Yeni Üyelik
11.
Bölüm

bölüm11|"Dikensiz Güller, Mezarsız Cesetler"

@almelia

 

Kılıç Kül Seryum|

Sevgili günlük. Sanki seni koyduğum yerden sinsice hareket edip defaatle önüme çıkıyorsun, seni görmek iyi günlerimde bile kötü günlerimi paylaştığım sayfalara denk gelme ihtimalim yüzünden her seferinde daha da zor oluyor. Ablamı özlüyorum, onun da bir yerlerde beni özleme ihtimali olmasını dilerdim. Sevgi garip bir şey, görmek katlanılmaz bir ihtiyaç olsa bile bir yerlerde var olduğunu, güldüğünü, koştuğunu, çiçekler topladığını belki de insanca hüzünlendiğini bilmek sevgi duyan için yeterli geliyor. Ancak söylediğim tüm bunların birini bile yapamayan birini severken ne yeterli gelir?

 

 

Kılıç günlüğün sayfalarını rastgele karıştırırken vicdanında zerre kadar rahatsızlık duymuyordu. Duyduğu şey bir azaptı, Karnelyam'ının ruhundan kendi ruhuna bir kıymık gibi saplanan azaptı bu. Kendi evinde, ülkesinde, odasında, bahçesinde, ailesinin yanındayken bile dikenleri en sivri olan gül oymuş gibi görünürdü, yalnızdı ve Kılıç onun dikenli rastgele bir gülden çok daha fazlası olduğunu biliyordu. Tüm ömrünü Karnelyan'ın var oluşunu düşünerek geçirmiş biri olarak kızı sandığından daha iyi tanıyordu, hayır onu hissediyordu. Ne zaman biri Kılıç diye seslense adam zihninde ismi Karnelyan ile tamamlardı, ondan nefret ettiği senelerin üstüne onun dizlerine kıvrılmak için dolu dizgin bir ihtiyaç hissettiği günlere bodoslama girmişti. Birine karşı yoğun biçimde hissedilen her duygu yanında derin mi derin bir saplantıyla sonuçlanır daima.

 

Dün akşam saatlerinde Valof ve Karnelyan saraya fırtınalı bir dalga gibi çarptığında Kılıç da kızın odasına aynı halde dalmıştı. Çocukluk arkadaşı Valof'un vurulduğunu duyduğunda aklında olan tek şey her şeyden evvel Karnelyan'ı görmekti.

 

Kız anlaşmaya sadıktı, Mars'ın askerlerine rastlamasına ve Kılıç'tan yanındaki herkesle birlikte nefret etmesine rağmen karşısına çıkan kaçma fırsatını kullanmamıştı. Yalnızca bu Kılıç'ta buruk da olsa bir tatmin hissi bırakmıştı ancak kız bir de Valof'u arkasında bırakmamış, yarasını sarmış ve güvenle saraya getirmişti. Kamer Mahver kızının hayatındaki olası tüm iyi günleri çalarken bile Karnelyan'ın karakteri arkasında birini bırakmaya razı gelmeyecek kadar sağlamdı. Karnelyan arkasında düşmanını bile bırakmazdı. Kılıç bu kıza saplanıp kalmasına hiç şaşmıyordu, onun ince, kemikli ve bir o kadar narin bedeni bir ordunun karşısına tek başına çıkacak gibi güçlüydü. Ruhunda çürük temelli bir geçmişten kalan derin bir boşluk olsa da her şeyiyle öyle saplanılasıydı ki kızı camların ardından, kitapların arkasından, gizli kapıların sırtından yıllarca izlediği, annesine iyi ve güvende olduğunu bildirmek kisvesi altında ona olan saplantısını beslediği zamanları hep zihninin değerli köşelerinde saklıyordu.

 

Karnelyan'ın bir anlaşma için dönmediği, Kılıç için savaşmayacaksa da savaşırken Kılıç'ın yanında olmayı tercih edeceği zamanlara müthiş bir özlem duyuyordu. Gelmemiş günleri özlemekle geçmişti adamın tam otuz altı senesi.

 

Günlüğün yıpranmış ilk sayfalarını atlayıp en son sayfaya baktı bu kez adam.

 

Günlük! İçimde taşan, taşmazsa beni boğan, boğmazsa boynuma urgan gibi dolanan duygulardan nasıl kurtulacağım? Babam duyguların zayıflık olduğunu söylüyor annemse babamın duymadığı zamanlarda insanı harekete geçirenin duygular olduğunu iddia ediyor. Bense duyguların, bu iki uçurumun ortasında olan benim için donup kalmaya iten ne yaşanması ne kurtulması mümkün illetler olduğuna inanıyorum. Belki her şeyden vazgeçebilirim, belki duygularımdan kaynağı kurumuş bir su birikintisi gibi kurtulabilirim fakat öfke, kaygan, yosunlu ve hassas tenler için kesici olan öfkem beni ölümle birlikte değilse hiç terk etmeyecek zannımca.

Kimseye yöneltilmeyen öfke kör bir bıçak gibidir der babam, birini tek seferde öldürmez fakat seni yavaş yavaş kan kaybından öldürür. Ondan kurtulmak için ona sebep olandan kurtulmalıyım biliyorum, kimseyi bulamazsam bu kişi ben olacağım.

 

Kılıç, yangından sonra Karnelyan'ın kapısının tam önünde bulduğu günlüğü henüz ona vermemişti. Karnelyan belli ki günlüğü öyle unutmuştu ki yokluğunun farkında bile değildi. Kılıç iyi bir adam olmadığını biliyordu fakat Karnelyan'ın ihtiyaç duyduğu iyi bir adam değildi, kız kendisine ihtiyaç duyana kadar onu mercek altında tutmaya hastalıklı hislerle de olsa devam edecekti. On senedir gözlerini kaçırmadan kendisine bakmasını istediği o kişiye böyle yaklaşmışken aşağılık babasının aşıladığı temelsiz nefretlerden dolayı Karnelyan'ı kaybetmeyecekti. O kaçsa arayacaktı, kaybolsa bulacaktı, gittiği yerde olacaktı, dönünce kollarını açacaktı. Onun ne istediğini biliyordu, ona istediğini verecekti.

 

Aslında Kılıç, Karnelyan kendisinden tek bir şey istesin diye çıldırıyordu, öyle ki elindeki her şeyden onu tümüyle mahrum etmek istiyordu ki kız gelip kendisinden samimiyetle tek bir şey istesin. Yalnızca veremeyeceği tek şeyi istiyordu oysa geri kalan her şeyi yapardı onun için.

 

Oturduğu masanın başında solunda kalan camdan dışarıyı izlemeye koyuldu, deri kapaklı defteri ritim tutturarak masaya çarparken örtülü perdelerin minik aralığından pervaza konan martının beyaz kanadını gördü. Kapısı nezaketle açıldığında, gelene bakmak için acele etmemişti adam. Pervazdaki kuş az sonra odada kopacak fırtınayı hissetmiş gibi kanatlarını çırparak göğe yükseklirken derin bir solukla gelene döndü Kılıç da.

