Yeni Üyelik
10.
Bölüm

bölüm10|"Anlaşma İmzala, Savaş Başlat"

@almelia

Bazen bir sahne gözünde canlandığında insan o ana ait olmadığını hatırlar, bazen o anı geride bırakmak derin bir nefes aldırır bazense iç çektirir. İçimi çekip irademi kontrol altına aldım.

 

"Buradan gitmek istiyor musun?" Ses bileklerimdeki prangalardan biri kopmuş gibi hissetmeme neden olduğunda adamın kucağında kıpırdandım.

 

Kirpiklerimi kırpıştırarak algılarımı işbaşına çağırdım doğru anladığımdan emin olmak için.

 

Kalkmama yardım eden eller ayakta durabildiğimden emin olana kadar belimden tutmaya devam etmişti. Yüzüne, sol yanına bakmaya cesaret edemiyordum. Masum olmayan bir adam hak edilmiş bir tokat yediyse ne olmuştu sanki! Fakat bu kalıp cümle hislerime ayak uyduramıyordu.

 

Örtülü dudaklarımın ardından dökülen onay hımlamasıyla masanın başındaki yerimi aldım, ellerimi kucağımda birleştirmiştim bir daha aynı hatayı yapabilitemden korktuğum için.

 

"Seninle bir anlaşma yapacağız Karnelyam."

 

Gözleri gözlerimdeyken masanın üzerindeki kağıtları önüne çekiyordu. Bir şey aradı yüzümde ya da yalnızca izlemek istiyordu, parıldayan kısık gözleri her zaman gizemli olduğu için onu çıplaklığıyla çözmek zordu.

 

"Anlaşma ne?"

 

Derin bir nefes aldı ve uzun uzun verdi. Sonunda "Yetmiş gün boyunca yanımda olacağına dair bir belge imzalayacaksın," diye başladığında öfke inceden damarlarıma süzülüyordu. "Bu iki buçuk ayda kaçmayacak ve buna yeltenmeyeceksin. Ama hep yanımda olacaksın. Ben istediğim sürece."

 

Dudaklarımın aralandığını Kılıç kendi dudaklarını birbirine bastırarak benimkilere baktığında fark ettim. Alt dudağımı içeri çektim ona seyir zevki yaşatmamak için ama daha iştahla bakmaya devam ederken konuşmaya da öyle devam etti.

 

"Gündüzleri ders anlatacak, dersin bitince yanıma geleceksin. Saraydan çıkacaksam benimle geleceksin. Gece uyuyacağın zaman ben yanında olduğumda uyuyacaksın," dediğinde son madde acımasız görünse de zaten bir aya yakındır olan şey buydu, beni endişelendiren bu olmadı. "Eğer bir işin çıkarsa bana bildireceksin, benden onay beklemeden yanımdan ayrılmayacaksın. Ben istediğim sürece."

 

Ellerim yanıma düşmüş halde kalakaldım. İki buçuk ay boyunca benden istediği şeyler neden bunlardı ve neden istiyordu tahmin bile yürütemiyordum.

 

"Eğer bugün bu belgeleri imzalarsan yirmi bir kasım bin dokuz yüz yetmiş üç tarihinde anlaşma sona erecek ve sen tamamen özgür olacaksın. O gün geldiğinde açıkça düşmanlığını gösterebilir ve beni terk edebilirsin fakat kalabilir ve benim sana olduğum gibi senin de bana ait olduğunu kabul edebilirsin."

 

Aslına bakılırsa bu anlaşmada işime yarayacak pek bir şey yok gibi görünüyordu, belli bir sürenin sonunda özgür olmak dışında. Fakat ülkemin özgürlüğünü kendi özgürlüğümden daha çok önemsiyordum.

 

"Bu anlaşmadan senin çıkarın ne olacak peki ve neden yetmiş gün?"

 

"Tarih koşul değil anlaşmanın kendisine dahil. Değitirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez," dedi büsbütün resmiyetle.

 

"Soruyorum yalnızca, nedenini merak ediyorum."

 

"Bu bilgiyi taraflardan biri olarak değil anlaşmayı hazırlayan olarak gizli tutacağım. Tarih dışında anlaşma ile ilgili tüm sorularını cevaplayacağım Karnelyam Mahver."

 

"Karma," diye düzelttim mutsuzca. "Karnelyan Karma."

 

Ciddiyeti ve gizemli tutumu beni ürkütmüştü. Keyifli bakışı silinmiş tamamen görev başındaki asker ciddiyetiyle beni inceler olmuştu. Düzeltmeyi dikkate almışa da benzemiyordu.

 

"Anlaşmanın sonunda ben özgürlüğüme kavuşacağım peki ya sen?"

 

Ellerini masanın üzerinde birleştirip bana bakmayı kesti. "Ben bir risk alıyorum," dedi resmiyetini bozmamaya çalışarak. "Bu sürenin sonunda seni kazanma ihtimalim olduğu gibi kaybedebilirim de ama anlaşma sona erdiğinde bile bana dönme ihtimalin yaşadığım sürece devam ettiği için anlaşmada ikimizin de kaybedeceği hiçbir şey yok diyebiliriz."

 

Bana bakmıyordu ve ben de ona bakmayı kestim, masanın üzerindeki büyük ellerini izliyordu, ben de onun ellerini izledim. Yalnızca tek bir nefes aldım düşünmek için ve taze hava zihnimi açtı. Belki de beklediğim şey ayağıma gelmişti. Yetmiş gün boyunca Kılıç'ın yanında olacağıma göre resmi toplantılar ve gizli işlerinde de yanında olacaktım. Böylece DYK için gerekli bilgileri toplayabilir ve anlaşmanın sonunda kendimle birlikte ülkemi de eski özgür günlerine kavuşturabilirdim. Fazla hevesli görünmemek için aklımda anlaşma ile ilgili şüpheleri çözmeye çalışıp Kılıç'a yöneldim.

