@almelia
|
Fenalıklar, yardım çığlıkları, feryatlar...
"Alın beni karşıki dağlar, imdat artık!"
Hülya iki günü devirdiği köy macerasının daha altıncı saatinde falan isyan bayrağını çekmişti. Acı çekilirdi, acı da insanlar içindi neticede ama bu köy derdi çekilecek gibi değildi tövbeler olsun ki.
"Hülya, geldiğinden beri mezarlığın çevresindeki ağaçların arasına saklanıp iş bitince dönüyorsun, karşıki dağların bunun için hareket edeceğini sanmıyorum açıkçası."
Teyzesi fazla oluyordu. Olmuştu hatta. Bir devden kaçmak için köye sığınmış yaralı bir ceylandı o, dağlar bunun için harekete geçmeyecekse yıkılsındı o dağlar o zaman.
Orhan kızın isyanından bir haber haliyle daha gerçekçi bir dertle alt kattaki dairenin kapısında dikiliyordu çaresizce. İki gündür haber alamadığı genç kadının evde olduğundan şüpheliydi ama başka çaresi kalmamıştı. Dayanmıştı o kapıya bir kere. Tam elini kapıyı çalmak için kaldırmıştı ki aniden açılan kapı ve karşısında beliren Şahrazat kadını görünce bir erkeğin en zekisi ne yaparsa onu yapmaya karar verdi.
"Ahh!" diye bağırdı, evet. "Elim mi kırıldı?" diye sordu bir de zaten kapısının önünde dikilen dev genci görerek şaşırmış kadına. "Baksana abla kırılmış mı?"
Şahrazat bir hemşire olarak sakince uzatılan bileği tuttu, adamın elinde silah tutmaktan oluşmuş nasırlar dışında tek bir incinme izi yoktu. Morarmamış, kızarmamış, darbeden üşümemişti bile. Sıcak avcu açtı, inceledi kadın ama oğlanın kızı kadar dengesiz olduğuna karar kıldı. Bunun tıbbi bir tespit olmadığına dayanarak "Bir şey yok ama acile gidip ayrıntılı röntgenle bakalım istersen, ben de nöbete gidiyordum zaten," dedi.
"Bir şey yok mu?" Zaman kazanma sorularından biriydi bu. "Damar damar üstüne bindi herhal," diyerek Şahrazat'ın yüzünü buruşturmasına neden olunca salak görüntüyü ikiye katlayarak yampiri bir gülüş attı kadına bu kez de. "Öyle derler ya, siz de bilirsiniz hemşiresiniz sonuçta."
Kadın hala sakindi ama kızının yokluğunu aratmayan sersemlikler onu da içten içe şaşırtıyordu tabii. Damarın başka bir damarın üstüne binebilmesine inanan bir bu adam bir de toprak altındaki babaannesi kalmıştı muhtemelen ama ses etmedi.
Orhan birtakım berbat saçmalamalarla kadının işe geç kalmasına neden olsa da hala Hülya'yı soramamıştı. Hülya da kapının önünde ne olup bittiğine bakmamıştı diye düşünüp iyice çöktü genç adam. Orhan ciddi ciddi kızı kaybettiğini düşündü ve adamı geçiştirirek işine gitmeye çalışan kadın bile bu ani duygu değişikliğinin farkına vardı.
"Sıkıldın herhalde değil mi? Buralarda yapayalnızsın sen de."
Bu laflar Orhan'ın belli yaşı geçmiş merhametli ablalar, teyzelerden sıkça duyduğu laflardandı ama hiç bu kadar tesirli olmamışlardı daha önce. Anacım diyerek Şahrazat'ın kollarına ilişmek istese de kadını korkutacağını bildiğinden sessiz kaldı. Bu sessizliğe daha da içerleyen kadın "Hülya arkadaşlık yapar sana annem, buraları gezdirir. Arkadaşlarıyla tanıştırır seni, üzülme," gibi gerçek bir ana gibi konuşup adamı hüzünlendirse de Orhan Hülya adını duyar duymaz dikkat kesilmişti bile. Çocuk avutur gibi söylenen sözleri ah ha ha, sağol ablam gerek yok minvalinde birkaç sözcükle geçiştirmesi hatta alaya alması gerekirken Orhan aç kurtlar gibi saldırmıştı.
"Hiç arkadaşım yok abla. Yapayalnızım buralarda, arkadaşlık yapsın bana." Evet, işte bu kadar alçaldığı için dünyada Hülya'nın en büyük fanı olan jünior Orhan bile büzüşüp kalmıştı. Utanıyordu, resmen utanç duyuyordu.
"Evet ablam, haklısın. Hülya birkaç günlüğüne teyzelerini, kuzenlerini ziyarete köye gitti de döndüğünde söylerim ben ona tamam mı? Sıkma sen canını."
Orhan'ın zihnindeki taşlar yavaş yavaş yerine otururken Şahrazat koşa koşa nöbetini devralmaya gitmişti.
Orhan'ın mesajları kaç gündür iletilmiyordu çünkü kız dağın başındaydı, birkaç gündür kızdan ses yoktu çünkü dağın başındaydı kız. Yıkılaydı o dağlar o zaman! Ne zaman gelecekti Hülya? Gelince Orhan'a karşı gardını indirmiş mi olacaktı yoksa gladyatör gibi iyice kuşanarak adamı kapı dışarı mı edecekti?
