@almelia
|
Kılıç'ın hasta zihni şaşırtıcı bir biçimde beni defaatle şaşırtmaya devam ediyordu.
Ondan istediğim mucizenin üzerinden yalnızca bir gün geçmişti ki odama dalıp yemeğimi yememi ve bahçeye inmemi emrettikten hemen sonra isteğimi gerçekleştireceğini vaat etmişti. Bahçede ne bulmayı beklediğimi bilmiyordum ancak kesinlikle bir Kılıç ustası ve dövüşçüsü beklemiyordum. Çenemin neredeyse adem elmama kadar düşmüş olduğunu gören usta öğreticim ciddi bir azarlama ile beni kendime getirmiş ve elime hızla bir tahta Kılıç tutuşturmuştu. Dur durak bilmeden konuşan yaşlı lakin çevik adam soru sormama, gidip Kılıç'a hesap sormama müsaade etmeden saatlerce çamura batmama, sevdiğim ceketimden olmama rağmen beni salmamıştı.
Uyuyakaldığım küvette ağrılı vücudumla doğrulurken aynanın önündeki mermere yerleştirilen cam vazoyu ve içerisindeki üç adet, her biri farklı renkte olan gülleri izliyordum. Kılıç'ın banyomdan fırlar gibi çıkıp beni yarı çıplak yakaladığı gün bıraktığı gülleri...
Bana nasıl gelirse ona öyle gitmemi istiyordu, bu güllerin anlamı buydu. Benden beklediğinin renkli çiçekler olmadığını biliyordum, Kılıç onun beni her an düşündüğü gibi düşünmemi istiyordu. Ömrünün büyük kısmında zihnini meşgul eden kadının zihninde yer etmek istiyordu. Kılıç'ın kahrolası bir pislik olmasına rağmen bu düşünce içimi sızlatıyor, onu kollarıma alıp yatıştırma isteğiyle dolduruyordu. Zihnimde yer ettiğini, onun beni düşündüğü kadar benim de onu düşündüğümü söylemek istiyordum. Ancak bu doğru muydu?
Onu kollarıma alıp yatıştırmam artık mümkün değildi, Sezma Seren bizi uygunsuz bir şekilde gördükten sonra yolumdan ne kadar saptığımla yüzleşmiştim.
Havluma sarılıp kurulandıktan sonra yorgunluktan banyoya temiz kıyafetlerimi taşımadığımı gördüm ve havluyu gövdeme sıkı sıkı sararak odamın içine daldım.
Tabii ki aşağılık herif odam bir ülke o da onun hükümdarı gibi belirdi karşımda.
"Neden beni çıplak yakalamaya çalışan bir ergen gibisin?" diye sordum küçümseyerek, utancımı bastırmak için.
Hızla dolabıma vardığımda Kılıç'ın gözlerini gövdemin her yerinde sert bir rüzgar gibi yakıcı ve somut şekilde hissedebiliyordum ne yazık ki.
"Konu sen olunca çocuk gibi davrandığım bile oluyor," dedi metalik sesiyle, o sesi duyunca bir zamanlar çocuk olduğuna inanmak zordu. Hele de bakışları elimi ayağıma dolaştırıp seçtiğim her parçayı düşürmeme sebep olurken onu daha masum hayal edemiyordum.
"Bir kadına gözünü dikip bakmak kabalıktır."
"Sen karşımdayken bakmamaksa aptallık olur," diye karşılık verdi hemen.
"Ve sen kaba olmayı mı seçiyorsun?"
Bir an durup kendime nefes almak için izin verdim, aceleyle gitmek isterken daha da oyalanıp kalacaktım yoksa. Kılıç'ın "Aslında nazik bir adamımdır, ne kadar nazik olduğumu sana gösterebilmeyi isterim," diyen boğuk sesiyle nefes almak için ne kadar yanlış bir zaman seçtiğimi anlamıştım. Başımı kaldırıp herkesin otomatik şekilde yapabildiği lanet nefes alışverişimi düzene sokmaya uğraştım. "Ama burada olma amacım ilk kılıç dersinin nasıl geçtiğini öğrenmekti."
Alay etmediğini bilsem de ediyormuş gibi öfke doldu içime.
"Pencerenin arkasından sinsi gözlerinle bizi izlediğini gördüm, sence nasıl geçti." Şimdi ergen gibi davranan bendim çünkü sesim tamamen huysuz bir ergen gibi çıkmıştı ve dövüş esnasında ne zaman kıçım yere yapışsa bakışlarımı Kılıç'ın olduğu pencereye kaldırıp seçebildiğim silüetine orta parmağımı sallamıştım. Ne yazık ki her seferinde huysuz öğreticim tahta kılıcını elime çarpıp doğrulmamı emretmişti.
"Önemli görüşmelerim vardı ve seni izlemek dikkatimi pek çok kez dağıttı evet."
Sırtım dönük olmasına rağmen gözlerimi devirdim. Temiz kıyafetleri alıp banyoya dönerken "Bu yaptığın beni nasıl kurtarıcı beklemeyen bir hale getirecek merak ediyorum," diyordum. Banyoya girip kapısını kapatsam da Kılıç'ın yanıtını duymayı bekledim ancak ben giyinip çıkana dek sessizdi.
"Bir kılıca nasıl hakim olacağını bilmeni istedim," elinde tuttuğu kılıcı bir baston gibi yerde döndürürken. Az önce orada olduğunu bile bilmediğim kesici aleti izlerken konuştum. "Nedense uygunsuz bir şey söylemişsin gibi hissediyorum."
"Kesinlikle," dedi kafasını keskin bir hareketle kaldırıp gözlerime yanan gözlerle bakarak. Kaşlarımı çattım, aklımı bulandıran hareketleri ne kadar ilerlersem ilerleyeyim geride kalıyormuş gibi hissettiriyordu. "Bir kılıca hükmettiğinde kurtuluş beklemezsin, kurtuluşun kendi olursun Nimfea. Al bunu."