 

"Bu süre boyunca her anında yanında olacağım fakat bu bana istediğini yapabileceğin anlamına gelmeyecek," dedim, bu bir soruydu.

 

"Sen istemediğin sürece seni rahatsız edecek her türlü yakınlıktan uzak olacağız," dedi olağanüstü keskinlikle. "Beni işgalci olarak görüyor olabilirsin fakat kesinlikle bir sapık olduğumu düşünmene izin veremem."

 

"Ama," diye eklediğinde merakla devamını bekliyordum. "Bana dokunmak konusunda benim sana dokunma özgürlüğümden daha özgür olacaksın Karnelyam. Her zaman. Seni elde etmek istiyorsam bana geldiğinde neye sahip olacağını bilmeni isterim."

 

Resmi dili ve samimi sözleri kafamın içinde çarpışıp durdu, göğsüm terbiyesiz bir arzuyla sıkıştı ve nefeslerimin arasındaki aralık kısaldı. Ona dokunma ihtimalimden bahsetmesi bile beni heyecanlandırırken devamını düşünmeyi kendime derhal yasakladım.

 

"Beni elde edemeyeceksin," dedim huzursuzca, sanki sözleri bile beni heyecanlandırmamış gibi.

 

"Haklısın bu yanlış bir kelime oldu. Sen bana kendi isteğinle geleceksin."

 

Yeniden gözlerime baktı, rengini göremesem de bu kez biliyordum gözlerinin her zerresini. Daha az resmi ve ciddiydi artık, keyifli parıltılar göğsümdeki düğüme oynuyordu.

 

"Sen bunu ancak rüyanda göreceksin," diyerek Kılıç kuşanıp savaşa hazırlandım.

 

"Yüzlerce kez gördüm zaten," diye karşılık verip elimdeki kılıçla beni alt etti. Büyük göz bebekleri genişliyor, genişliyor ve edepsizce üzerime geliyordu. Ciddiyet tamamen yok olmuştu.

 

"Bu tarz terbiyesiz sözlere iki buçuk ay süresince de maruz kalacak mıyım?" Az evvel kendi kılıcıyla savaşı kaybetmiş biri olarak huysuz ve sabırsızdım. Kılıç ise her daim davetkar görünen kısık gözlerinde galibiyetinin sevincini gizlemeye uğraşıyordu. Benim yüzüm düştükçe onun yüzü aydınlandı.

 

"Az önce söylediğim şeyin hangi kısmı sana terbiyesiz geldi Nimfea?" diye sordu beni cennette yakalayıp elma yemeye ikna edecek sesiyle.

 

"Sus lütfen," dedim hayali elmayı elinden alıp cehenneme savurarak. Düşman bellediğim adam yüzünden cennetten kovulmayacaktım.

 

Sessizce onu neşelendiren sözümün izlerini silmesini bekledim. Seyrek sakallarını izledim, gözlerinden daha savunmasızdı yanağı ve oraya bakarak onu alt edebileceğime daha çok inanıyordum.

 

"İmzalayacak mısın?"

 

"Senden kurtulmanın başka bir yolu var mı?"

 

"Bana gelmenin başka bir yolu var mı?" diye karşılık verdi benimkinden daha meraklı bir sesle. Başımı iki yana salladım hevesini kırmak için. Masaya uzanıp kağıtları önüme çektim. Üzerindeki kalemi parmaklarımın arasında çevirirken ön sayfada yazanlara göz gezdiriyordum. İki sayfalık bir anlaşmaydı, iki örnek daha vardı elimdekinin altında.

 

"Neden üç tane var?"

 

"Biri sende kalacak, biri bende ve diğerini arşivdeki kasada saklayacağız. İkimiz de kaybedebiliriz ama kasada ona hiçbir şey olmayacak."

 

İmzalamak çok cazipti fakat sanki zaten elimde olmayan özgürlüğüm bu sayede resmi bir şekilde gidecekti de ben resmen bir esir olacaktım. Bu beni korkutuyordu.

 

"Bunu kendi isteğimle imzalamam sana kendi isteğimle geldiğim anlamına gelmiyor değil mi?" diye teyit etme ihtiyacı hissettim.

 

Onu en insani şaşkınlıkla gördüm. Ona güvenmediğimi gözlerinde önümdeki sayfaları okuduğum gibi okudum. Gerçek ve belirgin bir üzüntü sıcak bir rüzgar gibi yüzünü yalayıp geçti, hızlıydı ama yüzünü öyle dikkatle izliyordum ki benden kaçamadı.

 

"Hayır, gelmiyor," dedi sadece ve ilk imzamı attım.

🕑

 

"Peki, başlayalım," dedi Batın aynı ön sıraya oturarak.

 

Devletin kuruluş kısmından başlamıştım anlatmaya fakat Batın zaten herkesçe bilinen genel geçer bilgilerden bahsetmememi, doğrudan cumhuriyet tarihini anlatmamı istedi benden. Müfredat tekrarı birkaç gün içinde biter sanacak kadar saftım başlarda ancak şu an çok iyi görüyordum ki bir arpa boyu bile ilerleyememiştik.

 

Sık sık düzeltti, araya girdi, dikkatimi dağıttı, sinirimi bozdu fakat büyük değişikliklere zorlamadı beni. Tarih aynı tarihti, taraflar tek olan doğruyu her zaman istedikleri gibi algılayacakları için cümlelerin bir önemi yoktu.

