Yeni Üyelik
1.
Bölüm

bölüm1|"Kılıç Düşer Taç Yükselir"

@almelia

 

Günümüz /1973|Seryum Cumhuriyeti

 

"Aşk ve savaş," diyordu Afelya ben hızlı adımlarıma odaklanmışken. Bir yandan toprağa bulanmış ellerimi eskiden beyaz olan bir bez ile silmeye çalışıyordum. Odamın penceresinden gördüğüm manzarayı daha iç açıcı yapabilmek için mütemadiyen bahçedeki çiçeklerle uğraştığım için yine aynı işin üzerindeyken acilen çağrılmış olmak beni hazırlıksız yakalamıştı.

 

"Aşk ve savaş Karnelyan. Haritan bunu vaad ediyor!" Heyecanlı sesi adımlarıma yetişmeye çalıştığı için nefes nefeseydi. Benim elimde kirli bir bez varken onunkinde bembeyaz bir kağıt vardı, anladığım kadarıyla doğduğum an gökyüzünün hali elindeki kağıttaydı.

 

"Otuz yaşımda mı vaadini gerçekleştirecekmiş?" diye söylendim huysuzca. Afelya iyi bir arkadaş gibi beni duymazdan gelip konuşmaya devam etti.

 

"Mars Akrep, Venüs Balık. Bunlar güçlü yerleşimler."

 

"Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum Afelya ama ne aşktan ne de savaştan anlamadığımı en iyi bilen kişinin sen olduğunu biliyorum," desem de sarsılmaz neşesine gülüyordum. Ancak nereye gittiğimi hatırlayınca çok da gülebilir halim kalmadı ve derin bir nefesle doldurdum göğsümü.

 

Kamer Mahver, babam... Beni apar topar çağırdığına göre keyfimi kaçıracak bir şeyi muhakkak vardı. Hislerim arasında en iyi tespit ettiğim şey işte bu yoksunluktu, keyif yoksunluğu. Tanrı'nın, iyicil hisleri insanların göğsüne yerleştiren gizli askerleri son on yıldır beni es geçiyordu, eğer böyle bir şey varsa kesinlikle ben es geçiliyordum.

 

"Tamam, yirmi yedi yaşına kadar aşkla pek haşır neşir olmamış olabilirsin ama savaş konusunda kılıçla, silahla girilmiş bir meydan düşünme. Sen mücadeleden kaçan biri olmadın hiç. Hem Seryum askerlerinin de öğretmenisin." Yeni hobisi olan doğum haritası inceleme işinde çuvallamak istemediğini bildiğim için ona karşı çıkmayacaktım.

 

"Haklısın ama aşk konusunda pek iyi olmadığım çok açık."

 

Otuz altı sene evveline kadar Seryum Sarayı olan yönetici binasının hala monarşi zamanlarından kalma resimli duvarlarına bakmadan edemedik ikimiz de. Onu bilmiyordum ama duvarların ince işçiliğini izlerken düşüncelerim kahrolası aşk üzerinde dolanıp duruyordu. Yirmi yedi yaşında hala umutsuzca aşk bekliyor olmak çok mu kötüydü?

 

"Baban seni neden çağırmış olabilir?" diye sordu Afelya. Konuyu açarken yaşadığı heyecanı konuşmanın gidişatında ümitsizce yitip gittiği için farklı bir şeyden bahsetmek istediğini anlamıştım. Sarayın zarif görünümüyle müthiş bir uyum yakalayan yüzü bir prensesi çağrıştırıyordu. Altın bukleli saçları omuzlarına dökülmüş, hareketlerine paralalel uçuşurken her zaman beyaz melek olanın o olduğunu düşünüyordum. Çocukluğumdan beri o ve ben arkadaştık fakat biz kardeş olduğumuza inanırdık, ne kadar zıt olsak da... Öyle aydınlıktı ki kestane rengi bukleler ve soluk benizle kara melek ben oluyordum. Karanlıkla derdim yoktu neyse ki...

 

Afelya, düşüncelerin altında ezildiğim için yanıtsız kaldığını fark etmiş gibi "Kararlarına saygı duyuyorum Karnelyan, biliyorsun ama," diye konuşmaya başladı fakat cümlesinin gidişatıyla ikimizinde gerileceğini bildiği için durup biraz bekledi. "Kamer Mahver'e de ülkenin idealist başkanı olarak saygı duyuyorum ama bir baba olarak kızının, kendi siyasi çıkarına yarayacak bir evlilik yapmasına neden olması ona sevgi duymamı engelliyor." Sesi kendi kendine konuşur şekilde mırıltıya dönüşse de benim iç sesim gibiydi, haklıydı ve yapacağım hiçbir şey yoktu."Aslında ben babandan nefret ediyorum Karnelyan," diye itirafta bulunduğunda sesimi çıkarmadım.