 

Karnelyan'ın ardından nazikçe örtülen kapının sesi duyulana kadar kız oracıkta beklemeye devam etti. Kılıç her seferinde onu yirmi yedi sene sonra ilk kez zihninin dışında görüyormuş gibi süzmekten alıkoyamıyordu kendini. Hiçbir zaman zayıf bir adam olmamıştı, bu gerçekten hiçbir zamanı kapsıyordu ancak yine de Karnelyan'ın ismi geçtiğinde her zaman dikkat kesilirdi. Önceleri, bir çocukken kızın hırsız olarak doğduğuna inanır ondan tiksinirdi, büyüdükçe kendisinin kaderin bazı köşelerine müdahale edemediği gibi kızın da öyle bir şansı olmadığını anlamıştı.

 

"Neden buradayım?"

 

Sonra bir ağustos günü, güneşin altında gür koyu saçları ve soluk teniyle dikkat çektiği o gün kaderde müdahale edilemeyen anlardan birine tosladığını anlamıştı. Kamer Mahver'e duyduğu nefreti Seryum'u onun boyunduruğundan kurtarmak için her zaman yeterliydi, Karnelyan'ı kurtarmak içinse içinde kaynayan nefreti dondurup köşelerini bilemesi gerekmişti. Olgun bir adam olmasaydı şayet geldiği ilk gün Kamer Mahver'i çaldığı sarayın rutubetli, soğuk zindanında ölüme terk ederdi. Ne yazık Kamer'in kaçması gerekirse Kılıç'ın onu aramamasına dair kendisiyle el sıkışmak zorunda kalmıştı, Karnelyan'ı kendisiyle birlikte nefret çöplüğüne sürüklememesi için. Karnelyan olmasa Seryum belki de çoktan krallığını ilan etmiş olurdu ancak her şeye rağmen Kılıç, Karnelyan'ın yokluğunu düşünmeyi reddetti.

 

Kaldırıp bir kez salladı günlüğü kız görebilsin ve neden burada olduğunu anlasın diye.

 

Karnelyan'ın inceleyen çatık kaşları belli ki görmek için uzakta olduğunun ispatıydı. İnatla adım atmazken Kılıç'ın "Gel Karnelyam," buyruğunu ayak sürüyerek de olsa yerine getirdi.

 

Karnelyan'ın, elinde ne tuttuğunu anladığı anı tam olarak tespit edebildi Kılıç. Kızın incelemek için çatılan kaşları ölümcül bir darbeye boyun eğmiş gibi düştü, çenesi ölü katılığıyla kaskatı kesildi ve gözlerinin içindeki insani merak yerini ölümcül bir boşluğa bıraktı. Toprakla kirlenmiş ellerini yumruk yapmıştı, arka bahçedeki çiçeklerin hepsini onun ektiğini biliyordu Kılıç ve ektikleri büyümeden yenilerini ekmeye devam ettiğini de.

 

"Onu okudun mu?" oldu ilk sorusu. "Okudum," diye itiraf etti Kılıç normal bir rutininden bahseder gibi.

 

Karnelyan'ın dikleşen çenesini izledi, eğik başı tam karşıya orada bir düşman görmüş gibi kilitlenmişti. Tıpkı günlüğünde yazdığı gibiydi, tüm duyguların kaynağını kurutabilse de öfkesi keskin kayalar gibi orada olmaya devam edecekti.

 

"İlgini çeken bir şeyler bulabildin mi?" diye sordu öfkeli değilmiş gibi davranmaya çabalarken medusa ile göz göze gelmiş gibi taşlaşarak.

 

Bazen onu sinirlendirmek için özellikle şımarık bir çocuk gibi davrandığını biliyordu. Ama onun şımarık bir çocuk rolünü iyi yapmasının nedeni bir zamanlar öyle bir çocuk olması değildi Kılıç bunu çok iyi biliyordu. Hatta bir çocuk gibi hissetmiş miydi bundan şüpheliydi. Ve bazen, tıpkı şimdi olduğu gibi herkese karşı kullandığı kayıtsızlık kalkanını kullanıyordu fakat Kılıç kızın ona kayıtsız kalmadığını öfkeden şimşekler çakan gözlerinden bile anlayabilirdi, ki ona dokunduğu zaman kasları ne kadar gerilirse gerilsin adamı itmek için hiç mi hiç acele etmezdi.

 

"Seninle ilgili her şey ilgimi çeker."

 

Fitili ateşlemişti sonunda, kız başını eğip adama bakmaya tenezzül etmişti gizlemeye gerek görmediği bir öfkeyle olsa bile.

 

"Kişisel alan ya da sınır kavramlarıyla ilgili herhangi bir halt biliyor musun? Yoksa kraliyet adabınızda bunlar yok mu?"

 

Kılıç gülmemek için yeni bir solukla ciğerlerindeki havayı tazeleyip kaslarını eğitti. "Bulduğum bu defterin kime ait olduğunu anlamak için incelemem gerekiyordu."

 

Karnelyan'ın içindeki çatışma soluklarına yansımıştı, şişen göğsünü örten ipek sabahlığının kumaşı zarifçe titreşiyor, Kılıç'ın gözlerini her defasında oraya çekiyordu.

 

"Saklanan bir şey bir kez ifşa edildikten sonra onu yeniden saklamanın bir anlamı yok, onu atabilirsin," dedi başını iki yana sallayıp kirpiklerine karışan perçemlerden kurtulmak için, bunu farkında olmadan sık sık yapıyordu. Kılıç, Karnelyan'ı yalnızca bu hareketiyle bile özetleyebilirdi, perçemleri onu sık sık rahatsız ediyordu fakat kız o rahatsızlığa öyle derinden alışmıştı ki onları kısaltmak ya da tümüyle uzatmak aklının ucundan geçmiyordu.

 

Altındaki sandalyeyi itip yavaşça kalktığında kızın eğik bakışları onunla birlikte yükseldi fakat gözlerine değil dudaklarına bakıyordu adamın. Gözlerine bir kez gerçekten bakması için ne lazımdı?

 

Parmak uçları, perçemleri kızın kirpiklerinden kurtarıp kulağının arkasına sıkıştırdı, Karnelyan onu itmedi fakat bir heykel gibi donup kaldığı için adamı ona dokunmaya teşvik etmediğini de anlayabiliyordu.

 

Diğer elindeki defteri yanında sarkan topraktan tümüyle arınmamış eline itti kızın. "Benden bir şey iste Nimfea," diye konuştu fısıltıya yakın bir sesle, kıza fazla yaklaşırsa gücünün bir kısmı onun eksenindeki halkalara karışıyor gibi hissettiği için temkinli fakat daha zayıftı. Kızın lavanta gibi keskin bir o kadar da vanilya ile yumuşak kokusu dışarıya gösterdiği karakterini tamamen yansıtıyordu. Zıtlıklar arasında sıkışıp kaldığını çok iyi biliyordu Kılıç.

 

"Cehennemde yanman gibi bir şey mi?" diye sordu adamın zaten nazikçe tutuşturduğu defteri zorlaymış gibi çekip alırken. "Penceremin önündeki duvar bile senden daha katlanılır biliyor musun? En azından kişisel sınırlarıma daha az müdahale ediyor."