"Gurbette sevgilim aklıma düştün, Nazende sevgilim yadıma düştün," diyerekten yaz vakti bile soğuk olan ahşap duvarlı köy evinin içinde üç yeleği üst üste giyerek tur atan Hülya yeni bir şarkıya sarmıştı. Tamam, sevgilisi yoktu, gurbette de değildi ama Orhan aklına öyle bir düşmüştü ki adamı çakıldığı zihin topraklarından çekip atabilmek için yapmadığı şey kalmamıştı. Ayıptır söylemesi, teyzesi bahçede salatalık toplarken genç kadın elindekileri alıp sepete bile atmıştı. Yeteri kadar iş bile yapmıştı yani ama Orhan'ın edepsiz muhayyeli bana mısın dememişti. Demezdi tabii, o genelde daha müstehcen ve iç titreten şeyler söylemeyi bilirdi.
"Jandarmanın numarasını söylesin biri, ben terk ediyorum köyü falan."
Bir anda verdiği kararı sesli söyledi ki vazgeçmeye fırsatı olmasın. Dedesi de günlerdir bunu bekliyormuş gibi sakince küçük dayısını (sahiden küçüktü, yani Hülya'dan iki yaş büyük olacak şekilde küçük) arayarak kızı evine götürmesini söyledi.
Hülya üzerindeki yelekleri sıyırıp attı, köye gelirken alınmayacak bütün eşyalarını toplayarak el çantasına geri tıkıştırdı ve sanki yurdundan kovulmuş gibi kapının önündeki kirli merdivenin en tepesine oturup kucağındaki çantasına sarılırken "Sakın arkamdan ağlamayın ahali, böyle olması gerekiyormuş," diye rolleniyordu. Hülya'nın bu berbat şakalarına nadiren gülenler olurdu ama her seferinde gülen tek izleyicisi dedesiydi. Adam omuzlarını sarsarak gülerken "Gözün arkada kalmasın," diyerek kıza eşlik etmeye çalıştı. En azından giderken torununa bir dede sıcaklığıyla sarılabileceğini sanan gariban dede Hülya dayısının arabası daha kapının önüne varmadan koşa koşa kendisine gelen arabanın kaputuna atlayınca o hayaller suya düştü. İlk torun diye düşündü dede, ilkin günahı olmaz.
Orhan da o sıralarda zaten iletilmeyen mesajlara yenilerini ekleyerek kız çeken bir yere vardığı an o mesaj yığılması ile Orhan'ı hatırlasın ve ona çarpılma şeklinde aşık olsun diye uğraşıyordu.
Üstkat O.
Elim sen koktuğu için hala yıkamamış olsaydım benden iğrenir miydin?
Böyle kritik bir mesajla kızın dikkatini çekeceğini bilse de bir an kendinden iğrendi Orhan. Tabii ki elini yıkamıştı ama o aynı el ile jünior Orhan'ın sırtını Hülya'nın hayali ile sıvazladığı çok zaman da olmuştu. Hülya bunu bilse bundan da iğrenir mi acaba diye düşündü. Sonra da yazmaya karar verdi, genç kadının dikkatini çekmek için çirkinleşmişse ne olmuştu Hülya'nın güzelliği ikisine de yeterdi. Telefonu eline aldığında sorusunu soramadan Hülya'dan gelen bildirimle ufak çaplı bir kalp sorunu yaşadı ancak çabuk toparlandı.
Altkat H.
Orhan şu an tek dileğim bu soruyu beni yoklamak için sormamış olman. Eğer bu sorunun gerçeklik payı varsa binadan derhal taşın.
Hülya dayısı Ali'nin sağ koltuğunda hoplaya zıplaya bir yolculukla kusmamak için kafasını dağıtmak niyetiyle eline aldığı telefonda gördüğü mesajlarla iyice berbat bir hal almıştı. Orhan'ın şapşal yüzü karanlık çakıllı yolda belirdi sanki bir an. O kadar da midesi bulanmıyordu artık. Kaçmanın bir anlamı yoktu, Orhan hep üst katındaki o komşu olacaktı. Bundan kaçılmazdı.
"Offf!" diye huysuzlaştı yine. Boşuna mı orasını burasını sinekler böcekler yemişti. Dağ taşın unutturabileceği bir adam mıydı Orhan? Kendi dağ ve taştan ibaretti zaten adamın.
"Aman bee," dedi bu kez de.
Dayısı "Deli konuşuyor," diye mırıldanıp kızın iç çatışmasında araya girince kız hemen somut bir yumruk torbası olarak gördüğü Ali'ye "Düzgün sür sersem şoför!" diye bağırarak sinirini bir nebze dışa yöneltti. Ali, Hülya ile büyümüştü. Dayı-yeğenden çok çocukluk arkadaşı gibiydiler o yüzden Hülya'nın anormal bir kişiliğe sahip olması Ali'yi bir nebze bile etkilemiyordu.
"Sizin kızlardan haber var mı?"
Hülya bu sorunun mealini gayet iyi biliyordu. Otuza merdiven dayamış bekar dayısı arsız bir şekilde defaatle Hülya'yı darlayarak ona bir eş bulması konusunda taleplerde bulunurdu. Şu an bu konuyu açması da iyi olmuştu ama, Hülya'nın zihninde bir ampul parlatmıştı çünkü.
Orhan da saatler evvel Hülya'nın köy evinde attığı voltaları kendi evinde atmaya başlamıştı. Genç kadına yine bir sürü mesaj atmıştı fakat yanıt yoktu, yine. Ama görüp de yanıt vermemezlik etmemişti neyse ki. Orhan bu teselli ile avunmaya çalışırken kendisini balkona attı. Atmaz olaydı. Hülya yanında bir adam ile güle oynaya yürüyor, adamın koluna omuz atıyor, dönüp adama bir şeyler söylüyor... Yani yanında bir herifle dönüyor!
Allahın belası köy bir kerhane miydi de bu kız koluna birini takıp dönmüştü o dağdan? Orhan da dağda olmak istedi bir an, şartlar eşitlensin diye kamujlajını kuşanıp eline de silahını almak istedi. Adamı da dağın kuytularında bulup haddini bildiği şekilde bildirmek istedi. Aklı giden Orhan evden çıkıp ikişer üçer indiği merdivenleri sarsıyor, apartmanı inletiyordu ama kafasının içindeki gürültü yüzünden çıkardığı sesi duyamıyordu.