 

Düşündüğüm, beni gizlice ve umutsuzca beklediğim aşktan çok uzun süre alıkoyacak olan evliliğimdi. Bahsi geçen evlilik hayatına tam üç gün önce adım atmıştım fakat bu sanıldığı gibi bir evlilik değildi.

 

"Beni zorlamadı biliyorsun." Kanım damarımda donmuş gibi ağırlaştım bu gerçekle fakat üzgün, mutsuz, çaresiz hissetmiyordum. Bir şekilde kabul etmiştim işte.

 

"Teklif etmesi bile korkunç Karnelyan. Sırf DYK'nin bağımsız asker ordusunu komuta ediyor diye kızımı ömrümde birkaç kez gördüğüm adamla evlendirmezdim. Adam nikah akşamı askerlerimizin yarısını alıp savaşa gitti!"

 

Yönetici odasına açılan maun kapının kızıl-kahve renkleri daha seçilir olmaya başladığında babamın isteyeceği ya da söyleyeceği şeyle yüzleşmek için odaklı birkaç nefes almaya başlamıştım. Evli ve aşk isteyen biri olarak zıtlıklar peşimi bırakmadığı için bünyemde gerginlik ve sonsuz durgunluğu aynı anda hissederdim. Diğer yanıma odaklanmaya uğraştım.

 

"Babamın kriz anında destek alabileceği bir ordu ve komutana ihtiyacı vardı, Keskin Karma'nınsa Tarum'daki savaşa götürebileceği daha fazla askere. Burada evliliğimiz onların bu konuda bir anlaşma imzalamasının yasal hali yalnızca." Düşüncelerim tam olarak bunlardı. Evli sayılmazdım bile, bir adamla toplantı sonrası evlerimize dağılmış gibiydik. Onu muhtemelen ya hiç görmeyecektim ya da babam emekli olup yönetimi devrettiği zaman Keskin Karma ile boşanmak için mahkemede son kez el sıkışacaktık.

 

"Aşkı ve bunun için savaşmayı hak ediyorsun Karnelyan," diyen yumuşak sesi dinlerken nefesimi tuttum.

 

"Haritamı incelemeye devam et, babamla görüşmem bittikten sonra Altınlık Çarşısı'nda ahududu likörü içer, biraz daha konuşuruz."

 

Başıyla onaylayıp yanağıma ıslak bir öpücük kondurduğunda arkasını dönüp gitmesini izledim, arkamı dönüp gitmem gerekirken. Elimdeki kirli bezi ona verdiğim için boş kalan ellerime baktım ne kadar temizleyebildiğimi görmek ve zaman kazanmak için.

 

Bir gün zaman beni bırakıp gitmek yerine benimle akmaya başlayacaktı ve bu düşünceyle rahat bir nefes aldım derince. Yönetici odasından gelen sessizliği dinlemeyi kesip içeri daldığımda bileğimdeki deri kayışı yıpranmış, kasası bronz saatime bakıyordum. 14.01 Tarum'da üretilen saatin dijital ekranı babama olan soğukluğumu biraz olsun dindirdi. Zaman ile aramdaki garip ilişkimi bilen Kamer Mahver yeni ve farklı özellikleri olan bir saat üretildiğini duyduğunda benim için satın alacak kadar iyi bir babaydı. Zaman ile olan ilişkimi kendisi bozmamış kadar iyi bir baba...

 

Odanın basık karanlığında bordo perdelerin tümüyle kapalı olduğunu fark etmiş ve içeride yalnız olduğumu sanmıştım. Ta ki babamın taba rengi kaplaması gıcır gıcır olan koltuğunda oturan adamı görene dek. İrkilmedi, şaşırmadı, konuşmadı. Sanki buluşmak için haberleşmişiz gibi içeri girip ona yürümemi bekliyordu.

 

Ortam, güneşin kapalı perdelerden içeri sızmaya çalışan ışınlarıyla bir mabedi çağrıştırırken ardına yaslanıp rahat fakat kontrolcü bir biçimde beni süzen adam karanlık bir aziz gibi görünüyordu.

 

"Kamer Mahver'i mi bekliyorsunuz?"

 

Kızıla çalan, sert tutamlı saçlarıyla içerideki adam etrafa vücudundan göz kamaştıran bir ışık yayıyor gibiydi. Taştan oyulan delice zarif bir heykel izler gibi onu izlemekten alıkoyamadım kendimi.

 

"Beklediğim o değil," derken sesinden havayı ağırlaştıran bir duman sızlıyordu sanki, pürüzlü fakat kusursuz bir sesti sahip olduğu. Basit bir 'hımm' sesi çıkarabildim yalnızca. Onu izlemeye dalmış, çırpındıkça derine dalmıştım.

