğimde Ahu "Sonra haberleşiriz, kendine iyi bak bir tanem." dedi.

"Sen de." diyere el salladım arkasından. Ardından hemen Çağlar'ın karşısında dikildim. Aslında zihnimde milyonlarca kuruntu yuva yapmıştı fakat dudaklarım kenetli gibi konuşamadım bir süre karşısında.

Üzerinden parfüm kokusu gelmiyordu bu gün. Dışarıdaki soğuk hava gibi kokuyordu gerçek kokusu, yoğundu; hiç almadığım yoğunluktaydı. Parfüm sıkıp kendine hakaret etiğini düşündüm istemsizce. Zihinmin ücra köşelerinde geiznip duran bu düşünceleri derhal def etme gereği duryarken bile konuşmuyorduk.

Gözlerindeki derinlikte kaybolmuş olabilirdimve büyük bir hataydı. Başımı yere indirdim korkuyla. "Yaşıyorsun." dedim, istemsizce pürüzlü çıkmıştı sesim. Yüzünde belirgin bir gülüm peyda oldu. Kaşları havalandığında "Dalgaya vurma, ciddiyim."

"Ölmemi mı isterdin Efsun?"

"Hayır." dedim direkt, keskin bir şekilde. Yanlış yazılarla dolu bir defter sayfasını söküp atar gibiydi cevabım. "Benim yüzümden... dokunduğum için öleceğini sanmıştım."

"İnsanlar dokunuşlardan ölmezler." Güne şartık onun yüzüne vuruyordu, gözlerindeki orman genişlemişti. Artık devasa yeşilliklerini net bir şekilde görebiliyordum. "Zevk alırlar." Yutkundum çünkü bilmediğim sokaklara gömdü bu cümle beni. Sakladığım derinliklerimde bir rüzgar esti sanki ve irkildim, titredim.

"Öldüler," dedim masumane bir edayla. "Gözlerimle gördüm, öldüler." Endişeli çıkıyordu sesim ister istemez. "Sen nasıl ölmezsin!"

Sanki onu ölmediği için suçluyor gibiydim ama hayır minnettardım ona. Ömrümde duyabileceğim en büyük minneti ona karşı duyuyordum zara yaşamıyor olsaydı ben de öyle olurdum.

Ellerimi kaldırıp sanki beni yanlış anladığını düşünerek salladım. "Yanlış anlama, minnettarım yaşadığın için." Duraksadım, kelimeleri doğru seçmeye çalıştım. "Ama nasıl oluyor da yaşıyorsun, zihnim bu gerçekliği kavrayamıyor."

Bana doğru bir adım attığı gibi iki adım uzaklaştım refleksle. Oldukça normal bir şeymiş gibi "Efsun sana insanlar dokunuşlardan ölmezler diyorum. Hala neyin gerçekliği bu kavrayamadığın?" dediğinde beni asla anlayamayacağını fark etmiştim.

"Boş ver." diyere kestirip attım sonunda. "Anlatsam da batıl inanç deyip geçeceksin." Yüzüm yeniden mimiksiz bir hal aldığında "Sen ne konuşmak için gelmiştin?" diye sordum.

"Boş ver." dediğinde aynı az önceki sesimi taklit etmişti. "Emin olduktan sonra söyleyeceğim."

Kaşlarımı çattım, gözlerimi indirdim yere tekrardan. "Ayak uçlarında değilim Efsun." demesini beklemediğim için irkildim. "Buradayım." derken bir elinin yüzüme doğru ilerledini fark edip seri bir şekilde iki adım daha geri gittim "Sakın!" diyerek.

Kurallar netti! Kurallar vardı ve bozulamazdı! Bir defa oldu diye yeniden olacak diye bir şey yoktu ya!

"Yeltenme bile."

Yüzündeki bütün alay yok oldu. Burnum kokusuna usul usul alışırken derin bir nefes çektim. "Düşündüğümden daha ciddi, daha vahim, daha hayal edilemez." Anlamsız cümlelerinin altındaki manayı aradım fakat görünürde hiçbir anlamı yoktu gözümde.

"Yarın sekizde." diyerek ayaklarındaki postalları vura vura çıktı kış bahçesinden. Ve ben öylece nefessiz kaldım. Çağlar kurallarımın başına gelmiş en büyük darbeydi artık.

***

Çağlar yeniden loblara bölünmüş zihnini toparlamaya çalıştı. Her şey düşündüğü gibiydi. Zihniyle oynanmış masum bir kızdı Ofelya.