 

"Cehennemde yanmanın nasıl bir his olduğunu biliyorum, başka bir şey iste Karnelyam." Yüzünün sol tarafı sanki yeniden yanıyormuş gibi karıncalandığında dokunmamak için ellerini ceplerine itip yumruk yaptı. Neyse ki o hissin boyunduruğunda çok kısa bir süre kalmıştı çünkü Karnelyan'ın ne kadar duygulardan arınmış gibi göstermeye çalışsa da merhametten sıyrılamadığı yumuşayan bakışlar ve birbirine bastırılan dudaklardan belliydi. Yüzündeki yaraların yangında olduğunu biliyordu, merhamet duyması için bu yeterliydi, yangını kimin çıkardığını bilse ne hissederdi? Kılıç bunu bilsin istemedi, Karnelyan'ın hayatı çürük bir temel üzerine kuruluydu zaten ve Kılıç onu sarsmak, yıkmaktan katiyen zevk almıyordu.

 

"O zaman içinde baldan nehirler akan cennete gitmeni istiyorum Kılıç," diye başladı bir adım geri çekilip kapıya yaklaşarak. "Yeter ki benden ve ülkemden uzak dur."

 

Kılıç karşılık vermeyecekti, onun için yapabileceği şeyler kalın bir romanın başı ve sonunu kapsasa da kız sanki önsözde takılıp kalmıştı.

 

Karnelyan da Kılıç gibi sessizleştiğinde nazikçe açılan kapıdan hoyratça içeri dalan Batın ve omuzlarından sarkan saçları dağınık Asen ve yetmezmiş gibi Asen'in sırtındaki Sipsi tek kişilik bir ordu gibi gürültüye yol açmıştı. Sessizliğin bir zamanlar hiç var olmamış gibi yitip gittiğine bizzat şahit oldu ikisi de.

 

"Bahçede çiçeklerini çalan bir çocuk var prenses." Batın'ın keyifli sözleriyle Karnelyan'ın iyice düşen yüzü eş zamanlılık gösterdi. Kızın yanında bir küfür mırıldandığını duydu adam.

 

Asen, Batın'ın omuzlarında doğrulup olduğu yerden reverans yapar gibi korkunç elbisesinin eteklerini tutarak Karnelyan'a gözlerini kırptı. Karnelyan'ı daha önce küçük arkadaşı Esteran'a reveransla ilgili caydırıcı laflar ederken duymuştu fakat küçük kızı kırmamak için bileklerine kadar bir elbise gibi uzanan sabahlığının kenarlarını tutup hafifçe eğildiğinde Asen'in hoşnut kıkırtılarını duyana dek gözlerini Karnelyan'dan alamadı. Odada onunla yalnız olmayı, onun da dediği gibi en baştan gerçek kimliğiyle karşısına çıkıp yeniden tanışmayı istedi Kılıç. Ya da kız hoşnut olsun diye yalan söylemeyi. Kılıç eğer olduğu kişi olmasa Karnelyan'ın güler yüzünü görebileceğini biliyordu, bunu bir kez yaşamıştı.

 

"Kalmaya devam etmeli miyim?" diye sordu anlaşmanın şartlarını kast ederek. "Gidebilirsin," diyerek özgür bıraktı onu Kılıç.

 

Asen, Batın'ın omuzlarından inip odanın içinde koşan sincapı yakalamaya uğraşırken, Batın dikkat dolu bakışlarla Kılıç'a doğru yürürken adam yalnızca eteklerini uçuşturarak kapıya giden Karnelyan'ı izledi.

 

Kapı ardından kapandığında yorgun düşünceler yığınlar halinde üzerine devrildi ve bacaklarının arasından geçmeye çalışan Asen'i yakalayıp masanın üzerine oturttu. Can havliyle kaçmaya çalışan bir kedi gibi çırpınan kızın yüzünü kavradığında büyük elleri minik yüzü tümüyle örtmüştü. Serenyum prensesinin meşru olmayan çocuğu olan küçük kız doğduğundan beri Kılıç'ın öz kızı olarak biliniyordu, annesi Sezma Seren ise Kılıç'a çocuk konusunda yardım eden bir arkadaştı bilinene göre. Kızının bir bebek doğuracağını öğrenen Serenyum kralını gözü dönmüş kararlardan alıkoymak ve yirmi sene boyunca onun sarayında yaşamış olmak Kılıç'ın vefalı bu hareketi ortaya koymasına neden olmuştu. Küçük kızı sonsuza dek korumak ve Serenyum kraliyet ailesini bir skandaldan azat etmek Kılıç'ın krala olan borcunu ödemesi için yeterli olmuştu.

 

"Az önce yere yapışmanın nedeni neydi?" diye sordu kıza. Asen dakikada yüz soru sorar, onunla konuşmak isteyenlere de kendi sorularını ısrarla sordurturdu. Sorularla iletişim kurmak zorundaydılar bir noktada.

 

"Koşmak?" diye mantık yürüttü tedirgin bir halde. Gidişattan memnun olmadığı belliydi.

 

"Saçların," diye açıkladı Kılıç oyalanmadan. Çocuğun özgür hareket etmesi Kılıç için müthiş önem arz ediyordu fakat bir gün sırf hoyrat tabiatı yüzünden bir yerini yaralaması da kaçındıkları arasındaydı.

 

Asen'in yeniden, iğne yapacak hekimden kaçar gibi çırpınması için saç kelimesi yeterli olmuştu. Babası bir şey demeden itiraza başladığında Kılıç "Karnelyam'ın yaptığı gibi saçlarını örebiliriz," diye orta yol bulmaya çalıştı. Asen iki eliyle kafasını muhafaza etse de çırpınmayı kesti o an.

 

"Karnelyam," dedi yalnızca ismi söylemek hoşuna gittiği için. "O örsün mü?" diye ısrar etti ardından. Ancak Kılıç'ın Karnelyan'dan böyle bir şey istemesi mümkün değildi.

 

Kızı kaldırıp arkasını çevirerek yeniden oturttu. Saçlar kırpılmamış koyun yünü gibi gözünü yorarken "İsmi Karnelyan," diye düzeltti küçük kızı. Karnelyan yalnızca onun için Karnelyam'dı.

 

🕑

 

Kamer Mahver'in kötü bir yönetici olduğuna inanmak mümkün değildi, öyle berbat bir adamdı ki ülke topraklarını azar azar başka halklara tahsis ederken, Kılıç'ın uyarılarını dikkate almayıp bu isyan ve işgali önlemezken ben onunla aynı çatı altında her bir halttan habersizdim. Babam iyi bir adam olmayabilirdi fakat krallık yüzünden öyle çok şey kaybetmiştim ki hiç kimse, hiçbir şey beni o sistemin düşmanı olmaktan alıkoyamadım. Ve Kılıç zaten bu düşmanlığı harlama için bir başına yeterdi.

 

"Bak kasımpatılarım yeni açtı, onlardan al," dedim Esteran'a. Kendi sepetimi çocuğa vereceğim çiçeklerle doldururken Kılıç yüzsüzünün günlüğümü okumuş olması rezilliğini atlatmaya çalışıyordum. Ne edepsizlik, ne kalın kafalılıktı! Yüzüne sert bir tokat geçirip onu oracıkta boğmamak için tüm irademi kullanmak zorunda kalmıştım. Fakat o yaralı yüze attığım ilk ve son tokadı hatırladığımda yaptığı saygısızlığa rağmen şiddet için kaşınan avuç işlerim acı içinde karıncalanmaya başlamıştı. Bir gün onu öldürecek olsam bile fiziksel tahriple yapmayacaktım bunu, asla.