 

"Sanırım siz de manzara izlemeyi sevenlerdensiniz," dedi arkasına yaslanıp ellerini düz karnında bağlarken. Kendini beğenmiş tavrı bir dalga ile beni kıyıya çarptı ve soluklanıp kendime geldim. Acınası sandalye adamın devasa vücudunu taşıyabilmek için gıcırdarken ben gözlerimi kısmış ve saldırgan jestlerden kaçınmak için avuçlarımı iki yanıma bastırmaya başlamıştım.

 

"Ağzını açana kadar manzara izlemesi keyifli bir haldeydi," dediğimde cesurca, alayla kıvrılmış dudakları ve parlayan gözleri hoş bir şaşkınlığın izleriyle şekillenmişti. Kapının önünde beklediğimi fark ettiğimde masanın bir ucunda o diğer ucunda ben olacağım şekilde ilerledim içeriye doğru.

 

"Genelde sözlerim görünüşüme tercih edilir," diye mırıldanırken beni yakından, delici bir dikkatle süzüyordu. "Nasıl iltifat edeceğinizi biliyorsunuz." Belli belirsiz bir keyifle dirseklerini masaya dayamak için doğrulurken konuşmuştu.

 

"Burada olma sebebinizi öğrenebilir miyim? Eminim ukalalık yapmaktan daha anlamlı bir amaç getirmiştir sizi buraya."

 

Dikkatli bakışlarıma meydan okurken benden daha derine saplanmıştı manzara izlemek konusunda. Bir noktada bakışlarından rahatsız olup derin bir soluk aldım ve başını iki yana sallayarak bunu soruma belirsiz bir yanıt olarak sundu.

 

"Pekala," diye mırıldandı parmakları çenesine uzanırken fakat parmaklarını sakallarına değdirmekten çekinir gibi boynuna indirdi hemen. Boynunun kenarını ovarken bana ne kadar küstah olduğunu kanıtlamak ister gibi konuşmasını sürdürdü. "Tahminde bulunmak isterseniz sizi dinlerim."

 

"Tahminlerime red veya onay verilecek mi?"

 

Bir mülakatın ilk aşamasında gibiydim, rahatsız değildim. Gözleri parladı ancak net bir yanıt alamadım.

 

"Genç bir bakansınız." Kendimden emin yanıtımı reddedince ağırlığımı bir bacağıma verip yeni bir tahmin yürüttüm. "Bir elçisiniz." Gözlerimi kısıp maddi varlığını iyice süzerken bu kez kendimden epey emindim. Başımı hızla iki yana salladım daha iyi bir tahmin için. "Seryum'dan değilsiniz kesinlikle. Fakat duruşunuza bakılırsa yetki seven birisiniz, bu yüzden yetkiye bu ülkede değilse de bir ülkede sahipsiniz değil mi? Kesinlikle Serenyum ile aramızdaki toprak sorununu çözmek adına buradasınız."

 

Dudaklarım keyifle kıvrıldı gözlerindeki hayran ışıltıyı görünce. Fakat beklediğim onay gelmedi, aksine "Serenyum'dan gelmiyorum. Seryum'luyum," yanıtını alınca çocukça bir oyunda aptal bir rol almış gibi huzursuzlandım. Odadan çıkmak ve babamla sonra görüşmek için bir geri adım attığımda "Peki," diye mırıldanıyordum. Kendini açmak istemeyen bir yabancıyla yeteri kadar flörtleştiğime karar vermiştim.

 

"Az önceki iltifatınızda dürüst müydünüz?"

 

Sorusu hızlı fakat kontrollüydü, göğsünü masaya yaklaştırıp geride kalan adımımı izlediğinde müdahale etmek ister gibi, ötekini de geridekinin yanına çektim fakat gitmekten vazgeçmiştim. Omuz silktim açıkça bir yanıt vermek yerine.

 

Ardımda bir kapı açıldı sertçe, babamın koltuğunda oturan adamın bakışları bir saniyeliğine bile benden düşüp ardımdaki kapıya sürüklenmeyince geleni görmek için omzumun üzerinden baktım.

 

Babamın, açtığı kapının kulbuna tutunan eli ve içeri girmekte tereddüt eder gibi duruşu endişeyle kaş çatmama neden oldu. Kendi odasında, kendi koltuğunda yabancı bir adamın hakimiyet kurar gibi kurulmasına öfke duyması ve içeri dalıp onu kapı dışarı etmesi gerekmiyor muydu?

 

Acı bal rengi gözlerinde hoşnutsuzluğu gördüm fakat sanki koltuğunda yabancı bir herif oturmuyor gibi, odada yalnızmışım gibi beni inceliyordu.