Yediği iki kurşunla öylece yığılacak bir bünyesi en son askeri okulun ilk yıllarında vardı. Fakat bir şeylerden emin olmak için kurşun darbeleri ağır gelmiş gibi davranmak zorundaydı.

Üzerindeki yeleği düzeltti, takıntı derecesindeki bu özelliğinden vazgeçemiyordu uzun zamandır. Konstantinopolis'in adeta tam merkezine konuşlandırılmış askeriyenin içine girdi. Ona selam duran bütün askerlere başıyla karşılık verip odasına ilerlemeye başladı. Omzundaki armanın üzerinde parmaklarını gezdirip iyice düzeltti.

İki kişiliğini de dize getirmekti niyeti. Yeleğin küçük gözünden sakızlarından birini çıkarıp dudaklarına attığında artık her şey daha berraklaşmıştı.

Görevdeyken takamadığı yüzükleri yüzünden dikkatini toplarlayamıyordu uzun zamandır. Fakat bir nişan yüzüğü olduğunu hatırladığında eli yüzük parmağına dolandı. Gümüş halkayı defalarca döndürdü.

Kapısının tıklanmasının ardıdan "Gir!" diye seslendi. Askerlerinden biri elindeki dosyayla yanına ilerlediğinde çoktan biliyordu içeriğini. Zevkle gülümsedi karşısındaki askere.

"İsyancı Türkler için hazırladığınız dosya üstler tarafından onaylandı. Emirleriniz nedir komutanım?"

Önündeki dosyayı açıp bir bir okuduğu tekrardan yazdığı cümleleri. "Kadını sınır dışı edin," dedi önce. "Erkekleri de toplu mezarlara gömün."

İçindeki öfke hala tazeydi. O günki patlamada Efsun'a zarar gelseydi başaramadığı ilk görevi olurdu ve Çağlar başarsızılıkla ölümü eş değer tutardı askerlik hayatında. Ralli değildi bu, insan hayatıydı, atmayı durduran bütün kalpler ondan sorulacaktı.

İtalya'daki hayatını özlemiyor değildi. Günlerini arabada, pistte geçirmek tam da ona göreydi fakat artık Konstantinopolis söz konusuydu. İşler yokuşa giderken İtalya'daki görevi daha fazla uzatamazdı.

"Çıkabilirsin." diye emir verip çalan telefonunu açtı yüzünde bıkkın bir ifadeyle.

"Yarın çok dikkatli ol. Yanında kızım da olacaksa iki katı dikkatli ol. Basın delirmiş gibi her yerde onu arıyor, haberi milyonlar değerinde artık."

Milyonluk kız; Ofelya Zaharyas mıydı yoksa Efsun Gümüş mü?

***

Krem rengi elbiseler her zaman en sevdiklerimdi. Annemin efil efil elbiseleri gibi olmasa da ona benzemek istediğimden giyerdim hep bu rengi. Vücuduma tam oturan ince askılı elbiseyi giymeyi çok istiyordum, insülin pompası olmasaydı deliler gibi her gittiğim yerde bu modeli giyerdim. Fakat ikilemde kalmıştım. Elimde iki üç haftayı anca kurtarak kablosuz alet kalmıştı, diğer bütün davetlere kablolu bir cadı gibi gideceğim gerçeği korkunçtu.

Elbiseyi üzerime geçirip nasıl durduğuna baktım. Benim gözüme dehşet gibi batıyordu işte. Çıkaramadım da üzerimden. Böyle davetlere genelde al kırmızı bayrak renginde gitmek isterdim, bu gece ilgiyi biraz kısmam gerektiğinden kremle yetindim.

Saçlarımı yapıp yüzüme renk verdikten sonra çantamı aldım parmaklarım arasına. Eğer çantayı siper edersem biraz daha az belirginleşiyordu belimdeki çıkıntı. Gözler biraz daha az bakıyordu sanki o zaman belime doğru. Doğrusu ilk bakışta fark edilecek kadar büyük değildi alet ama benim gözümde karıncanın deveyi gördüğü gibiydi.

Gözlerim saati bulduğunda zamanın hızla geçtiğini fark edememenin verdiği telaşla indim merdivenleri. Çağlar ortaya yoktu, babam da öyle. Salonda Elene elindeki dergilerle kendi resmini çekiyordu. Sosyal medyada paylaşacağı için ışığın yüzüne güzel vurduğu koltuğun en ucuna oturmuş yüzüne sahte gülücükler takınmıştı.

"Ofeli, gelsene bir."