Bana doğru uzattığı keskin silahı alıp almamak konusunda kararsızlığımı gördüğünde "Bana neler öğrendiğini göster," diye cesaret verdi. Parmaklarının arasındaki pirinç sapı kavradığımda Kılıç'ın parmakları birkaç saniye benimkilerin altında oyalandı. Bir mesaj gibiydi, bir kılıca hakim olmanın önemini göstermek ister gibi, onu kabul etmemi bekler gibi. Ancak elinden çekip aldığım ağır aleti kendime çekerken "Henüz bir kılıca hakimiyet kuramam, bugün yalnızca tahtalarla talim yaptık," diye açıklıyordum.
Ağırlığı tartarak silahı havaya kaldırırken parlayan gümüş gövdesinin yaydığı tehditle geriliyordum. Elimde bir silah karşımda bir düşman vardı. Kılıç ellerini cebine iterek ayağa kalkmış karşımda dikilirken benden bir hareket beklediğini görebiliyordum.
Kılıcı çenesine kadar kaldırıp onu tehlileyle yüz yüze getirdiğimde irkilmedi bile, kırpmadığı o gözleriyle gözlerime bakmaya devam ediyordu. Bunun, bana güvendiğinin bir göstergesi olduğunu düşünmemi istiyordu oysa güvendiği kendisiydi, tehdide değil tehdidi ortaya atana bakıyordu.
Kılıcın ucunu indirerek adamın boynuna yasladıpımda elim aletin ağırlığından titriyordu, kendimi daha fazla utandırmamak için kılıcın sapını iki elimle kavradığımda "Bir kılıca hakim olduğumda bu senin için tehlikeli olmayacak mı?" diye soruyordum tehdidin farkına varabilmesi için. Kafasını boynuna nazikçe yasladığım keskin alete doğru eğerken "Bana yaklaşmana ben izin verdim," dedi yumuşak ancak kendine güvenen bir sesle.
"Seni öldürmemi mi istiyorsun yani?"
"Öldürmeyeceğini biliyorum Karnelyam, beni öldürmek istemiyorsun istediğin güç gösterisi yapmak."
Her bir kelimesi öfkemi içine atılan çıra gibi büyütürken yüzüm nefretle buruşmuştu. Beni küçümsüyor muydu, alay mı ediyordu? Benden hiç korkmuyor muydu, elimde ona karşı kullanabileceğim bir silah varken bile?
Kılıcın ucunu daha çok bastırırken çenesinden yukarı döndürdüm ve iyi bilenmiş ucu çenesinin altımdaki sakalları birer yağmur damlasıymışçasına yere döktü. Kılıç ise gözlerini kırpmıyor, gözlerime haz duyuyormuş gibi bakıyordu.
"Seni öldürmek istiyorum Kılıç," diye açıkladım elimdekini indirirken. Kılıcı çektiğimde boynuna süzülen ince bir kan damlası nefesimi tutmama neden olmuştu. Sol tarafıydı, tümüyle izlerle kaplı olan yanına bir iz de ben açmıştım fark etmeden. Onu öldürmek niyetlerim arasında olsa da iz bırakmayı asla istemiyordum.
Endişeyle çattığım kaşlara bakıp gülen Kılıç'ın göpsü hafifçe sağlandığında damla süzülmeyi bırakıp açık renk gömleğin yakasına düştü ve orada yayılıp kendine orayı yuva edindi.
Midem düğüm düğümken "Beni küçümsemeyi bırakmalısın," diye uyarıyordum onu içtenlikle, yalvarır gibi. Kendime bile Güvenmezken onu güvenini kazanmayı nasıl beklediğimi bilmiyordum.
"Hala arkadaşını bulmamı istiyor musun Karnelyam?" diye sordu birden. Zihnimde birkaç şimşek çaktı, mektup arkadaşımın açık mı açık yeşil gözleri karşımda parladı, ardından Kılıç'ın odasındaki çerçeveler düştü zihnime, sesinden dökülen kelimeleri duydum.
Kılıç'a güvenmek büyük hata olurdu, ona güvenmek beni yıkıma götürdü.
"Artık istemiyorum Kılıç," diye yanıtladım arkamı dönüp banyoya ilerlerken. Bu konuyu henüz onunla konuşamazdım. Cesaretim şu an bunu yapacak kadar yoktu.
🕑
Zihnimde yepyeni bir dolu soruyla hayatta kalmaya çalışıyor ve anlaşmaya uyup Kılıç'ın yanından ayrılmıyordum.
Toplantı masasının çevresi bakanlar, konsey üyeleri ve askerlerle doluyken Batın ile ben masanın arkasında yan yana oturuyorduk rahatsız iki sandalyede. Saat henüz 11.18'ken bu sıkıcı günün nasıl biteceğini merak dahi etmiyordum. Batın'ın zorbalıklarla dolu müfredat dinlemelerini bu toplantıya tercih ederdim, iki yüzlü bir sürü adamın içinde olmaktansa sersem düşmanımı tercih ederdim.
Üç konsey üyesinden yalnız Tarko hiçbir şey olmamış gibi katılmıştı toplantıya, onu ele vermeyeceğime inanmış ve haklı çıkmıştı. Kaçamak ve gergin bakışlarına her seferinde, çizdiğim imajı hiçe sayarak sıcak karşılık vermiştim. Çünkü ben bir aptaldım. Beni kaçırdıkları fakat zarar vermedikleri için onları affetmiş ve içlerini rahat tutmalarını istemiştim. İstiyordum, hala...
"Bu milli bir güvenlik sorunu Bay Seryum, Avcı mahlaslı şahsın derhal yakalanması ve infaz edilmesi gerekiyor."
Kılıç masanın en başında dimdik omurgası ile oturuyordu, aramızdaki metrelere rağmen onun çok ama çok açık yeşil gözlerini görebiliyordum. Ne düşündüğünü biraz bile yansıtmıyordu o gözler. Yüzünün gölgesi çenesinin altındaki yarayı ve eksik sakalları gizliyordu ancak o yaranın orada olduğunu biliyordum, birkaç gün daha orada kalacağını da. Onda bir iz bırakmak beni her şeyden daha çok rahatsız ediyordu ki, inkar bile edemeyeceğim şekilde.
