@zorronezi
|
Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen ❤️ hepinize iyi okumalarrr 😗 *** Kaşları çatılmış ve oldukça öfkeli görünüyordu, öfkesini anlamama fırsat bile vermeden "Dakikalardır çalıyorum şu kapıyı! İnsanları endişelendirmekten zevk mi alıyorsun?" diye bağırmasıyla onu hiç görmediğim bir ifadeyle görmüştüm. "Ne kapısı, ne çalması ya." dedim kısık bir sesle. Çünkü karşımdaki sinirliyse ortalığı boşuna harlamaya gerek görmüyordum. "Zil çalmıyor anladık da kapıyı kıracaktım ulan nasıl duymazsın!" birkaç adım daha ilerlediğinde öfkeyle üzerindeki yağmurluğu çıkarmaya başladı öfkesini ondan çıkarır gibi. "Hadi sen duymadın, kimse mi yok evde?" "Kimse yok. Güzide müştemilatta." Başını ellerinin arasına alıp parmaklarıyla sertçe saçlarını karıştırdı. Burnundan soluduğu solukları sakinleşmeye başlamıştı. "Arasaydın?" "Elene Hanım ulaşamadığını söyleyince arama gereği duymadım." Ortadaki ada tezgahın tam karşıma gelen sandalyesine oturdu. Pantolonunun cebinden çıkardığı sakızı dudaklarına götürürken ben de karşısına oturup sakinleşmesini bekledim. Öfkelendiğinde korkunç görünüyordu ve ona hiç yakışmıyordu. "Clause ile restoranda yemek mi yedin?" "Evet." "Umarım Hira yanındayken yapmışsındır bunu." "Hira otoparkta bekledi." Kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Otoparktaydı. Hira toparktaydı ve Clause ile yalnızdın." Sol elini düşünceli bir edayla çenesinde gezdirdi. "Efsun, Clause'un ne kadar tehlikeli biri olduğunu tanıştığınız gece hissetmiş olman gerekirdi." "Senden daha güvenilir biri olduğunu düşünüyorum." Yüzüme donuk bir ifadeyle baktı ve yemin ederim ki gözbebekleri ansızın değişip yüz ifadesi açıkça gevşedi. Bu çiğnediği şeyin ne olduğunu gerçekten anlama vakti gelmişti. "Bak onu doğru söyledin." diyerek arkasına yaslandığında aramızdaki mesafe açılmasına rağmen yeşil irislerinin içindeki göz bebeklerinin büyüdüğünü görüyordum. "Ben aklından hangi fantazileri geçireceği bile belli olmayan herifin tekiyim. Mesela şu an-" "Duymak istemiyorum." Kaşlarım her zaman olduğu gibi tek çizgi halindeydi. Üzerimde evde giydiğim rahat kıyafetler vardı ve beni bu halde ilk görüşüydü. "Başka sakızın var mı?" dediğimde yaslandığı yerden doğrulup dirseklerini mermer adaya yerleştirdi. Paketi görmüştüm, eğer olumsuz bir cevap verirse yalan söylediğini anlardım. "Ne kadar zeki ve iyi bir gözlemci olduğunu biliyorum Efsun." Türkleri sevmeyen insanların Efsun ismimi kullanmasından nefret ederim ta ki onu tanıyana kadar. Cebinden çıkardığı sıradan bir sakız paketini masanın ortasına attı. Paket boş olduğunu belli eden tok bir ses çıkarmış ve gevşek kağıt kapağı açık halde önüme serilmişti. Tam bir tane kalmıştı içinde. "Ne olduğunu öğrenmek istiyorsan tek bir şansın ve tek bir yöntem hakkın var." Tek kaşını kaldırdığında gözlerindeki ormanda ağaçlar yeşerdi. Tam tepemizdeki lambadan yayılan ışık benim gözlerimin rengini açtığı kadar onunkini de açıyordu. Bir tilkide olması gereken tüm sinsi ifadeler yüzünde peyda olmuştu sanki. "Tam şu an, burada çiğneyeceksin." Masadaki paketi basit bir sakızmış gibi elime alıp sonuncuyu çıkardım. "Baştan uyarıyorum, bunu kendi iradenle istediğini unutma." Beni küçük görüyordu fakat ben her zaman olduğumdan daha fazlasıydım. Özellikle gereksiz yerlerde gelen özgüvenimle. "Bunu çiğnersem sen de bana gerçekte ne olduğunu söyleyeceksin." "Tabii." derken sesi keyifliydi. Parmaklarım arasındaki küçük sakızı da paketinden çıkardığımda sıradan naneli sakızdan pek de farklı görünmüyordu. Baş ve işaret parmağımla dudaklarım arasında aldığım. İçimden geçen tek şey, ucunda en fazla ölüm olabilir, düşüncesiydi. Tadından zerre kadar nane aroması alamadığımda kaşlarımı çatmıştım. Dilime yavaş yavaş yayılan ilaç tadı ve uyuşma hissiyle gözlerim şaşkınlıkla açıldı. Daha fazla çiğneyip çiğnememekte karar veremediğim o saniyelerde çoktan birkaç yudum tükürüğümü yutmuştum mideme doğru yol aldığına emindim. Bir süre daha bekledim dilimin üzerindeki hissinden emin olmak adına. Arkamı dönüp tek hamlede lavaboya doğru tükürdüm. "Iy!" nidası dudaklarımdan dökülürken arkamdaki kahkahası kulaklarımda yankı yapıyordu. Birkaç defa daha ağzımdaki tüm tadı tükürüp tekrar arkamı döndüm. "Bu da neydi böyle!" Yüzünde keyifli bir ifade, gülüşünde etkileyici bir çekicilik vardı. "Sadece