@almelia
|
"Yediğin sote hakkında tek bir kötü yorum yaparsan prenses," diyen Batın masada üzerime doğru eğilip gelecek tehdidin etkisini artırmak için bekledi. "Sonraki öğünün kızarmış zehir güveci olur."
Mantarların yanıklarını ayıklayıp ağzıma atacak sağlam lokma bulmaya çalışırken "Öyle bir yemek olduğunu bilmiyordum. Salta'da böyle şeyler mi yiyorsunuz?" diye karşılık verdim.
Arkasına yaslanıp kollarını göğsünde bağlarken bana küçümseyerek bakıyordu. "Saldır Sipsi," diye kışkırttı yatağımın tahta başladığında dolaşan hayvanı. "Aşçılığımla ilgili imaların için bu sincabı bir kaplana dönüştüreceğim, sonra da üzerine salacağım." Ben ağzımı çörek otlu ekmekle doldurup onu umursamamaya devam ettiğimde hayvanını izlemeye döndü. "Sonra da Kılıç kendi kaplanıma beni öldürtür ama onurumu korumak için bunu göze alabilirim."
İki saat önce odamdan çekip giden aptal adamın ismini duymak gözlerimi devirmeme neden olmuştu. Küstah, kendini beğenmiş hasta!
"Neden yemeklerimi sen yapıyorsun?" diyerek konuyu değiştirdim ve bu çok da iyi sonuçlanmadı. Batın yan gözlerle ve sinsi tebessümle yüzüme bakarken "Ben değil, biz," dedi. "Kılıç, Valof ya da ben senin sadık köleleriniz prenses ve Kılıç güven sorunları olan bir adam."
Ağzımdaki lokma çamura dönüştü birden, çiğnemeyi kesip mide bulantımsan kurtulmayı bekledim.
"Ne demek bu?"
"Senin güvenliğin konusunda hassas diyelim," diyerek az evvelki cümlesini düzeltti.
"Batın o hasta biri farkındasın değil mi?"
Kaşlarının çatılışı ve aldığı derin soluk bunu reddedeceğini gösteriyordu ama o kollarını çözüp avuçlarını dizlerine çarparken yüz ifadesini düzeltti.
"Sanırım bir gün arkadaşınla evleneceğim," diyiverdi ve tam yutuyor bulunduğum lokma büyüdü, büyüdü ve beni boğmaya başladı. Batın öksürerek morardığım esnada avucunu sırtıma vurmakla meşguldü. Çok zor bir nefes aldım, az önce can çekişirken gözlerim dolduğu için ellerimin tersiyle ıslak Kirpiklerimi silerken "Sen ölmek mi istiyorsun?" diye sordum sesim çatlayarak.
Tavana bakmayı kesip yeniden burnumdan nefes alabildiğimde Batın bir cevap arar gibi yüzüme bakıyordu. "Ne cevap vereceğimi bilmiyorum."
"Cevap verme, retorik bir soruydu sersem."
"Erotik mi?" diye atıldı çatık kaşlarla. Onunla bu konuyu tartışmayacaktım. Tartışmayı hak eden sağlam bir konu halihazırda mevcuttu çünkü.
"Afelya da senin bir işgalci olduğunu düşünüyor Batın ve evlenmek istediği başka biri olduğunu düşünüyorum." Hakaret etmeden açıklayabildiğim için kendimi tebrik ettim ama kısa sürdü. Çünkü şaşkınlığım her geçen saniye artıyordu. Kızı en fazla üç kez görmüştü, bu resmen ayran gönüllülüktü, aklım almıyordu.
"Yanlış düşünüyorsun," dedi soğuk bir sesle önce. "Ve bir işgalci olduğumu düşünmüyor, bu akşam onu evine bırakan bendim, emin ol benimle ilgili fikirlerini paylaşması için kendisini yeteri kadar zorladım ve aralarında işgalci oluşum yoktu."
Önümdeki tepsiyi ittim çünkü bir lokma daha yersem muhtemelen bu konuşmanın gidişatı geri dönülemez şekilde boğulmama yol açacaktı.
"Seninle ilgili fikirleri ne peki?" Korkakça sordum çünkü Afelya'nın ne kadar yumuşak kalpli olduğunu bildiğim gibi son konuşmamızda da Kılıç'ın sistem değişikliği fikri dışında onu desteklemeye yatkın görünüyordu. Düşmanımdan dostumun fikirlerini öğrenecek olmak üzerime öyle bir ağırlık çökertti ki soluklarım ağırlaştı, nabzım durma noktasına geldiğinde Batın "Kendini beğenmiş bir sersem olduğumu düşünüyor ama işgalci olduğumu değil," diyerek bir nebze rahatlamamı sağladı. Bu gayet Afelya'lıktı işte.
"Seninle asla evlenmeyecek," diye mırıldanıp yerimden kalktım. Bu gece Kılıç yanımda olmayacaktı ve uyuyamayacağım için beni öyle uzun bir gece bekliyordu ki bahçeye inip kendimi meşgul edecek bir şey bulacaktım.
"Bana aşık olacak, bunu hissedebiliyorum." Batın'ın özgüveni Kılıç'ın hasta ruhuyla yarışırdı resmen. Batın'a dönüp bakmadım bile, kendini kandırmaya devam edebilirdi.
Kapım tıklatılmadan açıldığında dolabıma ilerleyen adımlarım dondu, görmeyi beklediğim kişi fikrini değiştiren Kılıç'tı gördüğümse aksak bacağı, yaralı koluyla tepsi tutarak odama giren Valof. Üzerine düşünmeden elindeki tepsiyi almaya gittim. Kapıdan geçerken verdiği uğraş beni bile yormuştu.
Odayı saran et kokusuyla yutkunup "Seni bu halde odama yollayan gaddar heriften hala nefret etmiyor musun? Şu haline bak!" diye haykırdım.
Huzursuz bakışları takip eden küçümseyici dudak büküşün ardından "Beni buraya kimse göndermedi, bu geç kalınmış bir teşekkür yemeği," diye homurdandı. Aksak adımlarla masaya doğru yürürken o, ben olduğum yerde kalmıştım. Teşekkür yemeği mi? En son benim yüzümden vurulduğunu savunup şiddetle beni suçluyordu.
"Geç kaldın Diken, ben çoktan karnını doyurdum."
Valof masanın kenarına tutunup tepeden bakışlarla yemek artıklarıma bakarken ifadesini tam göremesem bile tiksinir bakışları hissediliyordu.