 

Dünkünden daha iç karartıcı olan hava ve benim berbat, uykusuz geçen gecem yüzünden günüm de olumsuz hislerle geçiyordu. Ders anlatırken Kılıç'ı ve ona dair hiçbir şeyi düşünmeyecek kadar iyiydim işimde ama dersten sonra düşünmediğim tüm saatlerin ağırlığıyla birlikte bu konunun üzerime çökeceğinin de bilincindeydim.

 

"Kamer Mahver ve Bahran Ars yirmi bir kasım, bin dokuz yüz otuz yedi yılının şafak vaktinde saraya sızarak krallık ailesinin üyelerini katlederek yönetimi ele geçirdi," dedi Batın cümlemi bölerek. Bana, doğru bir bilgi veriyormuş gibi başıyla kendi sözlerini tasdikliyordu.

 

Göğsümde yükselen kızgın öfke yüzünden bedenim alev alırken ceketimi çıkarmak istedim fakat bunu yapmadım.

 

"Saygısızlık yapma," dedim bir çırpıda fakat duygularımı hemen kontrol altına alıp sakince devamını getirdim cümlenin. "Kamer Mahver ve Bahran Ars, Esteran Seryum ve eşini öldürmek için girmedi bu saraya. Esteran Seryum kılıcını çekip savaşmak istedi ve yenildi. İnsan yenilince hayata küsmüyor yalnızca, gerçek savaşlarda yenilmek ölümle sonuçlanabiliyor."

 

Batın'ın çatık kaşları ve ciddi ifadesi onu bambaşka biri gibi gösteriyordu, ellerini önündeki sıranın üzerinde bağlayıp dikkatle izledi beni. Söylediğim şeyin acımasızlığıyla yüzleştiğim gibi bir askere savaşmanın götürülerinden bahsettiğimin de farkına vardım ama çok geçti, bir kez ağzımdan çıkmıştı.

 

"Peki eşi de kılıç kuşanıp savaştı mı?" diye sordu, buna hazırlıklı değildim. Sanki beni yıllar önce duyduğum korkunç bir masalın gerçek olduğuyla yüzleştirmişti.

 

"Eşinden sonra onu almak istemişler fakat kendisi öldürülmek istediğini söylemiş." Bunu söylerken cesaretim hiç olmadığı kadar kırıktı. Bu sözleri hep benimle aynı düşünen insanlara anlatmış ve hiç üzerine derince düşünmemiştim. Fakat ilk kez tamamıyla karşı taraftan birine anlatırken düşünmek zorunda hissettim kendimi.

 

"Ve babanız da bir iyilik yapıp hanımefendiyi öldürmüş, öyle mi?"

 

"Bahran Ars öldürdü, belgelerde böyle yazıyor," dediysem de kendimi daha az suçlu, babamı daha fazla masum görememiştim. Hayatımda ilk kez babamın yanlış bir şey yapmış olabileceğiyle böyle doğrudan karşılaşıyordum sanki.

 

"Sanırım belgelerde hanımefendinin hamileliğinden söz edilmiyor," derken sesi tamamen sorar gibiydi. Bir yanlışlık olduğunun farkına varmıştım, sıradan olaylarmış gibi yıllarca anlattığım şeylerin acımasız gerçeklikleri beni müthiş derecede rahatsız ediyordu. Bunu Batın'a itiraf etmeyecektim.

 

"Ölüm belgelerinde hamileliğinden söz edilmiyor," dedim mırıldanarak fakat zaten bildiğim bir şeyi sonunda idrak etmeme sebep oldu bu cümle. Kraliçenin ölüm belgesinde hamileliğinden söz edilmiyordu çünkü o esnada hamile değildi, fakat babam neden yıllarca bana bunu söylememişti? Babama karşı şüphelerim artmaya başladıkça umutsuzluk da artıyordu. Bu umutsuzluk vatanımı kaybetmeye dair değildi babamı ve kurduğu düzeni eskisi gibi kusursuz görememeye dairdi.

 

"Evet bunu ben de çok iyi biliyorum."

 

Yüzüme dikkatle bakıp bir şey söylememi bekliyordu, anlatmaya devam etmemi ya da babamı savunmamı. O bekledi ve ben dakikalarca tek bir kelime edemedim.

 

Solumdaki camdan dışarı döndürdüm gözlerimi, gri göğün bulanıklığıyla zihnim de bulandı. Ağaçların rengi daha soluk, toprak daha cansız görünüyordu. Bahçenin demir çitlerinin arkasından, yola çıkan takım elbiseli adamları görünce ifadesizce onların ilerleyişini takip etti gözlerim. Kılıç her gün meclis üyeleriyle konuşuyordu ve belli ki şimdi de adamlar evlerine geri dönüyordu. Özgürce evlerine dönebilmeleri bana çok acımasız geldi. Tüm kararları babamla birlikte alan bu adamlar ailelerinin yanına dönebilirken ben herkesi kaybettiğim yerdeydim.

 

"Saat onu on geçiyor bugünlük bu kadar ders yeterli sanırım?"

 

Batın'ın sesiyle sınıfa döndüm. Önündeki sırayı itip ayağa kalkıyordu ve onu onaylamadan önce ben de yerimden kalktım.

 

"Kılıç'ın yanına gidecek miyim?"

 

"Bir anlaşmanız olduğunu duydum." Ve bu yeterli bir cevaptı benim için.

 

Hayat garip ve iğrenç bir yerdi fakat hayatın acımasızlığı beni pes ettiremeyecekti. Elimde yepyeni bir güç var gibi hissediyordum ve utanarak zevk alıyordum bundan. Kılıç Kül ülkem için büyük bir tehlikeyse de benim için değildi, onu kendim için bir tehlike olarak göremiyordum.