Dış kapıyı açıp Hülya'nın geldiği yöne yürümeye başladı, köşeden döndüğü an burun buruna geldiği adama bakarken Hülya'nın kokusu da burnundan içeri sızıyordu.
Orhan gözü seğirerek dayısına ağza alınmayacak şeyler yapacakmış gibi bakıyorken Hülya'nın bir an genç adamın karizması yüzünden nefesi kesildi. Keskin çene, kesilmemiş birkaç günlük sakal, bir şort bir tişörtle bile hiçbir ortamda göz almaktan geri kalmayacak yakışıklılığı yüzünden Hülya dayısı ile yaptığı planı bozup Orhan'ın kollarına atlamak istese de o balon bir anda söndü. Sönmesi için Orhan'ın iğneli sözleri yardımcı olmuştu sağolsun.
"Önüne baksana sığır," dedi Orhan kızın kan bağı olduğunu bilmediği için yanındaki adama fena halde kurularak.
"Önünde ayna mı var? Ben rastgele bir adam görüyorum önümde."
Ali fazla sakindi, olurdu tabii. Hülya ve Orhan'ın arasındaki kaos onun umurunda mıydı? Hülya ona bir süreliğine çiftmiş gibi davranmaları gerektiğini söylemişti, üst kattaki komşudan bahsetmişti üstü kapalı bir şekilde, e Ali de iyi bir arkadaş gibi hemen ayak uydurmuştu.
"Terbiyesizlik yapma Orhan. Önümüze bakıyorduk zaten," diye müdahale etti Hülya, Orhan'ın hala gözü seğirirken. Adamın Ali'nin sözlerinden bir şey anlamadığı belliydi, oysa zeki bir adamdı.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordu birden Hülya'ya. Cevap vermesine de fırsat vermeden "O adamı eve sokamazsın, annene söylerim," diye de hızla tehdit etti. Kıskanç bir çocuk gibi...
Hülya karşısındaki adamın dilini iki parmağı arasına alıp kökünden kopana kadar çekmek istediği için bu kez kızın gözü seğirmeye başlamıştı ne yazık ki. Ve Orhan'ınki kadar tehditvari bir çekiciliği de yoktu ondaki seğirişin, genç kadın delirmeye birkaç saniyesi kalmış cadı gibi görünüyordu. Fakat Orhan bundan etkilenmedi, başka bir zaman olsa etkilenirdi ama.
"Sen yorulma Orhan'cığım, ben şahsen haber veririm anneme," diyince Ali sırıttı. "Hadi Ali'ciğim sana bir kahve yapayım."
Hülya dayısını çekiştirerek apartmana sürüklerken Orhan'ın da peşlerine takıldığını fark etmemek imkansızdı.
"Kahve!" Orhan biraz kafayı çizmiş gibi haykırınca Hülya dönüp ona bakmadı. "Bayılırım kahveye. Bir bardak içerim."
Apartmana girip kapıyı Orhan'ın suratına doğru iten Hülya "Aynen canım, evinde içersin bir bardak," diyerek çemkiriyordu. Planı raydan çıkmış, toprakta sürünerek uçuruma ilerliyordu resmen. Aslında Orhan'ın, yanında bir adam gördüğünden emin olup dayısını postalayacak ve Orhan'a eski sevgilisi ile barışmış imajı vererek onunla arasına sağlam bir duvar örecekti ama Orhan'ın kendini bilmezliği önce kızı zıvanadan çıkarmış sonra da planı bozmuştu işte.
"Benimki şekersiz olsun, sütsüz olsun; acı olsun Hülya."
Kız anahtarı yuvasında döndürüp sabırlar dilerken Ali'nin elleri cebinde, gevşek gevşek içeri süzüldü, Orhan'sa terliklerini ayağından fırlatarak dalıverdi adamın arkasından. Hülya hala converselerinin bağcıklarını çözmeye çalışıyordu. Her şey zıvanadan çıkmıştı gerçekten. Kavga falan edecek olsalar dayısı geri kalmaz ama kesin dayak yerdi Orhan'dan. Kız ayakkabıları ayakkabılığa yerleştirirken Orhan'a gerçeği söylemeye karar vermişti evet, doğrusu buydu çünkü.
"Bu saatte gencecik bir kızın evine nasıl giriyorsun lan sen hıyar?"
Tekli koltuğa gövdesini sığdırıp rahatça yayılmış olan Ali'nin karşısında dikilip hesap soran Orhan adamdan ters bir tepki bekliyordu dört gözle. Bir atak yapsa adamın yüzünü dağıtacaktı ama adam nasıl gevşek bir tipse öylece izliyordu Orhan'ı.
"Hülya bu adam neden suratımda bir ayna varmış gibi konuşuyor devamlı?"
O esnada odaya girmiş olan Hülya gerçekten cevabı bilmiyordu, hemen sordu.
"Orhan, gencecik bir kızın evinde bu saatte ne işin var hıyar?"
"Kim bu adam Hülya?"
Gerçeği söylemenin tam zamanıydı, tamdı yani.
"Eski erkek arkadaşım, birlikte iki gün kamp yaptık. Evde bir kahveyle de maceramızı sonlandıralım istedik," dedi allayıp pullayıp. O esnada Ali çoktan, birbirini boğazlamaya yakın olan ikilinin yanından sıyrılıp kahve yapmaya girişmişti. Kapıyı da kapatmıştı çünkü Hülya'nın bir dolu yalan söyleyip sonra da sinirle gerçeği bu geceden itiraf edeceğini biliyordu, yalanları aklında tutmasına gerek yoktu.