"Kılıç kıza bu yemeği yedirdiğini görse seni Salta'ya geri gönderir."
Masaya varıp elimdeki demir tepsiyi diğerinin yanına bıraktığımda Batın göz kapakları gözlerinin yarısına kadar düşmüş halde Valof'a dik bakışlar atıyordu. "Saldır kızım," dedi hala yüzüne bakarak fakat biz Sipsi'yle konuştuğunu biliyorduk. Sipsi koşarak Valof'un yaralı bacağına tırmanıp omuzlarına yerleşirken ben de geri dönüp kendime bir hırka seçmeye gittim.
"Toksan geri götürebilirim."
Ona bakmadan "Hayır, bu gece uyumayacağım için ikinci bir akşam yemeği iyi oldu," dedim ve zorla da olsa "Teşekkür ederim," demeye zorladım kendimi.
Cevap vermedi.
"Neden uyumuyorsun?" diye sordu Batın ayağa kalkarak. Annemin örgü hırkasını üstüme geçirirken Kılıç'ın onlarla neler paylaştığını, sınırlarını merak ediyordum. Her gece benim odamda olduğunu biliyorlardı fakat nedenini biliyorlar mıydı, biliyorlarsa eğer bu gece Kılıç'ın neden olamayacağını bilmiyorlardı belli ki.
Omuz silktim yalnızca ve onları odamda bırakıp kapının köşesindeki hasır sepetimi alıp çıktım. Sabah banyodaki aynada sırtımın acısının neden kaynaklandığını görmüştüm, bir bebek yumruğu büyüklüğündeki çürük tenim iğrenç görünmüştü gözüme. O izi üzerimde taşırken onu neden hak ettiğimi bilmemek çıldırtıcıydı, acaba Kılıç yüzünün bir yanını tümüyle ele geçiren izleri taşırken böyle mi hissediyordu? Belki de o sebebini biliyordur.
Bahçede yapacak bir şeyler bulmak zordu, sırf ne yapacağımı bulmak için tüm bahçeyi, sarayın etrafını defalarca kez döndüm. Bazen beni kaçırmak için esen bazen bir ölüymüşüm gibi üzerimde donan rüzgarı hissederek beni nasıl bir gelecek beklediğini öğrenmek istiyordum.
Çok sevdiğim Altınlık Çarşısı'nda gezemediğim, odama hapsedildiğim, esaretim bittiğinde bile oradan çıkmaya cesaret edemeyeceğim bir dış dünya mıydı beni bekleyen?
Bahçede yalnızca iki saat oyalanabilmiştim. Odama döndüğümde el ve ayak bileğimdeki karnelyanların iplerini yenileyip yeniden takmıştım, üç yüz sayfalık bir roman bitirmiştim ve kahrolası kitabı kitaplığımda çok ama çok gizli bir yere kaldırmak zorunda kalmıştım. Afelya'nın benim için getirdiği kitapta öyle açıkça anlatılmış müstehcen sahneler vardı ki Kılıç ve iki dostunun görüp de benimle dalga geçmelerini göze alamazdım.
Odamı temizlemiş, Valof'un getirdiği soğuyan ikinci akşam yemeğimi yemiş, uzun bir duş almış hatta arşive kapanıp babamın benden gizlemeye bile gerek görmediği aşağılık icraatlerine dair kayıtlar bulmaya bile çalışmıştım. Yorulmuştum hem de çok fakat hiçbiri beni yalnız başıma uyutacak kadar etkileyemediğinden başım dönse de kulaklarım uğuldasa da uyumaya meylim bile yoktu, çok uykum olsa da.
Umurumda değildi, eğer anlaşmada onun bana değil ama benim ona dokunma özgürlüğüm varsa istediğim zaman yanına gitmekte de özgürdüm. Pekala, ona kendi isteğimle gidecektim ama onun kastettiği şekilde değil, sadece gidecektim işte. Kendimi yataktan iterek ayağa kaldırdım ve perili bir köşkün ürkünç koridorlarını andıran koridorlardan geçip yönetici odasına gitmeye koyuldum.
Siktiğimin saati 04.13'tü ve ben güneşin doğuşundan beri ayaktaydım. Hala bayılmamış olmam mucizeydi.
Odanın önündeki iki askerin yorgun bakışları beni görünce canlandı ve hiçbir şey sorup söylemeden kapı benim için açıldı.
Tamamen karanlık odaya bir gaz lambasıyla gelmem gerektiğini bilmiyordum. Bir mağarada yaşamak medeniyetten uzak bu sarayda yaşamakla eş değerdi kesinlikle.
Etrafımı göremiyor, geri dönemiyordum. Boş olduğunu tahmin ettiğim odaya doğru "Kılıç," diye seslendim. Bu kendimden utanmama sebep olsa da uykusuzluktan ölmemek için bir şeyler yapmak zorundaydım, ölümle ilgili daha iyi planlarım vardı ve böyle boş bir sebeple ölme fikri beni huzursuz ediyordu.
Ciğerlere dolan bir soluğun sesini duyduğumda karanlık sayesinde korkup sıçrayışımı kimseler görmedi. Etrafımda döndüm, ellerim belirsiz koyu gölgelerin arasında o soluğun sahibini aradı. Fakat soluğun sahibi elini belime doladığında tamamen sıçramıştım. Sıkıca dolanan el beni sabit tutup sırtımı göğsüne bastırmasa tavana bile çarpardım.
"Kılıç," dedim teyit etmek için. "Karnelyam," dedi gırtlaktan gelen bir sesle. Az evvel aldığı soluk işe yaramamış gibi saçlarımın örttüğü boynuma gömdüğü burnuyla derin bir nefes daha aldı. Bundan tiksinmeli, ona hakaret etmeli hatta onu suçlamalıydım. Sonuçta yaptığı şey tamamen uygunsuzdu, düşman dediğin boynuna gömülüp seni göğsüne bastırmazdı. Fakat ben başımı arkamdaki göğse yaslayıp onun için daha fazla yer açarak ne kadar berbat bir asker olduğumu ikimize de ispat etmiştim.
"Neden karanlıkta oturuyorsun?" Odada bizden başka biri olmadığına emindim fakat içeriyi boğan sessizliği bozmaktan korktuğum için fısıldayarak konuşmuştum. Eli biraz çekilip göbek deliğimin hemen altına yerleşti ve beni kendine itti. Eli öyle büyüktü ki baş parmağı göbek deliğimin üzerindeyken elinin diğer ucu mahrem yerime değiyor ve yanlış hissetmeme neden oluyordu.