"Demokratik sistemlerde infazın hoş karşılandığını bilmiyordum," diye yanıt verdi metalik sesi, odadaki yirmi sekiz adam onun az duyulan sesi her yükseldiğinde nefeslerini tutuyordu.
"Fakat eski sisteme dönmeyi amaçlıyorsak buna bu şekilde bir adım atarak başlayabiliriz."
Ne kadar ciddi konular dönerse dönsün odaklanamıyor ve esnememi bastırmak için derin nefesler almak zorunda kalıyorduk. Batın'ın da bıkkınlıkla doldurduğu göğsü şişerken bacaklarında bir hareket dikkatimi çekti. Gözlerim irileşir, yüzüm buruşurken Batın kollarını bağladı ve sandalyede gevşek bir pozisyon aldı. Gözlerim resmen kucağına düşüp kalmıştı, bakışlarımı çeviremedim.
"Aletime bakmayı kes." Batın'ın mırıldanır gibi söylediği sözle resmen dehşete düşmüştüm, yemin ederim bu adam Kılıç'tan daha hastaydı.
"Batın pantolonunda örümcek var."
Batın başını bile eğmeden tüylü, koca örümceği eliyle koymuş gibi parmaklarıyla okşarken "Bu aletime bakabileceğin anlamına gelmiyor prenses," diyordu ve esnemesini bastırmak için dişlerini sıktı.
"Aletine sokayım senin, ahmak kafa." Sincabına zor alışmışken bir de örümcekle bir dolu önemli devlet adamının olduğu toplantıya gelmiş ve beni sanki kucağındaki örümcek önemsizmiş gibi mahrem yerlerine bakmakla suçlamıştı.
"Bu teknik olarak mümkün değil ve aletim hakkında konuşmayı kes. Kılıcının ne kadar keskin olduğunu bilmiyorsun, ölmek istemiyorum."
"Kılıcım?" Batın'ın Kılıç Kül Seryum'dan daha hasta olduğunu kesinleşmişti, ucube herif. Yüzüne bakıp yanıt beklerken çenesiyle masanın başında bizi izleyen Kılıç'ı işaret etti.
Kılıç konuşmamızdan bihaber ve etrafındakilerin tartışmalarından da kopmuş halde gözlerini gözlerime dikti. Onu çok evvelden tanıyormuşum gibi hissettiğim ilk karşılaşmamıza döndü zihnim. Babamın koltuğunda ondan daha çok hak sahibi gibi otururken iki tarafı gece ve gündüz gibi zıt olan yüzü ile, geniş gövdesi ve derin bakışlarıyla ne kadar nefis olduğunu düşünmüştüm. Her şey olabilirdi, her şey. Fakat o düşmanım olarak doğmuştu.
Toplantı bittiğinde ve katılımcılar ayaklandığında olduğum yere çakılmıştım. Kılıç ile aramızda olması gereken çizginin belirginliğini yitirmesine neden olduğum için içten içe acıyla kıvranıyordum. Onu öpmemeliydim, ona dokunmamalıydım, bir kutsalı bozmuştum, bir günaha dalmıştım; mahvolmuştum.
Üyelerin kaçak bakışlarının sonuncusu da kapının ardında kaldığında yerimden kalktım. Kılıç pencerenin önünde dikilirken sessizce odadan sıvışmayı planlıyordum. Onunla yüzleşmekten korkuyordum, korku içimde gerçek anlamda vardı, evet.
"Kal Karnelyam."
Sırtı bana dönükken beni nasıl görebildiği ya da duyabildi bilmiyordum, olduğum yerde dondum.
"Bugün Seryum'un iki bakanı toplantıya katılmadı, sence bunun nedeni ne olabilir?"
Sorusuyla midemde demir yumruk hissettim beni arkamdaki ahşap panellere çarpıp ardındaki duvarları yıkıp geçmemi sağlayacak kadar sarsıcı.
"Yalan söylemeni istemiyorum, Bünyam Buhran'ın tek başına seninle baş edemeyeceği çok açık Karnelyam. Fakat senden istediğim o ikisi dışında biri var mıydı? Bu toplantıda seni o gece bir kulubeye kapatmamış gibi boy gösteren birileri vardı değil mi?"
"Bu konuyu geride bırakalım Kılıç. İntikam istemiyorum, kimsenin kimliğini açık etmek de. O adamlar kim olurlarsa olsunlar bana zarar vermek niyetinde değildirler. Yalnızca bir şeyler bildiğimi sanıyorlardı."
"Bilmiyor muydun peki?" diye sordu hemen. Ve "Sorularının hiçbirinin yanıtını bilmiyordum," diye karşılık verdim aynı hızla.
"Sen söylemesen de kimliklerini öğrenebileceğimi biliyorsun." Yan duruşunda ve pencerenin dışını süzüşünde bir dalgınlık görünüyordu, sözleri de bitişe yaklaşmış gibiydi.
"Öğrenmeni istemiyorum."
Sessiz kaldı hatta bir süre bana bakmadı bile. Neler düşündüğünü o kadar merak ediyordum ki yanına süzülüp yüzünü kavramak, açtığım yaranın kabuğuna ikinci bir kabuk gibi parmağımı bastırmak istiyordum.
"Söyle bana Karnelyam, beni bir işgalci olarak görmeseydin," diye başladı yönünü bana dönüp kalçasını mermere dayadıktan sonra. "Orduda rastgele bir asker olsaydım, mecliste herhangi bir sözcü, yolda rast geldiğin bir adam olsaydım ya da benim hakkımda ne düşünürdün?"