Bıkkın bir ifadeyle yanına ilerlediğimde dergileri kenarına alıp ayaklandı. "Bu gece şu oğlana güzel davran kaçırma onu. Hoş sohbet et, güzelliğin de pek yok ya anca öyle düşürürsün ağına."

Bayık gözlerle tam yüzüne bakıp "Sen öyle mi kandırmıştın babamı?" dedim direkt. Annemle boşanmalarından sonra tanıştıklarını, babamın annemi aldatmadığını biliyordum fakat canını yakmak istedim Elene'nin.

Birkaç adım atıp yakınıma geldi fakat dokunamadı, benim kadar iyi biliyordu o da kuralları. "Seni zilli!" diyerek öfkesini belli etti. "Erkekler temas sever, dokunamadığı kadını ne yapsın! Tek yapabildiğin şey konuşmak, bari onu düzgün yap. Çağlar'ın seninle gerçekten evlenmesini sağla da babanı gururlandır biraz."

Artık tam anlamıyla mantıklı konuşmayı kestiğini anladığım noktada tek kelime etmeden döndüm arkamı. Canımın yanmasını istemiyorsam onu daha fazla dinlememliydim çünkü her defasında kazanan o olurdu. "Çağlar'a ben söyledim." diye bağırdı arkamdan. Sanırım bu cümle duydurabilirdi beni bir tek.

"Dedim ki kimseye dokunamıyor, psikolojik falan değil. Bakan sana ne söyledi bilmem ama Ofelya birine dokunursa sonu kötü bitiyor. Neden diye sormadı ama merak etme katil olduğun kısmını anlatasım gelmemişti zaten. Sen söylemek istersin belki."

Dişlerimi sıktım, elim yumruk halindeyken demir kapıyı çarpıp çıktım o evden. Kimsenin önünde güçsüz görünmek istemiyordum artık. Fakat dayanma kotam da buraya kadardı, kapı sesi yankısını bitiremeden çöktüm yere. Duygularım da benimle birlikte çöktü üzerime, sardı her yerimi karman çorman.

Çenem titrerken alnımı dizlerime yasladım. Bir süre deve kuşu gibi, dışarıdan görünmediğime inanacaktım neredeyse. Buz gibi bir soğuk esti, elbisenin açıkta bıraktığı bacaklarım, kollarım ve diğer uzuvlarım titredi. Bunumu çeke çeke tekrar ayaklandığımda fark ettim araba kaputuna yaslanmış buraya bakan Çağlar'ı.

Birinin beni en savnumasız anımda görmesinden nefret ediyordum ve Çağlar son zamanlarda adeta bütün savunmasızlıklarımın en büyük şahidiydi. Arkamı dönüp gözümden akmasına milim kalmış gözyaşıma yelpaze yaptım elimle. Ardından hiçbir şey yokmuş gibi adım adım ilerledim yanına çünkü üzerini ancak böyle kapatabilirdim gördüklerinin.

Üzerinde resmi günlerde giyilen koyu lacivert üniforması vardı. Metal rütbe nişanları, görev rozetleri boy boy sıralanmıştı kıyafetine. Zihnimde neden bu kıyafetleri giydiğini sorguladım, yaslandığı yerde dikleşip beyefendi edasıyla kapımı açtı, ben henüz yanına ulaşmamışken.

Kolunun altındaki resmi, koyu lacivert şapkayı öteki koluna alıp tek kelime etmedi bir süre.

"Neden resmi giyindin?" diyerek ilk konuşan ben olmuştum ve ne yazık ki sesim titrek çıkmıştı.

Milyon defa denesem de beceremiyordum ağladıktan sonra normal davranmayı, konuşmayı.

"Gittiğimizde görürsün, üşüdün bin hadi."

Titriyordum, gerçekten titriyordum. Arabaya bindiğim gibi parmaklarımla kollarımı sardım fakat ikisi de soğuk olduğundan pek bir etkisi olmamıştı bu hareketimin. Tırnak uçlarımın morardığını hissedebiliyordum. Çağlar arabayı çalıştırdığı gibi doğruca klimayı açtı, aslında içerisi zaten sıcaktı, zaman geçmesi gerekiyordu ısınmam için.

Kısa ve sessiz bir yolculuk olacağını düşünürken trafiğin yoğunlaşmasıyla beraber duraksamıştık. Parmaklarım radyoya kaydığında istemsizce bizim radyonun frekansının gelmesini diledim.