"Oturmuyordum," dedi kulağıma ismimi söylerkenki sesiyle. Oda karla dolu bir tepeydi ve benim yüksek nefes seslerim üzerime bir çığ düşmesine neden oldu. Bir buz kütlesi bana çarptı Kılıç boynumdaki saçları çekip dudaklarını kulağımın arkasına bastırınca. Dudakları bir mühür gibi basılı kaldı orda ancak öpmedi, kıpırdamadan durmayı sürdürdü.
"Burada ne yapıyorsun?" diye sordum anlık cesaretle daha yüksek sesle.
"Seni düşünüyordum Nimfea." Dudakları konuşmak için hareket ettiğinde sözcükleri, nefesi siyah bir mürekkepmiş gibi boynuma kazındı.
Karnımın üzerindeki ele örttüm elimi, bir tehdit algılamış gibi soluk soluğa tutunacak dal, sığınacak liman arıyordum. Kılıç o tehlikenin kendisi değilmiş gibi beni kendine, kendini bana bastırdı ve kalçamda hissettiğim sertliği nefesimi tamamen tutmama neden oldu. Kıpırdayamadım, kaçmak istemediğim için fakat kaçmam gerektiği için mantığımla hormonlarımın girdiği savaş beni dondurmuştu. Aslında öyle hızlı bir çarpışmaydı ki delice hızlı dönen bir pervane gibi donuk görünüyorlardı ve bana da öyle yansıyordu.
Uyku yoksunluğu, hızla atan nabız, panik, içimi deşen kaos ve Kılıç'ın delici yakınlığı artık dayanılmaz olduğunda dizlerimin bağı çözüldü. Kılıç tutmasa yere yığılır ve oradan katiyen kalkamazdım. Lakin Kılıç bunu binlerce kez yapmış gibi paniklemeden, bocalamadan beni kucağına alıp havaya kaldırdığında karanlığa alışmış gözleriyle benim zar zor seçebildiğim deri yönetici koltuğuna ilerledi. Masanın köşesinden nazikçe dönerken, ayağıyla sandalyeyi geri itip oturabilmek için alan açarken ve beni kendine sıkı sıkı bastırıp otururken ben kanatacak kadar şiddetle dudağımı ısırıyordum. Esintili, çayırımsı erkek kokusundan ve uykusuzluktan ve belki biraz da elbise dolabımın rafından mideme inen konyaktan dolayı alev alev yandığımı hissediyordum. Kaçıp gitmek savunucusu asker son kez zihnimde haykırdı ve ben onu zihnimin çorak topraklarına gömüp canlı canlı ölüme terk ettim. DYK yakında bana onunla ilgili kişisel bir şeyler muhakkak soracaktı fakat adam resmen onunla ilgili planınımın bir kısmından haberdar olduğu için benden uzaklaşıyordu. Her şey planım içindi sonuçta...
"Neden geldin Karnelyam?" diye sordu beni tutmaya devam etse de geri yaslanarak. Omzum göğsüne yaslıyken bile benden uzakmış gibi hissedip huzursuzlandım.
"Uyuyamadım."
"Benden uyku ilacı istemeye mi geldin?" Günah gibi sesi odanın günahları gizleyen karanlığında bile ateş böceği gibi dikkat çekiyordu. Boğuk hırıltısına rağmen sözleri alaycıydı, bacağımı iten sertliğine rağmen. Karanlık... Lanet karanlık zihnimi günaha davet etmekle öyle meşguldü ki cevap bulamıyordum.
"Hayır," diyebildim sonunda. "Yanına gelmek istedim."
"Neden?" Karanlıkta beni izlediğini, beni görebildiğini biliyordum. Gözlerim karanlığa onu görebilecek kadar alışmıştı fakat dönüp ona bakamıyordum. Onu çiğneyerek kucağında ona dönerken baldırlarım altında ezilen sertliği göğsüme batıyormuş gibi irkilmeme sebep oldu. Kılıç'ın inleyerek verdiği soluk öyle edepsizdi ki acı ve zevkin onu boğduğunu duyabiliyordum. Acı verebilirdim, elimde canını yakabilecek bir şeyler olması tahrik ediciydi. Ve kendimi güvende hissettiriyordu bu.
"Anlaşma," dedim kışkırtıcı şekilde. "Sana istediğim zaman dokunabilirim, maddelere uyuyorum."
Elleri kalçalarımın üzerine kondu ama sırtını koltuktan ayırıp bana yaklaşmadı. Bana güvenmiyordu.
"İstediğin bu mu?"
Omuzlarını tutup ona yaklaştım ve üzerinde her zaman giydiği açık renk tuniklerin yerine siyah üniforması olduğunu fark ettim. Kalçamı bacaklarına sürtüp karnına yaklaştım iyice. "Evet," dedim fısıltıyla. "O adamlarla ilgileneceğini söylemiştin, bunu yaptın mı?"
Kimi, neyi kastettiğimi anladığını biliyordum. Sırtımdaki izin sahibi ya da sahipleriydi anladığı. Titrek nefesi kulağımı ve kasıklarımı gıdıklayınca öfke mi arzu mu onu ürpertti bilemiyordum. Elleri kalça kemiklerimden tutup sertliğine bastırırken kulağıma değen dudaklarından "İkisiyle de hak ettikleri gibi ilgilendim Karnelyam," sözleri döküldü. Bunun ne kadar berbat olduğunu idrak edecek durumda olmadığım için şanslıydım. Başımı dudaklarına çevirip dudaklarımı onların karşısına aldım. "Güvenini kazanmak istiyorum," dedim dudaklarım dudaklarına çaresizce değerken.
"Bana güvendiğinde bu olacak." Sert dudakları dudaklarımı itiyordu sanki. Eğer beni şimdi öpecek olsaydı ona karşılık verirdim, onu durdurmaz, devam etmesi için yalvarırdım fakat öpücüğü o başlatmazsa bunu asla ben yapamazdım. "Sana nasıl güvenebilirim ki?" Bu mantıklı sorunun dudaklarımdan çıkışı otomatikti, zihnim mantıklı düşünecek durumda değildi keza.
"Birine nasıl güvenebilirsin Karnelyam?" Sanki dudaklarıma karşı koyamamaktan korkar gibi onları kulağıma geri döndürdü. Başımı istemsizce o dudaklara eğdim.