biraz... Etkileyici bir tat deneyimi." Gülümsemesi genişledi. "Sakinleştirici." dedi söylediği şeyin çok basit bir şey olduğuna inanıyor gibi. "Amaç?" dedim şaşkınlıkla. Fakat gözlerinde gördüğüm o farklı ifade bu sorumun cevabını duymaktan ürküttü. "Öfke kontrolü için." Açıklaması elbette tatmin etmemişti fakat bu gecelik hakkında öğrendiklerim yeterliydi. "Midemi yıkatmam gerekir mi?" diye sordum endişeyle ve benim endişemden keyif alır gibi neşeyle mırıldandı. "Sadece, bana biraz daha yumuşak Efsun'u göstereceksin hepsi bu." Onun aksine sakin değildim çünkü resmen ilaç yutmuştum. Bilmediğim bir maddeyi ne zamandan beri böyle kolay mideye indirir olmuştum ki! Daha dakikalar önce masadaki keke şüpheyle bakıyordum. "Midemin bulanması normal mi?" "Sana onun sakinleştirici değil tatsız tuzsuz bir sakız olduğunu söyleseydim fark etmezdin bile. Psikolojik olarak bulandığını hissediyorsun hepsi bu." Sandalyeye oturamıyordum. "Çok pervasızsın, ya bana bir şey olsaydı!" diye sitem ederken ifadesine ciddiyet yerleştiğini gördüm. "Buna izin vermezdim." Sözleri kulağıma uğultu gibi gelmeye başladığında gözümün önü birkaç saniyeliğine bulanmaya başlamıştı. "Odama gitsem iyi olacak." Elimin tersiyle ona gitmesini işaret ederek duvardan destek almaya başladım. "Babam gelmeden gitmelisin." Dizlerimin bağı çözülüp bir anlığına yere çöker gibi olduğumda "Dikkat et!" diye seslenerek yerinden kalktığını gördüm. Yakınıma gelip endişeyle konuştu. "Sanırım bu kötü bir fikirdi." Daha önce hiç sarhoş olmamıştım, ağzıma herhangi bir içkiyi sürmemiştim ama sarhoş gibi hissediyordum. Konuşmak istiyorum, yüzümdeki kasların gevşediğini hissedebiliyordum. Gözlerimin bayıklaştığını hissederek doğruca kapıdan çıktığım gibi merdivenlerin başına geldim. "Kahretsin." Arkamdan gelen hafif gülüş sesiyle omuzlarımı düşürdüm. "Aklım başıma geldiği ilk anda seni döveceğim." diye tehdit savurdum yüzüne bakmadan. Doğrusu bedenini bile göremiyordum, sadece arkamda durup düştüğümde beni tutmak için beklediğini biliyordum; belki de düşürmek için. "Sen önce odanın yolunu bul." Merdivenleri her basamakta saniyeler harcayarak çıktığımda gevşemiş kaslarım kapımı açmamda bile zorluk çıkarmıştı. Kendi halime kahkahalarla gülmeye başladığımda Çağlar sessizdi. Nefes sesini duyacağım yakınlıktan delirmiş halimi izliyordu. Kapı açılınca tökezleyerek birkaç adım birden girmiştim içeri. Terlediğimi hissediyordum ama balkon kapısını veya camı açacak gücüm yoktu. Yatağa ulaştığım gibi kendimi çöp poşeti gibi saldım kollarımı açarak. Küçük avize artık üç taneydi. "Midem bulanıyor." Parmağımı havaya kaldırıp daireler çizerek avizenin hareketlerini takip etmeye çalıştım. "Uykum da geldi." Yüzümde istemsizce oluşan gülümsemelerle artık Çağlar'ın ne hissettiğini biraz da olsa anlıyordum. Onda benimki kadar büyük etkiler yaratmıyordu. Varlığını hissediyordum ama nerede olduğunu kestiremediğim için başımı hafifçe kaldırdığımda kapının eşiğinden beni izlediğini görmek gözlerimi hızla kaçırmama sebep olmuştu. Zihnim bulanıkken bile kurallar tazeydi. Kapı sesini işittiğimde içeride olduğunu biliyordum. "Biraz daha konuşsana. Aklın başındayken bu kadar konuşmuyorsun." Yatağa yaklaşıp köşesine oturduğunda sırtını görebiliyordum. "Küçükken o kadar çok konuşurdum ki annem başının ağrıdığını söylerdi." Ellerini arkasına dayayıp başını balkon camına doğru çevirdi. "Annem çok güzeldi biliyor musun Çağlar?" Bana cevap vermek yerine "Bana ismimle nadiren hitap ediyorsun." dediğinde donup kaldım. Hafızamı zorladım ama şimdilik aklımın bulanıklığından hiçbir şey hatırlayamadım ismine dair. "Neden susuyorsun Efsun?" Beni konuşturmaya çalıştığının farkındaydım ve ne yazık ki buna engel olamıyordum. Sanki gevşeyen kaslarımın etkisiyle dilim benden bağımsızlaşmış ve dudaklarımla birlikte bana ihanet ediyorlardı. "Kurallar." dedim fısıltıyla. Şu an bile babamın bunları duyuyor olabilme ihtimali titrememe sebep olduğunda yerimden doğruldum. Korkuyla etrafıma bakındım, Çağlar'ın gözleri bu kez endişeyle gezindi bakışlarımda. "Ne old-" "Ştt!" diyerek susturdum onu. "Duyuyor olabilir." "Kim?" "Söyleyemem." Yüzünde acı dolu bir ifade vardı. Yeşil gözleri sanki titredi, ellerini yataktan ayırıp doğruldu. Öfkeyle bir eliyle çenesini kavradığında neye sinirlendiğini anlamlandıramadım. "Anlat Efsun, ne