 

Yirmi yedi yılımı ondan habersiz geçirsem de o tüm o yılları arzu ya da nefretle beni düşünerek ve tümüyle varlığımla meşgul olarak geçirmişti. Bu beni biraz bile korkutmuyordu, sanki sahiden bir kılıçtı ve ellerimde gibiydi. Kılıç ellerimdeydi, yirmi yedi yılı benimle geçmiş olan biri benden kolay kolay vazgeçemezdi ve ben bunu kesinlikle ülkemin geleceği için kullanacaktım. Ülkeler söz konusu olduğunda insanlar önemsizleşirdi, ben önemsiz olmaya da Kılıç'ı olduğunda daha az değerli kılmaya da vardım.

 

Batın başını kapıdan uzatıp "Gidelim, sana eşlik edeceğim," diyerek beni çağırdığında zaten ona doğru gidiyordum. Sessizce devam ettim gitmeye.

 

Koridora çıktığımda kolunu uzattı girmem için ama ellerimi ceketimin cebine sokup ona küçümseyen bir bakış attım. Aynı küçümser bakışla karşıladı beni ve elini aşağı inen merdivenlere doğru uzattı.

 

"Buyrunuz Sayın Mahver," dediğinde yürümeye başlamıştım. Ardımdan yavaşça geldiğini bildiğim için "Bugün şehir merkezine gitmek istiyorum," dedim.

 

"Tabii siz özgür bir hanımsınız fakat," derken devam etmeyi bırakmış ve sessizleşmişti. Böyle belirsiz anlarda içimde yükselen acıyı kolay kolay bastıramıyordum çünkü fazla ani ortaya çıkıyordu. Dönüp bir basamak gerimde olan ve benden metrelerce uzun görünen Batın'a baktım.

 

"Fakat?"

 

"Saray dışına çıkmanız son tecrübenizden dolayı tarafımızca pek uygun bulunmuyor," dedi sahte resmiyetle. Ona bakmaya devam ederken adımımı dondurdum, o yürümeye devam etti.

 

"Beni sen götür o zaman. Seninleyken de kaçabilirsem zaten bunu hak etmişsinizdir," dedim arkadaşımmış gibi şakaya vurarak. Bu tavrım için kendime öfke izni vermedim. Savaşırken düşmanla yakınlık kurmak öfke gerektirmezdi.

 

"Bacağıma bir mermi isabet ettirmek istiyorsan bunun için bizi ta şehrin merkezine sürüklemene gerek yok prenses. İstediğin buysa bahane uydurmadan söyleyebilirsin."

 

Durduğum için ceketimi kollarımdan sıyırıp tek elime düşürdüm ve hafifçe silkeleyerek sol kolumu onun için askı yaptım.

 

Benden üç basamak ileride durmuştu Batın konuşurken, bu kez ben yürümeye başlamış ve alınmış gibi dudak bükmüştüm.

 

"Neden öyle bir şey için bahane uydurayım ki? Bahanelere ihtiyaç duyacak kadar korkak olduğumu düşünmen beni açıkçası kırdı."

 

Sonunda ikimiz de yeniden yürümeye başladığımızda yan yanaydık.

 

"Dışarıdan öyle bir izlenim veriyorsun ki senin kırılabilen bir varlık olduğuna inanmak benim için zor."

 

Bir ay önce bu söz benim için bir iltifat olurdu fakat nedense bugün duyduğum bu söz boşa geçmiş bir ömür hissiyatı uyandırdı içimde. O hissiyatı ince bir dal gibi elime geçirip dizimle kırdım ve iki yanıma savurdum. Tüm ömrümü duygudan izleri silerek geçirdikten sonra geri dönemezdim.

 

"Teşekkür ederim," dedim sadece.

 

"Bir iltifat mıydı?" diye sorarken yaklaştığımız kızıl kapıya bakıyorduk ikimiz de.

 

"Benim için öyle."

 

"Bundan sonrasını kendin devam etmelisin," diyen Batın'a veda ettikten sonra ilerlemeyi sürdürdüm.

 

Koridorun sonundaki kapı açıktı, önündeki iki robotik ifadeli asker öylece duruyordu ve odaya yaklaşınca korudukları odanın içinde Kılıç Kül Seryum'u değil Bahran Ars'ı görmüştüm. Usulca odaya girdim, pencerenin önünde dışarıyı izliyordu. O kadar sessizdi ki geldiğimi duymamıştı ya da o kadar dalgındı.

 

"Merhaba," dedim ortadaki masaya yaklaşıp. Bahran Ars ürpermeden, acele etmeden arkasına döndüğünde önce beni izlemişti hissiz bir yüzle. Gözleri sonunda gözlerimle buluşunca "Merhaba," diyerek karşılık verdi. Yeniden yönünü camın dışarısına çevirince yıllardır tanıdığım o adam yerine beni hiç tanımayan bir yabancı olduğunu hissettim onun. Yanına ilerledim çünkü ondan pek çok şey öğrenebileceğimi düşünüyordum, soğuk tavrına alınacak bir özgürlüğüm yoktu.

 

"Sanırım buraya çok sık uğruyorsunuz." Onun gibi, kurşuni rengin iç bunaltan göğüne baktım. Etraf öyle sessizdi ki kafamın içindeki gürültüyü daha belirgin ve rahatsız edici hale getiriyordu bu.

 

"Siz buradan çıkamıyorsunuz bile," dedi dümdüz. Esmer yüzü renkten yoksun göğün altında daha karanlık görünüyordu ve her zaman içimi ürperten ifadesini takındığı için zihnini rahatsız eden bir konu olduğunu anlayabiliyordum.

 

"Krallık yönünde oy kullanacak mısınız?"