 

"Beni çağırmışsınız," dedim resmiyetle. Sarayın batı kanadında artık onun kızı değil, askerlerine derin tarih eğitimi veren öğretmendim. Bir işçiydim ve patron her zaman oydu.

 

"Öyle mi?" dedi yalnızca, tetikte ve benden yana bakmaz bir halde. Ardımda kalan adamın bakışları tüm ağırlığıyla üzerime yığılıyken babam artık onu izliyordu.

 

"Fakat siz kesinlikle her halinizle izlemesi keyifli bir manzarasınız," dedi adam babam odaya hiç gelmemiş de konuşmamız hiç bölünmemiş gibi. Sesi düşünceliydi ve durumun hiç farkında olmadığını sanacağım kadar andan kopuktu. Gözlerim büyürken rengimin iyice solduğunu biliyordum, damarımda sükunetle akan kan adamın sözleriyle çekildiği için dehşet içindeydim. Kafamı kaldıramıyor, gerçek bir dehşet haliyle çizmelerimin uçlarını izliyordum.

 

"Güzel şakaymış," diye mırıldanırken sesim boğuluyormuşum gibi çıkmıştı. Asla konuyu babamın yanlış anlamayacağı yere çekmeyeceğimin farkındaydım.

 

"Bu arada tanıştırılmadık."

 

Yönetici koltuğunda bu ünvana layık şekilde oturan ve muhtemelen herhangi bir mahallenin delisi diye bilindiğine inandığım adamın sesi de bir o kadar otoriter çıkınca ona dönmek zorunda hissetmiştim. Babamı ve beni odasına çağırtan oymuş da biz elimiz mahkum gelmişiz gibi...

 

"Karnelyan Karma," diyerek elimi masanın üzerinden uzattığımda dahi gözleri yüzümden ayrılmamıştı. Haliyle gözlerinin içindeki hayran partıltının yerine bir anlığına öfkeli bir şimşek çaktığını çok net görebilmiştim.

 

Kendimi topladım ve tokalaşmak için bir girişimde bulunmadığında elimi ne kadar silmiş olsam da yeteri kadar temiz olmadığını hatırladım. Çok uzun zamandır hissetmediğim utanç hissiyle midem yanmaya başlamıştı. Elim boşta kalmışken adam ağırca oturduğu yerden kalktı, masanın etrafını dolaştı ve tam önümde durduğunda yanıma indirmek üzere olduğum elimi havada yakalayıp avcunun içine hapsetti.

 

"Karnelyam," diye mırıldandı sanki ona bir hediye vermişim gibi mahmur bir keyifle. Onu düzeltmeme kalmadan babamın, adımı seslenmesiyle elimi esaretten kurtarmaya uğraştım.

 

Elimi nazikçe olsa da ısrarla tutan adam ne ismini bahşediyor ne de kendisinden uzaklaşmama müsaade ediyordu. Babamsa müdahale etmiyor, konuşuyordu.

 

"Seninle daha sonra konuşacağım şimdi gidebilirsin Karnelyan."

 

Karşımdaki daha doğrusu dibime kadar girip bana tepeden bakan adama baktım ve bu kez tüm resmiyetten arınmış, duygusuzluk kalkanımı indirmiş, neredeyse aç bir merakla yüzünün her bir zerresini izleme izniyle yapmıştım bunu. Hayatımda onun kadar dikkate değer bir adam görmemiştim, mimikleri öyle donuktu fakat biçimi öyle zarifti ki boyutu gerçek insanlardan birkaç numara büyükçe oyulmuş ince işçilikli bir heykeli andırıyordu görüntüsü.

 

"Pekala, sanırım isminizi öğrenemeyeceğim," diye mırıldanırken yüzünün sol tarafını saran ince, pürüzlü kumaşa benzer cildini izliyordum. Sakallarının gizleyemediği kısımda, elmacık kemiği üzerindeki ten taş duvarların yapısını andırıyordu, yüzünün bir yanı diğer yarısına taban tabana zıtsa da bu adama çirkin demek imkansızdı. Aynı izlere boynunun ve alnının sol taraflarında da rastladım. Bir şey ona zarar vermişti fakat acısı dinecek kadar uzun süre önce olduğu belliydi. Hasarlı cildinde acı değil yalnızca iz kalmıştı.

 

"Bir sonraki görüşmemizde ismimi öğrenmiş olacaksınız," diyişinde yumuşak esen bir tehdidin rüzgarı vardı fakat zihnimin bir oyunu olma ihtimaline karşılık umursamaz davrandım bu konuya.

 

"Görüşmek dileğiyle," dedim nezaketen ve babamın odada olmasından dolayı buradan kurtulmak isteyerek.