olursun anlat." Sesinde duyduğum titreyişin gerçekliğini sorguladım. Benim için üzülüyor olamazdı. Kesin bir dille "Zamparalara güvenmem." diyerek başımı ters tarafa çevirdim. Sahte bir gülüş çıktı dudaklarından. "Kadınlar kırmızı çizgim biliyorsun. Zaafım. Zarar görmeni istemem." Gözlerim tekrar ona döndüğünde "Zarar görmemi istemezsin çünkü ben Bakan'la arandaki en güçlü bağım. Yükselmek için babama ihtiyacın var ve babamın da sana. Yani benim zarar görmemi zaten kimse istemez." diye açıkladım durumu. "Bunlar da sahte." dedim hırsla. "Hiçbiri gerçek bir insan ilişkisi değil." "Ne istiyorsun Efsun? Sevmek, sevilmek, arzulanmak?" Yüzümü buruştururken başımın dönmesi azalmıştı. Sessiz kaldım. "Bunlar benim verebileceğim şeyler değil. Üzgünüm ama beyaz atlı prens olmak için fazla geniş bir kalbim var." Neden rol yaptığını düşünüyordum? Sanki bu gördüğüm Çağlar'ın saklamaya çalıştığı bir yüzüydü. Sadece kendimi kandırdığımı bile bile devam ettim bu oyuna zihnimde. Ona nefret dolu olmam gereken yerde bir türlü büyütemiyordum bu duyguyu içimde. Ayaklandı, yatakta yan dönüp cenin pozisyonu aldığımda gözlerim açıktı hâlâ. Odanın içinde birkaç adım atıp geziniyordu. "Bakan gelmeden gitmelisin." dedim. Elini cebine atıp gözümün görebileceği bir yerde durduğunda bana baktığını hissedebiliyordum. "Uyu Efsun." "Git Çağlar." dedim inatla kapanmaya çalışan gözlerimi açmaya çalışırken. Az önce terleyen sırtım şimdi soğuktan buz kesmişti ve yorganın altına girecek gücüm yoktu. Baş parmağıyla yüzük parmağındaki gümüş yüzüğü çevirdiğini gördüğümde yüzümde neden bir gülümseme oluşmuştu? "Bir dilek dile ben de gideyim." Dudaklarımdan kısa bir gülüş sesi yankılandı odada. Her sözünde uzun uzun düşünür olmuştum artık. Sanki ömrüm düşünmekle geçmemiş gibi. "Dilek." dedim mırıldanarak. "Hmm." Düşünmeye çalıştım ama zihnim bulanıktı ve aklımda hiçbir şey canlanmıyordu. Yalnızca acı çektiğim yıllara ait ağlama seslerim ve haykırışlarım arka planda fon müziği gibi kulağıma ilişiyordu. Saçlarım yanağıma düştüğünde hafifçe kulağımın arkasına iliştirdim. Başım yorgana gömülüyordu. "Zaten her şeye sahibim. Sadece gitmeni istiyorum." Sözlerim üzerine fazla beklemeden adımlarını kapıya yönetmişti bile. Kendimden emin olmama rağmen neden gitmemesini istiyor gibi arkasından seslenmek üzereydim ki? Kendimi sıktım. Ona, yalnızlıktan çıkmanın dileğim olduğunu söyleyemedim. Tırnaklarımı avucumun içine bastıra bastıra susturdum yine kendimi. Ama gevşeyen kaslarım yüzünden sanki kendimi fazlaca sıktığım için sinyal verir gibi kramp girmişti. "Yalnız kalmaktan çok korkuyorum." Bu yıllar sonra korkularım hakkında kurduğum ilk cümleydi. En son Zafer ve Devrim abime karanlıktan korktuğumu söylemiştim. Zaten ertesi gün kopmuştu kıyamet; kıyametim. Çağlar elinden ne olduğunu anlamadığım bir demir parçasını odanın köşesine fırlattığında "İşte istediğim buydu Ofelya!" diye bağırdı. Sesi yattığım yerden beni kaldıracak kadar gür ve korkutucuydu. Çağlar'ın birçok yüzü vardı ve sanırım asker olmasını altında yatan şeylerden biri de buydu. "Anlat bana korkularını." Açıkça söyleyemezdim ki tüm korkularımı. Üzerimde kullanmayacağının garantisini kimse veremezdi. Yeşil gözlerinde derin alevlerle yanıma yaklaşamaya başladığında elimi kaldırıp "Daha fazla değil." diye uyardım. "Anlamıyorsun canı yanan ben olmuyorum günün sonunda. Onlar ölüyor!" Bağırmıştım. Ben birine bağırıyordum hem de avazım çıktığı kadar. Ve o da amacı buymuş gibi dudağının tek tarafı yukarı kıvrılmış sinsi bir gülüşle beni izliyordu. "Lütfen. Git artık." dedim sessizce. Tüm kokusu odayı sarmıştı bile. Babam eve geldiğinde kokuyu alırsa ne yapardım? Korkuyla ellerimle yüzümü kapattım. Kollarımda ölen Devran, babannem ve dedemin sesi ayrı ayrı ilişti kulaklarıma. Senin yüzünden ölmüşler! Sen öldürdün! Babamın bağırışları, sağlık çalışanlarının bir o yana bir bu yana koşuşturmaları ve polislerin beni kenrara çekip sorduğu sorular yüzünden bayılıp kalmam; gün içinde takılı kalmış plak gibi tekrar ediyordu bu görüntüler. Aç avucunu! Bak bu ellerine, bak! Bundan sonra bu ellerle kimseye dokunmuyorsun! Dokunmak yok, sarılmak yok, bakmak dahi yok! Sana da mı sarılamam baba. Kimseye! Tek dileğim vardı. Kimsenin ölümüne sebep olmadan sarılmak. Kim olduğunu hiç düşünmemiştim, dinlenebileceğim, liman