 

Esteran kolunun tersiyle yüzüne yapışan toprağı silip ayağa kalktı ve ben de ona eşlik ettim.

 

"Bugünlük bu kadar yeter, nasılsa artık haftada iki kez bahçeye gelmek benim görevim," dedi sırıtarak. Kılıç kararını vermişti, bahçınav olarak bana bahçedeki işlerde yardım edeceği haberini delice bir mutlulukla vermişti çocuk beni görür görmez. Hevesi kaçmasın diye haftada iki kez bu aptal sarayın bahçeleriyle uğraşmak zorunda olduğumu idrak etsem de hevesini kırmamak için ona ayak uyduracaktım.

 

Dirsekleri yıpranmış mantosunu üzerine geçirmek için elindekileri toprağa bıraktığında odama gitmek için ayaklandım.

 

"Peki, görüşürüz Ester," diye vedalaştım onunla ancak bu gerçek bir veda değildi. Çocuğun görüş alanından çıktıktan sonra koşmaya başladığımda odama varıp geceliğimin üzerine uzun pardosümü geçirmek için oyalanmamıştım.

 

Ne zaman çiçekleri ne yapacağı ile ilgili bir soru soracak olsam kaçamak cevaplar veren, göz temasını kesen Esteran'ın peşine takılmakta kararlıydım. Merdivenleri koşarak indiğimde kimseye haber vermekle uğraşmadım. Nasılsa bir anlaşma imzalamıştım, kaçmayacak ve bunun sonunda gerçek özgürlüğü hak edecektim. Kılıç bu özgürlüğü ne denli istediğimi biliyordu, eğer beni bulamazsa yine de kaçmadığımı anlardı.

 

Asfalt yola kadar sırtını izlediğim çocuğun peşinden aramıza belli bir mesafe koyarak gitmiştim. Hiç acelesi olmayan adımlarını aylak aylak sürürken toprak yola çıktığımızda aramızdaki mesafe kapanmıştı fakat takip edildiğinden endişelenmediği için dönüp ardına hiç bakmadı.

 

Sıkışık bir sokağa girdiğimizde evlerin önünde koşuşturan çocukların yıpranmış kıyafetleri ve binaların bakımsız dış yapıları huzursuz hissetmeme neden oldu. Bu mahallelere daha önce ne ben ne de babam gitmiştik fakat şaşılacak bir yan yoktu bunda. Senelerdir bir haykırış olduğumu sanırken yalnızca babamın çığlığının yansıması olduğumla yüzleşmiştim artık, o berbat biriydi peki ya ben ondan daha iyi miydim? Hayır.

 

Esteran sepetine dadanan birkaç meraklı küçüğü öteledikten sonra tek katlı bir evin kapısını yumruklarıyla sarstı. Küçük çocuklardan biri pardösümün altında görünen ucu dantelli geceliğimin eteğine yapışınca dikkat çekmemek için diz çökmek zorunda kalmıştım.

 

"Dışarı böyle çıkan kadınlar nasıl para kazanır biliyor musun sen?" diye sordu yedi yaşlarındaki haylaz çocuk. Ne sikik bir ailesi varsa çocukları sümüklü burnunu temizlemeyi öğrenmeden önce insan yargılamayı öğrenmişti. "Avcı senin gibileri geceleri avlayabilir," diye bir fikir yürüttü eteğimin ucunu bırakmadan önümde zıplayarak. Diğer çocukların dikkati üzerimize çekildiğinde bize ilerleyen diğerlerinden kaçmak için hızla ayak kalkıp eteğimi çocuğun elinden kurtardım. Çocuğa çocukça bir karşılık vermemek için tek katlı eve neredeyse koşar adım ilerliyordum. Bu hızımı kaçış olarak algılayan gaddar bücürler keyifle peşime takıldıklarında bugün çok fazla çocuğa maruz kaldığım için kendimi boğma raddesine gelmiştim. Yaşadığım yerde bile bir çocuk vardı artık ve hoyrat görüntüsüne rağmen kırılgan kızı kötü etkilememek için devamlı dilimi ısırmak zorunda kalıyordum.

Çocuklar ayaklarıma dolansa da rüzgarda uçacak gibi görünen tahta kapıyı yumruklamayı başardım. Saniyeler sonra tıknaz, huysuz bir adam açtığı kapıdan beni süzerken gözlerindeki memnuniyetsizlik beni tamamen tanıdığının bir göstergesiydi.

 

"Yanlış geldiniz sanırım hanımefendi," dedi ağzı doluymuş gibi boğuk tonlamasıyla. Sağ bacağının aksadığını beni görünce geri çekildiğinde anlamıştım.

 

"Esteran'ın arkadaşıyım, yanlış gelmedim."

 

Çocukların kapı karşımdaki somurtkan adam tarafından açılmasının ardından çiy tanesi gibi kaçıştığı dikkatimden kaçmamıştı fakat ben çocuk olmadığım ve aksine o bücürler tarafından tartaklandığım için durumdan memnundum bile.

 

"Esteran yok," dedi nezaketi bir süreliğine rafa kaldırarak.

 

"Var. Çay istiyorum." Bir adım ileri meyledince kapıyı kendi gövdesine çekip aralığı kısan adam "Arkadaş dediğiniz daha on dört yaşında çocuk hanımefendi," dedi, alnında biriken ter kirpiklerine süzüldüğünde gözlerini kırpıştırdı. Öfkesi ve memnuniyetsizliği umrumda değildi, içeri girip o çocuğu görecektim.

 

"Olabilir yine de arkadaşız, o benim arkamı kollar ben de onun." Omzumu kapıya yaslayıp aralığı genişletmeye çalışırken adamın "Serseri," diye homurdanışının muhatabı kesinlikle bendim ancak "Çay!" diye şakıdım karşılık olarak. Huysuz babalar beni katiyen korkutamazdı.

 

Sonuçta içeri girdiğimde beni karanlık bir sofa karşıladı, içerisi sigara dumanıyla öyle ağırlaşmıştı ki evin içerisinde huzuru öyle kolay bulamamıştım. Ve hiç bulamamıştım.

 

Dakikalar içinde Esteran'ın babası olduğunu öğrendiğim adam, bacağını sürüyerek ucu kırık porselen bir fincanla önüme çay koyduğunda suçlu gibi ikimizi izleyen çocuğa sırıtarak bakıyordum. Oturduğum koltuğun yüzeyinde bir dolu kül yanığı vardı ama bu rahatça yerleşmem için bir mani değildi.

 

"Çiçekleri baban satsın diye topluyordun yani?" Soru Esteran üzerinden babasınaydı.

 

"Annesi vefat etti, mezarına götürüyor demek ki." Adamın sesinde azıcık bile inandırıcılık yoktu. Fakat bende de kendisini yargılamaya dair bir niyet yoktu.

 

"Aramızda yalanlara yer yok Ester," dedim adamı duymamış gibi. "Çiçekleri ne için topladığını anladım, camdan görünen arka bahçede istiflendiklerini görebiliyorum."