 

"Görüşeceğiz Karnelyam," dedi odanın içindeki şömine birden yanmaya başlamış gibi ortamın ısısını artıran bir sesle. Müthiş bir enerji akını vardı ondan dünyaya doğru fakat tümüylr güvenilir ve iyi bir enerji olduğunu iddia bile edemezdim.

 

"İsmim Karnelyan," diye mırıldandım. Duymamış gibi davrandı.

 

Sonunda elim yanıma düştü, ismini söylemeye niyetli olmayan adam hala avcunun içerisinde parmaklarım saklıymış gibi dururken zorla da olsa geri çekildim.

 

"Git Karnelyan. Bu hafta ders olmayacak, askerler bana lazım."

 

Babamın söylediğini sorgulamaya vakit bulamadan babam kapıyı benim için genişçe açmış ve kolumu tutarak beni bir beladan korur gibi odadan çıkarmıştı.

 

🕑

 

 

Cümlenin sonunu nasıl getireceğimi bilmediğim için kağıdın üzerinde donan kalemin mürekkebi kelimelerin üstüne akan kan gibi dağılıp genişliyorken gözlerimi kırptım ve kalemi olduğu gibi elimden bıraktım. Benim için gönderilen mektubu aldım elime, yalnızca son paragrafını yüzüncü kez de olsa yeniden okumak için.

 

"Karahindibayı üflerken tuttuğun dilek şayet tek üflemede tüm tüyleri döktüysen gerçekleşir derler, bir dilek tut Sevgili Bataklık Çiçeği. Bir dilek tut ve bir karahindibayı var gücünle üfle, yakında dileğini gerçekleştirmek için orada olacağım."

 

Annem ben on yedi yaşındayken Kamer Mahver'in kontrolcü bir manyak oluşuna daha fazla katlanamayacağına karar verip ülkeyi terk ettiğinde babam ve ben Seryum'a en yakın olan karaya, Serenyum'a gitmiştik. Orada bulduğum kesinlikle annem değildi. Annem hayatımdan çıkmıştı fakat düşünceli ve kibar bir adam ben babamın yokluğunda Serenyum'daki bahçeleri yapayalnız dolaşırken yanıma gelip hayatıma girmişti. Yaşım çok büyük değildi ve yaşı benden büyüktü fakat onca zamanın üzerine yılda birkaç kez mektuplaşmaya devam ederek hayatımda kalmaya devam etmişti. Eğer annem oralardaysa bana haber vereceğine söz vermişti fakat ta o gün bile annemin dönmesini bir an bile istememiştim. Kamer Mahver'in çevresinde olmak bile başlı başına bir sınavken eşi olmak katlanılır değildi muhakkak. Fakat yine de annemin beni en azından bilgilendirmiş olmasını isterdim, en azından bana iyi olduğunu söyleyen kısacık bir mektup yollaması da yeterdi. Ürhen Mahver iyi bir eş olmayabilirdi ancak iyi bir anne olması için gereken tek bir şeyden beni mahrum etmemeliydi, hala var olduğunu bilmenin iç rahatlığından.

 

Altınlık Çarşısı'ndan dönerken yolda koparıp rüzgarda uçmasın diye özenle taşıyıp sakladığım karahindibayı elime aldım ve pencerenin boşluğuna yerleştim.

 

Bir mucize diledim, bir mucize istiyordum, bir mucizeye ihtiyacım vardı. Öyle güçlü üflemiştim ki çiçeğin tüyleri tam da mektup arkadaşımın dediği gibi tek seferde uçuşup rüzgara karıştı. İçimde bir umutla pencereyi kapatırken belki de gerçekten yakında görüşeceğim adamı düşünüyordum. Mektubunda bahsettiğine göre yakında Seryum'u ziyaret edecekti bu da onu tam on yıl sonra yeniden göreceğim demek oluyordu. Onu tanıyacağımı sanmıyordum ama onu seviyordum çünkü mektupları dışında tamamen soyut bir insan olsa da benim için somut bir arkadaştı.

 

Afelya'nın olduğu odaya geçtim yazmaktan vazgeçtiğim mektubun kağıtlarını topladıktan sonra.

 

"Belki şu mektubu bir hafta evvel yazsaydın şu an ortalarda görünmeyen bir adamla evli olmazdın," diyen Afelya ahşap, sallanan babaanne sandalyesine iyice gömülüp elindeki örgü şişini yüzüme doğru tutuyordu. "Hem insan on senedir mektuplaştığı adama Sevgili Yabancı Tanıdığım der mi Karnelyan? İsmini söylememesi adil değil."