"Ciddi bir soru soruyorum Hülya," diyerek öfkesini geri plana attı Orhan. Aslında öfkesini geri plana atan hüznüydü. Genç kadın bazen düşünmeden konuşup adamı kızdırıyordu evet ama bu kez sözleri uçucu bir öfkeden daha ağırdı. Kızın köyde olduğunu annesinden duymuştu, o yüzden gerçek olduğuna ihtimal vermemiş haliyle bile üzüldü adam. Ali denen gevşeği iyice benzetmemesinin nedeni de adamın Şahrazat kadının bahsettiği teyzeler-kuzenlerden biri olabileceğine tutunmasıydı. Tamam teyzesi olma ihtimali düşüktü ama kuzeni falan olmalıydı.
"Kim bu adam ve neden evine girmesine izin veriyorsun?"
"Eski erkek arkadaşım, birlikte iki gün kamp yaptık. Evde bir kahveyle de macer-"
"Hülya!"
Orhan'ın gürlemesi kızı yerinden zıplattı. Sanki ancak idrak ediyordu gerçeği Hülya. Orhan onu eve bir erkeği sokarken görmüştü ve kız Orhan'ı arkadaşının kardeşiyle eve girerken gördüğünde ne kadar huzursuz olduğunu da hatırladı. Acımasızcaydı bu. Sanki Orhan kötü bir eski sevgiliydi de Hülya ondan intikam alıyormuş gibi davranıyordu resmen. Orhan bunu hak etmiyordu.
"Orhan..."
"Kahveler!"
"Siktir git sik kafalı!" Bir böğürüşle Ali'nin üstüne atılan Orhan o kadar salaktı ki adamın elindeki tepsiyi devirip kahveleri mis gibi halıya dökmesine neden olduğunda Hülya'ya gerçekten intikam sebebi verdiğinin farkında bile değildi.
Ali yakasına yapışan Orhan'ın ellerini tutup itmekle uğraşırken "Benim yüzüm üçgen amına koyim, neresi sike benziyor?" diye sitem ediyordu hala tam anlamıyla öfkelenmeden. Ama Hülya öfkeliydi, öyle öfkeliydi ki tüm mahalleyi yakacak kadar hem de.
"O halıyı yalayarak temizleteceğim size!"
Orhan ile Ali'nin arasına girip ikisine de rastgele tekme ve tokatlar savururken Orhan ayıldı. Krem rengi halının ve parkenin büyük kısmı kahveye bulanmışken o da şu an en önemli olanın bu olduğunu fark etti. Hülya'nın tekme tokadı değil ama gazabı büyüktü.
"Ananızdan doğduğunuza pişman etmezsem sizi..." gibi bir yığın tehdidin ardından Ali'ye "Git su ve bezleri hazırla," diyerek emir verdi. Orhan'a döndüğünde nefes nefeseydi ama adamın güzelliği, öpülesi oluşu falan hiçbir işe yaramaz olmuştu, adam yalnızca bir yumruk torbasıydı onun için artık.
"Sen de git mutfaktan kağıt havluyu kap gel, şunları da topla, gitmişken tezgaha bırak."
İki düşman o dakika aynı kaderin iki mahkumu olmuşlardı ve ikiletmeden denileni yapmaya koyulmuştu. Dakikalar içinde Orhan bir elinde bez bir elinde leke giderici sprey ile halıyı çitilerken Ali de bezleri yıkıyor, püskülleri yapışan telvelerden arıtmaya uğraşıyordu. Hülya mı? O da bir koğuş ağası gibi ikisinin tepesine dikilmiş, ıslak bir bezle sırtlarına vurarak "İyi yapın!" diye diye daireyi çınlatıyordu.
İki kader mahkumu olsalar bile Orhan Ali'ye omuz atmaktan, hakaret etmekten geri durmuyordu.
"Doğru yapsana andaval, kız bağırıyor duymuyor musun?"
"Kız bana mı bağırıyor sik kırığı? Ayı gibi cüssen var ama bileklerinde ilk okul kızının gücü var ancak. Adam gibi sil."
Hülya görevini iyi yapamıyor muydu da bu iki mahkum birbirlerine sataşabiliyordu? Hemen o dakika ikisinin sırtına da ıslak bez darbeleri kırbaç gibi indiğinde adamlar sızlanmaya başladı.
"Kim bu göt Hülya?"
"Kim bu göt herif Hülya?"
İki adam, aynı soru. Fakat garibim Hülya'nın yanıt verecek zamanı olmadı çünkü bu iki benzer soruda geçen ifadeler Ali'nin sabrını taşırmışken, Orhan'a da Ali'ye saldıracak bir sebep vermişti. O nedenle de Orhan, Ali'nin üstüne atlayıp adamı sırt üstü devirince, Ali de boğuşararak Orhan'ın kafasını kolları arasına alıp göğsünde boğmaya çalışırken Hülya havalı ağa işinden istifa edip haykırdı.
"Ayrılın! Salaklar! Kavgayı kesin artık!"
Bu sözler hiçbirinin duyacağı kadar yüksek değildi o an. Orhan kafasını kurtardığı an Ali'nin yüzüne okkalı bir yumruk patlattığında Ali'nin dudağından sıçrayarak akan kan Orhan'ın gri tişörtüne kadar ulaştı ve Hülya bu kez aptallığı bıraktı.
"Dayım! Ali benim öz dayım Orhan. Bırak çocuğu!"
İşte bu söz yeteri kadar duyulur volüme sahipti Orhan için. Bahsi geçen dayının üstüne bir karabasan gibi çökmüşken omzunun üstünden Hülya'ya baktı doğru mu söylüyor diye.
Kız gözleri dolu dolu, titreyen ellerle çenesini ve boynunu tutarken başını sallıyordu Orhan'ın onay bekleyen yüzü cevabını alsın diye.