 

Asıl konuya bir an evvel giriş yapmak istiyordum çünkü Kılıç'ın odaya ne zaman döneceğini bilmiyordum. Bahran Ars buz gibi bir gülüşle tüylerimi diken diken etti. Bu koşullarda yanımda olması gereken ilk kişi düşmanımdan bile daha soğuk davranıyordu bana.

 

"Bu konular sizi ilgilendirecek konular değil." Ona kızsam da hiçbir belirti yoktu yüzümde. Duygusuz bir adamın yanında duygularımla hareket etmezdim.

 

Ona bakmayı kesip dışarı döndüm. "Yanılıyorsunuz," diyordum o esnada. "Bunlar her bir Seryum Cumhuriyeti vatandaşını doğrudan ilgilendiren konular." Mermere dokunan parmak uçlarına baktım. "Ve ben bir Seryum Cumhuriyet'i vatandaşı olarak gidişatı öğrenmeyi kendime hak görüyorum."

 

"Bir başkasından öğrenin. Bay Seryum'un sizinle bu tarz konularda konuştuğunu sanmam ama epey yakın olduğunuzu duydum," dedi yakıcı bir sesle. Yüzüme dönen oydu ve bu kez ben ona bakmıyor ve histen uzak gülücükler saçıyordum. "Belki gidişatı ondan öğrenirsiniz."

 

"Elbette öğrenebilirim fakat sizin oyunuzu yalnızca sizden öğrenebilirim değil mi?"

 

Onu doğduğumdan beri tanırdım, her zaman babamın yanındaydı ve dolayısıyla benim de öyle. Onu karşımda, babamın karşısındaki safta görmeyi ömrümce düşünmemiştim.

 

"Size bir tavsiyede bulunmak isterim. Çocukluğunuzdan beri sizi tanırım ve hiç, bir çocuk olduğunuzu düşünemeyeceğim kadar olgun fikirlere sahip olduğunuzu bilirim," dediğinde ona bakmamaya çalışıyodum. Soluk gökyüzünün altında kalitesiz boyalarla çalakalem boyanmış gibi duran çıplak ağaçların üzerinde dolaştı gözlerim. "O yüzden bugün de ülkenin istikbali hakkında çocukça düşüncelere kapılarak yirmi yedi yıllık gelişmişliğinize haksızlık etmeyin. Artık cumhuriyet diye bir gerçek kalmadı."

 

Son cümle beni öyle yoğun duygularla dürttü ki ne hissettiğimi bile anlamadan dönüp Bahran Ars'ın ölü soğukluğundaki ölümcül gri gözlerine baktım.

 

"Nasıl böyle bir şey söylersiniz?" diye sordum kendimi daha fazla tutamayarak. "Cumhuriyet'in ilk gününden beri bu rejime, bu vatana hizmet etmiş bir adam olarak durumu nasıl böyle kolay kabullenirsiniz?"

 

Artık bana bakmayı kesti, bana bakmaya katlanamıyor ya da beni gördüğünde kendisinde doğan düşüncelere katlanamıyordu. Cumhuriyet'i kuran cumhuriyetten öyle kolay vazgeçemezdi, buna inanamazdım.

 

"Şartlar ne gerektiriyorsa onu yapıyorum," dediğinde sivri çenesinde bir kas kopar gibi sıçradı gerginlikten. "Size de bunu tavsiye ediyorum fakat buna ihtiyacınız yok gibi görünüyor."

 

İmasına takılmadığım gibi merak da etmedim. Çok başka bir soru vardı kafamda çünkü.

 

"Cumhuriyet'i kurarken babamın yanındaydınız ve yıkılırken de düşmanın tarafında mısınız açıkça? Şartlara ayak uydurmak derken bunları mı kast ediyorsunuz?"

 

Evet dese de inanmayacaktım, bu mümkün değildi ve tıpkı benim Afelya'ya söylediklerimin altında başka bir plan olması gibi onunkilerde de bu böyle olmalıydı.

 

"Cumhuriyetin kurulması benim tercih ettiğim bir şey mi sanıyorsun?" Tıslayan sesi ve beni kahreden sözüyle dumura uğramıştım. Bu cümlelerin altında cumhuriyet lehine bir plan olamazdı.

 

"Size inanamıyorum. Otuz altı yıl boyunca hizmet ettiğiniz, kurulurken fiilen içinde olduğunuz şeye ve babama ihanet mi ediyorsunuz?"

 

Buraya gelirken umut olduğunu sandığım mayhoş his yıkımmış ve ben yıkımın bir his olduğuyla yirmi yedi yaşımda yüzleşiyordum.

 

"Burada, bu konumda olduğunuza inanamıyorum. Babam artık yok fakat çoğu insan size güveniyor."

 

"Baban burada olmaya devam etseydi bir ülken olmayacaktı," dediğinde sesinde ve yüzünde çok açık bir nefret vardı. Ben ve babam bu nefretin hak edecek ne yapmıştık? Soramadım çünkü Bahran Ars konuşmasına hararetle devam etti saygısını yitirerek. "Benden farklı olduğunu mu sanıyorsun? Neden burada, benim yanımda olduğunu biliyorum."

 

Bağırıyor ve öfkeyle yoğrulmuş pis enerjisini yüzüme akıtıyordu.

 

"Düşman diye bahsettiğin adamın askerlerine ders veriyorsun. Bu babanın karşısında fiilen yer aldığını göstermez mi?"

 

"Göstermez," dedi ikimizin dışında kalan bir ses. Arkamı döndüğüm gibi gözlerim sesin sahibinin şeffaf gözlerini buldu. O gözler bana değil Bahran Ars'ın sırtındaydı. "Siz kendi isteğinizle buradasınız fakat hanımefendi ben onu bırakmadığım için burada."