 

"Görevden atıldıktan sonra geçinmek için bir şeyler yapmak zorundaydım." Sonunda babadan gerçek cümleler söylediğine dair ibareler görebiliyordum.

 

"Göreviniz neydi?"

 

"Eczanem vardı," dedi yalnızca.

 

"Neden görevinizden ihya edildiniz? Bu değerli bir meslek."

 

Diz çöktüğü kuzine sobanın fırınındaki patatesleri döndürdü parmağının ucuyla. İçerisi öyle sıcaktı ki altımdaki geceliği çıkarıp bir elbise giymediğim için lanet ediyordum.

 

"Kuru bitkiler satıyordum, belli ki babanız insana fayda sağlayan her şeyden ettiği gibi kuru otların sağladığı şifadan da nefret ediyordu."

 

Babamın gıyabında konuşmaya niyetim yoktu fakat eksik anlattığı bir şeyler olduğunu eminim.

 

"Aslında aktarlar bunun için var."

 

"Baharat ya da çay satmıyordum," dedi tıkanarak. Üzerindeki kalın kazağın yakasını çekiştirdi ayağa kalkarken. Sohbetin gidişatından memnun olmayacağını anladığı için bacağını sürüyerek bahçe kapısından çıktığında Esteran örgü olduğu belli olan bir örtünün üzerinde yerde oturup bana bakıyordu mahcupça.

 

"Annem babama şifacı derdi, baban şifacılara karşıymış." Esteran'ın buruk öfkesini harlamak ya da dindirmek istemedim. Sessizliği yeniden kendi bozdu. "Annem hastayken babam onu iyileştirmişti." Fakat yine de ters giden bir şeyler olduğu çok açıktı. "Artık kimseyi iyileştirmiyor," dedi saçlarını geriye atıp yanan sobaya balarak dalgınca. "Annemden sonra yani."

 

"Neyi vardı?" Sesimle uyanacak minik bir kuştur Ester, neredeyse fısıldadım sorumla ürkmesin diye.

 

Omuzlarını silkerken "Hastaydı işte," dedi. "Öksürüyordu hep." Bu konunun çocuğun yüreğinde deşilmesi tehlikeli bir yara olduğunu anlamıştım, biraz deşsem kan kaybederdi. Onun için doğru bir teselli de bulamazdım, tesellilerden nefret ederdim. Sessizce çayımı içtim.

 

"Sana yalan söyledim," dedi özür dilemek yerine. Dakikalar sonra burada olduğumu hatırlamış gibi yüzüme bakınca onu karşılıksız bırakamamıştım. "Ben de sana yalan söyledim Ester, sanırım ödeşmiş olduk."

 

Benim bir bahçıvan onun da annesini mutlu etmek için çiçekler toplayan bir masum olmadığı itirafları ikimizin de üzerinden öyle büyük bir yük kaldırmıştı ki duman kokan yıpranmış koltukta mayışıp Esteran'ın çayımı tazeleyişine ses etmedim.

 

"Başkanın kızıysan kralla niye yaşıyorsun ki?" diye sordu masum merakıyla. Fincanı önümdeki boyası kalkmış sehpaya bıraktığında elime alıp bir yudum aldım çaydan. Cevap için kendime tanıdığım sürenin dolmasını bekliyordum.

 

"İşler öyle gelişti, benim de çok mutlu olduğum söylenemez."

 

"Kralla yaşadığın için mutlu değil misin?" Yüzündeki hayrette sevimli bir yan olduğu için onu bugün de Kılıç'ın nasıl bir aşağılık olduğu gerçeğiyle yüzleştirmemeye karar vermiştim.

 

Yanıtımı beklerken önüne serdiği örtünün üstünde, kurumuş naneleri ayıklıyordu.

 

"Değilim," dedim yalnızca, nihai cevap buydu, daima bu.

🕑

 

Hava kararmadan ziyaretimi sonlandırmıştım. Saat on altıyı on bir geçiyordu ve bu sarayda gün ortası sayılırdı. Kılıç eğer aklına esip beni çağırtmadıysa yokluğumun fark edilmediğinden emindim.

 

Sıkışık apartmanların boşluklarında köşelere büzülüp oturmuş çocukların bakışlarını üzerimde hissettiğimde sessizliğin bu mahalle için hiç doğal olmadığının farkındaydım. En azından küçük barbarlar tarafından çekiştirilmediğim için memnun olma izni verdim kendime.

 

"Oraya gitme," diye fısıldadı aralarından biri fakat adımlarım yavaşlasa da durmadı.

 

"Ne oldu, niye eteğimi çekiştirip muhtelif imalarda bulunmuyorsunuz, küstürdüm mü sizi?" diye sordum dümdüz önüme bakarken.

 

Aralarından biri az öncekinden daha yüksek sesle "Oraya gitme, büyük olanların artık silahı var," diye bir bilgi verdiğinde elim derhal cebimde tabancamı aradı fakat o ceketimle beraber karargahta kalmıştı. Omuzlarımı dikleştirdim, çocukların korkusunun temeli boş olsun diye umarken Ester yaşlarında dört oğlanın patlak bir topu aralarında paslaşmasını izledim. Her şey normaldi ta ki aralarından biri beni fark edene dek. Eli pantolonun kemerine sıkıştırılmış metale gittiğinde aramızdaki iki metrelik mesafeden olan biteni gayet net görebiliyordum.

 

Durmamam, çekip gitmem gerekse de patlak top birinin ayağının altında durduğunda ve olası bir tehlikeymişim gibi çocuklar tarafından süzülürken öfke her zamanki gibi boğazıma dolandı.

 

"Belindekinin ruhsatı var mı?" diye sordum bir yetişkini karşıma almışçasına. Bir an için bana bakmayı kesip birbirlerinin yüzünde cevap aradılar ve ben yürümeye ağır adımlarla devam ettim.

 

"Yakında fetihe gelecekler," dedi ilk elden bir bilgi sunar gibi. "Halk silahlanmalı, topraklarımızı korumalıyız."

 

Hangi yetişkinden duyduğu meçhul olan sözlerden daha rahatsız edici olan o bellerindekini nereden bulduklarıydı.

 

"Bunun için askerler yok mu?" Adımlarım onları geçmişse de arkamdan ilerlemeye başladıklarını senkronize olmuş adım seslerinden duyabiliyordum.

 

"Askerlerin bazıları hain, ya fetih için geldiklerinde taraf değiştirirlerse. Kızlar bunu düşünmez tabii."

 

Tamam, bugünkü kotamı doldurmuştum. Çocuk cehaletine gösterecek nezaketim tümüyle dolmuştu. Bu dolulukla aniden arkamı döndüğümde silahlı olmalarına rağmen geri sıçradı oğlanlar.

 

"Düşman geldiğinde o silahın tetiğine basabileceğine inanıyor musun?" Hemen karşımda kalanın üzerine bir adım attığımda diğerleri onun arkasını korumak niyetiyle benimle birlikte çocuğa yaklaştılar.

 

Dağınık saçları, zayıf omuzları, üzerine iki beden büyük gelen paltosuyla öyle çocuktu ki ağlamak ve oğlanın silahıyla Kılıç'ı vurmak istiyordum.