Orhan usulca Ali'nin üstünden çekildi, hala Hülya'yı izliyordu. Sevinç ve rahatlıkla kıza sarılsa mıydı? Yoksa ailesinden birinin dudağını yardığı için şimdiden elini ayağını öpüp af mı dilemeliydi? Kötü bir damat mıydı şimdi Orhan? Dayısı ağzına sıçacak mıydı en önemlisi?
"Alim," dedi elini tutup adamı yerden kaldırırken. "Kardeşim benim. Hülya koş buz getir, öyle dikilme yavrum."
Hülya donup kalmıştı, Ali ise gülebilse gülecekti ama dudağı uyumuşken bile nasıl bu kadar acıyabiliyor onu sorguluyordu. Bir de en önemlisi bu adamın ağzına şimdi mi sıçmalıydı sonra mı?
İkisi de sonunda ayağa kalktıklarında, Hülya hareket edebilip mutfağa buz getirmeye koştuğunda, Orhan Ali'yi bir köşeye park edip yerdeki bezleri ve spreyi almak için eğildiğinde vermişti Ali kararını.
"Şimdi ben buraları tertemiz yapayım kardeşim, sen dinlen. Sonra Orhan kardeşin sana bir kahve yapar," diye zırvalayarak doğrulduğunda öyle savunmasızdı ki Ali'nin fazla sağlam sağ kroşesi onu bir metre geri savurmuştu. En sonda Hülya odaya girdiğinde Ali'yi sağ elini silkeleyip ovarken, Orhan'ı da yerde, kollarını kucağındaki bezlere sarmış ve ayaklarından birini ötekinin üstüne atmış rahatça uzanıp tavanı izlerken buldu.
"Ne oluyor ve ne oldu?" Bu iki iyi soruyla iki adam arasından seçtiği yanıt verici Orhan'ın tepesine dikilip olduğu yerden adam bir kuyuymuş gibi eğilip izledi elmacık kemiği kızarmış adamı.
"Yok, yok hak ettim. Sakın Hülya, dayına bunun için kızma," dedi Orhan önce, sonra kızın elindeki buzu görünce elindeki bezi atıp ona uzandı. "Sağol bebeğim, git şimdi bir tane de dayına getir."
Bu fırtınanın dinmesi öyle kolay olmuştu ki Hülya iki sersemi odanın ortasında öylece bıraktıktan dört belki de beş saat sonra dayısını dış kapıyı şarkılar mırıldanarak açıp eve girerken yakaladığında nereden geldiğini çok iyi bilerek küplere biniyordu.
Ali'nin üstünde Orhan'dan aldığı ve kendisine biraz bol gelen şort ile tişörtü gören genç kadın dayısının kahpeliğine kahroluyordu.
"Çok iyi çocuk ya," diyerek eve girerken patlak dudağını unutmuş gibi sarhoş tebessümler saçıyordu etrafa dayısı. Kapıyı kapatıp arkasından kilitlerken Hülya bir ayağını yere vuruyor, azarlamak için dayısının kendisine dönmesini bekliyordu.
"Ne yaptın sen?"
Ali biraz düşük duygusal zekasıyla bu sorunun altındaki tehdidi sezinleyemedi.
"Öfff... bir PES atmışız ki Hülya, sorma. Kevgire döndü müstakbel kocan." Ali, hülyalı hülyalı bakışlarla içeri süzülürken belli ki Orhan'ı düşünüyordu. "Gerçi çocukcağız kendini suçlu hissetti de bilerek birkaç hamle kaçırdı, anladım tabii. Ama şu inceliğe bakar mısın Hülüş, edep desen var, zarafet, feraset..."
Safra yükselip yükselip Hülya'nın boğazına sarılmıştı bir el gibi. Dayısı ve Orhan el ele verip kız ölsün istiyordu, çok açıktı bu. Kız en çok hangisine kırılacağını düşündüğü için sessizdi, denildiği gibi duygusal zekası düşük olan Ali bu durumu iyiye yorduğundan konuşmaya devam ediyordu.
"Salaklık edip kaçırma güzelim çocuğu. Uzun süre boşta kalmaz çünkü, kaparlar fıstığımı."
"Fıstığını skim," dedi sonunda Hülya. Konuşmaya bir yerden başlamak lazımdı ama kız sondan başlamış gibi oldu. "Sen elin adamını yeğenine yamamaya utanmıyor musun e be hayasız herif?"
"Ben öyle bir şey yapmam Hülya, beni yanlış anladın," diyen Ali oturma odasında açılmış yatağına yerleşip kollarını başının altına alıyordu.
"Kaçırma fıstığımı ne demek o zaman? Dayı olacaksın bir de kütük seni."
"Şu demek dayıcığım seni ona yamamaya çalışıyorum, bu adamdan daha iyisini bulamayacağına göre yeğenimin istikbalini düşünmek zorundayım."
Ali bazen dayak yemek isterdi, böyle diş gıcırdatan bir arzuydu bu onun için ya da Hülya'ya öyle tınlıyordu adamın sözleri.
"Bu laflarını dedeme söyleyeyim de gör o zaman istikbalini sen?"
Hülya'nın boş tehditlerinden etkilenmeyen Ali "Dedene akşam vakti evine dalmakta problem görmeyen üst komşundan mı bahsedeceksin yani?" diye soruverdi kollarından birini gözlerinin üstüne yerleştirip uyku pozisyonu alırken. Hülya dayısını boynunu tutup tüm gücüyle sıkmak istese de yanıtı yoktu. Ali de bunu biliyordu ki "Kaybol cadı, uyuyacağım," diyerek kızı kovdu.