olabilecek birine sıkı sıkı sarılmak; öyle sıkı sarılmak istiyordum ki yıllarca yetsin. O gece ağlayarak kapattım gözlerimi. Çağlar'ın gidişini hiç duymamıştım ama uyandığımda kimse yoktu odada. Ev sessizdi, saat epey geçmiş ve kimse kahvaltı için uyandırmamıştı beni. Hızlıca duş alıp üzerimi değiştirdim. Aslında Clause ile konuştuğumuz konuları Çağlar'la buluşup konuşmak ve ondan yardım istemek istiyordum dün. Ama olaylar öyle bir gelişmişti ki hiçbir şeye fırsat olmamıştı. İnsülin aletini değiştirip belimde sabitledim ve kalın bir kazakla üzerini kapatmaya çalıştım. Canım elbise giymek istiyordu. Dolabımda bir sürü elbise vardı ama ne mevsim ne de insülin aleti buna izin vermiyordu artık. Salonda son ses açılmış haber kanalı sesi merdivene kadar yankılanıyordu yine. Kahvaltı için uyandırılmadığımdan babamın evde olmadığını biliyordum bu yüzden rahat tavırlarla indim merdiveni. Elene yalnız başına koltukta oturuyor, kahvesini yudumlarken fotoğraf çekmeye çalışıyordu. Varlığımı fark ederek "Ay Ofeli! Koş, gel çabuk." diyerek yanına çağırdığında beni de telaşlandırmıştı. Çantamı omzumda dikleştirip acele adımlarla yanına vardığımda koltuğa vurarak yanına oturmamı istedi. Telefonundan bir şeyler göstereceğini sanmıştım ama beklemediğim bir şekilde "Elini fincanının yanına koy bakalım." dediğinde anlamsız bakışlar attım. "İkiletme canim. Bir bildiğimiz var." Elimi fincanın yanına koyduğumda "Öyle mi dedim ben. Tutuyor gibi yap işte." dedi. Bıkkın bir ifadeyle parmaklarımla fincanı kavradığımda kendi elini de sanki yüzüğünü gösterir gibi kaldırıp resim çektiğinde sadece onu izliyordum. "Simdi benim gibi kaldır elini." İkimizin ellerini yan yana getirip çekti bu sefer de. "Ne yapıyoruz şu an? Anlamadım hiçbir şey." "Boş ver, o küçük aklını yorma sen bunlarla." Derin bir nefes aldım. Telefonda ne yaptığını görecek kadar yakınında olduğumdan dikkatle inceledim. İkimizin elini çektiği fotoğrafları sıralayıp altına "Kız kıza sohbet #kahvemolası #canımkızım" Bir sürü emojinin arasında gözüme tek ilişen şey canım kızım etiketiydi. Garip bir şekilde içime oturmuştu. "E dün nasıldı Çağlar'la?" Kaşlarımı çatarak ona döndüğümde "Senin başından çıktı değil mi?" dedim sinirle. Başımı olumsuz anlamda sallayıp "Akıl almazsın." "Biliyorum tatlim. İleride bana teşekkür edeceksin." Yerimden kalkıp ona laf yetiştirmek yerine okula gitmem gerekiyordu ama haberlerde çıkan başlık yüzünden gözlerimi ekrandan alamadım. "Aydın'a girişe izin vermeyen Türk askerleri ve Konstantinopolis arasında çıkan çatışmada sivillerden üç yaralı iki ölü tespit edildi. Kimlikleri henüz belirlenemeyen şahısların hepsinin üzerinden çokça silah ve kesici alet çıktı. Hepsinin sivil görünümlü bozguncu olduğu şüpheleniliyor." Bozguncu. Konstantinopolis'in yeniden İstanbul olacağını düşünen grupların çıkardığı olaylara bozgun ve bunu yapanlara da bozguncu diyorlarladı. Zafer abim de onların değimiyle bozguncuydu. Kalp atışlarım deli gibi hızlanırken oturduğum yerden hızla kalktım. Elim ayağım boşalmıştı, ya yaralandıysa... Ölüm kurtuluş olurdu, yaralanıp yakalandıysa görüp görebileceği en kötü günler bekliyor demekti. Tek kelime etmeden ceketimi üzerime geçirip evden çıktım. Hira okul saati yaklaştığından arabanın önünde beni bekliyordu. Telaşlı halimi görmemesi için büyük çaba sarf ederken arabaya bindiğimde bugün söylediğim gibi takım giymemiş yerine deri ceket giymişti. "Bu haftaki son ders." diye hatırlatma yaptığında gözüm yolda dalıp gidiyordu. İçimden geçen tek şey telefonumu Çağlar'dan alıp bir şekilde abime ulaşmaktı. Onu riske atıp başka bir telefondan arayamazdım. Ondan habersiz geçirdiğim her dakika da zindan olacaktı. Telefonumu elime alıp Çağlar'ın numarasını tuşladım. Bir süre çaldıktan sonra açtı. "Efendim." "Askeri binada mısın?" "Evet." "Müsaitsen yanına gelebilir miyim? Konuşmak istediğim bir şey var." "Askeriyeye mi?" "Evet." "İçeri girmeden ara beni." "Kapıdayım?" "Geliyorum, sakın tek girme." Şaşkın bakışlarla kapanan telefona baktım. "Ben Çağlar'ın yanına uğrayacağım, bekler misin?" "Tabi ki." Arabadan inip binaya doğru ilerlerken uzun merdivenlerin başında belirmişti. Geçen günlerde duyurusu yapılan bayrak, Yunan bayrağının hemen yanında dalgalanırken gözlerimi hızla çevirdim. Konstantinopolis bayrağının da bir paravan olduğunu