 

"Düşman için çektiğin tetiğin kardeşine gelmeyeceğinden emin olabilir misin?" Bir anı dalga dalga vücuduma çarptığında genzimde boğulmanın tuzlu yakıcılığı büyüyordu. Titreyen elimi çocuğa uzattığımda pantolonu ile karnı arasına sıkıştırdığı metal kabzayı kavradı o da titrek ellerle. "O belindekini tutmak kolay küçük," dedim çenemi zor oynatarak. Beni tetikleyen bir silah değildi, beni tetikleyen bir çocuğun ona ihtiyaç duymasıydı. "Tetiğe tek bir kez basman yeter, hayatının altını alıp üstünü çiğner sen kardeşini korudun sanırsın, kardeşin düşmanın kolunda ölür."

 

Yutkundum ama kuru boğazımdaki derin okyanusun ortasında olan tek benmişim gibi boğulmanın sızısı gitmedi.

 

"Onu bana ver," dedim son olarak. Korkup korkmadığında bakmadım, arkadaşlarında da olup olmadığına bakmadım. Bir cahillikle beni vurup hayatlarını mahvetmelerini umursamadım. Israrcı avucuma konan kabzayı kavrayıp bir saniye bile beklemeden cebime ittim. Arkamı dönerken "Kimse fetih için gelmeyecek, bu ülke kimsenin tekelinde olmayacak," diyordum beşimizi de inandırmak için.

 

Birileri bana inansın istiyordum artık. Bu ülkeyi fetih bölgesi olmaktan korumak için, DYK'nin güncel listesinden çıkarıp halkı geride kalmaktan kurtarmak için gereken neyse yapacaktım fakat tek bir kişi bana yapacağımı bilir gibi baksa ruhum uzun zamandır boğazına kadar battığı göğüs bataklığımda biraz olsun soluklanırdı. Hep kendimi bir uğurda feda etmekten korkmuştum, buna öyle yatkındım ki o günün gelip çatması bazen uykularımı kaçırırdı. O gün artık yakındı.

 

Bilinçsiz adımlarımın beni her zaman götürdüğü yeri fark ettiğimde yakalarımı düzeltip bir soluk aldım. İnsan hoş karşıladığı yeri evine tercih edebilirdi. Altınlık çarşısındaki içerisi çeşit çeşit reçel, meşrubat, şurup dolu dükkanın önüne ilerlediğimde bir nebze olsun mutluydum. Bazı dükkanların kepenkleri çekiliyken bazılarının indirdiği kepenklerin gürültüsü kulaklarımı tırmaladı. Dükkanın basamaklarına bir adım atmıştım ki sahibi kolunun altındaki kavanoz kasası ile kapıdan çıktığında hayalet görmüş gibi duraksadı. Önce bunu beni gördüğüne şaşırmasına yordum ama bilinçsizce yarım adım gerilerken yüzünde büyüyen dehşet ifadesi gördüğümü tam da gördüğüm gibi yorumlamama yol açıyordu.

 

"Neler oluyor?"

 

"Buraya gelmeyin lütfen," diye yalvardı hızla. Etrafını tararken korktuğu ben miydim, etrafta olan biri miydi anlayamıyordum. Aslında geldiğim o bile değildi, dükkanın bodrumunda işleyen matbaaya uğrayacaktım yalnızca.

 

Attığım adımı çektim ama gidemedim. "Neden?" diye sordum çaresizce.

 

"Saraydan kimseyle konuşamayız, Avcı herkesi avlıyor. Gidin!"

 

Söylediğinin zerre kadar gerçeklik payı yoksa da öyle korkak bakıyordu ki, bakışları ben ve etraf arasında mekik dokurken yüzünün nasıl karardığını görebiliyordum. Bir adım Daha geriledim ama "Avcı meclis üyelerini hedef alıyor ben halkım," demekten geri duramadım.

 

"Saraydaki herkesi," dedi ısrarla. Dükkanının gölgesinde kalan yüzü görülmez oldu. "Dün okundu radyoda... Saraydan herkesin peşinde. Gidin, sizi burada görmesinler."

 

Histeri krizine saplandığı sesinin titremesiyle bana çarparken ne dersem diyeyim beni anlamayacağını biliyordum. Hızla geri dönüp saray yolunu tuttu adımlarım. Avcı meselesi unutmaya fırsat vermeyen bir şeye dönüşüyordu. Ve buraya gelirken kendi içime döndüğüm için görmediğim nefret dolu ya da tedirgin kaçamak bakışların her biri netleşti. Gözler dünyanın merkezi gibi büyüyerek beni mercek altına çekerken hiçbir şey anlayamıyordum. Benden Kamer Mahver yüzünden mi nefret ediyorlardı Kılıç Kül Seryum yüzünden mi?

 

"Buraya gelmeye nasıl yüz bulmuş bu?" diye sordu biri fakat kimdi ve kiminle konuştu tespit edemedim, bakışlar beni boğarken görüşüm bulanıklaşmaya başlamıştı bile.

 

"Göbeğini o saraya gömmüşler senin, oradan çıkamazsın."

 

Kepenkleri yarıya inmiş bir dükkanın önünde gazete rafını içeri taşıyan adamın sözüyle durdum.

 

"Ne oluyor hepinize?" diye sordum kaşlarımın çatıklığı kesif bir baş ağrısı için gözlerimi yakarken. Esnafla haşır neşir olduğumu söyleyemezdim ama bu çarşıda girmediğim çıkarken kolaylıklar dilemediğim tek bir dükkan bile yoktu. Ne oluyordu?

 

"Buraya gelmeye hakkın yok, kralının yanına dön," diye bir karşılık geldi arkamdan ama dönüp bakmadım. Yürümeye devam ederken cebimdeki kabzayı kavradım bir az olsun güvende hissetmek için.

 

Omzuma çarpan sert cismin ne olduğunu anlayamadan bir güruh tarafından parmakla gösterildiğimi anında fark ettim. Kepenkleri kapalı iki dükkan arasında biriken kalabalıkta az önceki dört çocuğun yüzünü zor bela tanıdım fakat yanındaki iri yarı adamların ne diye bana doğru geldiğini çözemeden sırtımın tam ortasına sert bir şey daha çarptı. Ciğerlerim bir an işlemeyi durdursa da iyice açılan kulaklarım "O aldı, cebine koydu tabancamı," diye ispiyonlanmamı hemen kulağımın dibinde söylenmişçesine duydu. Düğmeleri iliklenmemiş gömleğiyle epeyce iti, orta yaşlarda bir adam koşar adım bana ilerlerken onları birkaç adım geride bırakıp daha hızlı yürüdüm. Seslendiklerini duydum fakat duymamış gibiydim, üzerime gelen adamlardan yüz bulan esnafın hakkımdaki düşünceleri daha sesli çıkmaya başladı ve ben onları da duymamış gibiydim. Sadece saniyeler içinde sırtıma muhtemelen iki taş yemiştim, sırada biraz daha olduğuna emindim ama silahımı çekip bunca insanın önünde onu kullanamazdım. Kullanmama gerek kalmamalıydı. Lanet olsun! Kılıç Kül'e ve Kamer Mahver'e!

 

En havalı son duanı seç Karnelyan dedi içimdeki korkak. Ayaklarımı koşar adım hızlandırırken ve peşimde olanları görmezden gelip yok edebileceğime inanmaya çabalarken son duamı da ediyordum. Ülkemin mutluluğunu diliyorum, son ve ilk dileğim. Ülkemin mutluluğu...