Sözleri boğazımda bir yumruya dönüştü, hiç beklemediğim yerden bir darbe almış gibi sarsılmış, devrilmenin eşiğine gelmiştim. Kılıç'ın yıpranmış bir ruh hali olduğu belliydi, dakikalar öncesinde ne kadar heykel kadar donuksa şimdi de tam tersiydi. Perdeler sonuna kadar çekiliyken gün ışığına sırtını dönen Kılıç'ın yüzü gölgede kalıyordu ancak bakışları nerede olduğunu bilmediğim bir yerden bile baksa bana, onların dokunuşunu hissederdim. Artık hissederdim...
"Seni ilk gördüğümde ürkütücü derecede güzel bir adam olduğunu düşündüm."
Yutkunduğunda boğazında aşağı yukarı seken adem elmasını izledim. Sıkıntılı bir biçimde sessiz kaldı ve sıkıntısının nedenini kendi başıma çok önceden çözmüştüm. O gizlemek istiyor olabilirdi ancak ben keşfettiğim şeyin doğru olup olmadığını onun ağzından duymak için harekete geçtim. Dün gece yapamadığım şeyi yapmak için cesaret bulmuştum Kılıç'ın sıkıntılı ifadesiyle.
İlerleyip sandalyelerden birine tutundum iki elimle. "Beni ilk gördüğünde on yedi yaşında mıydım Kılıç?" diye sordum onu tüm dikkatimle odağıma alıp. Ceplerinde gergince hareket eden parmakları dondu, bu benim için bir onaydı. "Seni ilk gördüğümde on yedi yaşında mıydım?"
O taştan ifadesizlik maskesine sahip adamın yüzünden ızdırap okunuyordu, fiziksel bir acı çeker gibiydi hali ve yanıt buydu. Israrla sessiz kaldı. Bu benim konuşmaya devam etmem gerektiğini gösteriyordu.
"Nimfea, bataklık çiçeği demek Kılıç." Esteran'ın bana verdiği botanik kitabında denk geldiğim bu bilgi önce beni ölümcül bir sessizliğe sonra kaosa sürüklemişti.
"Nimfea," dedi sesi boş odayı çınlatarak. Başı iki yana sallanırken bu kez konuşmasına ben izin vermemiştim. "Sen olduğunu biliyorum."
Kalçasını iterek mermerden ayrıldığında duraksamadan masanın karşısında yerini alıp benim gibi tutundu bir sandalyeye. "Özellikle saklamadım Karnelyam," dedi sıkıntılı şekilde. "Beni gördüğünde yanık izlerimden dolayı beni tanımadın fakat gün geçtikçe sana itiraf etmek güç bir hal aldı."
Bir şeye tutunma ihtiyacımdan sıyrılıp omurgamı dikleştirdim. Kılıç her hamlemi bir saldırganlık izi arayarak tarıyordu. Sakince "Senden mektup arkadaşımı bulmanı istediğimde neden bana söylemedin?" diye sordum. Güçlü adımlarla masanın etrafından dönüp pencereye sırt çevirecek şekilde durdum ve Kılıç'ın güzel yüzü bana döndüğünde gün ışığı aç bir şekilde değebildiği tüm zerrelerini aydınlattı. "Neden Yabancı Tanıdığım olduğunu bana söylemedin? Mektup arkadaşımın ta kendisi olduğunu..."
İfadesizdi fakat artık onunla ilgili gerçek çok büyük bir heykel gibi gözümün önündeyken ayrıntılar artık benim için daha belirgindi. Şeffafa kaçacak derecede açık olan yeşil gözlerinde gerginliğin gölgesini görebiliyordum.
"Hazır değildin," dedi ellerini ceplerine sokup yumruk yaparak. "Ve ben de öyle."
Sadece başımı salladım. Ömrümün yarısını onun mektuplarını bekleyerek doldurmuştum, onunla paylaştığım bazı iç tahlillerimi Afelya ya da Mars'la bile paylaşmamıştım ve tam on yıl sonra karşıma çıktığında onu tanımamıştım. İnsanın tanımayacağı birini böyle iyi tanıması tuhaf hissettiriyordu. Her zaman yabancı tanıdığım olduğunu söylerken bu kadar haklı çıkmayı beklemiyordum. Durum öyle ağırdı ki eziliyor ve öfkelenemiyordum bile, düşüncelerim arasında kaos hakimdi ve hal böyleyken duygularımı tanımalamak imkansızdı. Üzülmem mi gerekiyordu, ondan daha fazla mı nefret etmeliydim, bu bir ihanet miydi, her şey böyle olmak zorunda mıydı?
"Nasıl tanıdın?" Dudaklarını ıslatıp parlaklığını artırdığında yutkunmak zorunda kaldım.
"Kulübede yüzünü ilk kez aydınlık haliyle gördüğümde gözlerin çok tanıdıktı, odandaki fotoğrafta yüzün eğik de olsa tek bir yara izi bile yoktu ve bana bataklık çiçeği dediğini hatırlıyorum, sesin o kelimeyi söylerken hep aynı çıkıyor." Soluklanmak için durduğumda yüzünü ilk kez görüyor gibi izliyordum, bundan rahatsızlık duymadan bana izin verdi fakat ceplerindeki eller yumruktu. "Neden seni tanıyormuş gibi hissettiğimi artık anlayabiliyorum ve sana yalancı dediğimde hiç yanılmadığımı."
"Sana yalan söylemedim," diye çıkıştığında dolduruşa gelmemeye kararlıydım.
"On senedir kimliğini benden gizledin Kılıç. Sen neredeyse en iyi dostumdun, aslında en büyük düşmanım..."
Bir adım attı hışımla bana doğru ve aynı hızla geri çekildim.
"Düşmanın. Olmayacağım." Gerginlik gözlerinden tüm yüzüne yayıldı. Pişkinliği beni harekete geçirdi odayı terk etmeden hemen önce gerçekten düşündüğüm şeyi söylemeye karar vermiştim.
"Bunun için hiç doğmamış olman gerekiyordu."