düşünüyordum. Çünkü en başından beri hedefleri burayı da Yunanistan'ın bir parçası yapmaktı. Göz boyayarak bir şekilde hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlardı işte. Merdivenin sonunda askeri üniformasını giydiğinde ciddiyet bürümüştü gözlerini. Boyu uzun olduğundan bugün ayağımdaki topukluların olmayışının gazabına uğramış gibi hissederek yürüdüm yanında. "Sessizliğin korkutuyor." dediğinde yüzümdeki endişeyi de gördüğünü biliyordum. Odasına ulaşana kadar birçok askerin selamını almıştı. Kapıyı benim için açtığında önünden geçerek girdim. İçerisi kahve ve Çağlar'ın kokusuyla karışmış haldeydi. Gözüm kapalı bulabilirdim belki de kokusundan. Masasının üzerine oturduğunda birkaç adım uzağında dikildim. "Telefonumu alabilir miyim?" diye sordum. Anlık yüzündeki ciddiyet yerini öfkeye bıraktı. Benim bir hain olduğumu hatırlamış olmalıydı. "Ne için?" "Sadece bir süreliğine." Parmakları pürüzsüz çenesini kavradı ardından sertçe burnunu çekti. Başımı indirdim. "Zafer'e ulaşamazsın." Başımı yerden kaldırıp gözlerinin içine gerçekten korkuyla baktım. "Abimi... Abimi nereden biliyorsun?" Gözleri ruhsuzca bakıyordu. Eskiden bana karşı gördüğüm yumuşak tavrı yoktu artık içinde. "Abinin yerini ben ifşa ettim." Zihnimde milyonlarca teori geçmişti. Birçoğunda benim yüzümden yakalanmış olabilme ihtimali küçük de olsa vardı ama bunu yapanın Çağlar olabileceğini asla düşünmemiştim. "Sayende. Son görüştüğü telefon seninkiydi." Çenemin titreyişini durdurmak istedim, gözlerim doldu hatta boğazım bile düğümlendi. Gözyaşı asla akmadı ama Çağlar'a karşı bütün umutlarım akıp gitti. "Neden?" dedim çaresizce. "Neden yaptın, neden?" Bağıramadım yine, sindim içime. Oysa içimden yakıp yıkmak geçiyordu buraları. Öfkemi dile getirmek ve canımın ne kadar yandığını söylemek istiyordum. "Hainlerin hak ettiği tek şey ölümdür." Korkusuzca yaptığım tek şey gözlerinin içine bakmaktı şu an. Yeşil gözleri hep güzel gelmişti gözüme ta ki az önceki sözlerine kadar. Artık en az benim vücudum kadar zehirliydi bakışları. Onu rahatsız edecek kadar sessiz kaldım ve gözlerimi bile kırpmadan bakmaya devam ettim gözlerine. Daha önce kimsenin gözlerine bu kadar uzun bakmamıştım. "Konuş Efsun. Bağır, çağır bana." Masanın üzerinden kalkıp yanıma yaklaştığında bile tepki vermedim ve bu onu da sinirlendirdi. "İçinden geçenleri şimdi söylemezsen bir daha asla izin vermem buna." İçimde kopan fırtınanın sesini duysa sağır olacak adam bana bağırmamı söylüyordu. "Duymayı bilmiyorsun ki bağırayım." Yüzünde afallamış bir ifadeyle dinledi. "Bir tek Zafer abim kalmıştı. Bir tek o ölmemişti sevdiğim. Onu da al, nasılsa inmeyecek mi bayrağınız bir gün. Zafer ölür, Ali dirilir." "Devam et. Hepsini kusmanı istiyorum." Sakinliği benim sakinliğimle çarpışıp ortada görünmeyen kıvılcımlar oluşturuyordu sanki. "Sana istediğini asla vermeyeceğim." Sesim kendinden emin ve kısık çıkıyordu. Başım dikti ama bana yaklaşmaya devam etmesi her şeyi yerle bir etmeye yetmişti. Çünkü buna izin veremezdim. Adımlarımı geri geri attığımda "Adımın seninkinin yanında anılması midemi bulandırıyor." diyerek büyük bir adım daha attım. Durdu, gözleri yüzümün her çizgisinde dolandı. Telefonumun sesi odada yankılandığında hızlıca açtım bulunduğumuz durumdan kurtulmak adına. "Efendim?" dedim. "Ofelya?" "Benim. Siz kimsiniz?" "Sesim o kadar da çabuk unutulacak bir ses değil halbuki... Clause ben." Odanın sessizliğinde telefonumdan çıkan sesi Çağlar'da duymuş olacak ki Clause ismini söylediğinde kaşları çatıldı. "Bugün görüşmemiz mümkün mü? Çağlar ile konuştun mu?" "Birazdan dersim var, akşam üzeri görüşebiliriz. Ama Çağlar'la konuşmadım ve onu bu işe dahil etmekten vaz geçtim. Başka biriyle de halledebilirim." Sözlerim öfkesini kat kat arttırmıştı ve bundan keyif alarak hafifçe tebessüm ettim. "O zaman aynı yerde saat altıda?" dedi Clause. "Görüşmek üzere." diyerek telefonu kapatırken de inatla gözlerimi ondan kaçırmaya başladım. Ellerini cebine attı. "Dahil olmadığım şu konuyu anlatmak ister misin?" "Derse geç kalıyorum, gitmeliyim." Kolumdan tutmak için yeltenir gibi olduğunda korkuyla çarpan kalbimle birlikte kısık bir soluk verip kendimi geriye savurdum. "Çağlar!" diye uyardım sesimi yükselterek. Yüzünde muzip bir ifade vardı bugün ilk defa. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın günü çapkın bir ifade takınmadan bitirmiyordu. Arkasına aldığı camdan yüzüme vuran güneş yüzünden kaşlarımı daha da çattım. "Gülümsediğinde ve kaşlarını çatmadığında daha güzelsin, bella." Ara sıra ağzından kaçırdığı aksanı yine belirginleşmişti. Sanırım bu ona ayrı bir hava katıyordu. Bella. O kadının adıydı ve bana iltifat ederken onun ismini mi kullanmıştı! Üstelik beklemediğim bir anda iltifat ettiğinden aklım karışmış ve pervasızca hareketlenerek başımı çevirmiştim. "Bella mı?" dedim yüzümü buruşturarak. Böyle bir tepki vermemi beklemeyerek "Bella." dedi tekrardan. "Bana neden o kadının adıyla seslenip duruyorsun?" diye sordum sitemle. Ve cümlemin hemen ardından derin bir kahkaha atıp dudağını ısırarak yüzümdeki şaşkın ifadeye baktı bir süre. "Sen gerçekten de kısanmışsın." Gülüşüne devam ederken neredeyse keyifle izleyecektim bu halini. Ama hemen ardından yüzüme ciddiyet büründürdüğümde benim birlikte durdurdu gülüşünü. "Onun ismi bella değildi." "Ama bella demiştin." Yüzünde hala muzip bir gülüş vardı. Gülüşünü bastırmak ister gibi dudaklarını birbirine bastırdı. "Adını hatırlayamadığım için bella dedim. Güzellik, güzelim manasında yani. İtalya'da böyledir." Gözlerimi birkaç saniyelik kapattığımda yaptığım salaklığın farkına varıp arkamı döndüm ve hızla kapıya ilerledim. "Gidiyorum artık, dersi kaçıracağım yoksa." "Abin iyi Efsun." dediğinde kapı kolunda takılı kalmıştı parmaklarım. "Bakan oğlu olduğu için onu özel bir hastanede tutuyorlardı ve buraya getireceklerdi en son." Bunun anlamı onun ceza çekeceğiydi ve en kötüsüydü. Orada öylece donup kalırken cümlesine devam etti. "Tabi duyduğuma göre ellerinden kaçmış. Nerede olduğunu bilmiyoruz." Yüreğime bir kova dolusu su serpilmişti. Kaçtıysa ve yakalanmazsa kurtulma şansı yüksekti. Çünkü bir kere buraya gelmesi demek toplu mezara girmek için bile yalvarması demekti. Yıllarını adadığı İzmir hakkında derin bilgiler bildiğine emindim. "Dersin bittiğinde orada olacağım. Clause ile konuşacağınız mevzu artık beni de ilgilendirir." "Orası muamma." *** Dersi neremle dinlediğimi bilmeden çıkmak için sınıfın boşalmasını bekledim. Hira bugünkü dalgınlığımın farkında olarak bana yardımcı olmak adına not bile çıkarmıştı. Siyasetten ve bu bölümden nefret ettiğim için ayaklarım geri geri gidiyordu açıkçası. "Çağlar ve ben Clause'un yanına gideceğiz. Senin gelmene gerek yok, eve dönebilirsin." Hira merdivenlerde duraksayıp bana döndü. "Ama-" "Gerçekten gerek yok. Dinlenebilirsin." "Peki öyleyse." demesinin ardından merdivenin sonuna gelmiştik. Hira için ayrı planlarım olduğundan bu gece yanımda olmaması gerekiyordu zaten. Bu gece ihtiyacım olan tek kişi Çağlardı. Ne olursa olsun günün birinde babamın kanatlarından çıkmam gerektiğinde ayakta durabileceğim birkaç seçeneğim olmalıydı. O zamana kadar kullanabildiğim tüm kaynakları kullanmalıydım. Çünkü bir erkeğin kanatlarından çıkıp başka bir erkeğin kanatları altına girmektense kendi çelik kanatlarımı üretmeyi tercih ederdim. Günü geldiğinde Çağlar'dan da hayatımdaki diğer tehditlerden de kurtulmanın bir yolunu bulacaktım. Her tutsaklığın sonu bir elbet özgürlüğe açılırdı; ya azat edilerek ya ölerek. Gözlerimi üzerinde oyalandırmadan yaslandığı kaportadan ayrılışına baktım. Üniformasını çıkarmış deri ceket giymişti. Sürücü kapısını açıp bindiği sırada ben de bindim. Hira da benim arabamla eve gidiyordu. "Kendi arabamla gideceğim kavgası çıkarmadın?" "Çocuk değilim Üsteğmen." Dudağının kenarı kıvrıldı ve ben ancak o an farkedebildim gözlerimi üzerine diktiğimi. "Benim sıfatlarım seninkinin yanında sönük kaldı şuan." Gülüşü arabayı doldurdu. Ciddiyete büründüm çünkü artık ona istediğini verme niyetinde değildim. Geceyi atlatmak ve kabuğuma geri dönmek istiyordum artık. Son iki aydır ömrümde hiç olmadığı kadar insanla konuşmuştum ve ağır gelmeye başlamıştı. Kollarımı birbirine geçirip sessizce yolu izledim bir süre. Restorana yakın olduğumuzdan sıkışık trafiğe rağmen varmıştık bile. Asık suratımı biraz daha düzeltmeye çalışarak ilerledim. Çağlar bir adım arkamdan, adım seslerini duyacağım kadar yakınımdan ilerliyordu. Görevlinin yönlendirmesiyle Claus'un ayırttığı masaya ilerledik, o daha gelmemişti anlaşılan. Karşıma değil de yanıma oturmak üzere sandalyemi çektiğinde başımı kaldırıp mimiklerini kontrol etmeye çalıştım. En