 

"Kafesinden hiç çıkmamalıydın kral fahişesi," diye bir ses duydum kükremeyi andıran. Tepki vermeye fırsatım olmadan kalın parmaklı bir el omzuma saplandı ve boynuma kayıp beni arkama doğru çekti. Bitmiştim ben, Mars'ın askerleri beni görse bile tanıyıp yardım etmezdi, tanısa da etmeyecek olanlar vardı. Bitmiştim, ölmesem bile yaşamaya devam etmeyeceğiö kesindi. Kesindi fakat henüz darbeye hazır değildim, gözlerimi kapattım sonsuzluğu görebilecekmiş gibi sıkı sıkı. Cebimdekinin şarjörünü kontrol etmemiştim, şimdi de etmem çok saçma olurdu. Son duamı duy! Tanrım son duamı duy!

 

Bekledim, bekledim ama hiçbir darbe inmedi bedenime, savrulduğumla kalmıştım. Parmaklar boynumdan tutunmak ister gibi tırnaklarını geçirerek kaydı bir anda, ardından kemik çatlatan birkaç çarpma sesi duydum, biri boğulur gibi nefesler alıyordu ve ben bu esnada çenem omzuma gömülü halde gelecek darbeden korunmak için bekliyordum. Ellerimi cebimden çıkarmamıştım bile.

 

"Hepsinin üzerini arayın!" diye kükreyen sese öfkenin boğuk hırıltısı karışmıştı. "Eli taş tutan, silah tutan herkesi alın!"

 

Boğuşma, kaçışma sesleri bir depremin gürültüsünü andırdı bir an. Tek gözümü açıp etrafı inceledim. Saniyeler içinde önümde siyah üniformalı askerlerin barikat kurduğunu fark ettim ettim. Kimse beni uzaklaştırmaya cesaret edemiyor gibi, sadece etraftan gizliyorlardı. Ne oluyordu?

 

Omuzlarını itip gözlerimi gerçekle buluşturduğumda maskeli olan tek üniformalının az evvel kuduz köpek gibi üzerime koşanlardan birine elmacık kemiğini çatlatan bir yumruk attığını görmüştüm. Dizlerinin üzerine düşen adamı tek eliyle doğrultup ötekiyle darbelerini ardı ardına savururken "Senin önce ellerini kıracağım," dedi. Adamın boğazına yapışmış olsa da kendi boynunda sıkı mı sıkı bir halatla boğuşur gibi çıktı sesi. Ve sesi o haliyle bile tanıdım.

 

"Kılıç," dedim ama sesim duyulacak kadar çıkmadı. Ağzımı kapatabilsem yutkunacak ve yeni kelimeler için boğazımı temizleyecektim ama Kılıç'ın iri cüssesi yüzünden saldırganların dördünün çarşının tam da dört bir yanına kaçışını izlemekle meşguldüm. Kılıç'ın askerleri saniyeler içinde her birini oldukları yerde yüz üstü yatacak şekilde yatırmış üzerlerini aramaya başlamıştı bile.

 

"Bırak, tabancasını çaldım, haklılardı," diye çığırdım sonunda etrafımı inceleyerek girdiğim şoktan sıyrılarak. Esnaf belki az önce evvel Kamer Mahver yüzündne nefret ediyorlardı fakat şimdi her birinin gözlerindeki korku yarın Kılıç Kül yüzünden bana nefret olarak yansıyacaktı. Ülkemden dışlanacağımı aniden idrak ettim.

 

Kılıç'ın omuzlarını kavrayıp onu çekmeye çalıştığımda kolunun tersiyle meraklı bir sineği iter gibi uzaklaştırdı beni. Askerlerden biri omuzlarımı kavrayıp geri geri yürümeye zorlarken "Öldüreceksin bırak!" diye aklını başına getirmeye çalışıyordum. "Öldüreceğim," diye tekrar etti kafasının içinde dönen tek kelime buymuş gibi. Kılıç öfkeden zangır zangır titreyen omuzlarla geri çekilirken yakasını bıraktığı adam yüzü kanlar içinde yere yığıldı.

 

"Taş atan iki kişiyi bulun." Omuzları öyle delice yükselip alçalıyordu ki canavarların gerçek olduğuna inanmak için en uygun andı şu an. "Hepsiyle kendim ilgileneceğim."

 

Duygularımın arasında en hazırlıksız olduğum şaşkınlık, dehşet bir tokat gibi yüzüme çarpınca elimi yüzüme çıkarıp dudaklarımı kapatma ihtiyacıma boyun eğdim. Buraya hiç gelmemiş olmayı diliyordum şimdi, aslında hiç doğmamış olmayı.

 

Bakışlarımı yerde inleyerek yatan, askerler tarafından kaldırılmaya çalışılandan kaldırıp avına kitlenmiş bir yırtıcı gibi kararlı ve büyük adımlarla üzerime gelen yalnızca kararmış gözleri görünen Kılıç'a çıkardım. Öyle korkutucu görünüyordu ki cebimdeki silahı yoklamak ihtiyacı hissettirmişti, öfkesi bana olsaydı bana dokunmadan bedenimi ikiye bölerdi.

 

Bir noktada bedenimi ikiye ayırdı da. Öfkeden boğulup hırlayarak tek hamleyle beni un çuvalı gibi omzuna attığında midemin altı ile üstü arasındaki bağlantı kopmuştu.

 

Hissettiğim onca şey göğsümde bir düğüm olduğu için ne hissetmem gerektiğini tespit edemiyor, nasıl hareket edeceğime karar veremiyordum. Şokla donmuş gibi, her adımda hırlayarak yürüyen adamın omzunda onun öfkeyle alev alev yanan enerjisine değmemek için ellerimi dudaklarımdan çekemiyordum. Kurtlarla ilgili bir belgesel izlediğimi hatırlıyorum, böyle vahşi tavır ve sesleri ilk ve son kez orada duyduğumu sanmıştım ama Kılıç'ın öfkesi beni dünyanın tüm kurtlarından daha çok korkutuyordu.

 

Yanımızda acı bir frenle duran yeşil arabayı gördüğümde Kılıç'ın yükselen göğsüyle omuzlarını kaldıran solukları mideme batmaya başladı. Şoför koltuğundan fırlayan asker acele şekilde arka kapıyı açtığında Kılıç bedenim tümüyle ona değecek şekilde göğsüne sürterek yere indirdi beni.

 

Yalnızca gözleri görünen adamın çatık kaşlarının şekli maskenin üstünde görünüyordu. İlk kez öfkeli bir adam görmüyordum fakat o açık gözleri ele geçiren karanlık simsiyah bir ateşle gözlerimi yaktığı için çenemi açıp yaptığına karşı çıkamıyordum.

 

Bir an durup yalnızca bana baktı, karşısında olduğuma tamamen emin olmak için. Yüzümde her ne gördüyse maskenin siyah kumaşı altında yılan gibi sürünen kasları gevşedi, kaşları çatık kalmaya devam etse de bu minik sakinliği nefes almam için bana yer açmıştı.