 

"İsmini sormadım böyle kalmasından memnunum. Hem ben de ona ismimi söylememiştim," dedim arkadaşıma. Kedim Volfi, Afelya'nın ayaklarının ucundaki tüy yumaklarıyla oynayıp yuvarlanırken ben de karşılıklı duran berjerlerden birine oturdum.

 

"Yine de senin ismini bir gazete ya da bir radyo yayınında en az bir kez duyduğuna eminim. Sense ondan bahsettiğinde hayali arkadaşından bahsediyormuşsun gibi beni endişelendiriyorsun." Yeni hobisi örgü olduğu ve bu işte de berbat olduğu için hırka diye ördüğü hilkat garibesini söküp ipi yumak halinde döndürürken huysuz, yaşlı bir cadıyı andırıyordu. Volfi yere eklenen yeni iplere çıldırınca gülümsedim.

 

Babam beni gönderdiğinden beri üç gün geçmişti ve Afelya'nın evinde, işimden uzak geçen günler pek tatil gibi hissettirmiyordu. Uzun zamandır boş kalmadığımı ve kalmamam da gerektiğini anlamıştım bu üç günde. Afelya mektuplaştığım kişiyle evlenmem gerektiğini hatta babam bana Keskin Karma'yla evlenmeyi ileri sürdüğü gibi kaçmam gerektiğini anlatırken konuşmadan tamamen kopmuştum. Biriyle evlenmemek için başka biriyle evlenmem gerekmediğini bile söylemedim. Ve o kişinin benim için fazla değerli fakat aşka dair duygular uyandırmayan biri olmasından bahsetmem işten bile değildi. Afelya bunu duysa çıldırırdı, bir karşılıklı aşk bağımlısı olarak her şeyi aşka bağlamanın bir yolunu bulurdu.

 

"Karnelya," dedi arkadaşım birden ve kendi düşüncelerime daldığım için benimle konuştuğu tüm o kelimelerden birini bile anlamadığımı böylece fark ettim. Beni kızdırmak ve kendime getirmek için ismimi yanlış söylüyordu. Beni kızdırmak için kestirme bir yol arayan ismimi yanlış telaffuz etse müthiş bir başarıya ulaşırdı. Düşüncelerim bana günler önce ısrarla Karnelyam diye seslenen heybetli fakat belli ki algıları kapalı olan adama gitmişti. Tamam, ona kızmamıştım. Nasıl olsa bir daha görmeyecektim bile.

 

"Karnelyan," diye seslendi bu sefer Afelya ciddileşerek.

 

Dikkatimi ona verdiğim anda konuşmama fırsat kalmadan "Babam seninle konuşmak istiyor," diyerek masada duran telefonun ahizesini bana uzattı.

 

Sorgulamadan, hızlıca telefonu kulağıma yasladım.

 

"Sizi dinliyorum," dediğimde içimde büyüyen gerginlik dalgası yüzünden sesim daha sert çıktı. Bahran Ars ülke başkanının danışmanıydı ve kızının en yakın arkadaşı olmama rağmen benimle neredeyse hiç konuşmazdı.

 

"Baban pek iyi değil, saraya gelmen lazım."

 

Oraya saray demezdik, krallığın izlerini silmek için büyük uğraş verirken Bahran Ars gibi kralı ve kraliçeyi tahtından edip yönetim şeklini değiştirmek için canını ortaya koyan bir adam otuz altı senelik uğraşın ardından oraya saray dememeliydi.

 

"Yola çıkıyorum," dedikten sonra ahizeyi Afelya'ya uzatıp kucağımdaki ipleri düşürmemek için dikkatle yerimden kalkmaya koyuldum. Babamın pek iyi olmaması şaşırtıcı değildi. Beni odasından kovar gibi çıkarmasının üzerinden üç gün geçmişti ve ara vermeksizin toplantılar yaptığını biliyordum. Biraz dinlenmesi gerekiyordu.

 

Afelya ahizeyi yeniden yüzüme uzattığında yüzündeki altınsı ışıltının yok olduğunu gördüm. Telefonu kapatmadığını hatta babasının onunla konuştuğunu anlamamıştım bile.

 

"Neler oluyor?" diye mırıldandım elinden ahizeyi alırken. Kafasını iki yana sallayabildi yalnızca. Bir şeyler ters gidiyordu.

 

Telefonu kulağıma yasladığım anda "Karnelyan," diye seslenen Bahran Ars'a "Sorun ne?" diye sordum.

 

"Babanın seni gönderdiği gün saraya gelen adamın askerleri günlerdir babanın oradan çıkmasını bekliyor," dediğinde dudaklarım aralandı fakat konuşmak ya da nefes almak imkansız hale gelmişti. "Yönetimi devretmesini bekliyorlar."

 

İlk sorduğum soru "O adam kim?" oldu.