az benim kadar düşünceliydi. "Teşekkür ederim." dedim sadece. Telefonuma ardı arkasına yağan mesajlar yüzünden korkarak açtım ekranı. Bakan adına atılmış bir ton mesaj ellerimi titretmişti. Gönderen: Bakan Neredesin? Koruman burada ve sen habersizce bir yerlere gitmişsin. Derhal konum atıyorsun veya yerini söylüyorsun! Toplantıdan çıkana kadar burada olmazsan kötü şeyler olacak! Ofelya derhal cevap istiyorum. Başım dönüyordu. Hayır, dönmüyor zonkluyordu; korkudan. Yutkunuşlarım boğazımda kalırken birdenbire ayağa kalkmamın ardından sandalyem arkama doğru düşer gibi oldu. Çağlar önce sandalyeyi yakaladı ardından benimle birlikte ayaklandı. "Ne oluyor Efsun?" "Hemen eve gitmeliyim." Tırnağımı dudağıma götürüp kemirmeye başladığımda kendi kendime mırıldanıyordum sanki. "Beni eve en hızlı kaç dakikada götürebilirsin." Telaşımdan etkilenmiş olacak ki paltomu benden önce davranıp sandalyeden aldı ve koluna attı. "İstersen beş dakikamı almaz." Tek kelime etmeden koşar adım çıktık restorandan. Cevap vermeyi unuttuğumu fark ederek titrek ellerle yazdım mesajları tek tek; daha doğrusu yalanları. Gönderen: Ofelya Biraz başım ağrıyordu sahildeydim hemen dönüyorum. Eve yakınım zaten. Tırnaklarımı avucuma bastırırken kimin babama beni ispiyonladığını düşündüm. Hira yapar mıydı? Elbette. Ne de olsa babamın ayarladığı bir korumaydı ve elbette onun için çalışacaktı. Belki de Clause ile görüştüğüm konuları öğrenmişti ve bana onun için kızacaktı. Alnımda akan terlerle eş zamanlı insülin aleti çalmaya başladığında arabaya binmiştik. Susturmak için telefonumdan ayarlama yaptım, ellerim titriyordu. Çağlar kırmızı ışıkta durduğumuzda ceketinin cebinden çıkardığı küçük şekeri uzattı. Neden yaptığı her harekette kalbimdeki bir buz tanesinin eridiğini hissediyordum? Ona öfkeli olmam için bir sürü sebep varken sakindim. Herkese karşı ördüğüm sert kozam onun karşısında çatlayıp duruyordu. Abim başta olmak üzere birçok insanı yakalatmış ve çıkan çatışmada ölümüne sebep olmuştu. Bir Türk katiline karşı yumuşuyor oluşum vicdanımı zedeliyordu. Parmaklarındaki şekeri alırken bile gözlerimin önünden geçiyordu yapmış olabilecekleri. Kulağım sesler uğultulu gelmeye başladığında kan şekerimin yerlerde olduğundan emindim artık. Araba sitenin girişine ulaştığında "Dur." diyebildim yalnızca. "İçeri girme, tek gireceğim." "Ofelya farkında mısın bilmiyorum ama bayılmak üzeresin." Öfkeliydi ama neye? "Hiçbir şey içeri girmenden daha kötü olamaz." "Ofelya." derken içeri girmek üzere sola döndüğünde ani bir hareketle en frenini çektim. Arka tekerler kaymaya başladı. "Siktir Efsun!" Sesini yükseltmesine rağmen zerre korkmadım ondan. Çünkü içimden bir ses bana zarar vermeyeceğini biliyordu. Vitesi ani bir hareketle boşa alıp frene bastı ve arabanın kaymasını engelledi. Araba durduğunda yumruklarını direksiyona geçirdi. "Aklından ne geçiyordu bunu yaparken!" Sahte bir edayla güldüm. "Belki bir gün söylerim." Parmaklarım kapıya iliştiğinde benimle eş zamanlı olarak kilitledi. Bu defa kaşlarını çatan bendim. "Ne yaptığını sanıyorsun? Aç şu kilidi." Direksiyondaki sol elini iyice sıkıp öfkesini bastırmaya çalıştı. "Bir daha kendini tehlikeye atacak hareketler yapma." dedi dişlerinin arasından. Gözlerine ışık vurmamasına rağmen öyle net görünüyordu ki içindeki öfkesi neredeyse ormanı ateşe verecek gibiydi. "Şu an daha da tehlikedeyim. Hemen gitmeme izin vermezsen kötü olacak." Kilit sesini duymamla kapıyı açıp çıktım. Girişteki güvenliğin açtığı kapıdan girip neredeyse koşar adım ilerledim eve. Titriyordum dahası kan şekerim yerine tam olarak gelmemişti. Kapıyı Güzide açmış, yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu. Yine bir krizin eşiğindeydim. Elindeki telefondan mesaj çektiğini görüp hareketlerini garipsedim fakat bunu düşünecek vaktim kalmamıştı artık. Bağırış sesleri salondan kapıya kadar geliyordu. Güzide dışında hiçbir çalışanın evde olmayışı da durumun ne kadar kötü olduğunun en büyük kanıtıydı. "O bir gelsin hele! Parmağındaki yüzükten mi güç alıyor? Keserim! Yüzüğü de onu da!" "Sakin ol lütfen hayatım. Genç kız, tabi gidecek." Elene'ye minnettar olduğum tek konu kriz anlarında hakkımda iyi konuşup bana yardım etmesiydi. Bana annelik yapayı reddetmesi, evden kovması ve diğer her şeyi anlayışla karşılıyordum. Bir de üzerine yardım