"(Yunanca iyi akşamlar)

Duyuduğum Yunanca cümle ile seri bir şekilde atladım kanalı, ardınadan Türkçe şarkıların çalındığı bir kanala denk gelene kadar değiştirdim kanalları. Öyle sık basmaya başlamıştım ki "Güzelimi bozacaksın Ofelya." diye serzenişte bulundu Çağlar. Çatık kaşlarla döndüm ona. "Güzel bir şarkı arıyorum ne yapayım?"

Parmaklarının vitesten havalandığını görüp çektim elimi radyoda. Müzik kısmına takılı olan şarz aletinin ucunu uzattı. "Teknoloji çağındayız, istediğin şarkıyı açabilirsin." Kabloyu alıp telefonuma takarken Çağlar sol elini kapıya yaslamış şakaklarını ovuşturuyordu. Trafik sinirini bozmuş olmalı ki oflanıp durmaları arabanın içini sarmıştı.

Şarkı aşmadığımı fark etmiş olacak ki "Neden açmadın?" diye sordu. "Vaz geçtim." Bakışlarım istemsizce günler önce kısacık dokunduğum yüzüne gidiyordu. Sonra aklıma sınırlarım ve kurallarım gelip tekrar önüme dönüyordum fakat artık bundan kaçması çok güçtü. Çünkü gözlerimi bile kapatsam parmak uçlarımdaki o hissi unutamıyordum.

Bu kez yarasının olduğu yere kaydı gözlerim. İyi miydi? Acıyor muydu çok?

Sonra bu his de içimde vicdan yarattı. Onun vurduğu Türklerin de canı da acımıştı, şimdi kime ahlanacaktım ben!

Bu defa oflanan bendim ve o da bunu fark etmişti. Üniformasının önündeki düğmeyi açtı, trafiğin açılması dakikalar almışken sonunda varabilmiştik. Çağlar'ın her hareketi gözlerimi ona dikmeme sebep oluyordu sanki artık.

Elini attığı kapı kulbundan gözlerimi ayırıp ben de indim arabadan. Saat ilerledikçe hava daha da soğumuştu, rüzgar yüzüme tokat gibi çarptı. Binanın arabayla geçtiğimiz kısmı oldukça kalabalık ve patlayan flaşlarla doluyken bizim girdiğimiz bölümde neredeyse tektik.

Çağlar üniformasına çeki düzen verip en ciddi yüz ifadesiyle ilerlerken cebinden çıkardığı küçük, parıldayan broşu bana doğru uzattı. Yakınıma geldikçe gözlerime değen renklerle neye uğradığımı şaşardım. Yunan, İngiliz bayraklarının birleşiminden oluşmuş yeni bir bayraktı bu.

"Bayrağımız." dedi. "Bu akşam resmiyete kavuşacak ardından seçimlerde yalnızca bakan değil cumhurbaşkanı da seçeceğiz ve resmi bir ülke olarak kabul göreceğimiz anayasamız da olacak." Parmakları elimdeki o küçük şeyi işaret etti. "Her şeyin başlangıcı o elindeki küçük broş."

Gözlerim titredi, doldu. Yoksa artık bazı şeyler için fazla mı geç kalmıştık? Hayır, hayır değildi, yapabiliriz. Bir olursak her zaman bir yolu vardı. Bütün çıkışların kapalı olduğu bir yol kabul edilemezdi ki. Asfaltı deler gerekirse çıkmaz sokaklardaki evleri yıkar yine bir yolunu bulurduk biz.

Çağlar'ın yüzümdeki ifadeyi görmesini istemezdim fakat gizlenecek gibi değildi. Tuzla buz etmek istiyordum bu bayrağı, renkleri. Yalnızca damla damla kan görebiliyordum üzerinde, masum insanların kanları.

"Gidelim." dedi. Yüzündeki o ifade neydi bilmiyorum ama Çağlar'ın memnuniyet bakışı değildi o.

Cam kapıdan girdiğimiz ilk anda vücudum gevşedi, sıcacıktı içerisi. Fakat ruhumun serzenişleri ve feryatları öyle soğuk estiriyordu ki kanım dondu. Kalabalığın sesleri yaklaştıkça yutkundum. Bir adım önümden ilerleyen Çağlar'ın ismi döküldü istemsizce dudaklarımdan. "Çağlar."

Sanki üstünden emir almış gibi seri bir şekilde durduğunda yanına ulaştım. Belki de tanıştığımız günlerden bu güne kadar ilk kez göz göze geliyorduk. Gözleri bana özgürlüğü vadediyor gibiydi ama içinde gizlenmiş zincileri de görmüyor değildim.