"Yalanlar ortadan kalktığında," diye mantık yürüttüm ısısıyla mayışarak, zaten karanlıkken gözlerimi açık tutmamın bir anlamı yoktu, kapattım. "Sırlarımı saklayabildiğinde," diye devam ettim başımı alnına yaslayarak. Yanımda nefes alan bir canlı olmadan uyuyamazdım, nefesi tam yanı başımdaydı. "Eline bir hançer verip ona sırtımı dönebildiğimde."
Kasıklarımı sızlatan arzunun yerini mayhoş bir sızı almıştı, bedenim bir külçe gibiydi fakat pamuksu bulutlar beni minik bir zerreymişim gibi kolaylıkla taşıyordu. Kılıç bu ani çarpan uyku halimi anlamış gibi başımı omzuna yaslayıp diğer kolunu gövdeme sarmış, kendini bana bir dinlenme yeri yapmıştı.
"Onu sevebildiğimde," dedim uyku dilimi henüz uyuşturmamışken.
🕑
Toplantı salonu bir kovan gibiydi. Bakanların bazıları oturup masanın üzerinden birbirleri ile konuşuyor, bazıları odada karamsar ruh hallerini yansıtan voltalar atıyor, birtakımları camın önünde manzarayı izler gibi dönüp kendi içlerini seyrediyordu. En az yirmi kişilik bir siyasetçi grubunun arasında olmama anlam veremiyordum, bir başkanın kızıyken bile bu kadar siyasetçiyi bir arada görmemiştim.
Yönetici odasında Kılıç'ın biraz olsun gevşememiş kolları arasında uyandığımda gün ağarmıştı. Sanki bir sarhoşun rezil anıları gibi adama ettiğim her kelime, ona sürtündüğüm her an birer balyoz gibi göğsüme çarptığı için o ayılıştan sonra bir daha uyuyamamış, utançtan gözlerim dolu dolu sabah soğuğunda etrafı dolanmıştım. Odadan kaçar gibi giderken Kılıç'ın tek kelime dahi etmemiş olması iyi miydi yoksa avcuna düşmüş bir sinek gibi beni tek bir hamleyle öldürebileceğini biliyor muydu? Peki ya bu doğru muydu? Uyanıp kıpırdandığımda başını geri atıp yüzümü ne denli büyük bir dikkatle izlediğini görmek, yalnızca bu küçük bir dikkat beni teşhir edilmiş gibi hissettirmişti. Ve onun dikkati tam yirmi yedi senedir benim üzerimdeydi. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Hayatıma mucize beklerken yıkımla başa çıkmak... Bu benim hayatımın mümkünüydü.
"Sayın Mahver," diye kulağıma yaklaşan kırışık yüz beni kendime getirdi. Bünyam Buhran'ın daima sinsi bir yüzü ve tavrı olurdu. Sessizce konuşmaya devam etmesini bekledim. "Sayın Karma," diye ekledi tane tane. "Bu daha doğru sanırım."
Sandalyede kıpırdanıp dirseklerimi masaya yasladım. Kılıç beni buraya çağırtıp kendisi hangi cehennemde yanıyordu?
"Nikaha çağırılmamış olmayı kişisel algılamalı mıyım?"
Dümdüz masaya bakarken ellerimi önümde bağlayıp onları izlemeyi cazip hale getirdim, yanındaki yüzden daha cazip olduğu kesindi.
"Sadede gelmelisiniz Sayın Buhran, bana söylemek istediğiniz bir şey var değil mi?"
Yanağıma doğru çarptı keskin nefesi, yan gözlerle çenesini sıktığını, dudaklarının bastırılmaktan bembeyaz kesildiğini görebiliyordum.
"Babanızın nerede olduğuna dair bildiklerinize ihtiyacım var." Bu konuda onun kadar sıfırdım, tepki vermeye gerek görmediğimde ısrarla devam etti. "Bizi bu kaosun içinden kurtarmak için ondan almam gereken birkaç şey var. Bence bu kaostan siz de memnun değilsiniz, öyle değil mi?" Ona bakmamaya devam ettim.
"Ya da memnunsunuzdur," dedi ani öfkesi sert bir fısıltıyla parlarken. "Bir kralın yanında yerinizi çoktan aldınız sonuçta değil mi? Bir kadın olmanın her zaman artıları vardır, bunu kaybetmek istemezseniz anlarım tabi fakat biraz olsun ülkenizi düşünürseniz neler olacağını tahayyül edebilirsiniz."
Derin ve yorgun bir nefes aldım, etraftaki kaotik insan sesine rağmen onun üzerimdeki öfkeli ilgisi midemi ekşitti.
"Bulunduğunuz imayı açıkça söyleyin. Sadede gelin derken ciddiydim."
Öfkeyle geri yaslanıp benden uzaklaşmasıyla temiz bir hava aldım fakat daha öfkeli ve kaynayan tiksintisiyle bana bir kez daha eğildiğinde biçimsiz eli bağlı parmaklarımın üzerine çöktü. " Kralların olduğu yerde kadınlar kralın en gözde fahişesi olabilmek için yarışır. Gördüğüm kadarıyla şimdilik en gözdesi sizsiniz." Avcunun nemini doğrudan hissettiğimde kusmamak için iki kez yutkundum üst üste. Kılıç, Seryum'a adım attığından beri fahişe olarak mimlendiğimle yüzleştim bir an ve gözlerimi kırpıştırıp duygudan yoksun maskemi yerleştirdim yüzüme.
"O yerde sizin mi gözünüz vardı Bay Buhran?" Yapmacık bir üzüntüyle dudak büktüm. Omuz silkerken "Yerimi size devretmeye her zaman hazırım," diyordum. Delirtecek kadar sahte bir masumlukla güldüm öfkeden boğulur gibi rengi çekilen yüzüne. Fahileşelerle ne derdi vardı bunların?