ediyor olması onu babamdan daha üstün bir yere koymamı sağlamıştı. Titreyerek girdim salona. Yüzüne bakmadım, zaten bütün kuralları aşmışken bir de gözlerine baktığımı fark ederse her şey daha kötü olurdu çünkü. Elene ve babam dışında Hira'nın varlığı da şoka uğratmıştı beni. Çünkü babam yabancıların yanında gerçek kimliğini sergilemezdi. Burada oluşu artık tam anlamıyla beni ispiyonladığını gösteriyordu işte. Ellerini açarak "Ofelya Hanım gelmiş!" diye bağırdığında kapı eşiğine henüz ayak basmıştım. Herkes ayaktaydı. "Yaklaş." Birkaç adım ilerledim ama yakınına gelmedim. "Kurallar." diye açıkladım kendimi. "Zafer'le iletişimde miydin?" Gözlerinin ayak uçlarımda olduğunu biliyordum çünkü küçükken yalan söylerken yaptığım o hareketi yapmamı bekliyordu. Ayaklarım kıpırdamadı, bu defa kaçamazdım. "Evet, baba." Ve gümbürtü o an koptu. Elindeki telefonu televizyona attı. Televizyon arkaya doğru düşüp parçalanırken Elene çığlık attı. Hira put gibi duruyordu. "Akılsız, beş kuruşluk beynin yok mu senin?" Bağırışı kulağımın dibindeydi. "Madem bir boklar yiyorsun neden yakalandın! Beceriksiz, aptal!" Neyse ki hakaretleri acıtmayalı çok oluyordu. Haber sızdırdığımı öğrenmediği için sevinmiştim. Yalnızca abimle görüştüğüm için kızıyordu. Bir de onun yaptıklarını bilip sustuğum için. "Elene, Hira çıkın buradan." Sesi birden sakinleşmişti. "Nikolas Lütfen." diyerek ellerini babamın göğsüne koydu Elene. "Yapmış bir hata artık çok geç. İletişimlerini keseriz, cezasını da ben veririm. Ne dersin?" Parmağını tehditkar bir şekilde salladı. "Çağlar'a dua et! Ona dua et ki üzerini kapattı isminin!" Elene'yi önünden çekip "Güzide'yi çağırın ve siz de çıkın. Derhal." dediğinde sesi öyle öfkeliydi ki elene gerileyip onu dinlemek zorunda kalmıştı. Yanımdan iki rüzgar gibi çekip gittiler. Güzide'nin ne ilgisi olduğunu bilmiyordum ama odaya girdiğinde korka korka yanımıza yaklaştı. "Buyurun Bakan Bey." derken sesi bile titriyordu kadıncağızın. Güzideye yaklaşıp omzundan yakaladı ve tam dibime getirdiğinde birkaç adım arkaya kaçtım. Ben geri adım attıkça babam Güzide'yi bana yaklaştırdı. "Baba ne yapıyorsun?" dedim korkarak. "Lütfen, daha fazla yaklaşmayın." Güzide'nin korkarak yüzüme baktığını görebiliyordum. Beti benzi atmış ve gözleri bayık bakıyordu. "Al sana ceza." Güzidenin elini kavrayıp yüzüme yaklaştırdığında başımı arka attım, gidecek yerim kalmamıştı ve duvarın soğuğu sırtıma işliyordu. "Bakan Bey, ne yapıyorsunuz?" Güzide dahil kimse bilmiyordu ki dokunursam ne olacağını. Babamla aramızdaydı bu sır. Herkesi benim öldürdüğüm sırrı. "Lütfen baba! Lütfen! Bir daha yapmayacağım." Zehir ellerimde miydi acaba? Vücudumun hangi uzvundaydı şuan? Beklemediğim bir anda Güzidenin parmakları yüzüme değdiğinde ağlıyordum. Küçük bir dokunuş değildi, yüzümü avucu arasına alacak kadar güçlüydü. "Tanıdık geldi mi kızım?" Göz yaşlarım akmaya devam ederken Güzdenin eli sabit kaldı, gözdesinden ben ittikçe babam geri savuruyordu. Sonunda burnundan akan kan ve öksürükleri karşısında çığlık atıp kendimi yere bıraktım. Ben düştüm, Güzide yığıldı. Kan akmaya devam etti, Güzide'nin yüzü kireç rengine döndü. Ak saçlarına karıştı kanın kırmızısı. "Güzide, ölme ne olursun!" diye yalvardım ağzından kan akmaya devam ederken. "Sen doğmasaydın her şey daha güzel olacaktı. Önce karımı aldın, sonra annemi, babamı ve oğlumu. Sana hamile olduğunu öğrendiğim günün sabahına lanet olsun!" Çığlık çığlığa ağladım o dakikalarda. Hira ve babam Güzide'yi kaldırıp çıkarttığında bile çığlıklarım tüm salonda yankılanıyordu. Bir kez daha katil oluyordum. Biri daha ölüyordu bana dokunduğu için. Parmaklarımda kanı vardı yaşamını sonlandırdığım kadının. Akıl sağlığımı yitirmeye başlıyordum sanırım. Tam da Çağlar'a olan küçük dokunuşumdan sonra artık kimseyi öldürmeyeceğime inanmışken yeniden başa sarıyor olmak aklımı karıştırıyordu. Neden zehirliydim? Doğuştan değilse neydi içime bu zehri koyan? Gözlerim acımaya, vücudum hissizleşmeye başladığında gün doğuyordu. Kurumuş kan kokusu artık burnumun direğini sızlatacak kadar kötüydü ama hiçbirini düşünecek halim kalmamıştı. Güzide ölüyordu belki de ölmüştü. En dipte olduğumu düşündüğüm zaman bile hiç bu kadar dipte olmamıştı. *** Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen :))) Kendinize iyi bakın, öptümmm <3<3
|
0% |