Orhan da sabaha kadar alt komşusunu düşündü umut içinde. Kızın dayısından gazı ve desteği aldıktan sonra onu kim tutabilirdi ki artık? Uyuyup uyandığında bile Hülya'yı düşünmeye kaldığı yerden devam eden Orhan bir süre oyalanmak için spora gitti ve seke seke evine dönerken balkondan ekmek alacak yavrucak gözleyen tembel Ali'nin seslenişiyle tavus kuşu gibi kabardı da kabardı.
"Sok paranı cebine aslanım, ben iki ekmek alır gelirim şimdi," diyerek kendisini zorla kahvaltıya da dahil etti.
Hülya'nın evden kaçası vardı, evde iki sersem er kişi birbirleriyle erkekçe flörtleşirken dayısından şüphe etmeye başlamıştı çünkü. Ali, Orhan'ı Hülya için değil kendi için istiyordu resmen. Alıp paşa paşa kullanabilirdi.
"Bak son sarıyı sana bıraktım Orhanım ban ekmeğini," diyerek adamın eline bir parça ekmek tutuşturan Ali'ye gözünde nabız gibi atan aşk emojisi ile bakan Orhan "Hayır, hayır, hayır!" diye karşı çıktı. "Senin hakkındır Alim, kırma beni."
Hülya bu çarpılma misali başlayan aşklarına daha fazla katlanamadığından ekmeğini son sarıya bandırıp iyice dağıttı, adamlar birbirlerine cilve yapmaktan olan biteni fark edemeyince kız ekmeğini ağzına tıkıştırıp zorla yutkunmaya çalıştı. Sonunda Orhan, Ali'yi ikna etmişti son sarıyı almaya ama neşe içinde tavaya döndüklerinde sarıdan eser yoktu Hülya'nın yanakları ise sincap gibi dolu doluydu.
"Ne yaptın Hülya?" Orhan yalakalığa kendini fazla kaptırdığından haykırışı da fazla abartılı çıkmıştı.
"Kahvaltı bitti," diyerek kalktı kız. Cinnetin beşiğinde bir o yana bir bu yana sallanırken erkek cinsine daha fazla katlanması mümkün değildi.
Ali, Orhan'ı teselli ettiği için kızı duyan olmadı bile.
"Ayıp ama Ali, sen misafirsin sonuçta. Son sarıyı yer mi bir ev sahibi ya?"
"Aşk olsun ne misafiri," diye çıkışan Ali, Orhan'ın omzunu sıvazlıyordu. "Bu kız hep böyleydi zaten, ortam bilmez bu."
Hülya dayısına tokadı yapıştırmaya kalmadan Orhan omzundaki eli itip diklendiğinde Hülya bezgince sandalyeye yığıldı. Şov başlıyordu.
"Nasıl konuşuyorsun lan sen kızla? Ortamı sokturtma şimdi bir tarafına."
Ali de birden düşüşe geçen Orhan hayranlığı yüzünden "Kimi kime karşı koruyorsun lan sen sikik, Hülya benim kardeşimdir nasıl konuşacağımı sana mı soracağım?" diye Orhan'a doğru eğiyordu başını. Kavga eden iki kedi gibi birbirine yan bakmaya başladıklarında Hülya dayısının sözlerine dizi izler gibi karşı çıkıp cık cıkla eşlik ediyordu.
"Kardeş de olsa öyle denmez ama," diye kendisiyle konuştu kız.
"Kardeşinse ne olmuş göt herif? Kızı elin adamının yanında niye rencide ediyorsun?"
"Doğru, Orhan atağa geçti. Ben Orhan'ı tutuyorum." Hülya cinleri ile konuşup fikir beyan ederken Ali de boş durmuyordu.
"Madem elin adamısın ne işin var kızın evinde kodumun salağı? Gece buradasın sabah buradasın hayırdır, yol geçen hanımı bura?"
"Aa," dedi Hülya şevkle. "Bu açıdan bakınca da Ali haklı tabii."
"Kıçını kaldırıp ekmek alamayıp yoldan geçen adamı eve soktuğuna göre öyle." Orhan kendini ne diye kaybetti bilmiyordu ama jünior Orhan şiddeti sevse bile şu an kendisini zerre kadar desteklemediğine göre bir şeyler ters gidiyordu.
"Doğru bir tespit oldu bu da, kafa kafayalar şu an," diyerek yanına gelen kedisine açıklama yapan Hülya'yı herkes yok sayıyordu.
"Ulan iki ekmeğin lafını yapan adam adam mıdır?"
Hülya defansı biraz zayıf görüp sessiz kaldı. Orhan da bu zayıflıktan faydalanmak üzere "İki ekmek alıp gelen adama son sarıyı bırakmayan adam adam mıdır kardeşim?" diyerek üstünlük sağlayınca Hülya'ya daralmalar bunalmalar yine geliverdi.
"Ali boşları topla mutfağa geç, Orhan sen de ekmekleri poşete koy bulaşıkları yıkamaya koyul."
Orhan ve Ali Hülya'nın sesini duyunca irkildi, kavga Hülya için çıkmıştı ama kazanan da Hülya olmuştu. Ali hipnozdan sıyrılıp cinlenmiş gibi tövbeler ederken Hülya hızla kışkışladı dayısını. Orhan'sa biraz bocaladığından olduğu yerde kalıp Hülya'yı izlemeyi görev edindi.
"Hülyam ne güzel bir sabah değil mi?"
"Zayıf görev bilincine bakılırsa değil."
"Aklımda çok daha başka bir görev olduğu için dikkatim dağılmış olabilir."
Esasen Orhan'ın aklında gerçek bir görev yoktu fakat Hülya'nın gözlerindeki meraklı parıltı sayesinde söyleyeceği ufak yalanın pişmanlığı Un ufak olmuştu.
"Albayın eşi bizi yemeğe davet etti."