"Neler olabileceğini anlamıyorsun değil mi? Babanın zekanı küçümsediği kadar varmışsın DYK Gelini. Bu saray dışındaki dünyaya dair bir sikim bilmediğin o mimikten yoksun yüzünden bile belli. Bu sarayın varaklı odalarından ayrılmamak için işgalcinin altına yatmanı belki de baban istemiştir senden. Keskin Karma kiminle evlendiğini bilse kahrolurdu." Bir an duraksadığında ben çoktan donmuştum. "Ya da belki babanız onun yanındadır," diye sürdürdü konuşmasını. Az evvelki hararetin izleri varsa da kendi yoktu. "Sizin ani evliliğiniz, ordumuzun bir kısmının Keskin Karma emrine girip ortadan yok olması babanızın bir planıydı belki. Ve belki de babasının itaatkar kızı şimdi o planın bir parçası olarak burada oturuyordur." Sırtını geri yaslayıp gevşek bir tavırla olduğu yerden izlemeye başladı beni. Düşüncelerinin ne kadar harika olduğunu düşündüğü ve tam on ikiden vurduğunu sandığı belliydi. Ahmak kertenkele. İğrenç bir ahlaksızlık örneği bile olsa babamın eğer bir planı varsa beni dahil etmiş olmasını isterdim, benim de haberim varken.
"Yanılıyorsunuz," diyebildim yalnızca.
Onu öldürmemden korkan beynim içimdeki her türlü hayati organdan arınmış beni ölü bir hayvan gibi doldurmuş, dondurmuştu. Madden burada olduğum çok açıktı fakat manen zihnim beni hapsetmişti. Yanımda öfkeli bir boğa gibi soluyan burnu kırmak için boğucu bir istekle boğuştum. Nabzım hızlansa da soluklarım milim sapmadı.
Ellerimle elini silkelediğim esnada Kılıç'ın odaya dolan varlığı tüm sesi kesmeden ve odağı zerrelerine çekmeden önce "Nazik yollardan anlamadığınızı öğrenmiş oldum," diyerek mırıldandığını yalnızca ben duymuştum. "Bu işi başka türlü çözeceğimden emin oldum. Sayın Karma." 🕑
"Bu akşam Mars benimle bir şey konuşmak istediğini söyledi," diye konuştu Afelya garip bir heyecanla. Bir konuda ondan uzun süredir şüpheleniyordum fakat şüphelerimi gidermek için ikimiz de hiçbir şey yapmıyorduk. Saraya babasından gizli geldiği belliydi, odama bile girmemiş beni özel ilgi isteyen çiçeklerimi sularken yakalamıştı.
Ellerim kirlenmese de silkeleyip önüme baktım ona karşılık vermeden önce. "Ne hakkında konuşmak istediğini söylemedi mi?"
Başını iki yana sallarken hülyalı bakışları göğe yükselmişti.
"Senin bir fikrin var mı peki?"
Sanki yetişkin işlerinden anlamayan küçük bir kızmışım gibi bir gülüş ve baş eğişle manidar bakışlar attı yüzüme. Yetişkin işlerini gereğinden iyi anlasam da o dürüstçe benimle hislerini paylaşana kadar sesimi çıkarmayacaktım.
"Kolyen çok güzelmiş," dedim gümüş kolyenin ucundaki tek bir inciyi nazikçe kavrayarak. Yüzü manidar ve hülyalı ifadeden arınıp saf samimiyete geçtiği anda eli ensesine gitmişti. "Beğenmene sevindim Karnelkuşum," derken çıkardığı kolyeyi benim boynuma yerleştirmeye çalışıyordu.
Şiddetli itirazlarla ondan uzaklaşırken "Kolyeni sevdim çünkü sana yakışıyor Afelya, bana vermeni istemiyorum," diyerek kaçtım. Fakat ısrarcı arkadaşım bir keçiyle yarışır inadıyla tüm kaçış yollarımı kapatıp saçlarımı omzumda toplamayı başarmıştı.
"Sana daha çok yakışacak Karnelyan, zırlamayı kes de şunu takayım."
"Böyle nazik bir hareketi böylesi kaba bir tavırla yapman hayranlık uyandırcı." Gözlerimi devirmeme gülerken takmış olduğu kolyeyi boynumda izledi memnun bakışlarla. Şakağıma yapıştırdığı ıslak öpücüğü hızla sildim teşekkür ederken.
"Bu kolyeyle ilgili bir itirafım var," dedi koluma girip beni yürütürken. Gitmesi gerektiğini biliyordum, babası iyi bir baba olduğu kadar otoriteyle kafayı bozmuşken buraya gelebildiği gibi hızla geri dönmeliydi Bahran Ars'la arasını bozmamak için.
"Büyülü bir kolye ve ondan kurtulamadığın için lanetini bana verdin değil mi Afelya." Onaylamaz baş sallayışlarla süzdüm onu. "Kolyeyi çıkarırken neden o kadar acele ettiğin belli oldu, bana taktığında gözlerin parlıyordu resmen kurtulduğun için."
"Hasta zihnini masadan çekersen gerçekleri anlatacağım ucube," dedi aslında mantığa yatkın komik sözlerime. Ne gaddar bir kadın.
Sonunda hasta zihnimi masadan çektiğime karar verip anlatmaya başladı. "O kolyeyi geçen yaz Serenyum'dan almıştım. Sahildeki stantları karıştırırken görmüştüm ama öyle hemen değil," diye ekledi bir saniye gözlerime bakarak. "Stanttaki her takıyı tek tek incelemiştim resmen ve onu biraz geç gördüğümde şaşırmıştım bile. Çok güzeldi çünkü, bana nasıl yakıştığını da az önce gördün." Kendine olan hayranlığının şaka olduğunu anlamam için omzuyla omzumu dürttü kıkırtıyla. "Nedense çok güzel olsa bile tek bir incinin biraz eksik hissettirdiğini düşündüm. Galiba o yüzden hemen dikkatimi çekmemişti. Yani inci kolye dediğinde senin de aklına sıra sıra incilerin olduğu bir kolye gelmiyor mu? İnci gibi dişler deyiminde bile dişler yan yana olduğu için bu böyle, ve tabii bir de parlak."
"Felsefe yerine tarih öğretmenliği olmamalıydı," diye huysuzlaştım. Sadede gelinmeden önceki laflar nefes darlığına yol açıyordu bende.
Gözlerini devirip beni küçümser gibi bakınca dudaklarımı büzdüm suçlu olduğum için. Devam etmeden önce bana hakaret mırıldanmasına ses çıkarmadım.
"Yani demem o ki sabırsız cadı, kolyenin bana, biraz düşündükten sonra seni anımsattığını anladım. Yalnızken de çok güzelsin, tabiatın güzel ve ilk seferde görülmeyi hak ediyorsun ama yanında seni tamamlayacak birileri olduğunda gerçek doğan ortaya çıkacak gibi."
