Yeni Üyelik
19.
Bölüm

bölüm19|"Yıkılan Duvar, Yakılan Köprü"

@almelia

Boynumda bir iple yürüyordum, dar bir ağaca sıkı sıkıya bağlı bir ipti boynumdaki. Ölümümü taşıyordum ince boynumda, bağlı olduğu ağaçtan uzaklaştıkça ip yok olur sanıyordum fakat ağaçtan uzaklaştıkça boynumdaki ipin bağı sıklaşıyordu. Beni kaçtığım ağaç öldürecekti, beni boynumdaki ip öldürecekti ve ben bir gün onu öldürecektim, boynuma bu ipi geçireni.

 

Kılıç bana ben de ona tek kelime etmeden saraya döndüğümüzde ayılmak için duşta saatler geçirmem gerekmişti. Kendimi berbat, aciz hissediyordum çünkü Kılıç'ı düşman olarak bellesem bile onun düşmancıl tavırlarına hazırlıklı olmadığımla yüzleşiyordum. Bu aciziyet bana babamı özletiyordu, o neredeyse oraya gitmek istiyordum.

 

Duştan giyinip çıktığımda Valof ve Batın birer sandalye çekmiş, uzun zamandır oradalarmış gibi ellerindeki işlerle uğraşıyorlardı.

 

"Gel bakalım inci tanesi," dedi Batın kafasını kaldırmadan. Elim derhal Afelya'nın hediye ettiği kolyeye gitti. Boynumda zarif biçimde durduğundan emin olduktan sonra "Ah lütfen!" diye inledim tiksintiyle. "Bir doğal taş olmayı daha kaldıramayacağım."

 

Batın avucundaki Sipsi'nin parmaklarına fındık tutuşturmaya çalışırken kafasını kaldırdı şaşkınca. "İnci doğal taş mı?"

 

Elindeki ufak tahta parçasını dizlerindeki örtünün üzerinde oymaya uğraşan Valof Diren "Toprak mı amına koyayım?" diye karşılık verdi umursamaz sesiyle.

 

"Neden odamdasınız?" diye sordum bu muhabbetin uzamasını istemediğimden.

 

"Bir daha kaçarsan peşine takılmak için." Valof'un sesi, odağı elindeki çakıyla oyduğu parçada olduğu için ilgisiz çıkıyordu.

 

"Kaçmadım. Geri dönecektim." Sinirle ellerimi yüzüme oradan da saçıma çıkardım.

"Kaçmıyorsan neden haber vermedin, sana eşlik edecek yüzlerce asker var burada," dedi Batın sincabı omzuna yerleştirirken.

 

"Eşlikçiye ihtiyacım yok Batın. Ben çocuk değilim." Öfkeliydim ama yorgunluğum bundan daha ağır basıyordu. Pencerenin mermerine yaslanıp odamdaki iki adamı izledim gitmelerini dileyerek.

 

"Dışarıda senin için büyük tehlikeler beklediğini biliyorsun prenses. Avcı geçen hafta kapının önünde nöbet tutan askerlerden birini öldürdü."

 

Bu tehlikeyi bu halkın başına çorap gibi ören onlar değilmiş gibi ahkam kesmesi beni resmen boğuyordu. Yine de sessiz kaldım, içimde bir şey beni konuşmaktan alıkoyuyordu.

 

"En azından gittiğin yeri söylemeliydin." Valof hala başını kaldırıp bana bakmamıştı. "Habersizce çekip gitmenin kaçmaktan bir farkı yok."

 

"Haber vermem için sizin burada olmanız gerekiyordu fakat ben yalnızca bahçede benden nefret etmek için sebepler sayan Sezma'yı bulabildim." Bu isimle başı hızla kalkan Valof'un gözleri bir hançer gibi boynuma yapıştı. "Mars'a gideceğimi ona söyledim. Kılıç'a söylemesi gerektiğini biliyordu."

 

Sonunda Batın da irileşmiş gözlerle bana döndüğünde ikisinden de sesleri çalınmış gibi bir suskunluk çınlıyordu. Sonunda şaşkınlıkları anlamlı bir hal aldığında dikkatlice sordum bunu. "Sezma Seren size bunu söylemedi değil mi?"

 

Valof elindekileri dizlerindeki örtüye bıraktı ve örtüyü bir boğça gibi katlayıp ayağa kalktı, yüzünde yaprak kımıldamasa bile gözlerinde fırtına kol geziyordu. Batın kaygıyla onu izlerken omuzlarını gevşetmek için yuvarlayarak ayağa kalkmıştı. Kötü hisler akın etti göğsüme, durumdan memnun değildim.

 

Bir an sonra Valof odadan çıkıp gitmiş ve Batın da beni peşinden gitmemiz için harekete geçirmişti. Toplantı odasındaki maun masadan reçine kokusu yayılırken Batın ve ben birer sandalyede oturmuş bir şeyler olmasını bekliyorduk. Kemerindeki silahı kılıfından çıkarıp masanın üstüne koyan Batın boş kalan deri kılıfa Sipsi'yi yerleştirdi. Küçük sincap, yuvasıymış gibi içeri yerleşince bir daha görünmedi.

 

Aralık kapıyı tamamen açarak içeri girdi Sezma, arkasında kara bir gölge gibi dikilen Valof peşinden içeri süzüldüğünde dikkatimi tamamen onlara verdim.

 

Sezma bana bir kez nefretle baktıktan sonra masanın arkasına geçti ve oturmadan kollarını göğsünde bağlayarak bir şey bekledi bizim gibi. Ve beklenen şey Valof'un kapıyı arkasından kapattıktan sonra sorduğu soruydu.

 

"Karnelyan'ın nereye gideceğinden haberin var mıydı?" Sesi öyle derindi ki duyanı içine düşmüş gibi hissettiriyordu. Sezma Seren başını kaldırıp hiçbirimize bakmazken ben derin ve rahatsız bir nefes aldım.

 

"Neden bahsettiğin hakkında bir fikrim yok."

 

Valof sandalyenin tahta arkalığına tutunup masanın üzerinden Sezma Seren'e eğilip ölümcül bakışlar atıyordu.

 

"Bugün bahçede Karnelyan'la karşılaştın mı?"

 

Sezma omuzlarındaki şalı huzursuzca düzeltirken sesini güçlü tutmaya çalışarak onayladı Valof'u.

 

"Neden söylemedin?" diye kükreyen Valof'u sakinleştirmek için ayaklanan Batın öfkeli adamı bir sandalyeye oturmaya zorladı.

 

Sezma sessiz kalırken omuzlarının titreyişini çok net biçimde görebiliyordum.

 

"Sezma Seren benim bakıcım değil," diye çıkıştım dayanamayıp. "Size bunu söylemek onun görevi değil. Kaçtım ve geri geldim. Neyi sorguluyoruz hala?"