Sanki aklımı okumuş gibi kolunu uzattı. Bu normalde yapacağım bir şey değildi, zehir zehirdi. Uzattığı kolundan bilek kısmındaki üniformasının bol parçasını tuttum. Teni tenimde değildi fakat uzak da görünmüyorduk artık. "Teşekkür ederim." dedim yalnızca. Gözleriyle verdi o da tek cevabını.

Lacivertin yanında beyazı sevmezdim; byeaza bir tek kırmızı yakışırdı ve bu gece yanlışlıkla Yunan bayrağı gibi olmuştuk. İçimdeki körüklenen acı gün yüzüne çıkıp duruyordu yine. Parmak uçlarım bileğine öyle yakındı ki yeniden uyuştuğunu hissediliyordum. Kumaş parçasını sıkı sıkı tutuyordum sanki parmaklarım arasında ezilip gidecek gibiydi.

Mermerden merdivenleri inmek üzere yaklaştığımızda kalabalık neredeyse titrememe sebep oldu. Birçok üniformalı askerin yanı sıra siyah takımlı adamlar da vardı. Her kolona korumalar konuşlandırılmış etraftan klasik müzik sesi yükseliyordu. Kadehler tokuşturuluyor, insanlar kahkahalar eşliğinde birbirleriyle sohbet ediyorlardı.

Merdiveni inerken topuklu ayakkabının sesi kulaklarıma öyle güçlü geliyordu ki müziği bastırmıştı sanki. Çağlar dikkatle etraftaki insaları süzerken birer birer selam vererek ilerliyordu. Sanki herkes onu tanıyordu, yüzündeki muzip gülüşü yerine gelmişti.

"İşte gecenin onur konuğu!" diye bir ses işittik arkamızdan. Merdivenleri bitirip masalardan birine yaklaşırken durup arkaya döndük ikimiz de. Parmaklarımı çektim bileğindeki parçadan ve çantama attım iki elimi de.

"İyi akşamlar Kıdemli Üsteğmen Çağlar Kuzgun!" dedi coşkuyla.

Kıdemli Üsteğmen Çağlar Kuzgun.

Türk katili Çağlar Kuzgun.

Kendi ırkının katili Çağlar Kuzgun.

Ve onun yanındaki vatan haini Ofelya Zaharyas.

Bakan kızı Ofelya Zaharyas.

Ne dramatik bir ikili ama!

Asıl vatan haini oyken, yaptıklarım ortaya çıkarsa bu sıfatın bana takılacak olması ne dramatikti öyle!

Adam Çağlar'a odaklanırken aniden gözleri beni bulduğunda yüzüne bile bakmadan hissetmiştim bakışları üzerimde. "Hanımefendi?" diyerek tokalaşmak amacıyla uzanan parmaklarda takılı kaldı gözlerim.

Şayet yanımdaki babam olsaydı o el havada kalır ve benim rezil oluşumu ilzlerken zevk alırdı faakt ilk kez öyle olmadı. Çağlar hafifçe önüme gelip bana uzanan eli parmaklarıyla sarıp yerime tokalaştı. "Nişanlım." dedi nazikçe adama. Ne hissedeceğimi bilemedim; minnet, mutluluk duyuyordum ilk başta. Sonra içime oturan o duygu öyle büyüdü ki Çağlar da aynı oranda büyüdü gözümde.

Parmakları adamın eline nazaran daha kibar ve uzundu. Başımı hafifçe kaldırıp adamın omuzlarına odaklanarak "Ofelya Zaharyas." dedim mahçup bir edayla. Ne olursa olsun bu mahçubiyeti hissetmeden edemiyordum. Aslında gördü kurallarında bir kadın elini uzatmadan adamın uzatması doğru değildi fakat günümüzde kimsenin buna uymadığı ortadaydı. Etik kurallar çerçevesi oldukça daralmıştı.

"Apístefto! Sen Bakan Zaharyas'ın kızısın! Ne büyük şeref, sonunda yüzünüzü görebilmek. Memnun oldum tanıştığımıza. Ben Bedros Bellanca."

"Ben de memnun oldum."

Çağlar sözlerimi bitirmemden saniyeler bile geçmeden "Herkes tamam mı?" diye sordu Bedros'a. Adam etrafına bakınıp temkinli bir edayla "Ayıp ediyorsun, bayrağı yıkılan boğaz köprüsüne bile yansıtacağız." diyerek kısık bir kahkaha attı.