Hülya'nın duymak istediği bu değildi, ne duymak istediğini de bilmiyordu gerçi ama Orhan'la arasına mesafe koyma işinde epey bocaladığı için yeni sahte bir yakınlık ihtimali kızı ürpertti.
"Ay o akşam hiç müsait değilim Orhan, sanırım iptal etmen gerek."
Hülya hızla ekmekleri sepete doldurken meşgul görünmeye çalışıyordu ama Orhan yemedi.
"Hangi akşam bir tanem?"
"İşte o akşam, yemeğe katılamam. Çok acil bir işim olmasa biliyorsun..."
Orhan çenesini yumruğuna yaslayıp kızın kıvranmasını izlerken bir kahve olsaydı ne güzel olurdu diye düşündü, son kahve deneyimini düşününce de elmacık kemiği sızlamaya başladı.
"Sevda hanım bir sonraki akşama ertelememize karşı çıkmaz diye düşünüyorum. Sen ne zaman uygunsan o yemek o akşam yenir Hülyam." Ve öyle oldu da...
Hülya tam üç gün Orhan'ı görmemek ve ondan Kaçmak için odasındayken nefes bile almadan onca vakit geçirdikten sonra adamın istikrarlı ilgisine karşı koyamayıp Sevda'nın yemek davetine hazırlandı. Ama bu son dedi. Son iyilik, son borç, son ödeme. Gerekirse o lanet köye taşınacaktı ama Orhan'la arasına gerekli mesafeyi koyacaktı. Ee o zamana kadar da görevini en iyi şekilde yerine getirecekti tabii, sonuçta Hülya sahte sevgililikte bir ustaydı.
Orhan arabadan inip Hülya'nın kapısını açtığında kıza elini uzatmıştı ve Hülya gerginlikten soğumuş parmaklarını adamın eline sarmıştı güvenle. Orhan'ın kaburgaları arsında bu temasla bir sarsıntı oldu, bu eli ya tutacaktı ya tutacaktı. Kesin kararıydı.
"Hazır mısın Işığım?"
Sevda ve Mustafa'nın Evi yazan çiçek çerçeveli kapının önünde Hülya sevgilisine daha da sokuldu ve maskesini kuşandı.
"Her zaman hayatım."
Henüz kapıya vurmak için uzanan el çeliğe değmeden kapı açılınca arkasından otuz iki diş sırıtan Sevda çıkmıştı ve "Kumrularım gelmiş!" diye haykırarak ikisini selam sabahsız evinin içine çekmişti.
"Mustafa'yı ekmek almaya yolladım, siz önce geldiniz. Gelin gelin oturun, rahat olun."
Orhan koskoca albayın kendileri için ekmek almaya çıktığını duyunca hafiften baş dönmesine tutulunca "Niye bana söylemedin Abla!" diye bağırıyordu. Hülya sahte sevgilisini koltuğa oturtmaya çalışırken Sevda'nın kıkır gülüşüne eşlik etmemek için zorladı kendini.
"Ben alırdım abla, ben alırdım..."
Hülya ve Sevda, Orhan'ın ufak çaplı krizini yatıştıramayınca çok üstüne düşmemeye karar verip mutfağa geçtiler. Orhan'ın sesi arkada bir fon oluştururken Sevda, Hülya'ya manalı manalı bakıyordu.
"Ne kadar yakışıyorsunuz Hülya. Size baktıkça Mustafa ve benim gençlik hallerimizi görüyorum. İnşallah siz de bizim yaşlarımıza gelince hala birbirine aşkla bağlı iki arkadaş olursunuz."
Sevda'nın bilinçli şekilde seçtiği bu sözlerin amacından bihaber olan garip Hülya göğsüne yumruk yemiş gibi oldu. Kadınsa konuşmaya devam edip kızın atan rengini göz ardı ediyordu.
"Aslında öyle olacağından eminim de zaten. Birbirine öyle bakan iki insan istedikten sonra bir değil bin ömrü birlikte geçirmenin bir yolunu bulur."
Hülya "hmm... Yaa tabii... Doğru doğru," gibi zorlama seslerle eşlik edebiliyordu ancak.
"Yıllar evvel Mustafa ve ben ayrılma kararı almıştık biliyor musun?"
Hülya bu ikilinin birbirini bırakıp işlerine gidebilmelerine bile şaşırırken ayrılma fikrini düşünmeleri bile şok olmasına yol açtı. Ama kadın ona neden öyle düşündüklerini ve neden o fikirden vazgeçtiklerini anlatamadan Orhan albayın elindeki poşeti almaya çalışarak mutfağa dalınca yemek faslına geçiş hızla gerçekleşmişti.
Mustafa ve Sevda, Orhan ile de Hülya yan yana oturup yemeklerini yerken Orhan başlarda albayın gizemli bakışları yüzünden hadım bir adam gibi hissizdi. Amacı kızı yemek boyunca sıkıştırmakken ağzını zar zor açtığı için Sevda ile bu plana giriştiklerine hafiften pişman olmuştu. Kadına baktı ortamın ağırlığından etkilenmeyen neşeli diyaloğu kesip Orhan'a yardım eli uzatsın diye. Kadın etkilenmedi. Etkilenmezdi tabii ortamı geren bilmem kaç yüz yıllık öz mü öz kocasıyken niye gerilecekti. Göz ucuyla Hülya'ya bakınca onu da donuk bir gülüşle Sevda'yı dinlerken gördü. Müstakbel karısını buraya gerçekten rol yapıp, atlatması gereken bir sınav olsun diye getirmemişti. İşte o an albayın büyüklüğü silindi gözünde.
"Hülyam çok güzel kahve yapar," diye konuştu kıyır kıyır bir sesle. Gözler ağır ağır ona döndüğünde Orhan gururla başını aşağı yukarı sallıyordu.