 

Sezma Seren küçümser tıslamasıyla arkasını döndüğünde Valof'un öfkesi de bana yansımıştı tümüyle.

 

"Az önce kaçmadığını söylüyordun. Bir saat içinde söylediğin her şey birbiriyle çekişirken sana nasıl güvenebiliriz?" Hırıltılı sesi bir canavar tarafından ele geçirildiğini düşünmeme neden oldu fakat beni biraz olsun korkutamadı.

 

"Güveniniz umurumda değil. İstediğim zaman istediğim yere gidebilirim. Bunun için birilerine bağırıp çağıramazsınız."

 

"Senin şımarıklığın yüzünden işlerimiz aksıyorsa buna sebebiyet veren herkese bağırıp çağırabilirim." Valof öfkeyle ayağa kalkmaya çalıştığında Batın beklemediğim bir güçle onu yerine bastırdı. "Bir ihmal varsa bunu çözeceğiz, kimseyi azarlamak için burada değiliz," dedi ortaya fakat üstüne alınması gereken tek kişi Valof'tu. Valof omzunu silkelerek Batın'ın elinden kurtulduğunda "Son kez soruyorum Sezma, biliyor muydun?" diye sordu kadının sırtına delici bakışlar atarak.

 

"Bu kadın umurumda bile değil!" diye bağırdı Sezma hışımla dönerek. "Nereye gittiği, neden gittiği. Siktir olup gitmesi, geri gelmemesi için dualar ederken yerini size söyleyerek aptallık edemezdim."

 

"Bu durumu kabul edemiyorsan yarın Salta'ya döneceksin!" Valof'un sesi tüm sarayı çınlatacak kadar yüksekti. Sezma'nın gözleri öyle hızla doldu ki camsı buğuyu gizlemek için göz kapaklarını sıkıca örttü. Başı iki yana sallanırken "Olmam gereken yer burası Valof. Gitmesi gereken de ben değilim. Kılıç'ı kullandığını göremiyor musunuz? Gözümüzün önünde onu kullanıyor, harcıyor, tüketiyor ve tüm bunlar olurken hiçbir şey yapmamamı istiyorsunuz. Bir şey yapmadan duramam!"

 

"Sen istesen de istemesen de bu kadın Kılıç'ın hayatında bir yer kaplıyor. Daha onu görmeden bunu biliyordun Sezma. Aptal kıskançlıklar yapmayacağına beni inandırıp buraya geldiğin için seni buradan gönderebilirim."

 

Burada değilmişim gibi benim yüzümden yoğun bir tartışmaya girmelerini aklım almıyordu, kusmak, kaçmak, yok olmak istiyordum hiç var olmamış gibi. Kapı sertçe açıldığında gelene bakmaya gerek görmedim. Sezma ise suçlu ve kaçamak bakışlarla gelene baktığında yüzü iyice kızarmıştı.

 

Kılıç'ın kokusu varlığıydı, burnuma doldu. Müdahale edeceğine güvenerek bir tutam huzurla soludum gergin havayı.

 

"Kıskançlıktan olmadığını biliyorsun!" Sezma'nın çatallı sesi kulaklarımıza dolar dolmaz arkasını hıçkırıkları izledi. Kolunun tersi yüzünü gizlese bile sarsılan omuzlar göz yaşı döktüğünü belli ediyordu.

 

"Bir daha beni aptal yerine koymana izin vermeyeceğim. Toparlan yarın Salta'ya dönüyorsun."

 

Kadın artık boğar gibi kaçan hıçkırıkları gizleyemeyince perişan biçimdeki yüzünü de ortaya çıkardı. "Hayır!" Elleri güçsüzce masaya çarptı ve kendimden nefret ettim. "Hiçbir yere gitmiyorum. Asen babasının yanında kalmak zorunda ve ben de kızımı bırakıp hiçbir yere gitmeyeceğim."

 

"Seni uyardım Sezma. Eğer kızını düşünüyor olsaydın yalnız onu düşünmen, başka bir şeye burnunu sokmaman gerektiğini bilirdin." Valof'un öfkeli kasları titriyor, konuşurken saçlarının uçuşmasına neden oluyordu. Daima öfkeli olduğunu biliyordum ancak bu kez öfkesi elle tutulur cinstendi. Kılıç'ın müdahale etmesini istiyordum, Sezma' yı korumasını, savunmasını...

 

"Kızımı düşünmemekle suçlayamazsın beni! Hiçbir yere gitmiyorum," diye zorlukla konuştu hıçkırıkların arasından.

 

"Kadın hiçbir yere gitmiyor," dedim sakin kalmaya çalışarak. "Benim hatamın cezasını ona kesemezsiniz."

 

"Senin hatanın cezasını kesecek olan ben değilim, beni ilgilendiren Sezma'nın hatası," dediğinde Valof bana bir açıklama yapmaktan bile nefret ediyor gibi görünüyordu. Konuşmama fırsat kalmadan Sezma "Hayır, bu onun hatası. O olmasaydı tüm bunlar da olmak zorunda kalmazdı!" diye bağırdığında sesindeki çatlama kulaklarımı sızlattı. Bir an çok haklı göründü gözüme, ben olmasam bunlar olmazdı, Kılıç olmasa hiçbiri.

 

Valof önündeki masaya öyle sert vurdu ki koca masa Sezma'ya doğru kayarken kadın korkak çığlığı ile geri kaçtı ve Valof bir Azrail gibi yükselirken "Otur yerine!" diye sarayın karşısındaki ormanı çınlatacak kadar şiddetle bağırdım. Sesimin odadaki yankısı durduğunda kulaklarım uğulduyor, bedenim öfkeden zangır zangır titriyordu. Boğazımın tüm nemi az evvelki bağırışla kuruyup gitmişti, yutkundum ama yakıcı kumlar yutuyordum sanki. Tüm gözleri hissettim üzerimde.

 

"Şimdi onu mu savunuyorsun?" Valof, Sezma'dan daha büyük bir nefretle baktı bana. Benden ilikleriyle tiksiniyordu. Şaşkınlık, sessizlik ve öfke her birimizi ele geçirmişti.

 

"Hayır, doğrudan sana saldırıyorum." Az önceki öfkemin izlerini silmek için sesimi sakin tutsam da çenem konuşmama izin vermemek için kaskatıydı. "Otur. Yerine."

 

Valof "Seni dinleyeceğime inanmanı ne sağladı? Kılıç için değerli olabilirsin ama senin sözlerinin benim için hiçbir hükmü yok," diye ağır ağır yürümeye başladığında şuur kırıntılarım tek bir şeyde toplanmıştı.

 

"Bir daha söylemeyeceğim, otur yerine."

 

Yüzüme müthiş bir küçümseme tiksinti ile bakarken söylediği "Siz kadınların şımarık taleplerinden bıktım. Batın, onu odasına götür," olmuştu.