Gözlerimi Çağlar'a çevirdiğimde yüzündeki memnuniyet ifadesi büyüdü, gözleri parıldıyordu adeta. "İtalya geceleri gibi olacak desene." diyerek keyfine keyif katıp daha da gülümsedi. Bu onun gülüşüne deli gibi yumruk atma isteği uyandırmıştı içimde. Başımı geri çevirip karşımdaki adama odaklandım bu kez de.

"Artık İtalya geceleri gibi olamaz mi amigo. Parmağındaki yüzük gözümü alıyor, eminim İtalyan kızları da bunu görürdü."

Çağlar'a bakmadım fakat dudaklarından çıkan gülüş sesini duyabiliyordum. Yüzümde istemsizce öfke dolu bir bakış peyda olurken yumruğumu sıktım. "Siz yanında nişanlısı olan her arkadaşınızla böyle mi konuşursunuz Bay Bellanca." Çenemi sıkıp durduğumdan başıma ağrılar girmişti.

"Affedersiniz Bayan Zaharyas, sizin kıskanç bir Türk kanı taşıdığınızı unutmuş olmalıyım."

"Bunun başka bir adı var ama söylememyi tercih ediyorum, nezaketim el vermez."

Karşımda donup kalmışken elindeki boş kadehi göstererek "Ben kendime bir şampanya alayım en iyisi." dedi. Arkasını dönmeden hemen önce Çağlar'a bir adımda yaklaşıp "Güzel olduğu kadar dişli." dediğini duyduğumda yumruğumu bu kez de onun yüzüne atmak istedim. "Sen konuşma için hazır ol, beş dakika kaldı."

Çağlar, arkadaşının gidişiyle beraber önüme geçti. "Beni buralarda bekle, biri yanına gelirse benim konuğujm olduğunu söylemen yeterli." Yüzünde ciddiyetle yanımdan aytılırken dirseğimi masaya koyup bir kurabiye attım ağzıma.

Etrafa bakındım, uzun camlardarın ardından görünen yıkılmış köprüye ve denize baktım. Köprünün tam karşısında olmayı dilediğim binlerce geceden biriydi yine. Tam karşıda yanıp sönen ışıklar vardı, karşı karşıya dizilmiş savaş gemilerine rağmen hala eğleniyordu birileri.

Acaba benim orada olmayı istediğim kadar birileri de burada olmayı istiyor muydu?

"Değerli Konstantinopolis halkı ve askerleri."

Mekanik sesle irkildim. Birkaç basamak havadaki kürsüden konuşuyordu adam. "Bu gece sizlere taktim etmek istediğimiz ve birçoğunuzun da bildiği bir hediye var."

Birkaç kamera tam karşısına konuşlandırılmış ve önünde türlü türlü mikrofon vardı. İçeride kameraların sahipleri yoktu fakat filme alıyordu.

"Kıdemli Üsteğmen Çağlar Kuzgun'un temellerini attığı bu projeyi kendisinin tanıtmasını istiyoruz."

Alkışlar havada koptu, Çağlar uzun bacaklarının vermiş olduğu kolaylıkla basamakları tek seferde çıkıp mikrofonlara yaklaştı. Şapkayı başına geçirdmiş, rozetleri parıldıyordu.

"Sayın Konstantinopolis Özerk Devleti ve bu konuşmayı dinleyen herkesi selamlıyorum."

Alkışlar tekrar koptuğunda dişlerimi sıktım. Neden Çağlar olmak zorundaydı ki, neden!

"Bu gece devletimiz için nadide bir parçayı sizlere tanıtacağız. Tasarımını Mina Cirila'nın yaptığı ve proje fikrinin şahsıma ait olduğu bayrağımızı sizlere tanıtmaktan onur duyuyorum." Sözlerinin bitimiyle beraber arkasındaki boş duvardan aşağı bir bayrak sallandı. Aynı anda köprüye ışık süzmeleri yansıtılarak bayrağın bir kopyası da orada sergilenmeye başlanmıştı.

"İngiliz ve Yunan devletlerinin sayesinde ayakta kalmış Konstantinopolis halkının, bayrağımıza büyük saygı ve ilgi göstereceğinden eminiz."

Bayrak Yunan bayrağının mavi- beyaz şeritlerini taşıyorken dol üst kısmında İngiliz bayrağının emrarelerine de sahipti. Yüzümdeki iğrenir ifadeden kurtulamadım, bayrağın renkleri zihnimi işgal etti ve oracıkta kusmak istedim. Kan damlıyordu bayrağın altından sanki.