 

Çenemi titrek ve baskıcı bir el sıkıyor gibi titriyordum, Kılıç'ın beni savunması gözlerimi doldurduğunda bu minnetten değil nefrettendi. Düşman gördüğüm adamın beni savunmasından ve doğduğumdan beri saygı duyduğum adamın beni savunulacak kadar aciz düşürmesinden nefret etmiştim.

 

"Öyle diyorsanız öyledir," dedi Bahran Ars ve sesi beni harekete geçirdiği gibi Kılıç'ın gözlerini de benimkilere indirdi. Kılıç'ın yanından geçip gitmek istediğimde hatta yok olmak isteğimde ve ruhumu ince telli saçlarından tutup dibi görünmez uçurumun kıyısına getirip itmeye niyetlendiğimde Kılıç tüm yıkılışımı parmaklarını bileğime dolayarak durdurdu.

 

"Çıkabilirsiniz, bugünlük göreviniz bitti," dedi resmi bir dil ve sesle fakat o sesin arkasında kalan sıcaklığı yalnız ben hissetmiş ve ölmek istemiştim.

 

"Çıkacağım," dedim titrek bir sesle ve boğazımı temizleyip sesimi acizlikten, bileğimi esaretten kurtardım. "Sarayın dışında işlerim var."

 

"Anlıyorum," dedi bir adım geri çekilip. "Bir eşlikçi seçin ve iki saat içerisinde geri dönmüş olun."

 

🕑

 

Doğru sandığım her şeyden şüphelenerek geçen bir yolculukla kalabalık caddelere vardık araçla. Arka koltuğun deri kumaşı bacaklarımın içine yapışmış gibi hissettiğim için "Burada duralım," dedim şoför koltuğundaki Valof Diren'e ve inmek için hazırlandım.

 

Durmak için uygun bir yer arayarak usul usul giden aracın içinden etrafı izlerken arabanın ön kaputuna kadar gelip aracı durdurmamızı söyleyen bir cumhuriyet askeri yüzünden ne hissedeceğimi bilemeden nefesimi tutmuştum. Araç durunca eğilip içeri bakan askeri daha önce görüp görmediğimden emin değildim fakat cumhuriyetin üniforması ile tanıdık görünüyordu. Araçtan indim hızla ne yaptığımın farkında bile olmadan.

 

"Ne oluyor, neden geçemiyoruz?" diye terslendi Valof bir ölü kadar soğuk ve tutuk sesiyle.

 

Asker beni baştan aşağı süzerken yüzünde yalnızca küçümseme vardı. İnandığım rejimi ve yıkılmaktan kurtarmak için kendimi feda etmeye razı olduğum ülkenin askerinin beni küçümsemesi dolu olan bardağımı bir damla daha doldurdu. Taşmak üzereydim.

 

"Şehrin dışına çıkışlar kapalı, kraliyet yanlısı hiçbir kimse ülkenin diğer kısmına geçemeyecek."

 

Merak içimde yükseldiği için beni küçümsemesine alınmayı bıraktım.

 

"Kimin emriyle hareket ediyorsun?" diye sordu Valof, eli belindeki silahtaydı fakat her zamanki gergin duruşuna korku eklenmemişti. "Ülke toprakları üzerindeki tahakkümünüz asıl hükümdar Kılıç Kül Seryum tarafından desteklenmiyorsa önümüzden çekil."

 

Valof'un koluna yapışıp meydan okumayı kesmesi için onu uyardım. Karşımızdaki askerin yüzünde hiçbir kıpırtı olmadı, söylenenlerden o kadar etkilenmiyordu ki bizi duymuyor gibiydi.

 

"Bu emri nereden aldınız?" diye sordum fakat gerçek bir merakla. Valof bir adım önüme geçtiği için yana çekilip muhatabımı görmeye çalışıyordum.

 

Askerin yüzünde kıpırtı vardı, keşke olmasaydı. Benden öyle tiksiniyordu ki cevap vermeyeceğine emin olacağım kadar uzun süre sessiz kaldı. Fakat bir şey onu konuşmaya itti, konuştuğunda buna sebep olan şeyin canımı yakmak olduğunu çok ama çok iyi anlamıştım.

 

"Hiç kimseden emir almıyoruz artık, biz bağımsız Seryum askerleriyiz ve ne ülke topraklarını satan, savunmasız kılan Kamer Mahver'den ne de bu toprakları işgal eden o kimliği belirsiz heriften emir alırız. Şehrin dışında sizin gibi işgalcinin ayak takımı tiplere yer yok."

 

Konuşuyordu, kelimeler dağların aralarından akıp giden taşkın sular gibi beni delip geçiyordu fakat tek bir cümlede takılı kalmış olan ben suyun akışını bozan minik bir çakıl taşı gibiydim; zedeleniyor, şekil değiştiriyor, gizleyemediğim bir acı çekiyordum.

 

Valof askerin üzerine atılmıştı bile, onu belindeki kumaşa sarılarak uzaklaştırmaya çalışırken aralarında çınlayan hakaret ve küfürleri duymamış gibiydim.

 

"Ülke topraklarını satan?" Valof bileğimi sarıp beni geri çekse de, savrulan zihnim yüzünden nefes nefese kaldığım için doğru cümle kuramamıştım.

 

Cumhuriyet askeri Valof'u büyük bir güçle itince kargaşada dolayı ardımdaki arabaya çarpmıştım. Sakin kalmak için derin nefesler ihtiyacım vardı, delirmemek için.

 

"Gitmezseniz ikinizi de burada vurmaya yetkim var," diye bağırdı uyarırcasına. Valof silahına davranınca engel olmadım, kendime gelip yeniden sordum. "Kamer Mahver ülkenin topraklarını satmadı, bunu nereden duydun?"