Henüz çıktığını düşünmüyordu...
"O birileri sen ve Mars, siz beni tamamlayan iyi arkadaşlarsınız."
"Bizden bahsetmiyorum, sen sanki savaşçı olmaya zorlanmış barış timsali gibisin bana sorarsan. Eşsiz bırakılmış angut kuşu gibi... Hayat seni olmadığın biri olmaya zorlamış gibi ve olmaman gereken şey ya da yer yalnızlık." Yalnız olduğumu hissetsem de yalnız olduğumun düşünülmesi hüzünlü hissettirmişti." Yani aşk Karnelyan, senin aşkla tamamlanacağını öyle derinden hissediyorum ki, bazen işten izin alıp dünyayı dolaşmak, onu senin için bulup karşına çıkarmak istiyorum."
Bu konuda söylenecek çok şey vardı ancak ben tek bir şey söyleyebildim. "Bu mümkün olsa senin için aynısını yapardım Afelya."
"Bilmez miyim?" diye mırıldandı. Bu inanmamanın sessizliği değildi, o kendimi feda etmeye ne kadar yatkın olduğumu bildiği için böyle sessizce ve hoşnutsuzca mırıldanıyordu. Düşününce dünyada beni en iyi tanıyan kişiydi o, benim dünya tarafından bencil bir şımarık olduğum düşünülürken o fedakarlığın dozunu kaçıran bir sersem olduğumu haykırırdı. Güzeldi tabii, birinin beni iyi tanıması harikaydı fakat bu bir kişi olmamalıydı. Anne babalar çocuklarını iyi tanımalıydılar mesela ve insanlar dünya tarafından siyah ve beyaz kadar keskin zıtlıkta yanlış tanınmamalıydı.
"Mars'la konuştuktan sonra gelmeye çalışacağım," dedi birden heyecanla. "Eğer akşam gelemezsem yarın gelirim. Seni haberdar edeceğim."
🕑
Belki bir saate tan yeri ağaracak, insanlar yavaştan uyanacak, hayatlarına kaldığı yerden devam edecekti ancak ben henüz bir dakika için bile olsa uykuya dalamamıştım. Kılıç'ın yanına yeniden gitmemek için öyle devasa irade gücü kullanmam gerekmişti ki bu savaş hali tetikte hissetmeme neden olduğu için uyku her koşulda benden çok uzaktı. Fakat ne anlamı vardı ki, zaten avcunun içindeydim ve buna rağmen hala onun fikirlerini yok etmek için verdiğim karar olduğu gibi kafamın içinde yankılanıyordu. Daha fazla uykusuz kalamazdım.
Üzerime hırkalarımdan birini geçirmeden kapımı açmamla şaşkınlıktan kelime edememiş kapı önü nöbetçilerimi geçip merdivenleri tırmanmaya giriştim. Loş ve ürkütücü koridorlarda hiçbir şeyi görmüyordu gözüm çünkü bugün yalnızca birkaç saat uyuduğum düşünülürse görme yetimi kaybetmiş bile olabilirdim.
Babamın kaçıp gitmeden önce kaldığı odanın kapısında dikildim fakat kendime düşünmek için fırsat verirsem bu uykusuzluktan ölen ilk kişi olmamla sonuçlanabilirdi. Kapıyı önce yavaşça tıklattım. Hiçbir tepki, hareket, karşılık yoktu. Boş koridoru çınlatacak kadar sert vuruşlara geçerken Kılıç'ın dün geceki gibi yönetici odasında olma ihtimalini akıl edebilmiştim. Dönüp gitmek için harekete geçtiğim esnada sertçe açılan kapıdan darmadağın haldeki Batın bana bakmaya başlamıştı.
"Senin burada ne işin var bu saatte?" diye sordum saklayamacağım kadar sert çarpan bir şaşkınlıkla.
Uykudan şişmiş olan gözler kısıkken şimdi öfkeden daha da kısıktı. "Bu soruyu sence de benim sormam gerekmez mi Karnelyan? Kahrolası aklını mı kaçırdın?"
Onu uykusundan şiddetli bir gürültüyle uyandırdığım için bana bağırmasına ses etmeyecektim. Üzerinde açık renk müslin kumaştan bir uyku tuniği vardı ve aynı kumaş ile renge sahip rahat bir pantolon. Onu ilk kez siyahların dışında bir renkle görüyordum ve sarımsı teniyle uyumlu üzerindeki açık renk onu olduğundan daha masum, çocuksu gösteriyordu. Bunda uyku mahmurluğunun da etkisi olduğuna emindim.
"Burası kral ve kraliçenin süitiydi, Kılıç'ın burada kalacağını düşünmüştüm. Nerede o?"
Elleri yüzünü kuvvet uygulayarak sıvazlarken ellerinin arasından "O kas kafalı herifi görmek için beni uykumdan uyandırdığına inanamıyorum," diye söyleniyordu. "Nerede olduğu umurumda değil acil bir sorunun mu var yoksa uykuma devam etmem için ortadan kaybolabilir misin?"
"O bu odada kalmıyor mu? Babamın odası," dedim fakat düzeltme ihtiyacıyla "Anne babasının odasıydı bu oda. Neden sen kalıyorsun?" diye devam ettim cümleme.
"Karnelyan." Yorgunluk ve öfkeyle kapının kirişine yasladı başını. "Sohbet edecek birini mi arıyorsun bu saatte gerçekten?"
Bu gerçek bir soru değildi. Ben de cevap vermek yerine "Odama gelip ben uyuyana kadar başımda beklemen gerek. Nefeslerim ağırlaştıktan, uykuya daldığımdan emin olduktan sonra sen de uykuna geri dönebilirsin," dedim bir çırpıda. Madem yemeklerimi bile elleriyle yapacak kadar ilgiliydiler o zaman uykumla da ilgileneceklerdi. Aslında karşımda Kılıç yerine Batın olmasına öyle rahatlamıştım ki o öfkeyle burnundan solurken ben rahat bir nefes aldığımı fark etmiştim.
"Hadi bakalım koca oğlan, takıl peşime."
Odama yürümek için harekete geçtim hemen. Dün geceki arsızlığımdan sonra Kılıç'la neredeyse hiç konuşmamıştım, odama gelmemiş, gelmeyeceğinin haberini dahi vermemişti. Artık uyumam için bana gelmek yerine ona gitmemi beklerse ne yapardım şu an düşünemiyordum bile. İmzaladığımız anlaşmanın hiçbir anlamı kalmamıştı.