"Ayrıca önümüzdeki seçimler için yakın zamanda bir kabine toplantısı gerçekleştirip sizlere büyük bir haber vereceğimizi de söylemek isterim."

Elini kürsünün ön kısmına koyduğundan parmağındaki yüzük parıldıyordu, görebiliyordum orada da kan vardı. "Vereceğin haberin beş para etmez olduğunundan eminim." dedim kendi kendime.

Çağlar son kez kameraları selamlayıp yerine geçtiğinde çalışanların teker teker kameraları kapatıp sahiplerine ulaştırmak üzere dışarı çıkardığını gördüm. Gözlerim onu ararken kürsünden inip hemen yakındaki masada bir grupla sohbet ettiğini gördüm. Yanı başındaki kadın kulağına yükselip bir şeyler söylerken Çağlar da hafifçe eğilmiş onu dinliyordu. Yüzünde muzip bir sırıtış, kaşları havadaydı. Eliyle masada ritim tutuyordu, bir an diğer elini kadının beline atacağını düşünüm.

Bakışları beni bulduğunda hiçbir şeyi bozuntuya vermeden dinlemeye devam etti kadını, gözlerini de benden çekmedi. Belki de en uzun göz göze gelişimizdi aramızdaki metrelerce mesafeyle beraber. İç çektiğini görmemle beraber yüzümü çevirip balkona açılan, tavana kadar uzanan kapıya ilerledim. Altın çerçeveli kapıdan içeri girdiğimde kimse yoktu etrafta.

Kollarımı mermer duvarın üzerine koyup tam karşıdaki konakları izlemeye devam ettim aynı dakikalar önceki gibi. İnsanlar görünmüyordu fakat benden mutlu olduklarına emindim orada bir yerlerde. Tam arkamdaki adım sesleriyle irkilip dikleştim. Bir çakmak sesi ardından derin bir nefes sesi yankılandı içeride.

"Buranın aksine sakin görünüyor."

Tanımadığımda sesin sahibine döndüm, bir üniformalı daha çıktı karşıma. Daha fazla bu üniformayı kaldıramayacağımı anladığım dakikalara gelmiştik.

"Eminim öyledir." dedim sessizce fakat beni duyduğunu biliyordum.

"Herkes seni konuşuyor. Bedros senin bakan kızı olduğunu ve Çağlar'ın nişanlısı olduğunu bütün salona dakikalar sürmeden anlattı."

Sahte bir gülümseyişle izlemeye devam ettim köprüye yansıtılmış bayrağı. Dalgalanıyor gibi efekt bile veriyorlardı. "Pek de önemi olmayan mevzularda insanları meşgul etmeyi huy edinmiş birine benziyordu zaten." Ellerimi mermerden çekip çantama iliştirdim ikisini de. "Gecenin sonunda hepsi unutup gidecek nasılsa."

"Kim böyle saf biri güzelliği unutabilir ki? Babanızın Türk kanı taşıdınığını biliyoruz öyleyse bu güzelliğin kökeni annenizden geliyor olmalı."

Bu cüretkar cümlelerle birlikte arkamı döndüğümde hemen ardından ayak sesleri ve Çağlar girmişti içeri. Onu duymuş olacak ki "Güzelliği kendinden." diye yanıtladı adamı. Başındaki şapkayı kolunun altına almış, kısa saçları şapkayı takıp çıkarmaktan biraz dağılmıştı.

Çağlar'ın yüzünü ögrür görmez düşen yüzümü o da fark etmişti. "Olamaz, bu güzelliğin tek geni Türklere ait olmaıs mümkün değil. Atalarınız nereden?"

Çağlar derin bir soluk çekip adımlarını yanıma yaklaştırdı. "Patavatsızlığınızdan anlıyorum ki sizin genleriniz Yunan olmalı. Ah! Heybetiniz asker olduğunuzdan mı böyle yoksa bir Türk kanına mı sahipsiniz?"

Başını yere eğerek seslice güldüğünde Çağlar'ın da dudağının kıvrıldığını gördüm. Balkonun girşindeki bir silüet "Claus, Yüzbaşı seni arıyor." dediğinde kolunun altındaki şapkasını saçlarına geçirdip sigarasını mermerde ezdi. "Memnun oldum Ofelya."

Cevap vermeme fırsat olmadan uçup gittiğinde Çağlar'ın parmaklarında yandı bu kez de sigara. "Beni ilk gördüğünde verdiğin cevabından daha güzel yapıştırdın kapağı." Ona gülmedim, yüzüne de bakmadım çünkü başta o olmak üzere bütün ona benzeyenere nefret doluydum.