 

"Öyle ya da böyle yönetimi devralacak kişi," dediğinde sesi uzaklaşıyor ve ben uzayda süzülüyor gibiydim. Nereden geldiğini ve neden kaynaklandığını tam anlamıyla bilmediğim kaygı hissi kulaklarımı uğuldatmaya, başımı döndürmeye başlamıştı.

 

"Neden?" diye sordum fakat aldığım cevap acele etmemin ve benim için bir araç yollanacağının söylenmesi oldu.

 

Benim binadan çıktığım gün babamın odasında olan adamın bu konuyla bir ilgisi olduğuna neredeyse emindim. Yönetici odasına öylesi bir hakimiyet kurmuştu ki Bahran Ars'ın söylediği her şey onu işaret ediyordu. Kahrolası herif içimde tuhaf hisler uyandırıyordu, sanki evrenlerden birinde ben oydum ve kendi karşıma çıkmıştım. Kim kendi kendisinin karşısına çıkmanın garip olduğunu düşünmezdi ki zaten.

 

Hızlıca hazırlandığımda ceketimi üzerime geçirirken Afelya çıplak ayaklarla beni çıkışa kadar takip ediyordu. Endişeli olduğunu ve babasının ona evden çıkmaması gerektiğini söylediğini biliyordum.

 

"Babana bir şey olmayacak Karnelyan," diyordu kendisini ikna etmeye çalışır gibi. "Ülkeye de bir şey olmayacak."

 

O beni ve ben de onu rahatlatmak için birkaç cümle ettik birbirimize hızlıca.

 

Beni almak için gönderilen araç yalnızca babamın kullandığı, kullanmam için bana bir kez bile izin vermediği beyaz Chevrolet'ken kesinlikle kendimi bir şeylerin iyi gideceğine inandıramıyordum. Sorgusuzca arabaya bindiğimde hemen harekete geçmişti.

 

Araç hızla yola çıktığında şoförümün iki ya da üç sene evvel eğitim verdiğim askerlerden biri olduğunu biliyordum fakat onu tanıdığımı belli edecek bir şey yapmadım. Kaygı derimin altına sızmamış olsa da öğrencilerimle işim bittikten sonra birbirimizi hiç görmemişiz gibi hayatlarımıza devam ederdik. Belki cinsiyetlerimiz yüzündendi, belki hiçbir avantajı olmasa bile Seryum Başkanı'nın kızı olduğum için bana bulaşma ihtimallerini ortadan kaldırıyorlardı ya da olması gereken birbirimizi görmezden gelmekti. Yüzlerce yaşıtım askerin altı aylık süreçlerinde tarih eğitimlerini vermek için hayatlarına girerdim fakat arkadaşım dediğim insanların sayısı bir elimin parmaklarını geçmezdi. Belli ki pek talep gören biri değildim.

 

"Binadaki durumla ilgili bilmem gereken bir şey var mı? Orada neyle karşılaşacağım?" diye sordum bencil ve kasvetli düşüncelerimden kurtulmak için.

 

Dikiz aynasından bakışlarımız buluştuğunda şoförüm hızla gözlerini kaçırıp yola odaklandı. "Yalnızca kaosla karşılalacaksınız." Resmi sözlere alışkınsam da sesindeki düşmancıl tonu anlamam kafamı karıştırdı. Huzursuz olmalıydı, huzursuz olmam gerektiğini anlayabiliyordum.

 

"Binadaki adam kim?"

 

"Seryum'un son kralı Esteran'ın oğlu. Kılıç Kül Seryum," dediğinde asker benim aksime güçlü ve net bir sesle, dudaklarım aralanmıştı fakat konuşmak için değil.

 

"Son kralın bir oğlu yok. Taht konusunda hak iddia edebilecek, kraliyet soyundan insan kalmadı."

 

Koltukta öne doğru kayıp şoföre yaklaştığımı fark etsem de göğsümde nabız gibi atan mide bulandırıcı öfke, utanç, kaygı hislerinden oluşan yumak hareket etmemi, güçlü davranmamı engelliyordu.

 

Sözlerime karşılık gelmedi, adam beni onaylamadığı gibi red de etmedi yalnızca gaza biraz daha yüklenip benden kurtulmak için acele etti. Ve ben yol boyunca bir anda böyle saçma bir dedikodudan ibaret olan hayali adamın gerçek olma ihtimaline kafa yordum.