"Uyanmama zaten birkaç saat vardı prenses, biraz daha uykusuz kalamaz mıydın?" Arkamdan gelen sesi esnediği için zor anlaşılıyordu. Ölüm sessizliği çökmüş saray koridorlarını çınlatan sesi yakından geldiği için sorgusuzca peşimden geldiğini de anlamıştım. "En azından birimizin uykusunu almış olması fikri neden sana daha mantıklı gelmedi acaba. Gün geçtikçe talepkar bir cadı olduğunu düşünüyorum." Yeni bir esneme dalgası sözlerini bulandırdı. Koşar adım yürüyordum uykunun kollarına atlamak için, Batın hızıma büyük adımlar atarak yetişiyordu.
Az evvelki konuşmasını odaya girdiğimizde de sürdürmeye devam etti. "Gerçi dünya üzerinde senin talepkar bir cadı olmandan memnun olacak bir Kılıç Kül Seryum varken sana bu konuda eğitim de veremem. O cehennemlik herif senin için şehri yerinden oynatabilecekken şimdi niye burada değil bunu da anlamıyorum. Yarın onu öyle bir benzeteceğim ki kral olduğunda bile yüzünde yumruklarımın izi olacak."
Söyledikleri ruhumu öyle rahatsız ediyordu ki nefes bile almadan tepkisiz kalmaya çalışıyordum. Duvar şamdanlarının mumlarını hızlıca üfleyerek yatağa doğru yaklaşıyordu.
"Yatağına geç çabuk," diye çıkıştı Kılıç'ın sandalyesini gürültülüyle çekip otururken. Çok da haklı olmadığım için dediğini yapıp örtüyü çenemin altına kadar çekmiştim hemen.
"Kılıç'ın kızlarını uyutmak için mi geldim buraya?" diye isyan etti. "Kocaman bir orduyu yönetiyorum ama yine de iki küçük cadıyı uyutma işi bana kalıyor."
Homurdanıp dururken göğün rengi açılmaya, odayı inceden aydınlatmaya başlamıştı. Ellerini göbeğinde bağlayıp çenesini boynuna eğmişti Batın ve gözlerinin kapalı olduğuna emindim. Burada uyumaması gerekiyordu, Kılıç aşağılık biri olabilirdi ama odamda uyumadığına emindim. Alnına vurup onu kaldırmak için yaklaştığımda sol kulağının tepesindeki eksikliği görmüştüm. Olduğum yerde donup kaldığımda tepesi içeri doğru bir üçgen halindeki kulağına bakıyordum.
"Kulağına ne oldu?" diye sordum nazikçe, gizlenmesi gereken bir cevabı varmış gibi fısıltıyla. Gözlerini açıp beni donmuş halde gördüğünde "Yatağına geç," diye homurdandı, rahatsız olmuştu. Dediğini yapıp yatağıma geçtiğimde "Uyu Karnelyan yoksa odama gidip bunu ben yapacağım."
"Anlatırsan uyurum."
"Sana hikaye anlatmaya gelmedim buraya, kapat gözlerini hemen."
"Uyursam bana kulağına ne olduğunu anlatacak mısın?"
Gözlerimi dediği gibi kapatmadığım için derin bir soluk alarak kaldırdığı çenesini, cama odaklanan bakışlarını gördüm. "Sonra," dedi yorgunca.
Bir süre hikayesi aramızda anlatılmayı bekleyerek asılı kaldı, birimiz uzanıp almaya cesaret edemedi. Gözlerimi kapatsam bile hikayenin ağırlığı üzerimdeki örtünün yünlü kumaşından içime işliyordu. Dayanamayıp "Kesilmiş gibi görünüyor, doğuştan değil, değil mi?" diye sormuştum. Batın'ın bıkkın soluğuyla gözlerimi açtım hemen. Avuçlarını dizlerine çarpıp ayağa kalkarken sandalye geriye doğru yalpalayıp zeminde tıkırdadı. "Gidip Kılıç'ı bulmanın vakti geldi, gözlerini kapat ve bekle," dedi çocuk azarlar gibi ve oyalanmadan bir hışımla kapıdan çıkıp gitti. Öyle ki kapıyı kapatmaya bile tenezzül etmemiş kapının önündeki asker bu işi devralmıştı.
Kılıç'ın gelmeme ihtimali vardı fakat gelirse de bu konu hakkında ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Hislerin en iğrenci kaygı tam midemin orta yerine aylak bir inek gibi çöktüğü için yutkunduğum tükürük bile midemin kapaklarından zor sığıyordu. Sinirle sırt üstü çevirdim kendimi ve soluk tavanı izledim görebildiğim kadar. Yapacak hiçbir şeyim yoktu, bir tane bile. Karşı koymak, savaşmak, taraf değiştirmek, sıcak bakmak, üstüne düşünmek ve biraz olsun ılımlı bakmak. Yalnızca tavanı izleyerek geçen günlerdi sanki hayatım.
Ne kadar süre geçtiğini kestiremedim, zihnim beslenemediği için işlevini layığıyla yerine getiremiyordu. Ki sonunda oldukça sessizce açılan kapıdan girene döndürdüm bedenimi ve gündüzleri gün gibi aydınlık gezen Kılıç'ın geceden siyah üniformasıyla odamı dolduruşuna yasladım bulanık görüşümü.
Ağır ve geniş adımlar süzülür gibi onu bana yaklaştırırken her türlü karanlıkta onu görmeme yeten bir aydınlıkla uykumun yakınlarda olduğunu gösteriyordu bana.
Batın'ın kalktığı sandalyeyi çekip oturdu, yorgun ve ağır solukları bir ninni gibi zihnimde esmeye başladı hemen.
"Bana gelmeliydin," dedi sessizce.
"Sen neden gelmedin?"
"Gelmemi istesen gelirdim Karnelyam," dedi dirsekleriyle dizlerine yaslanarak. "Hep gelirim."
"Neden uyumadın?" diye sordum bu kez.
"Çünkü sen uyumadın."
Kızgın, ateş gibi bir soluk verdim burnumdan. Kaşlarımı çatsam da yanağım ve yastık arasında sıkışan elim küçük bir yumruğa dönüşüp etimi itince daha da artan öfkemle yerimde doğruldum. Kılıç hiçbir ifade olmadan bakıyordu yüzüme, oda lacivert görünüyorken adam karanlıktaki bir avcı gibi beni süzüyordu.