 

Kendimden ömrümce beklemeyeceğim bir hızla masadaki silahı kaptığımda emniyetinin açık olup olmadığına bile bakmadan rastgele etrafa sıkarken çok güçlü bir beden üzerime kapaklanıp elimi önce havaya doğrulttu sonra bileğimi öyle delice sıktı ki kaslarım işlevini yitirince silah elimden düştü. Yere çarpan, seken metalik ses bir ip gibi gerildi odadakilerle aramıza. Kendimi, ruhumu hiç bilmediğim bir çıkmazda kaybetmiştim. Kulaklarımda sadece çınlama vardı, alışık olduğum kaos bu seferkinin yanından bile geçemezdi.

 

"Bu kadar yeter," diye fısıldadı Kılıç kulağıma, kabustan nazikçe uyandırır gibi.

 

Kılıç Kül'ün kor gibi yakan kolları beni sarmışken benden geriye kalan da bir avuç külden başkası değildi. Yok olmuştum.

 

Oysa Seryum'da yokluk daima varlıktan önce gelir, var olan asla yok olamazdı...

 

🕑

 

Bir zamanlar öğrendiğime göre ömrünün ilk yıllarında ev ile bağdaştırdığın duygu ne ise yetişkinken bir evde aradığın o duygu olurmuş. Fark etmeden öğrendiğim şey ise kaosun bir duygu olduğuydu ve herhangi bir evde peşimi katiyen bırakmıyordu.

 

Odama nasıl döndüğümü, nasıl uyuduğumu, yanımda kim olduğunu zerre kadar hatırlamıyordum. Güneş gökte sancıyla doğarken gözlerimi açtığımda odamda yapayalnızdım. En az iki saati tavanımı tamamen aydınlanana kadar izleyerek geçirdikten sonra Batın hiçbir şey yaşanmamış gibi odama kahvaltımı getirmiş, bitirene kadar başımda beklemiş ve müfredatın son konularını tekrar etmemiz için beni sınıfa sürüklemişti. Sormasam da merak ettiğim şeyin cevabını Batın sanki bunu biliyormuş gibi nazikçe söylemişti bana. Ne Valof ne da Sezma kurşunlarımla zarar görmemişti ve bu içimi rahatlamıştı. Oysa iyi bir nişancıydım, Valof'un gerçekten vurmak istesem bunu yapardım ancak gözüm dönmüş, aklım bulanmışken ne istediğimden emin olamıyordum. Son zamanlarda kendimi kaybediyor, arasam da bulamıyordum. İnsan kendine bile yaslanamıyorsa hangi duvar, hangi ağaç arkasını kollayabilirdi ki?

 

Tüm ömrüm bir çocuğun hayal dünyasındaki sınırlı alanda kurduğu oyun gibi geçmişti bu sarayda. Evim bu saraydı, işim bu saraydı, özgürlüğüm, esaretim, kahkaham, göz yaşım bu saraydı. Buraya duyduğum nefreti kraliyete bile duymuyordum.

 

Ders bittiğinde Kılıç'ın siyasi toplantılarında odanın en ücra köşesinde bir biblo gibi dikilmiştim. Kılıç bana tek kelime etmemişti, ben ise onun yüzüne bile bakmamıştım. Gözlerine bakmaktan, gözlerime bakmasından büyük dikkatle kaçındım, artık planıma eskisi kadar güvenmiyordum. Dün zihninin dışındaki gerçek Karnelyan'la tanıştığı için belki de üstündeki sihrimi kaybediyordum. Bir an için Seryum'u ve istikbalini unutarak Kılıç bir hastalıktan iyileşiyormul gibi sevindim buna. Onlarca izinin arasında bir de zihninde yara olmak istemiyordum, esasen onunla ilgili hiçbir şey istemiyordum.

 

 

"Babam harika merhemler yapıyor biliyor musun? Bay Seryum babamın işini sorduğunda ona da söyledim. Lavzer merhemi istedi babamdan. Babam çok heyecanlı Karnelyan."

 

Elindeki makası sallayıp duruyordu konuşurken Esteran. Toplantıdan sonra kendimi bahçeye attığımda yapacak hiçbir şey bulamasam da bir şeylerle uğraşan Esteran'ın her şeyden habersiz cıvıldaşmalarını dinlemek iyi gelmişti. "Belki kral merhemden memnun kalırsa eczanesini yeniden açmasını sağlar değil mi? Babam öyle düşünüyor yani."

 

"Lavzer merhemi ne?"

 

Lavzerin nasıl kullanıldığını öğrenmeme kendini zehirleyen o yaşlı kadın vesile olmuştu. Bir zehri Kılıç merhem olarak kullanabileceğini nereden biliyordu?

 

"Galiba yanık izleri için," dedi Esteran sesini alçaltarak. Sessiz kaldığımda bana aynı sessizlikle eşlik ederek bahçe için getirdiklerini toplamaya başladı ağır ağır. Sepetini koluna taktığında saati sordu ve bileğimdeki saati ona çevirdim görmesi için.

 

"10.19," diye mırıldandı önce. "Bu saatlerden babamın bir müşterisinde de vardı. Tarhun'a gittiğinde benim için de alacaktı bir tane."

 

Ağır ağır yürümeye başladığında onu çıkışa kadar takip ediyordum.

 

"Henüz Tarhun'a gitmedi mi?"

 

"Gitti aslında ama babam getirdiği saatin parasını ödemek istemedi."

 

Sesini güçlü tutmaya çalışsa da durumdan memnun olmadığını duyabiliyordum. Bileğimdeki saati çıkarıp ona uzatırken "Benimkini alabilirsin, bendeyken herkes erkek saati olduğu için dalga geçiyor," dedim sesimi düz tutmaya çalışarak.

 

Esteran bir silah tutuyormuşum gibi kolunu çekip benden uzaklaştı hemen. "Hayır, benim saate ihtiyacım yok zaten. İstemiyorum."

 

"Senin saate ihtiyacın yoksa benim de yok Ester. Al işte, sana benden daha çok yakışacağı kesin hem. En azından bir erkek olduğun için kimse yadırgamaz."

 

İkna olur gibi baksa da tedbiri elden bırakmamıştı tamamen. "Seninle kim dalga geçiyor ki?"

 

"En son Batın bana babamın saatini neden taktığımı sormuştu. Babamın saatini neden takayım ki!" diye sahte bir öfkeyle bağırırken saati çocuğun eline tuturşturmaya fırsat bulmuştum. "Sanki kadınlar için güzel bir icat çıktı da ben özellikle erkeklere özel olanını istedim."

 

Cık cıklamalarımı onun kıkırdamaları böldüğünde görevimi başarıyla hallettiğim için memnundum. Onu yeni bir saatle evine uğurlarken ben de zamandan tümüyle kopup kendimi odama kapatmıştım.