 

"Bu kez gerçek bir cezayı hak ediyorsun!" Dişlerinin arasından tıslayarak çıkan cümle az önce aldığım nefesi ciğerime tıkadı.

 

Karnelyan Mahver'in cehennemde meçhul bir çukuru boyladığını çok evvelden anlamıştım zaten fakat adamın ürkünç tehdidine gözlerimi kırpıp başımı sallayarak onay verdiğimde yaptığım karakterimin tüm sivri köşelerini kesip atan bu aptalca hareketle benim de kaşlarım çatıldı.

 

"Anlaşmaya uumayacaksan," dedi yüzünü yüzümün dibine çekip. Öfke onu alev alev yanan bir meşaleye çevirmişti, yakınlığı tenimi birinci dereceden yaktı. "Yırtıp atalım." Omuzlarımı kavrayan elleriyle beni ayaklarımın ucunda duracağım kadar yukarı kaldırdı. "İstediğin kaçmak mı Karnelyam?"

 

O sikik 'Karnelyam' ismini duymak biraz olsun azalttı üstümdeki tehdidi.

 

"Kaçtığın cehennem olsa gelir bulurum seni. Yerin yedi kat altına saklansan, göğün katmanlarını tırmansan birer birer her birinde seni alır eve götürürüm."

 

Gözlerini tek bir kez bile bakmadan yüzüme delici dikkatle bakarken çenesini katılaşmış boyun kasları izin verdiğince eğip benden onay bekledi bir soru sormuş gibi. Başımı salladım çünkü kendime engel olamıyordum.

 

"O anlaşmanın süresi dolana kadar Karnelyam," diye sürdürdü omzumdan ellerini çekip. Beni tutanın ol olduğunu tabanlarım yere çarptığında zonklayan kemiklerimden anlamıştım. Elleri beni boş bırakmadı, büyük elleri belime sarıldığında kendine çekti santim santim. "Anlaşmanın bitmeden ölürsen kendi canımı verir hayata döndürürüm seni ama yine de bırakmam."

 

Yeniden onay bekleyen baş hareketiyle istediğini ona verdim, bir onay.

 

"Anlaşmayı yırtıp atalım ister misin?" Az evvelki harareti dinmişti, şimdi sesi sanki zehirdi ve dışına kat kat bal çalınmıştı. O zehri yutmayacaktım. Başımı iki yana salladım ve başka bir şey beklemeden "Güzel," dedi bir günah davetini kabul ettim sanacağım sesiyle. Belime indirdiği elleriyle beni arkamda kalan arabaya bindirdi, karşı çıkmaya vaktim olmadığı gibi gücüm de yoktu.

 

Az da olsa aklımı kullanıp kendimi Kılıç'tan uzak taraftaki kapıya yasladım sanki bu hareket onun bana dokunmasını engellemeye yeterliymiş. Lakin yeterli olmuştu da, Kılıç arka koltuğun neredeyse tümünü dolduracak şekilde arabayı yerleşip alevlerin içindeymişiz ki öfke sıcaklığı yayarken dizini bile değdirmedi dizime. Göğsü her şiştiğinde mekanı dolduruyor gibi yüceleşiyordu gövdesi, omuzları sert bir devinimle koltuğu itiyor beni de sarsıyordu. Kaçamak bakışlar atmama yarayan gözlüğü çekip attım, hala maskeli olan yüzüne baktığımda camlaşmış gözlerle beni izlerken buldum onu.

 

Omzumu kapıdan söktüm, kalçamı koltukta sürerek ona yaklaştım ve Kılıç nereye varacağımı bekleyerek hareketsiz kaldı. Sanki zincire vurulmuş bir aslandı, avı için koşmuyor kendisine koşan avı pençesinin uzanacağı mesafeye girene kadar hareketsizce bekliyordu. Gökten soluk azaltan nefes alışverişleri dışında hareketsizdi tabii.

 

Bacağına yerleştirdiği yumruk açıldı ama elim yüzüne çıktığında parmaklarını bacağına saplandı. Yasak elmadan kaçan Adem'di, kaçmasa olacakları çok iyi biliyor gibiydi. Ancak ben ne Havva'ydım ne Lilith. Kılıç önünde bir elma var sanırdı, ben yanıldığını görürdüm.

 

Çenesinin altından kavradım maskeyi, yüzündne sıyırırken gözlerini yanımda ilk kez bu kadar uzun süre kapatıp tamamen onu boyunduruktan kurtarmamı bekledi. Alnına yapışan bakırımsı tutamlarla, hala mükemmel bir devinimle hareket eden göğsüyle bir an yasak elmanın ta kendisi gibiydi. Ondan hiç nefret etmemiştim, ona dair her şeyden tüm zerrelerimle nefret etsem de. Ancak yanan alevlerinin uçları boynuma, göğsüme, karnıma değiyor gibi hissederken; leziz ve dayanılmaz bir günah gibi görünürken nefret beni ondan uzak tutmaya yetmedi.

 

Avcum alnındaki saçları süpürdüğü an kendine sapladığı pençeleri belime çıkardı hızla. Beni kendine öyle sert ve öyle baş eğici bir güçle çekti ki göğsüm göğsüne yapıştığında çarpık duruşumu bir nebze olsun düzeltmeme yardım eden öteki eli dizimi bacaklarına çekti. Az evvelki kaostan arınmamış titrek nefesleri yüzüme çarptığında tüm bedenim elektriklendi. Kasıklarımdaki zonklamaya inanamıyordum, adrenalinden ve adamın korkunç enerjisinden dolayı kafam karışmış olmalıydı. Belki de beni bulup o bataklıktan çıkarırkenki korumacılığı esas karakterini unutmama yol açmıştı bir saniyeliğine de olsa.

 

Parmaklarım kısa ve sert saç tutamlarına tutunurken ağzıma yaklaşan dudaklarına konuştum. "Kaçmadım," dedim bir açıklama getirmek için. Kararmış gözlerinde hiçbir değişiklik olmadı. "Kaçmadın," diyerek onayladı dudaklarıyla. Dudaklarından dökülen alev dudaklarımı yaktığında dilimi ateşi söndürmek için üzerlerinde gezdirdim. Gözlerimi esir alan bakışlar bir saniyeliğine dudaklarımı dolaşan dilime sabitlendi. Kaşları çatık bir halde gözlerime bakmaya geri döndüğünde "Yokluğumu fark etmezsin sandım," diye devam ediyordum.

 

"Bunun mümkün olmadığına seni inandıracağım Nimfea."

 

Farkında olmadan saçlarındaki elim o saçları geri tarıyor ve bunu yaparken diplerine masaj yapıyordu. Sanki bir çiftmişiz gibi, sanki yan yana gelince dokunmaktan kendimizi alıkoyamadığımız ve bunun doğal karşılandığı bir bağa sahipmişiz gibi. Bu düşünceler elimi olduğu yerde dondurdu, Kılıç'ın gözlerinde onun cümleleri yüzünden irkildiğimi sandığı belliydi. Başını elime doğru eğip beni devam etmem için teşvik ederken yüzü de yüzüme öncekinden daha yakındı. Saçlarını okşamaya devam ettim, sonuçta ben bir DYK casusuydum. Ona ne kadar yakın olursam o kadar iyiydi. Değil mi?

 

 

Loading...
0%