"Uyuyamadım çünkü yanımda olmadan uyuyamayacağımı biliyorsun!" Henüz gün doğmadan gün gibi açıktı öfkem. "Sana güvenmemi istiyorsun ama uyuyamayacağımı bile bile beni yalnız bırakıyorsun. Üstelik Ahmak Kafa Batın da bir soru sordum diye kalkıp gitti. Bir beş dakika dayansa uyurdum zaten."
Kılıç yerinden kalktı aramızdaki yarım adımlık mesafeyi kapatıp yatakta yanıma oturdu ve ben hala konuşurken kolları gövdemi yatar pozisyona getirdi nazik davranışlarla.
"Sana güvenmediğim sürece bana güvenemezmişmişmişsin! Nasıl güveneceğim daha uyku bile uyuyamıyorum ki! Artık yemeklerimi de kes tam olsun. Seni acımasız aşağılık! Sırf sana geleyim diye ciğerimdeki soluğa da el koyarsın değil mi?"
Bağcıkları bağlı olmayan postallarını ayaklarının ucuyla itip yatağa çekmişti ve beni de zorla göğsüne yatırmıştı. Yanağımı göğsünde çevirip aynı yere başımın arkasını yerleştirdim biraz sertçe, hareketim ciğerlerinin devinimini bir saniye kadar kesmişti. Tavana bakıp başımın altındaki adam oradaymış gibi zehrimi akıtmaya devam ettim.
"Asıl sen bana güvenmezsen ben de sana güvenmeyeceğim. Göreceksin, güvenimi kazanmak için akla karayı seçeceksin. Diz çöküp yalvaracaksın ama ben güvenecek miyim bakalım?"
Eli alnıma kondu sanki hararet yapmış bir makineyi avutmak ister gibi. Saçlarımı geri atarken okşayarak "Sana nasıl gelirsem bana öyle geleceksin değil mi?" diyerek bilmem kaç gün öncesini -uykusuzluk tarih kavramını takibi zorlaştırıyordu- bana hatırlatıyordu. Bir günahkarın şuh sesi bir uykusuz için zor bir savaştı.
"Aynen öyle, sen bana gelmedin ve ben de sana gelmeyeceğim. Uyumayacağım, yemek de yemeyeceğim öleyim de sonunda şu sikik dünya derdim olmaktan çıksın," dedim ancak bir yerden sonra adamın büyük elleri alnımdan kopup ağzıma kapanmıştı. Yüzümü kapatacak kadar geniş eli altında konuşmaya çalıştım, eli itip devam etmek için vahşi bir istek duyuyordum fakat yaslandığı yatak başlığından ayrılıp göğsüne, bana doğru eğilip "Bir daha o kelimeyi kendin için kullanırsan cezan önceki kadar masum olmaz Karnelyam," diye uyardı keskin bir dille.
Tüylerimi diken diken eden, içimi ürperten, saç diplerime kadar yayılan anlık bir titreme yaratan sözlerinin üzerine gözlerimi kırpıştırdım ve sonunda onları tamamen örttüm. Eli hala yüzümdeydi, beni biliyordu fakat çok iyi tanımıyordu o yüzden tehdidini anlayıp anlamadığımdan emin olamıyordu. Anlamıştım hem de gayet iyi.
Elini bu kez daha nazik ve daha kararlı ittim, karşı koymadan büyük elini alnım ve saçlarım arasında yerleştirdi tekrar.
"Sikik kelimesini mi?" diye sordum sinsice. Bu olmadığını biliyordum ama uykusuz kalmamın sebebi o olduğu için onu zorlamak istiyordum. "Eğer öyleyse küfür etmeme karışamazsın, ben bir küfür bağımlısıyım."
Başımın altındaki beden hafifçe sallandığında güldüğünü anlamıştım. "Seni küfürlerinden koparacak kadar acımasız değilim."
Sadece o kadar acımasız değildi işte, aslında hayatımı mahvedecek kadar acımasız olduğunu söylememek için dilimi ısırdım çünkü bu cümlenin sonu bir kavgayla onu odamdan kovmama ve benim uykusuz kalmama çıkardı.
"Dert mi? Bu kelimeyi mi söylemeyecektim?"
Bıkkın nefesi saçlarıma karıştı, eli altındaki saçları hafifçe çekti uyarı mahiyetinde. Başımı midesine itip canı acısın diye iyice bastırdım.
"Seni susturamayacağımı mı sanıyorsun?" Sesinin keskinliği içimde yeşeren fidanları kesti, gözlerimi kırpıştırdım ve sonunda onları yeniden kapattım.
"Ölmek mi?" diye sordum arsızca, onun tehdidini dikkate almayarak. "Hani öleyim dedim ya, o kelime mi?"
Fakat sanırım ipin ucunu böylece kaçırmıştım. Saniyeler içinde altımdaki bedenin yerini Kılıç'ın sert eli ve yatak aldığında üstüme çıkan Kılıç kaçmamam için bir diziyle bacaklarımı sabit tutuyordu. "Seni uyardım." Sesi tehditkar değildi ancak ondan her şeyi beklemeliydim.
"Sanırım artık yeni bir bağımlılığın var Nimfea. Beni bile bile dikkate almadığına göre ceza bağımlısısın." Cümleleri çok ama çok yanlıştı, hür bir yetişkinle böyle konuşmamalıydı ancak sesi tam da hür bir yetişkinle konuşur gibi ahlaksızdı.
Ellerim göğsünü itmekle cebelleşirken yüzü yüzümün santimler uzağında alevler saçıyordu. Göğsümün ortasına bir yıldırım düşmüştü ve içimde cızırdayarak enerji saçıyordu. Bu hissi biliyordum, bu noktada hormonlarım irademe galip gelirdi ve ben eğer tehditle beni susturan Kılıç tarafından öpülürsem buna karşılık verirdim. İşte o zaman herkesin iddia ettiği o kişi olurdum, kralın en gözde fahişesi.
Bu düşünce içime yeni bir yıldırım düşürdü ve öyle sarsıldım ki tiksinti dolarak Kılıç'ı üstümden atmaya çalıştım. Ruh halimin değişimini anında fark eden adam sakinleşmem için alnını alnıma yasladı, gözlerini kapatmıştı kendini geri adım atmaya zorlar gibi.
"Uyu Nimfea ve bir daha o kelimeyi kullanma."
|
0% |