 

Gözlüğümü takmış, bir oturuşta koca bir romanın hiç derdim yokmuş gibi sonlarına gelmiştim. Sahiden yaşamamın pek anlamı olmadığını hissediyor ve bundan kaçmaya uğraşıyordum. Mars'ın teklifini kabul etseydim ne olurdu diye düşünmeden edemedim. Şimdi içimdeki bu huzursuzluk yine orada olurdu ancak bu kez farklı nedenlerden. Saraya dönmem bile saray eşrafını kıyamete sürüklemişken hiç dönmemiş olmam ihtimalini düşünmekten kaçındım.

 

Bahçeden gelen gürültü yüzünden yerimden kalkıp cama yürüdüm bu bir kaçışmış gibi. Hemen penceremin karşısındaki gri duvarın hasar almış gövdesi saatler sonra ilk canlılık göstergesi olan şaşkınlığı yüzüme tokat gibi çarptı. Bir makine bahçeye girmiş, kepçesiyle çiçeklerimin üzerinden gri betonu arkaya yıkmaya çalışıyordu ve ben buna hiçbir anlam veremiyordum. Etraftakileri, neler olduğunu anlamak için izlerken önü bir bulutla kapalı güneşin altından bana bakan adamın yeşilin en açığı gözlerini buldu gözlerim. Kaşlarım çatık, yüzüm çarpıktı. O ise metrelerce aşağımda kalmasına rağmen toprağın üstünde, elleri cebinde, bir köşede mağrur bir yükseklikten baktı yüzüme. Doğrudan pencereme bakıyordu, benim için bir anlamı olduğunu bilir gibi. Gözümü onunkilerden ayırıp çiçeklerime zarar vermeden yıkılan duvardan kalanlara çevirdim. Ondan öyle nefret ediyordum ki boşluğu içimi neşeyle dolduruyordu. Yeniden Kılıç'ın durduğu yere baktım otomatik olarak fakat ortadan kaybolmuştu.

 

Kapım acil bir haber gelmiş gibi açıldığında yerimde sıçrayarak gelene döndüm. Kılıç'ın büyük varlığı doldu odama ve "Dikkatini çektim sonunda," diyerek bana yaklaşmasını izledim.

 

"Dikkatimi çekmek için mi duvarı yıktın?"

 

Aramızda masa kalacak şekilde karşıma geçtiğinde durdu adam. "Seninle göz göze gelmek için bu sarayı yeniden yakabilirim," dediğinde düşüncelerimde ne denli yanıldığımla yüzleşerek gözlerimi kaçırdım. Bunun üzerine Kılıç "Bunu şimdi mi yapmalıyım Karnelyam?" diye sorarak bir adım geri attı. Gözlerimi yeniden gözlerine çıkardığımda ruhumu kaybetmiş gibiydim. Kılıç benim için sadece kaos olmuştu, içimde uyandırdığı daima buydu ve şimdi ruhum o kaosu karşılamak için orada olmayınca adamın güzel gözlerine bakmak benim için hiçbir anlam ifade etmedi.

 

"Hayır, bu kez bir saray yangınından sağ çıkacağımdan şüpheliyim."

 

Kılıç hızla masaya tutunup üzerime eğildi. "Seni her yerden sağ çıkarırım Karnelyam," dedi tehlike altındaymışım gibi. Ona sırtımı dönüp duvarın yokluğuyla açığa çıkan okyanus manzarasına baktım. Okyanusun tezahürü bile beni boğmaya yeterken babamın o duvarı neden oraya diktiğini hatırlamıştım bir an. Manzarayı keserek acımasızlık ettiğini düşünürken o okyanus ve benim arama güvenli bir duvar örmüştü aslında. Ondan nefret ediyor ve onu hiç kimseyi özlemediğim kadar çok özlüyordum.

 

"Kaçmadığını biliyorum Nimfea," dedi. Acıklı bir sır paylaşır gibi rüzgarsı sesi tüylerimi ürpertti ancak konuşurken ruhumun yangınından arındığım çok belliydi. "Neden o kadar öfkeliydin, bu seferin diğerlerinden farkı neydi?"

 

"Mars'ın seni alıkoyduğunu düşündüm." Hala Mars'a duyduğu öfke olduğum yerden solunabiliyordu. "Yapmadıysa bile bunun için planlar yaptığını biliyorum. Bu saraydan çıkmadan önce haberim olduğundan emin ol Nimfea yoksa bu kez bağışlamayacağım."

 

"Sarayda değildin," diye çıkıştım fakat dün gecenin kapkara bir bulut gibi başıma tüneyişiyle bağırıp çağırmayı kestim. Bana dün olan cinnet haliyle bir daha yüz yüze gelirsem nasıl baş ederdim bilmiyordum. "O gitti mi?"

 

Kılıç'ın yüzünden kimden bahsettiğimi anladığı okunuyordu. Belirsiz bir biçimde başını iki yana sallamak dışında sessiz kaldı.

 

Sessizce devamını getirmesini bekledim fakat doğrulup ellerini cebine itti, geri dönmeden hemen önce "Arkadaşını görmek için bir daha saraydan çıkmana gerek yok Karnelyam. Şayet görmek istersen zindanda onun için güzel bir yatak hazırlattım," diyerek bir tokat yemişim gibi geri sıçramama neden oldu. Sırtının kasım kasım sallanışını izlerken düşündüğüm şeyin doğru olmadığına ikna etmeye çalışıyordum kendimi.

 

"Ne demek bu?"

 

"Hazır olduğunda inip arkadaşını görebilirsin demek."

 

Kapıya vardığında öfke gözümü öyle bürümüştü ki uçar gibi yanına varıp koluna yapıştığımda bunu bekliyormuş gibi bana döndü usulca.

 

"Mars'ı zindana mı attın."

 

"Misafir ediyorum diyelim mi?" Lakayt tavırları beni çileden çıkardı.

 

"Aptal orospu çocuğu seni!" Tüm gücümle onu itmeye çalışırken bir duvar gibi dikilen adamın etrafında sarsılan ben oluyordum. "Geceden beri arkadaşım orada ve bana bunu şimdi mi söylüyorsun?"

 

"Hiç söylememeyi tercih ederdim," dedi kolunu benden tek bir silkinişle kurtararak. Ve lakayt tavrı ucuz bir gazetenin ilk sayfası gibi yırtıldığında yerini cinayet haberleriyle dolu kan donduran ifadesi aldı. "Bir kez daha Karnelyam... Sadece bir kere daha seninle aramda o adamı görürsem, sana dokunursa, seni benden saklamaya çalışırsa yemin ederim onu ortadan öyle bir kaldırırım ki hiç var olmadı sanırsın."