"Hayatım daha çorba içiyoruz." Hülya, Orhan'ın gerginlikten midesi büzüşmüş de kahveye ihtiyaç duyuyor sandığı için sakince onu kendisine getirmeyi planlıyordu.
"Çorbayı da güzel yapar."
"Sevda kötü mü yapmış?"
Mustafa albayın kan donduracak kadar soğuk sesi ile Orhan gözlerini kırpıştırdı, Bi beş kez üst üste yutkundu.
"Kocacığım!" diye çıkışan Sevda o an Orhan'ın gözünde başının tepesinde haleler uçuşan bir melekti. "Çocuk onu mu diyor? Aaa. Her erkek kadınının çorbasını ilk sıraya koyar. Koca olacak adamın mayasında vardır bu."
Hülya hiç öyle düşünmüyor olsa da alnı boncuk boncuk terleyen sahte sevgilisine yardıma koştu.
"Orhancığım bana iltifat etmeyi çok sever, onunlayken özgüvensiz hissetmeme hiç izin vermiyor."
"Ay Mustafacığım da öyle," diyerek ayaklandı Sevda. Fakat Orhan tek bir kişi dışında herkese sağır ve kör olmuş gibi Hülya'ya bakarken gözlerinde gerçekleşmeyi bekleyen vaatler vardı. Hülya gözlerini kaçırıp Sevda'ya döndü hemen. Kocasının maharetlerini ballandıra ballandıra anlatırken daha bitmemiş çorba kaselerini alıp boş tabakalara yaptığı köfteleri koyuyordu. Mustafa karısının onu övmesini mimik bile oynatmadan dinliyor olsa da Hülya adamın yanaklarındaki pembeleşmeden anlıyordu utandığını.
"Albayınız çok romantik bir adamdır aslında."
"Bunu senin dışında birinin bilmesine gerek yok Sevdam." Mustafa homurdansa da kadın onu duymazdan geldi.
"Ne güzel," dedi Hülya biraz onların büyüsüne kapılmanın aheste havasıyla. Yemek bitip kahve vakti gelinceye değin de Hülya bu havaya biraz hüzünle birlikte kapılıp gitmişti.
Cezvenin başında kahvenin fokurdamasını beklerken Sevda "Ben de evlilikten korkuyordum," dedi bilgiç bir sesle bir anda.
"Hatta evlendiğimizde bile Mustafa hep görevde olduğu için evliliğe alışamamış, o görevden dönüp eve geldiğinde delice aşkım, birbirimiz için katlandığımız şeyler sanki anlamını yitiriyordu. Bazen o görevden dönmeden evi terk edesim geliyordu."
Hülya bu aşkın arka planından hiç mutlu olmadı, bu çiftin bir zamanlar acı çekmiş olması moralini bozdu kızın.
"Sonra nasıl vazgeçtin?"
Sevda kızın dikkati dağılıp kahveyi unutmasıyla işi devralıp fincanlara köpük koymaya başladı.
"Vazgeçmedim, bir gün evi gerçekten terk ettim."
Orhan albayın çaprazındaki koltukta oturup Mustafa'nın kendinden beklenmeyecek bir samimiyetle konuşmasını dinlerken etkilense mi tırssa mı karar vermeye çalışıyordu.
"Neden evlenmek istiyorsun oğlum?" Tok sesin yaydığı babacan havaya gözlerini kırpıştıran Orhan hemen cevap veremedi.
"Hayatımın geri kalan kısmında Hülya'nın yanımda olmasını istiyorum," dedi dalgınca. "Bir sorun yaşıyorsa yanında ben olayım istiyorum."
"Evlilik kolay bir iş değildir. Nişanlılık bile insanın başını çok ağrıtır ama evlilik bambaşka. Öyle canın sıkıldı diye çekip gidemezsin, kırıp dökemezsin. Kendinden çok düşünmem gerekir eşinin huzurunu. Evlilik istediğine emin misin?"
Orhan bir ay önce kadar bu lafları evlenmek üzere olan arkadaşlarına söyler, dönülmez yola girmeden gözlerini açmak isterdi. Ve hiç birinin ona bunları söyleyip de onu vazgeçirmeye çalışacağını düşünmemişti, o zaten o yola hiç girmezdi.
"Hülya'yı mutlu etmek istiyorum, sürekli ondan haber almak istiyorum, sevdiği ya da sevmediği şeyleri ezberlemeye çalışıyorum. Onunla evlenirsem mutlu olacağıma eminim."
"Ama o seninle evlenirse mutlu olacak mı? Önce bunu düşünmelisin. Kızın korktuğu belli, gizlemiyor da zaten. O korkuların kaçı boş kaçı, sen tatafından giderilir, kaçından kurtulması için ona yardım edebilirsin... Bu kadar sorumluluğu almak ister misin?"
Orhan isterim diye mırıldandı ama nedense omuzları çökmüştü. Hülya'nın korkuları canlı kanlı düşman olsa alınlarının ortasından hedef tahtası gibi vururdu ama değildi işte. Gerçekten Hülya onunla evlenirse mutlu olur muydu? Eğer olmazsa Orhan da mutlu olamazdı.
O gece Orhan'ın tahmin ettiği gibi geçmemişti velhasıl. İkisinin de durgunlukları fırtına gibi esen düşüncelerden kaynaklanıyordu.
Orhan kızla kapısının önüne gelip kızın anahtarı yuvasında döndürmesini beklerken "Yoruldun mu?" sorusunu sordu.
Hülya omzunun üzerinden bakarken adamın yüzünde ciddi, flörtten uzak, haylaz Orhan'ın zerresi kalmamış bir ifade bulunca ürperdi fakat kendini zorlayarak "Kahveyi bile Sevda yaptı, neden yorulayım?" diyip kapıyı açtı.
O gece ikisi de yastığa başlarını koyduklarında kafalarında benzer korkularla uyuyakaldılar.
|
0% |