 

Valof hızla karşısında kalanın çenesinin altına yerleştirmişti namluyu, cumhuriyet askeri de hızla aynısını yaptı ve bakışları birbirine kenetlendi.

 

"Burada yalnız değilim, çekip gitmezseniz cezalandırılacaksınız," dedi öfkeden ve çenesine yaslı silahtan dolayı zor nefes alarak.

 

"Ama sen öleceksin," diye karşılık verdi Valof hemen. İkisinin arasına girdiğimde önümde kalan adamın bakışları bana indi. Yeniden soru sormama izin vermedi.

 

"Duymadım, gördüm. Adanın kuzey burnundaki topraklarına Tarum vatandaşları akın ediyor, topraklara girmemize izin verilmiyor," dediğinde içimde hala ümit vardı. Bunun sorumlusu babam değil Kılıç da olabilirdi pekala.

 

"İşgalden önceki hafta tüm radyo frekanslarında bir yayın geçti. Bir ağustosta Seryum ile Tarum arasında geçici bir anlaşma yapıldığı bildirildi, Tarum halkı geçici olarak Seryum'un kuzey topraklarında barınacak ve Seryum halkının girişi Tarumlular orada olduğu sürece yasaklanacak."

 

Yutkunamadım, göz kırpamadım, nefes alamadım; ne hissettiğimi bile bilmediğim için onu batırıp yok sayamıyordum. Son bir çırpınışla karşı çıktım yine de.

 

"Tarum şu an fiilen savaşta olan bir ülke, sığınmacı olarak gelmelerinde bir problem yok. Senin sandığın şey bundan fazlası değildir."

 

Valof bir düşünceye kapılmış gibi tuttuğu adamı iterek bıraktığında adam düşmemek için birkaç adım geriledi ve Valof koluma doladığı parmaklarıyla oradan uzaklaştırmaya çalışırken ben yalnızca gerçeğin peşindeydim.

 

"Hayal dünyandan çık. Bu halka ait topraklar hiçbir koşulda başka bir millete tahsis edilemez ve senin baban bunu yaptı." Silahını yeniden doğrulttu ikimize birden. "Gitmezseniz destek ekip çağıracağım. Ya da ikinizi alıkoyacağım."

 

"Siktir git," diye karşılık verdi Valof sakince.

 

Çoğu insan beni tanımazdı, ben başkanın kızıydım ama bu bir tanınırlık kapısı açmadığı gibi ben de kimliğimi elimden geldiğince gizli tutardım. Tanınmak benim için lanet gibiydi, beni başkanın kızı değil hepsi gibi Seryum'un herhangi bir vatandaşı olarak görmelerini tercih ediyordum. Keşke bugün herhangi bir vatandaşı olduğum Seryum'u kurtarsaydım ve bunun için tam şu an ölseydim.

 

"Bağımsız hareketinizden Mars'ın haberi var mı?" diye sordum. Öğrendiklerime öyle hemen inanacak değildim, kendimi kaybedecek değildim. Valof araca binmem için beni çekiştirse de öyle yüce bir güçle direniyordum ki onun gücü bile beni itaatte başarılı kılamamıştı.

 

"Hareketin önderliğini yapıyor," dedi şaşkın sesiyle. Mars'ın işin içinde olduğunu bilmek içimi rahatlamıştı, boş durmaması ve pes etmemesi içime bir tohum ekmiş saniyeler içinde ümit fidanları vermişti. "Mars Elzem'i nereden tanıyorsun?"

 

Ona yanıt vermedim.

 

Andan öyle derinime gömülerek kopmuştum ki silah patladığını duymak beni hayatta olduğumla yüzleştirdi. Valof'un tıslayarak ettiği küfürleri duyduğum ve önümdeki silahını indirip bizden uzaklaştığı için olan biteni anlamadan yere devrilen eşlikçime baktım. Valof'un bacağından yere sızan kan çakıllı yola gömülüyordu. Beni küçümsese de, silahını doğrultsa da tetiği çeken az evvel karşımda dikilen asker değildi, kurşun uzaktan gelmiş ve arkamda kalana saplanmıştı. Valof beni arabaya bindirmeye uğraşırken dikkati öyle dağılmıştı ki bir noktada o mermiyi benim yüzümden yemişti ve bu sandığım kadar hoş değildi.

 

"Arabanın arkasına geç Karnelyan," diye kükrediğinde acı ve öfke onu hayvani bir boyuta ulaştırmıştı. Açık kapının ardına eğilip ateş açmaya başladığında yanına eğildim ve vakit kaybetmeden başımın arkasını tutup yere eğilmeye zorladı beni. Az evvel karşımızda olan adamın koşarken sarsılan sırtına Valof'un ateş ettiğini gördüğümde ölmek istemiştim.

 

"Ateş etme, gidelim. Ateş etme!" Valof'un saçtığı mermerilerin başka kimseye isabet etmemesi için dua ederken başımı eğmeye çalışan eli bir anda güç kaybetmiş, özgür kalmıştım. Kaputa isabet eden mermilerin sesi ürkünç olsa da Valof'un yarasını aradım. Fakat bacağındakinin dışında dokunduğum kolundan elime bulaşan kanla iki mermi yediğini de anlamıştım.

 

Kolundaki kumaşı saniyeler içinde bütünüyle saran kızıl kanın parlaklığını gördükten sonra bir saniye bile beklemeden dibine çöktüğü arabanın arka kapısını açtım.

 

"Kalkabilir misin? Buradan gitmemiz lazım." Valof nefret ve acıyla hırlarken bana cevap veremedi. Hızlıca şarjör doldurmaya giriştiğinde yaralı kolun altına girip onu kalkmaya zorladım. "Arabaya binip saraya git," dedi koşmuş gibi soluk soluğa. "Bana birilerini yolla, burada başına bir şey gelirse Kılıç burada sağ kalan tek bir asker bırakmaz." Yutkunduğunda yüzünde ne kadar acı çektiğini görmüştüm.