 

Yüzüme doğru eğildiğinde onun ne kadar berbat bir adam olduğuyla yeniden yüzleşiyordum. "Sakın seni benden saklayabileceği yanılgısına kapılma. Seni cehenneme gizlese yanar bulurum, beni cennete hapsetse kovulur seni dünyada ararım. Hiçbir yer Karnelyam. Ölüm bile seni ben istemediğim sürece benden ayıramaz. Anladın mı? Hangi çukurda, hangi tepede olduğunun hiçbir önemi yok."

 

Elinin koluma doğru havaya kalktığını gördüğümde bir ateşe değmiş gibi geri sıçradım tiksinti yüzünden. "Midemi bulandırıyorsun Kılıç Kül. Anlaşma bittiğinde öyle bir yok olacağım ki asıl sen zihninin dışında hiç var olmadım sanacaksın. Hasta herif!" derken kendimi kapıdan dışarı atmıştım bile. Yerin altına inen merdivenleri bir solukta inmiş gibi geçip gittiğimde ağır çelik kapının önündeki askerler beni gördükleri an kapıyı açtılar. İçeriye daldım, bir an hangi hücrede olduğunu bulabilmek için soluklanmam gerektiğine karar vermiştim. Ellerimi dizime bastırıp devrilmemek için kendime tutunurken ağır rutubet kokusu genzimi yakıyordu. Kulaklarımın uğultusu dinene kadar yere devrilmemek için direndikten sonra duyduğum mırıltılar beni kendime getirdi. Parmaklıklara tutunup içeridekiyle hararetli konuşmalara dalmış bir kadın gördüğümde onun kim olduğunu biliyordum. Koşmadan önce varlığımı fark etmemiş Afelya'ya seslendim ve arkadaşım yaşlı gözlerle beni karşıladığında içimdeki etten duvara çiviler çakılıyor gibi hissetmiştim. Afelya kendini kollarıma atıp hıçkırığının korkutucu zindanda yankılanmasına izin verirken Mars'ın parmaklıkları sarsarak bana seslendiğini tüm kafa çınlamama rağmen duydum.

 

"Seni oradan çıkaracağım Mars. Özür dilerim."

 

Afelya kollarımdan sıyrılıp ellerini yüzüne bastırdığında paslı parmaklıkların arasında, karanlığa gömülse bile görebildiğim Mars'a yaklaştım. "Çok özür dilerim Mars. Çok özür dilerim." Parmakları benimkilerin üzerine kondu sıkışık demirlerin arasından. Binlerce kez özür diledim binlerce kez affetti beni ancak özür dilemeye devam ettim. Ettim çünkü özür dilemem gerektiğine inanmadığını biliyordum ve bildiğim diğer şey ise onun bu halde olmasına sebebiyet veren kişinin tamamen ben olmamdı.

 

"Çıkar onu Karnelyan." Afelya'nın tiz sesi boşlukta yankılandı. "Geceden beri onu burada tutuyorlarmış, senin haberin yok muydu?"

 

Ellerimi Mars'ınkilerin altından çektim, yanına düşen elini tutmak için elimi parmaklıklardan geçirdim ve yüreğimde pompalanan tüm gücü ona aktarabilirmişim gibi elini sıkmaya başladım.

 

"Bilmiyordum," dedim yalvarır gibi, ikisine de bakarak. "Yemin ederim bilmiyordum. Öğrendiğim gibi geldim. Ama onu çıkaracağım, söz veriyorum." Mars'a döndüm, onu görebilmem için demirlere biraz daha yaklaştı. "Sana zarar verdiler mi?"

 

"Hayır, hayır," diye hızlıca atıldı Mars. "Hiçbir şey yapmadılar. Aslında son zamanların en güzel yemeğini de bu sabah yedim." Şakaya vursa da bunu içimi rahatlatmak için yaptığını biliyordum. Sıkıntıyla soluğumu rutubetli havaya bıraktıktan sonra "Afelya, sen nasıl öğrendin?" diye sordum ve öyle delice mahcuptum ki gözlerine bakamadım. Arkadaşım yaşadığım yerin altında hapsedilmişken ruhum duymamıştı, Afelya ise çoktan onun için buraya gelmişti bile.

 

"Saraydan bir işgal askeri haber vermeye geldi. Kendisini kimin gönderdiğini söylemedi. Beni saraya da aynı asker getirdi. Bilmiyorum," diye ekledi başını sallayarak.

 

"Kapının önüne seni almaya gelen işgal askerinin peşine hiçbir şeyi sorgulamadan takılmanda yanlış bir şeyler görebiliyor musun Afelya?" Mars'ın öfkesi yer altını inletti. Afelya mahcup ve hüzünlüyken kekeleyerek başladı cümlesine. "Sonuç olarak doğruymuş Mars. Eğer biri o askeri göndermese ne halde olduğunu bile bilmeyecektim. Sabahtan beri karargahı arıyorum ve bir kişi bile telefonu açmadı."

 

Mars son cümleyle alnını demire çarptı bıkkınlıkla.

 

"Askerlerine ne olduğunu biliyor musun?"

 

"Hiçbir fikrim yok," dedi boğulur gibi. Artık öylece bekleyemeceğim kesinleşmişti. "Seni çıkarmak için o aşağılığı bulacağım. Birazdan her şey bitecek tamam mı?" Ardımdaki itirazları hiçe sayarak rutubetli yer altından kendimi bir kara deliğin fırlattığı gibi dışarı attım.

 

O küstah alçağın nerede olduğunu bilerek ve üzerimdeki aptal geceliğime bakmadan toplantı odasının kapısına koştuğumda önünde dikilen askerlerin kaygılı bakışları ve kararsız ruh halleri beni hemen buldu.

 

"Beni durdurmaya çalışın ve sizi hiç düşünmeden öldüreyim," dedim kapıya varacak son birkaç adımı yürürken. Tehdidimden dolayı mı bilmiyordum ancak durmama bile gerek kalmadan kapıyı içeri doğru itti asker ve odaya daldığım an tüm uğultu, kapağı örtülmüş gibi yitip gitti. Odada birkaç adam vardıysa da hiçbirine dönüp bakamadım, ayakta dikilen Kılıç'ın insafsız gözlerine bakmak tüm odağımı harcıyordu kendine.

 

"Mars'ı oradan çıkar!" Tıslar gibi çıkan cümle sanki dönüp beni boğuyordu. Kılıç bir saniye için bana bomboş bakmakla yetindikten sonra odanın içindekilerin çıkmaları için gözlerini üzerinde gezdirdi. Hiçbir oyalanma olmadan kalkıp kapıya yürüyen adamların önünden çekildiğimde pencerenin mermerine yaslanıp beni izleyen Kılıç'a koşmak ve onu öldürmek istiyor, dürtülerimi kontrol altına almaya çalışıyordum.