🕑
Gece olduğunda ve Kılıç uyumam için odama geldiğinde onunla konuşmaktan sakındığım günlerde olduğu gibi sırtım kapıya dönük bir şekilde yatıyordum ve öğrendiğim şeyin ağırlığıyla uykuya kolayca dalmıştım. Özür dilemeye yeltenmemişti, yaptığının ağır yükü bir özürle hafiflemezdi de zaten fakat insan bir özür bile dilemez miydi? Yalancı, hain!
Her sabah uyanıyor olmaya lanet ederken yatağımdan kalkıp hazırlanmış ve önce yönetici odasına ardından da toplantı odasına gitmiştim Kılıç'a saraydan ayrılacağımı haber vermek için ancak ne o ne de diğer iki arkadaşı etrafta görünmüyordu. Belki Saray dışındaydılar ve onlar dönmeden Mars'ı görüp dönebilirdim. Bahçeye çıktığımda Asen kaçan bir köpeği kovalar gibi önünde ittiği ahşap atın peşinden koşuyordu. Beni gördüğü an yüzünde olumsuz bir şeyler aradım ama sekerek, zıplayarak bana koşmaya başladığında çocuk sesiyle "Karnelyan!" diye bağırıyor, kahkahalar atarak içimi rahatlatıyordu. Sezma Seren benden nefret etmek için bulduğu sebepleri kızına aşılamadığı için öyle mutluydum ki bunu bozmamak için kucağıma tırmanmaya çalışan kızı durdurup önünde diz çöktüm. Tek ayağından güç alarak heyecanla zıplamaya devam ederken "Yere düşmece oynamaya mı geldin?" diye sordu fakat cevap vermeye vakit bulamadan annesinin sesiyle ikimiz de duraksamıştık.
"Oynaman bittiyse derse dönebiliriz Asen."
Asen ders kelimesini duyunca buz kestiği için ahşap atı peşinden sürükleyerek ve bir nida gibi "Hayır!" diye bağırarak arka bahçeye doğru koştu. Tek dizimin üzerinde kaldığım için Sezma Seren bana doğru ilerleyip üstten kibirli bakışlar atmakta zorlanmıyordu. Etkilenmeyerek yerimden kalkıp dizlerimi silkelerken "Kılıç'ın nerede olduğunu biliyor musun?" diye soruyordum.
"Bilsem de seninle paylaşacağımı sanmıyorum," dedi benden beş santim kadar kısa olsa da hala üstten bakmaya devam ederek.
"Sezma Seren. Çocuğuna babalık yapan adamla aranıza girmişim gibi davranmaktan ne zaman vazgeçeceksin? Onun ilgisi umurumda olmadığı gibi senin haksız nefretin de aynı hisleri uyandırıyor bende. Hiçbir şey adlı hisleri."
Güzel yüzünün bir yanı küçümseme ile seğirdi. Bana bakarken gözleri bir kuyu gibi derin ve karanlıktı. Bakışında parlayan tiksintiyle ne düşündüğünü çok net anlayabiliyordum, beni Kılıç'ın kucağında kıvranırken gördüğü anı midemizde bir düğümle hatırladık ikimiz de. Benimki utanç ve pişmanlıkla oluşmuşsa da onunki her türlü nefret örgüsü ile düğümlüydü. Bir an derin bir nefes aldı ve birkaç saniye sürmüş olan sessizliği bozdu.
"Senden nefret etmemin sebebinin bu olduğunu mu sanıyorsun?" Dik çenesini eğdi beni süzmek için. O günle ilgili beni alaşağı edecek pek çok söyleyebilirken söylememiş olmasına bakılırsa Kılıç tarafından uyarılmıştı.
Üzerinde saten, kabarık etekli bir elbise vardı ve kesinlikle bir prenses gibi görünüyordu her haliyle. "Sen olmasan bile Kılıç ile ben evlenip bir aile kuracak değiliz. Asen'in öz babasından daha öz o benim için, yalnızca dostum olarak. Ve senden nefret etmek için haklı sebeplerim var."
"Lütfen bana onlardan bahset o zaman." Sesim ve ifadem dümdüzdü, merak sorumdaydı içimde değil.
"Belki de sadece var olman bunun için yeterlidir."
"Kesinlikle Sezma," dedim yanından geçerken. "Seni bu konuda en iyi anlayan benimdir. Bu arada Kılıç'ı görürsen ona Mars'ı görmeye gittiğimi haber verir misin? Dostunun kaçtığımı düşünüp delirmesini istemiyorsan tabii."
Homurdandığını güç bela duydum fakat bahçede anahtarı üzerinde olan bir araç bulunca her şeyi geride bırakıp kendimi şehir merkezine bir an evvel atmak için acele etmem gerekmişti.
Yol boyunca gerginlikle salladığım bacağım yüzünden birçok kez gaz ve freni karıştırıp aptal gibi bir deneyim yaşamanın ardından Mars'ın askerlerini ilk gördüğüm yere vardım.
"Geçemezsiniz, diğer şehre geçişleri Mars Elzem emri ile kapattık." Arabanın içine eğilen askere beni Mars'a götürmesini söyledikten sonra onu ikna edebilmek için kimliğimle ilgili pek çok ayrıntı vermek zorunda kalmıştım ve direksiyonun başına karargaha kadar bana eşlik etmek için binen asker nefretini hiç gizlemeden oflayıp durmuştu.
Seryum askerlerini geçip bahçesi bomboş görünen karargaha vardığımızda aracı park etme işine de askere bırakıp Mars'ı bulmak için içeri koştum.
Koridorda koşar adım ilerleyen Mars ile birbirimizi gördüğümüzde adımlarımızı hızlandırmıştık ve bu kez tüm baskıları göz ardı ederek kollarımı gövdesine sarıp ona sarıldım.
"Karnelyan," dedi omzuma doğru. "Seni görmek için sarayı bu kez küle dönecek kadar yakmaya hazırdım."
"Sakın öyle bir şey yapma. Bir yangını daha kaldıramam."
Sıkıntıyla kollarını çözüp uzaklaşırken "Bu kez seni kurtarırdım," dedi mahcubiyet ve öfkeyle.