 

"Seni burada bırakırsam ölürsün aptal, arabaya bin buradan gidelim," diye bağırdım fakat çok uzaktan bir ses duyduğumda olduğum yerde kalakalmıştım.

 

"Karnelyan!" Bu sesi çok iyi tanıyordum fakat genelde ismimi söylerken bağırmazdı, hep sakin ve yumuşak bir sesi olurdu bana karşı. Valof'un yanına çöktüğüm için başımı kaldırıp sesin geldiği yöne döndüm.

 

"Uzaklaş oradan!" diye bağırdı sesin sahibi bana doğru koşarken. Aramızda metreler vardı ama onu rahatça görebiliyordum. "Artık dönmek zorunda değilsin Karnelyan." Önüme döndüm, kendi askerime bakmayı kesip yaralı işgal askerine bakmaya başladım. Valof'u Mars'a tercih etmek zorundaydım. Bir anlaşma yapmıştım.

 

"İçeri geç! Kalk, arabaya bin!"

 

Valof acı içindeki hırlamalarıyla korkutucu ve tehditkar olsa da dediğimi yaparken sağlam kolundan destek oluyordum ona.

 

"Arabayı sürebilirim, saraya dönmemiz lazım," dedi arka koltuğa düşmeden önce ve tükürür gibi. Ayaklarını kaldırıp arabanın içine iterken "Saraya gideceğiz zaten ancak sen beni değil ben seni götüreceğim," diyordum.

 

Ön koltuğa geçtiğim gibi arabayı geri doğru savurmak ve hızla uzaklaşmak için kendime bir saniye durma izni verdim, durma ve bana doğru koşan Mars'ın yaklaşan bedenine bakmak için tek bir saniye.

 

Gövdesi gittikçe büyürken uzaklaşan arabanın camından küçülmeye başladı. Sesini yeniden duymadım ama son kez ismimi haykırdığını görmüştüm.

 

Onunla bir cümle bile konuşsam savaşımdan uzaklaşırdım. Bir askerin yanında normal bir vatandaş olur ve korunma beklerdim fakat benim korunmaya değil savaşmaya ihtiyacım vardı, Kılıç'ı alt edebilecek güç benim elimdeydi, Seryum'u bundan mahrum bırakamazdım.

 

"Bariyere çarpacaksın yavaşla!" Valof'un sesi beni transtan çekip aldı. Araba kullanırken andan böyle delice kopmuş olmanın tehlikeli yönleri tüylerimi diken diken etmişti.

 

Bu kez açık bir zekayla yola bakınca saraya giden taşlı yola on beş dakika içinde girmiş olduğumuzu gördüm, öyle hızlı sürmüştüm ki düşüncelerimin hızına ayak uyduran tek şey aracınki olduğu için hiçbir şeyin farkında değildim.

 

İnsanların geride kaldığı, çıplak ağaçların arttığı yola girdiğimiz an aracı durdurup eteğimin ucundaki kumaşı iki elimle kopardım. Kullandığım güçten dolayı avuç içlerim yanarken arabanın kapısını açıp kendimi dışarı attım. Duyguların alındığı bir teknoloji olsaydı her şeyimi verir ve o teknolojiyi kullanırdım. Duygular yokken hayvandan farkım kalmazdı, bunun artık ne önemi var?

 

Arka koltukta taşlaşmış gibi dikilen Valof'un kolundan akan kan öyle çoktu ki arabanın açık deri koltuğunda birikmişti. Bana delirmişim givi bakarken diğer kapıdan çıkmaya kalkıştı fakat onu derhal durdurdum. "Saraya gitmeliyiz," dedi dişlerinin arasından. Sanki onu gezmeye zorluyormuşum gibi huysuzlanıyordu. Onu dikkate almayıp elimdeki kumaşla kolunu sıkı sıkı sarıp kanın akışını durdurmaya çalıştığımda duygularımla hareket ediyordum. Birkaç hafta önce kaçmak için bir işgalci askerini öldürmeyi göze aldığımda da duygularımla hareket etmiştim, şimdi beni kurtarmak isteyen Mars tarafından vurulan işgalci askerinin kan kaybetmemesi için kendi eteğimi kesip kan akışını durdurmaya çalışmak da duygudandı. Diz kapağının altında kalan kumaşı kendisi yırtmış ve hemen dizinin üstünü bağlayıp bacağına kendisi müdahale etmişti. Kolundan vurulduğunu fark etmiş gibi bile değildi, adrenalin ve öfke derisini uyuşturmuştu belli ki.

 

"Benim seni korumam gerekiyordu senin beni değil." Onun iyi huylardan yoksun uyuzluğunu uzatmak niyetinde değildim, sessiz kaldım ama o "Senin yüzünden vurulmuş olsam da," diye ekleyip huysuzluğunu her zamanki gibi uzattı.

 

Üzerine çok düşünmeden saraya sürdüm yeniden. Ne yapacaktım, sonunda çıkılabilecek bir yol bulup yola çıkmışken dönecek miydim, pes mi edecektim; yolumdan edilmiş gibi ağlayacak mıydım? Ben annem gittiğinde hiç ağlamamıştım, sonra da hiç...

 

Sarayın bahçe çitlerinin önüne tekerlekleri çığlık attırarak, büyük gürültü kopartarak park ettiğimde kendimi resmen arabadan savurdum ve üzerime koşan askerlerin sözlerinin hiçbirini anlamadan arşive koştum. Az önce iddia edilen şeyi cumhuriyet arşivinde görmek zorundaydım, görene kadar inanamazdım.

 

 

Loading...
0%