 

"Mars'ın askerlerine ne yaptın?" Sesim, sözlerim kendilerini dışarı atıyor bir yılanın deri attığı gibi kılıflarını boğazıma diziyorlardı. Öyle öfkeliydim ki vücudumun alevler saçtığına inanabilirdim.

 

"Henüz hiçbir şey."

 

"Mars'a ya da askerlerine bir şey olursa Kılıç seni, sevdiğin herkesi, evini, Salta'yı tümüyle yakarım. Yemin ederim yaparım bunu. Gerekirse ateşe sizinle birlikte dalarım yine de senden öcümü almadan vazgeçmem."

 

"Gerçekten babanın kızısın değil mi?" diye sordu az evvel söylediklerimden hiçbirini umursamayarak. Fakat ben onun sözlerini umursadım. "Hayır," dedim öfkeden titreyerek. "Ben Kamer Mahver gibi bırakıp kaçmam Kılıç. En azından seni öldürmeden bu ülkeyi terketmeyeceğim."

 

Kalçasını mermerden ayırıp masanın etrafını dolaştı sakince. Ben çıldırmak üzereyken "Ya dediğimi yap ya da seni şimdi öldüreyim," diye bağırdım harekete geçmesi için.

 

"Benden ne istersen alırsın Karnelyam," dedi hemen önümde durduğunda. "Fakat bunu açıkça, utanmadan, bahane uydurmadan isteyeceksin."

 

Dişlerimi bile açamadan delice bir öfkeyle tısladım parmağım yüzünü suçlarcasına işaret ederken. "Kahrolası arkadaşımı serbest bırak, ona ya da sevdiğim kimseye zarar verme ve ülkemden siktir olup git!"

 

Yüzüme dediklerimin bir kelimesini dahi duymamış gibi bakarken öfkem aleviyle yalnız beni yakıyordu. Sessizdi, tepkisizdi, beni aldığı her nefesle boğuyordu.

 

"Belki de ahşap eve geri dönmeliyiz," diye konuştu uzun sessizliğin ardından, rastgele bir tatil kaçamağı ayarlar gibi. Öfkem garip bir dinginlikle damarlarımı okşadı, daha sakin ve nefret doluydum bir an sonra.

 

"O kadar hastasın ki masum birini keyfine göre hapsediyorsun," diye başladım aramızda bıraktığı mesafeyi kapatarak, sakince. "Sen beni düşman olarak görmüyor, hayal dünyanda yaşıyorsun."

 

Her zamanki dikkatiyle izliyor ve dinliyordu, bense göründüğüm kadar dikkatle seçmiyordum kelimelerimi. "Sen ve ben Kılıç, hiçbir cümlede biz diye geçmeyeceğiz. Gök çökse yer yükselse, cennet alev alsa cehennem boş kalsa senin yanında olmayacağım."

 

Bir an beni anlamamış olması ihtimaliyle konuşmaya devam etme ihtiyacı hissettim. "Biz," dedim başımı yana eğerek. "Ahşap eve gitmeyeceğiz. Beraber savaşmayacağız. Anlaşmaya varamayacağız. İkimiz aynı anda yaşamayacağız bile. Savaş senin ve benim aramda olacak. Daima. Ve birimiz kesinlikle kaybedeceğiz."

 

"Yalnızca masum bir adamı hapsettiğim konusunda öyle yanılıyorsun ki söylediğin diğer sözlerin hükmü kalmıyor," dedi az evvel söylediklerimle alevlenen bakışlarındaki yangını dindirdikten sonra. Canını sıktığımı biliyordum, sıkmamışım gibi davranmaya çabaladığını da.

 

"İlkel yöntemlere başvurup zindana kapatacağın ne suçu vardı peki? "

 

"Sence karargahtaki yüzlerce askeri nerededir Nimfea?" Bir an için öfkem yitip gitti, şaşkınlığım balçık gibi yoğundu. Yardımcı olmak ister gibi "Bir ipucu vereyim, Seryum'da değiller," dedi ve çatık kaşlarım başımı ağrıtacak kadar derinleşti.

 

"Ne yaptın onlara?" Korkmama izin vermeden hızla yanıtladı. "Hiçbir şey."

 

Benden uzaklaşmaya başladığında dizlerim titriyordu, kaybediyordum. Bir savaşı kaybediyordum ancak öyle çok cephede çarpışıyordum ki kurşun hangi savaşta etime saplanıp kaldı kestiremiyordum.

 

"Arkadaşının yanına dön Karnelyam. Ona askerlerinin nerede olduğunu sor."

 

"Ne demek istiyorsun?" Bilinçsiz bir adım attım benden uzaklaşan adama doğru. Adımımı donduran yakıcı bakışları oldu, ilerlememi arzulayan bakışları. Bir tuzağa çekilir gibiydim, kendimi zorla oradan ittim. "Mars neden orada Kılıç?"

 

"Askerlerini Salta'ya doğru yola çıkardığı için." Keskin ve öfkeli ifadesi beni sarstı, kafa karışıklığım beni göz yaşlarıyla tehdit etti hiç nedensiz. "Topraklarımı ele geçirebileceğini ve beni alt edebileceğini sandığı için." Güneşin soluk ışınları iyice silikleşince Kılıç'ın ışığı doldurdu odayı. Daha tehditkar, daha büyüktü, dikkat çekiyor ve bunu öylece durarak yapıyordu. "Aklınca Seryum'u ve seni benden koruyacağını düşünebildiği için Karnelyam," derken ürkütücü görünüyordu. Mars'ın planlarından haberim yoktu, hiç olmamıştı. Öyle ki askerlerin ortalarda görünmeyişini Kılıç'ın gazabına yormuştum. Ancak arkadaşım öylece oturmamış, bir şeyler yapmak için uğraşmıştı.

 

"İsmim Karnelyan," dedim daha da dikleşerek. Karşımdaki adamın öfkesinden etkilenmeyecektim. Hayatımdaki en büyük yalancıydı o ve ondan iğrenmem gerektiğini hiç unutmuyordum. "Dün gece artık senin için de Karnelyan oldum Kılıç."

 

Nefesini öfkeli, sabırsız, bıkkın bir hırıltıyla döktü burnundan. Çenesi ve dudakları kasılmıştı.

 

"Benim için her zaman Bataklık Çiçeği oldun," dedi ancak sesi suçlar gibiydi.

 

"Benim için her zaman bir yalancı olacaksın."

 

Çok hızlı bir adımla geldi bana ve aynı hızla geri çekilsem de önce bileğimi sonra belimi kavrayıp beni olduğum yere çivilemeyi saniyeler içinde halletmişti.

 

"Sana yalan söylemedim."