"Nasılsın, yaran iyileştin mi?" Bu kez mahcubiyet ve öfke benim sesimde zuhur etmişti. "İyiyim," dedi geçiştirmek ister gibi. "Gel hadi."
Beni odasına yürütürken ona DYK ile görüşmemden başlayarak her şeyi anlatmaya girişmiştim. Odasının açık camları içeri rüzgarı ve temiz havayı taşırken oturduğum yerden hararetle tüm ayrıntıları aktarmaya çalışıyordum.
"Sersem Bünyam Buhran'ın diğerleri gibi kaçmak yerine Kılıç'ı öldürme fırsatını kullanmayı seçtiğine inanamıyorum. İşler onun için pek iyi gitmedi fakat denediği için bile onu affetmem gerektiğini düşünüyorum." Mars kaçırılmamla ilgili anlattığım kısımlara başlarda büyük tepkiler verse de iyi olduğuma ikna ettiğimde daha rahat konuşabiliyorduk ikimiz de. Aslında kaçırılmış bile sayılmazdım.
Mars önüme bir fincan kahve koyduktan sonra koltuğa oturmadan kristal bardağındaki içkisini fondip yapıp yeniden doldurmak için sırtını döndü. "Bir adamın üzerine şarjör boşaltıp da ağır yaralamaktan bile uzak olan bir o salak herif vardır herhalde," dedi boğazının yanışı yüzünden hırıltıyla konuşarak.
"Kılıç'ın on sene önce Serenyum'da tanıştığım mektup arkadaşım olduğunu öğrendim," dediğimde birden, bardağı doldurmak için şişeyi tuttuğu eli havada dondu. Bardak ve şişe iki yanına sarkınca bana döndü Mars ve yüzünde tüm kafa karışıklığı, öfkesi, tiksintisi okunuyordu.
"Bunu bir buçuk ay sonra mı öğrendin?"
"On yıl sonra öğrendim, onunla ilk tanıştığımda yüzünde yanık izleri yoktu, sakalları da. Hatta Seryum'a geldiğinden beri onu ilk kez kulubedeyken yüzüne ışık vururken gördüm Mars. Ne kadar yakınıma gelse de gölgelerin arasında gibiydi uzun zamandır."
"Kulube mi?" Şişeyi de alıp karşımdaki koltuğa yerleştiğinde dudaklarına götürdüğü bardak donup kalmıştı bu kez. Mars'ın huzursuzluğu beni de dondurdu bir an.
"O vurulduktan sonra saraya dönmedik. Kraliyet ormanında ahşap bir ev var." Yutkundum ve gözlerimi kırpıştırarak doğru kelimeleri seçmek için süre tanıdım kendime. "Beni yangından kurtardığında o evde uyanmıştım."
"Karnelyan," dedi bir yardım çağrısı gibi zorla. Onun öfkesini dindirmek için ne yapacağımı bilemiyordum fakat hızla saçmalamaya devam ediyordum. "Bana bir şey yapmadı Mars. Yapmaz da, anlattığım gibi benimle ilgili derin bir saplantısı var. Eh hasta yani adam. Bir gün kaldık sadece, sonra da saraya döndük. Yani birbirimize güvenmeye çalıştığımız için daha fazla kalacaktık aslında ama DYK'nin geleceği haberini aldı sanırım, o yüzden de erkenden döndük. Bir daha döneceğiz ama. Güven testleri yapıyoruz çünkü."
"O adama güvenecek misin? Az önce söyledin, seni on sene boyunca kandırmış bir aşağılık o herif. Sırf zayıf noktalarını öğrenmek için bunca zaman arkadaşınmış gibi mütemadiyen sana mektuplar yolladı Karnelyan. Bu nasıl mümkün olabilir?"
Dizlerimin hizasındaki masanın üzerinden hızla bana eğildi ve dehşete düşmüş gibi baktı yüzüme. Sözleri delice doğruyken neden bana hakaret gibi geldiğini anlayamıyordum. Kılıç Kül beni mahvettiğinin farkında mıydı acaba. Toparlamam lazımdı biliyordum ama Mars ne kadar öfke nöbeti geçirecek gibi görünse de ondan bir şey gizlemek istemiyordum.
"Bana güvenmesi için ona güvenmem gerekiyor," dedim söylediği diğer şeyleri yok sayıp.
"O orospu çocuğunu öldüremeyen kafamı, Bünyam Buhran'ın tetiği çeken elini sikeyim!" Sırtını hışımla koltuğa çarptığında delirmek üzere görünüyordu.
"Mars," dedim sakinleşmesini bekledikten sonra. "O adamın Seryum için ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorum, fikirleri ve onun gibi düşünenler yüzünden neler kaybettiğimi de unutmadım. Ama..." Amadan sonra söyleyeceğim şeye ben bile karar verememişken Mars koltukta eğilmiş kaygı, korku ve müthiş dikkatle bekliyordu sonrasını. "Onun düşmanım olmadığı bir hayatı merak ettiğim oluyor," diye itiraf ettim her şeye rağmen.
Mars başını arkaya atıp sırtını koltuğa ittiğinde parmaklarını gözlerine sert biçimde bastırıyordu. "O adamı öldüreceğim Karnelyan." Konuşması ile hareket eden adem elması bir neşter gibi ağır ağır inip kalkıyordu boynunda, sesi o neşter sahiden oradaymış gibi acı ve mücadele doluydu. Nefes aldı, dudaklarını birbirine bastırdı ve başını kaldırdığında bile gözlerini açamadı. "Seni şimdiden etkilediğine inanamıyorum. O adam Seryum'un başına gelebilecek en kötü şey."
"Beni etkilediği falan yok. Sadece on senedir onu tanıyor olduğuma inanamıyorum," dedim savunmaya geçerek fakat bu sözler beni bile şüpheye düşürmüştü. Bir yalancıya sempati beslemeye başlarsam sıradaki bir işgalci olabilirdi. "Hayır, haklısın. O bu ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket. DYK'nin babama karşı koz olabileceği için bu zamana kadar onu gizlemesi bile yeterli ondan nefret etmeye."