Gözlerim dalgalanan bayrağın ışıklarının birer birer yanıp söndüğünü, arızalandığını gördüğünde hafifçe bir tebessüm ettim. Arkamda kaldığından beni görmüyordu fakat bir süre sonra yanıma geçip benim gibi karşıyı seyretmeye başladı.

Rüzgar saçlarımı omuzlarımdan arkaya doğru itir dururken köprünü karşı tarafay yakın kısmında bir hareketlilik oluyordu. Kırmızı ışıklar, beyazlarla birlikte yanmaya başladığında Konstantinopolis bayrağından daha büyük ve ihtişamlı bir şekilde yerini almıştı.

Kahkaha atmamak için yanaklarımı dişleyip seyretmeye devam ederken Çağlar oldukça sakindi. Elini cebine attı, "Bayrağın ledlerini kontrol edin ve başında duran askeri bozguncu şüphesiyle içeri alın." diye kısa bir emir verip geri kapattı.

Bir şekilde, ne olursa olsun günün sonunda bir şekilde mutlu olacağım şeyler çıktığı için Allah'a şükürler olsun. Kırmızı bayrağın dalgalannış şeklinde bile hayran hayran bakarken Çağlar'a döndü yüzüm istemsizce. Bugün bunu neredeyse üçüncü yapışımdı, sanki alışkanlık olmul gibi deavmlı ona dönüyordu bakışlarım.

Dirseklerini mermere dayamış öfkeyle bakıyordu karşıya. "Hiç düşündün mü Konstantinopolis diye bir dewvlet hiç olmasaydı ve burası Türkiye Cumhuriyetine ait kalmaya devam etseydi ne olurdu?"

"Şimdi halinden pek de farkı olmazdı Ofelya. Yine bir yerlerde savaş olmaya, düzensilik ve bozguncular var olmaya devam ederdi."

"Toplu mezarlara gömülen Türkler olmazdı, akan kanlar bu kadar çok olmazdı belki."

Kaşlarını çatarak yüzüme döndüğünde boyum ondan kısa olmasaydı oldukça yakın olacaktık. Şüpheyle baktı gözlerime. "Biraz daha konuşursan Türk destekçisi olduğunu düşüneceğim." Sözleriyle kahkaha attıp önüme döndüm.

"Bir saniyeliğine tekrar döner misin?"

İstemsizce "Efendim?" diyerek döndüm ona yeniden. Ledler ona döndüğümde bütün yüzümü güneş gibi aydınlatıyordu aynı onunkini aydınlattığı gibi. Gözerlindeki ormanın rengi açılmış, yüzü ay gibi parıldıyordu. Onu ilk görüğüm zamanlar askeri görevinde olmadığından kirli sakalları vardı ama son zamanlarda pürüssüzdü yüzü.

"Sevdiğim iki koku var Efsun." dedi fısıltıyla. Bu yakınlığın kural ihlali olduğunu bile bile kıpırdamadım yanından. "Kan ve kadın kokusu." Yutkundum, düşündüğümden daha açık sözlüydü. "İkisi de birbirini andırıyor garip bir şekilde; biri istemsizce ölüm kokuyor diğeri uğruna bile isteye ölmek kokuyor. Artık üçüncüsü var bu kokuların." Mermerin üzerinden aşağı bükülmüş bileğini kaldırıp sigarasını dudaklarına götürdü, birkaç saniyelik denize dönüp dumanını üfledi. "Efsunlu bir koku bu."

Çarpışan parfümlerimizden mi bahsediyordu yoksa üzeri örtülmüş bir şeyler mi söylüyordu anlayamıyordum. "Hı?" dedim istemsizce ve bu tepkime kısa bir gülüş attı. İnci gibi parıldayan dişleri görünmemişti bu kez. "Hız sever misin?" diyerek konuyu değiştirdiğinde "Bilmem." dedim kısaca. Nasıl olur da içimdeki bütün kor alevler, öfke emareleri dönmiş olabilirdi birkaç cümleyle.

"Resmiyetten kurtulup, seni yeni bir dünyanın varlığıyla tanıştırmama izin verir misin bu gece?"

Nazik tavrı karşısında öylece bakakaldım gözlerine. Ne ben çektim bir süre ne de o; havada asılı kaldı sorusu, cevap dudaklarımdan çıkamadı sanki. Efsunlanmıştım.

***

 

Sonraki bölüme kadar sağlıcakla kalııın

 

Loading...
0%