 

"Beni kandırdın!" Sesim hayal kırıklığına uğramışım gibi çıktığında bu beni daha da hayal kırıklığına uğrattı. Kendime bir tokat atmış gibi sarsılmış, suçlu ararken kendime rastlamıştım sanki. Toparlanamadan konuşmaya devam ettiğimi fark ettim. "On sene önce hayatıma sızdın. Seni bir arkadaş olarak görmeme izin verdin, sırlarımı paylaştım..." Göğsüm daralsa da sesim titrese de duraksıyor ancak susamıyordum. Suçlayıcı parmağımı göğsüne bastırdığımda "Kahrolası mektuplarını dört gözle bekledim. On senem Seryum'a, bana gelmeni dileyerek geçti ve sen yalan söylemediğini sanıyorsun," diye haykırıyordum. O benim arkadaşımdı. Öyle rastgele de değil hem de. O. Benim. Arkadaşımdı.

 

Kılıç'ın yüzündeki ifadeyi göremiyordum, gözlerim odağını yitirmişti.

 

"En büyük yalancısın. En büyük düşmanımsın Kılıç. Tüm kötülerin en kötüsüsün. Yalancıların en yalancısı. Zalimsin. Hainsin."

 

Kılıç'ın tutuşu sıklaştı. Gözlerim hiçbir şey göremiyordu çünkü yüzüm göğsüne bastırılıyordu. Nefes alabilmek için onu delice bir kuvvetle ittim. Beni düşüren oyken kalkmam için uzattığı eli tutmayacaktım.

 

"Bana ihanet ettin." Bu kez sakindim. Nettim. Kızgın bile değildim çünkü bitmiştim.

 

Geri çekildim sakince ve ölümcül sükunetim onun ısrarına son vermişti, uzaklaşmama karşı koymadı.

 

"Mars'ı oradan çıkar."

 

🕑

 

"Askerlerimin kılına zarar gelirse ülkede tek bir destekçini sağ bırakmam," dedi Mars karşısında kendinden emin bir biçimde oturan Kılıç'a bakarak. Kılıç, Mars'ı serbest bıraktıktan sonra askerler onu zorla toplantı odasına sürüklemişlerdi ve her ihtimale karşı peşlerinden gitmiştim.

 

Kılıç bir anlaşma imzalamak içinmiş gibi, karşısında nefret ettiği Mars yokmuş hatta adam onu tehdit etmiyormuş gibi bakıyordu yüzüne. Neler olduğunu anlayamıyordum, bana tek bir kez bile dönüp bakmamıştı. Bakmasını ise zerre istemiyor, ondan iğreniyordum.

 

"Askerlerin?" diye vurucu bir giriş yaptı Kılıç ve sonra gelecek kelimeler beni korkuttu. "Benim askerlerim, bu ülkeyi ben yönetiyorum. Seryum'un askerleri benim emrime itaat eder, onlara emirleri sen değil ben veririm." Kılıç'ın taş maskesindeki çatlamayı görebiliyordum, öfkesinin yüzeye çok yakın olduğunu biliyordum.

 

Mars'ın sessiz kalışına anlam veremeden Kılıç harareti bir anda dinmiş gibi ardına yaslanıp sandalyenin gıcırdamasına neden oldu ve maskesinin hasarlı yüzeyi böylece onarılmıştı. Yeniden konuşmaya başladığında kararlı ve kontrollüydü. "Ancak Seryum askerlerine hiçbir şey yapmadım. Birkaç gündür okyanusun ortasında kalmak eğitimli askerlerimizi sarsmaz. Değil mi?"

 

Mars, Kılıç'a ayak uyduramadı ve "İstediğin neyse söyle, lafı dolandırma," diye atıldı.

 

Kılıç kurnaz gülüşüyle onu tanıdığım, bana göründüğü halinden çok başka görünüyordu.

 

"Tarhun halkı bu ülkenin topraklarından gönderilene dek seni ve komuta ettiğin birliği resmi olarak tanıyacağım, askerlerin yalnız senden emir alacak."

 

Mars ve ben adam bize saçma ve uygunsuz bir şaka yapmış gibi kalakalmıştık. Mars yorgun düşmüş olmalı ki tek bir laf edemiyordu. Ben de öyle.

 

Kılıç, Mars'ı dikkatle izledikten sonra konuşmasını sürdürdü. "Tarhun sığınmacılarının olduğu Varyet şehrini sen izleyeceksin, olan bitenle sen ilgileneceksin ve bunu yaparken kimseden emir almayacaksın. Benden," diye ekledi bir an sonra. "Senden tek istediğim bana rapor vermen."

 

"Neden?" diye sordu sonunda Mars tedbirli haliyle.

 

"Bir işbirliği, kısa süreli barış hali..." Kılıç'ın Mars'a bakışlarında bir üstünlük hali vardı ancak olduğu koltuktan kaynaklanmıyordu bu. Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum.

 

"Neden?"

 

Kılıç sıkılmış gibi derince soluk aldı, bakışları arkadaşımı mikroskop altındaki tiksinç bir canlı gibi izlemeye var gücüyle devam ediyordu.

 

"Seryum senin için değerli. Benim için de öyle. Ve zaten ben geldiğimden beri yaptığın şey bu, değil mi? Yalnızca bu resmiyet kazanacak. Teklifimi kabul ettiğin takdirde karargahlarına ani baskınlar beklemeyeceksin. Ne zaman harekete geçeceğimi düşünüp endişelenmeyeceksin. Yalnızca Seryum'un daha iyi olması için çalışacaksın. Bugüne değin yaptığın gibi. Ancak bunu yaparken Seryum'a gerçek bir katkın olacak çünkü bana rapor verdiğin sürece sorunu beraber halledeceğiz ve Seryum vatandaşı Tarum savaşından olabildiğince az etkilenecek."

 

Teklif Mars'a cazip gelmişti ancak hala aklına yatmayan bir şeyler olduğu açıktı.

 

"Neden bu teklifi yapıyorsun?"

 

İkimiz de çıkarının ne olduğunu delice merak ediyorduk. Bir camın ardından gizlice izliyordum sanki onları, sanki tarihi bir an gerçekleşiyordu ve ben yalnızca şahit olabiliyor, müdahale edemiyordum.

 

"Karnelyan için," dedi Kılıç güçlü sesiyle. O güçlü ses beni kağıttan bir kule misali devirdi, darmadağın hissetmeme neden oldu. Odada yokmuşum gibi Mars'a bakmaya devam ediyordu.

 

"Ne demek bu?" Sonunda sesim çıktığında cızırtılı bir radyo frekansı gibi rahatsız ediciydi.

 

"Beni affetmen için." Yakıcı bakışları sonunda yüzüme yöneldiğinde yutkunamamış, soluk borum bir el tarafından sıkılmış gibi hissetmiştim. "Sen beni affedeceksin, ben arkadaşını affedeceğim."