"Neden daha önce harekete geçmediğini anlayamıyorum." Cevabı yuttum, Mars'la bunu uzun uzun konuşabilirmişim gibi gelmiyordu şimdilik.
"Karnelyan. O adamdan gerçekten uzak durman gerekiyor. Geri dönmene gerek yok." Masanın üzerinden bana eğildi daha ikna edici olabilecekmiş gibi. "Uzun zamandır seni saklamak için plan yapıyorum. Şimdi buradan götürebilirim seni ve bir daha o adamın yüzünü görmen gerekmez."
"Olmaz Mars. Elimde ona karşı kullanabileceğim bir şey varken Seryum'u bu fırsattan mahrum bırakamam."
"O şey sensin!" Öfke onu sarssa da uzaklaşmadı. "Seryum için kendini feda etmeni desteklememi bekleme benden Karnelyan. O adamla aynı çatı altında olmandan bile tiksinirken, başına ne geleceğini bilemeyip çıldırırken şimdi günden güne ona karşı nefretinin azaldığını öğreniyorum. Seryum için ölmeye ve öldürmeye yemin etmiş bir asker olsam bile bu noktada Seryum sikimde bile değil. Seni göndermeyeceğim. Karşı çıksan bile biraz sonra bana teşekkür edeceksin."
Ayağa kalkıp bana elini uzattığında büyümüş gözlerimle izliyordum büyük ve nasırlı elini. Kendimi koltuğa yapıştırdım iyice. "DYK faydalı olabileceğimin farkında. Bunun için geri dönmem lazım Mars. Yapma."
Eğilip bileğimi yakaladı nazikçe. "DYK bu işi sen olmadan halletmek zorunda. O adamlar seni Kılıç'a karşı kullanabileceklerini öğrenmişken karşılaştığın tehlike daha da büyüyor Karnelyan. Seni ateşe bile bile atamam." Sesi nazikçe düştü. "Gel benimle. Seni buradan götüreyim."
Ne kadar ikna edici olsa da bunu yapmam mümkün değilmiş gibi görünüyordu. Kılıç ile aramızdaki anlaşmayı bozmak istemiyordum, kendi planımdan caymak istemiyordum.
Elini bileğimden çekmeden koltuğumun yanında diz çöktü Mars, gözlerimiz birbirlerine düğümlenmişti.
"Mars beni anlaman gerekiyor. Orada olmalıyım, bir şeyler öğrenmeli ve yapmalıyım. Beni desteklemene ihtiyacım var." Başımı çaresizce iki yana salladığımda gözlerimizi bağlayan ipler koptu. "Yaptığım şeyde beni destekleyen kimse kalmadı, Afelya ile günlerdir görüşmüyorum, seni görmeye gelmem bile başıma bir sürü iş açıyor. Yapayalnızım Mars ve sadece desteğinizi istiyorum. Saklanıp hiçbir şey yapmadan duramayacağımı biliyorsun. Bana inanmandan başka bir şey istemiyorum, yardım bile istemiyorum. Sadece-" Öyle hararetle konuşuyordum ki saçmalıyormuş gibi hissederek donup kaldığımda Mars bileğimdeki elinin üzerine yasladı alnını sıkıntıyla. İkimizin birbirinin iyiliğinden başka bir şey istemediğini bilmek işleri daha kolaylaştırmıyordu. Her anlamda zordu işgal edilen bir ülkeyi düşünmek. Kafam karışık, gözlerim bulanıktı. Parmaklarımı Mars'ın yumuşak saçlarına daldırdım, kısa saçlar parmak aralarımdan uçup gidiyor gibi hafifti.
"Biraz daha kalacağım ve yine geleceğim Mars. Orada esir değilim, istediğim yere gidebiliyorum."
"İstediğin yere gitmene halk izin veriyor mu Karnelyan?" Koltuğun kolçağına doğru konuşan Mars'ın sesi bir fanustaymış gibi geliyordu. Nefesim tıkanıyor gibi hissedip saçlarındaki tutuşumu sıklaştırdım bilinçsizce.
"Bundan kurtulmak için, ülkenin iyiliği için bir şey yapmalıyım. Beni başkanın şımarık ve korkak kızı olarak görürlerse işgal kalktığında, Kılıç çekip gittiğinde bile bana saygı duymayacaklar."
"Sana bir şey olmasından korkuyorum," dedi çocuksu savunmasızlığıyla. "Bir şey olmayacak," dedim anaç bir tavırla. Başını hızla havaya kaldırdığında konuşmasını bekledim gergince.
"Biraz daha kal o zaman. Seni saraya ben bırakırım." İç rahatlığıyla özgürce gülümsediğimde Mars ayağa kalkıp dağılan saçlarını düzeltti. Saatler geçti ve her bir dakikasını Seryum'un mevcut rejimine zeval gelmemesi için neler yapabileceğimizi konuşarak geçirdik. Yemek yerken, Mars'ın dolabından çıkardığı konyaktan içerken hatta bahçede yalpalayarak dolaşırken bile başka konularda tutunamayıp mütemadiyen Seryum'a döndük.
Hava karardığında zihnim de pek açık ve aydınlık değildi. Neden böyle bir aptallık yaptığımı bilmiyordum fakat Mars'ın yanımda oluşu bilindik güven hissini ortaya çıkardığı için odasındaki her türlü alkollü içecekten birer bardak içmiş, Mars'ın itirazlarını çemkirerek savuşturmuş ve şimdi de içi buhar dolu bir zihinle kalkalmıştım. Mars böyle savunmasızken beni saraya götürmek istemeyişinde ısrarcıydı. Yüzümü buz gibi sularla yıkamama rağmen ayılmak yerine uykuya dalmak istiyordum.
Mars'ın güçlü tutuşuna kendimi bırakıp beni deri koltuğa yürütmesine itaat ettim. "Biraz uyu Karnelyan. Saraydan bir haber geldiğinde senin burada olduğunu söylerim." Söylediklerini duysam da yalnızca uyu emrine takıldığım için bacaklarımı koltuğa çektim gözlerim çoktan kapalıyken. Başım kolumun üstünde deli gibi dönüyordu dünya içime dolmuş gibi. Öğürmemek için yutkundum, nefesler aldım ve bu mücadele sürüp giderken nasıl olduğunu anlamadan uykuya daldım.
Uyandığımda midem çalkalanıyor, beynim çatlıyordu. Etraftaki koşuşturmanın gürültüsü ise bana hiç yardımcı olmuyordu. Boğuk seslerin odanın dışından geldiği belliydi ancak yüksel volümü içeride netçe yankılanmasına neden oluyordu.
"Seni bir kez sağ bıraktım, bu kez tüm geleceğini sikerim. Çekil önümden!"
Boğuşma sesleri beni yerimden kalkmam için zorluyordu fakat gözlerimi bile açamamıştım. Sesin tanıdık tınısı da iyiden iyiye kafamı karıştırıyordu.
"Karnelyan olmasa seni yüzlerce askerimin içinden sağ göndermem Seryum piçi. Siktir git şimdi! Kız kendine gelince saraya benimle dönecek. Eğer isterse."
İki vahşi kurt birbirine girmiş gibi kopan gürültü, patlayan kargaşa kusmam için bana çok iyi sebepler veriyordu.
"Kılıç," diye seslendim çatallı sesimle.
"Bir daha onu benden uzak tutmaya çalışırsan senin belanı sikerim, sakın sabrımı zorlama."
Mars'ın darbeyle inlediğini duyduğumda gözlerimi açmadan önce ellerimi gözlerime bastırıyordum. Odanın duvarlerı bir boğuşma ile sarılırken kendime gelmek zordu.
"Koyduğumun kral bozuntusu! Kız seninle hiçbir yere gelmeyecek. Şimdi siktir git sarayına, göz yaşlarınla bahçeni sula."
Mars'ın boğazında bir el olduğuna emindim, sesi tam olarak öyle çıkıyordu. Duvara çarpan bir bedenden yeniden inilti döküldüğünde olduğum oda resmen sarsılıyordu.
Daha kısık mırıltılar duyduğumda bunların Kılıç'a ait olduğunu ve Mars'ı ölümcül tehditlerle susturmak için sesini yükseltmeye gerek görmediğini biliyordum.
"Bu sondu Elzem. Karargahtaki her bir askerin sürgün edilecek. Sen de benimle saraya geleceksin."
"Askerlerime bir sikim yapamazsın."
Kapı menteşelerinden ayrılmak istenir gibi sertçe açılmadan önce Kılıç'ın "Öyle şeyler yapacağım ki izlerken gözlerini kaçıracaksın," diye hırladığını duymuştum.
"Kalk ayağa!" Öyle öfkeliydi ki sesi, bana söylediğini bile anlayamadım önce. Gözlerimi zorla açtım fakat dönen odanın içinde tek sabit olan Kılıç'ın tehditkar cüssesiyken kusmamak için onun hareket etmemesine ihtiyacım vardı. "Ayağa kalk Karnelyam," dedi öfkeden kaynayarak. Bana doğru büyük adımlar attığında neden bu kadar öfkeli olduğunu anlamaya çalışıyordum. Daha önce kaçtığımda bile beni kollarını açarak karşılayan adam şimdi geri döneceğimi bile bile neden benden nefret ediyormuş gibi davranıyordu? Donup kaldığım için bileğimi kavradı ve beni doğrulmam için yukarı çekti.
"Elini çek yoksa Bünyam Buhran salağının yapamadığını ben yapacağım. Hem de büyük bir zevkle."
Kılıç bileğimdeki tutuşunu bıraktı fakat Mars dediği için değil Mars'ın boğazına yapışmak için.
"Dene ki bu kez seni öldürmek için gerçek bir bahanem olsun."
"Bırak onu," diye bağırmaya çalıştım ama vücudumun koordinasyonunu kaybetmiş gibiydim.
Kılıç, Mars'ı bırakırken onu hayvani bir güçle savurduğunda odaya dalan askerler Mars'ı düşmeden yakalamış ve sıkı sıkı tutmaya başlamıştı. Mars'ın askerleri ortada yoktu.
"Ayağa kalk yoksa seni omzuma atıp buradan çıkaracağım. Ağlayıp nefret saçsan bile."
Konuşamıyordum, nefes bile alamıyordum, gözlerimi kırpamıyor, nefes alamıyordum. Kılıç'ı daha önce hiç bu kadar öfkeli görmemiştim, bana karşı bunun çeyreğini bile görmemiştim.
"Kaçmadım," diyebildim fakat kolumdan tutup beni omzuna atarken "Kaçamazsın zaten," diyordu öfkeden titrese bile kendinden emin biçimde.
Mars kollarını saran adamlardan kurtulmaya uğraşıp küfürler savururken onun çaresizliği yüreğimi dağlamıştı. Fakat Kılıç'la kendi isteğimle gidiyordum her ne kadar şu an aksiymiş gibi görünse de.
"İstediğin zaman kaçabilirsin," dedi sesi bir okyanusun dibinde keskinleşmiş gibi. "Yüzlerce kez denemene izin veriyorum fakat seni her zaman bulurum, ne pahasına olursa olsun."
"O yüzden Karnelyan," diye ekledi bir solukta. Nedense vücudum üzerine buzlu bir kova devrilmişçesine ürperdim ve kaskatı kesildim. "Kendini narin bir geyik gibi kaçarken hayal ettiğinde her zaman arkanda olan benim nefesimi de eklemeyi unutma."
Bir geyik değildim, kaçak değildim, Karnelyam değildim. Artık Kılıç için Karnelyan'dım. Ona düşman olmak daha kolay olmalıydı artık. Bense savaşmadan yenilmiş gibi hissediyordum.
|
0% |