 

"Hayır Karnelyan," diye karşı çıktı Mars keskin bir dille. Sonunda gücünü toplamış gibiydi. "Bugüne kadar yaptığım şeyi kimsenin onayı olmadan yapıyordum. Teklifinin benim için hiçbir değeri yok."

 

Kılıç, arkadaşım konuşurken de beni izliyordu, ondan ayıramadığım bakışlarımı karşılıksız bırakmak istemiyor gibi görünüyordu. Fakat Mars'ın cümlesi bittiğinde adama delici bakışlar atabilmek için benimle olan bağını koparıp ona döndü.

 

"O zaman askerlerin ve sen layığıyla cezalandırılacaksınız."

 

Kılıç'ın ne kadar berbat biri olduğunu unutmak mümkün değildi, bunu unutmama müsaade etmeyeceği belliydi.

 

"Seni burada," derken masanın üzerinden Kılıç'a eğilen Mars olduğundan daha büyük görünüyordu. "Aptal muhafızların hemen kapının dışındayken kolayca öldürebilirim. O zaman ceza çeken yalnız sen olursun."

 

Mars, yüzünden ne düşündüğü, hissettiği anlaşılmayan Kılıç'ı izledi korkutucu ifadesiyle.

 

"Ve Karnelyan da seve seve buna yardım eder. Hala teklifinin bir anlamı olduğuna inanıyor musun?"

 

"Yalnızca bir kez teklif edeceğim Bay Elzem. Şayet reddedip iddia ettiğiniz planı uygulamayı tercih ediyorsanız," derken dizleri ile sandalyesini itip ağır ağır ayağa kalkıyordu. "Oyalanmadan bu işi halledelim."

 

Mars'ın da kafasının karışmasını, bocalamasını, endişeyle dolmasını bekledim benim gibi ancak o yalnızca birkaç saniye rakibini tarttıktan sonra hızla ayağa fırlayıp Kılıç'a atıldı ve korku beni tümüyle ele geçirdiği için nefesimi tutup kontrolsüzce gözlerimi yumdum.

 

Kılıç'tan belki on santim kadar kısa olan Mars çelimsiz biri değildi ancak gözlerimi açtığımda bir dağ kadar heybetli olan Kılıç Mars'ın tüm girişimlerini boşa çıkarmış, iki bileğini de arkasında birleştirip adamın sırtını göğsüne yaslamıştı. Yalnızca saniyeler içinde...

 

Çenesini eğip Mars'a "Hala teklifim geçerli Elzem, ya kabul et ya da pes," diyordu tok sesiyle. Mars öfkeden soluk soluğayken Kılıç'ın nefeslerinde minik bir tekleme bile yoktu.

 

"Kabul et," diye yakardım bir an ayağa fırlarken. Mars cebelleşip kurtulmaya çalışırken kontrol altına alınmaya çalışılan bir boğa gibiydi, öfkeli hırıltısına, delice kuvvetine rağmen Kılıç'ı sarsıyor ancak yerinden oynatamıyordu. "Mars kabul et. Teklifi kabul et."

 

"Karnelyan," dedi tıkanan nefesine rağmen fakat devamını getirmesine izin vermedim. "Kabul ediyor, bırak onu."

 

Kılıç doksan kiloluk bir kas yığınını kontrol etmiyormuş gibi ağır ağır süzdü beni ve "Beni affediyor musun?" diye sordu.

 

"Özür bile dilemedin, seni neden affedeyim? Bırak onu, teklifini kabul ediyor."

 

"Seni affetmesi için ona şantaj yapıyorsun. Kas kafalı aptal seni," dediğinde Mars, sesi bu kez daha rahat nefes aldığını gösteriyordu. Çabalamayı kesip doğruldu, Kılıç'ın tutuşundan rahatsız olmayı bırakmış gibiydi, bir güç elde etmiş gibiydi.

 

"Ben özür dileyeceğim bir şey yapmam."

 

Kılıç'ın bana karşı söylediği bu anlamsız lafa ortamın tezatlığına rağmen alayla güldüm.

 

"İğrenç, hasta herif." Kılıç'ın gözlerindeki hoşnutsuzluk, arkadaşımı kapana kıstırmış olmasına rağmen keyfimi yerine getirdi.

 

"İğrenç, hasta herif," diye mırıldandı Mars da küçümseyici tutumuyla. Duruşlarına rağmen bir an ortam garip bir hal almıştı.

 

"Onu kandırmadım," diye açıkladı Kılıç kendini, kimse ondan bir açıklama talep etmese de.

 

Mars başını dikleştirip birbirine karışan kirpiklerinin arasından bana değerlendirici bakışlar atarken "Kızı tam on sene kandırmışsın, bu özür gerektirir," diye konuşuyordu rahatça.

 

İkisinin garip etkileşimi de bir an sinirimi bozmaya başlamıştı. Kılıç, Mars'ın yüzünü göremese de önce ona baktı düşünceli biçimde sonra da beni izlemeye döndü. Sahiden beni kandırmış, aldatmıştı ve ihaneti onu özür bile dilettirmiyordu.

 

"Özür dilerim Nimfea," dedi hala arkadaşımı tutarken. Mars bana negatif enerji yüklü bakışlarıyla bakarken Kılıç'a karşı zayıf olduğumu düşündüğünü fark etmiştim. Kılıç'a karşı koyamam sanıyordu, ona kanarım sanıyordu. Bana, benim istediğim gibi inanamıyordu.

 

"Ve ben de seni bağışlıyor muyum? Senelerce görmek istediğim arkadaşıma kavuşmuşum gibi kollarına mı koşacağım sonra? Belki de el ele tutuşup başkenti turlarız, seni güzel restorantlara götürürüm... En sevdiğim yemekleri sipariş ederim senin için... Çünkü sen benim için değerlisin, uzaklardan gelen arkadaşımsın." Durdum çünkü ağlayacaktım, çünkü öfkeden köpürecektim, çünkü söylediğim her sikik kelimeyi hissederek söylemiştim. "Hayır dostumsun. Yaşadığım en güzel anıları seninle paylaşırım çünkü benim için öyle birisin. Üzüldüğümde üzüleceğini bilirim çünkü mektuplarımda sana ne zaman başıma gelen talihsizlikleri anlatsam senden gelen hüznü tüm satırlarında hissederim."

 

Usulca kapıya doğru ilerledim, yalpalıyordum çünkü tüm eklemlerim hayal kırıklığı ile titriyordu. Ben hayatımın her köşesinde başarısız olmayı nasıl başarıyordum?

 

"Seni affediyorum."

 

"Karnelyam," diye mırıldandığında Mars'ı serbest bıraktığını gözümün ucuyla görebildim.

 

"Arkadaşımı bulduğun için teşekkür ederim. Senelerim bir yalanı beslemekle geçtiği için suçlayacağım tek kişi benim, sen değil."

 

 

Loading...
0%