 

Seryum'un yönetim şekliyle ilgili sorunları olan daha doğrusu krallıkla yönetilen Seryum'un daha ihtişamlı olduğuna kanaat getiren pek çok insanın olmasını hayal ettiği biri vardı. Kralın bir oğlu olsaydı onları eski günlere döndüreceğine inandıkları hiç doğmamış bir adam... Fakat durum buydu, hiç doğmamış bir bebek vardı ve 1937 senesinin serin bir şafak vaktinde Seryum Sarayı'na giren Kamer Mahver ve Bahran Ars son kral ile kraliçeyi Seryum devletinin bekası için ortadan kaldırmışlardı. Kraliçenin hamile olduğu söylentileri çok güçlü olsa da hatta saraydaki arşivde bununla ilgili sağlık kayıtları görmüş olsam da ölü bir kadın çocuk doğurmazdı. Seryum Devleti'nin refahı için ödenen pek çok bedel vardı ve babamın kraliçe de olsa hamile bir kadını ortadan kaldırmış olması en gurur duyduğum şeylerden değildi. Ne yazık ki şartlar öyleydi, devlet kişilerden değerliydi.

 

Normalde yirmi dakika sürmesi gereken yolculuk on küsür dakika sonra biterken düşündüğüm her şey yok oldu, bir süreliğine hiçliğe karıştı. Sarayın önünde yüzlerce asker vardı, Seryum askerlerini üniformalarından tanısam da geri kalan siyah tulumlu, silahlı adamların hangi ülkenin askeri olduğunu kesinlikle bilmiyordum. Evet, karşılaştığım tek şey kaostu.

 

Belki iki yüz asker binanın bahçesini doldurmuş ve tüm çevreyi kuşatmıştı, halktan meraklı pek çok grup da etrafı sarmıştı. Çok kötü şeyler düşünebilirdim, babama bir şey olduğunu düşünebilirdim ama ağlak duygulara izin verecek zamanım yoktu.

 

Dakikalar içinde arabadan inmiş, yola koyulmuştum.

 

"Başkan hala çıkmadı mı?" diye sordu yanından geçtiğim adamlardan biri meşe ağacının dalına ata biner gibi oturan genç bir oğlana. Cevabı dinlemek için durmadım. Başkan, Seryum'u ne idüğü belirsiz bir adama bırakmak için bu binadan dışarı adımını atmazdı.

 

"Bahran Ars tarafından çağrıldım," diyerek binanın dışındaki çiftlerin etrafını insandan ikinci bir çit gibi sarmış Seryum askerlerini ikna etmiş, içeri gitmiştim.

 

Kriz anında hissettiğin şey senin güçlü olup olmadığını belirler derdi babam. Güce düşkün bir adamın kızı olmanın berbat yanlarından biri asla tam anlamıyla memnun edici güce ulaşacağına inanmamaktı. Demem o ki şu anki krizde hissettiğim şey güçlü duygulardan hiçbiri değildi. Boğazımı tıkayan kaygıdan başka bir his yoktu.

 

Bahçede kendi ellerimle ektiğim bazı çiçekleri düz toprağa çeviren pek çok postal görüyordum, ağaçların dallarına halktan pek çok insan tünemiş durgun beklentiye rağmen bir sirk gösterisi varmış gibi meraklıydılar.

 

Günlerdir bu adamlar buradaydı ve benim bir halttan haberim yok muydu gerçekten? Daha da kötüsü babam günlerdir bu durumu halledememiş miydi?

 

Binanın daima açık olan dış kapısı siyah üniformalı, göğsünde altın işlemeli güneş sembolü olan askerler tarafından görünmez şekilde kapatılmıştı. Önlerinde durdum ve endişe yüzünden kaybettiğim sesimi bulmak için birkaç kez yutkunmak zorunda kaldım.

 

"Bay Seryum tarafından çağrıldım, içeri girmeliyim." İsim ağzımdan çıkarken sanki bir uykudaydım ve rüya olduğunu bildiğim karabasan boğazıma çökmüştü.

 

"Burada bekleyin, Bay Seryum'a haber verilecek."

 

"İçeri girmeliyim," diye direttim. "Beklemelisiniz," diye susturdu beni.

 

Bunun üzerine birini yumruklayıp geçmeyi hedeflediğim kapıda kafasını parçalama isteğimle boğuşmaya başlamıştım. Bay Seryum diye seslenilebilecek tek bir kişi bile yoktu otuz altı senedir. Bu adamları böyle inandırmak için ne yapmıştı o alçak herif? Yalanımın ortaya çıkması ihtimali öfkemin ateşini yelliyordu. Yalnızca birkaç gün ayrı kaldığım evime özgürce giremiyordum ve babam hala içerideyken.

 

"Şimdi kabalaşacağım ama," diye konuştum dişlerimin arasından öfkeyle. Bir elim önümdeki adamları itmeye çalışırken bir elim ceketimin cebindeki tabancanın kabzasındaydı.

 

"Bir hırsız ve katilin kızından kibarlık beklemezdik zaten." Ses tam arkamdan geldi. Bu kargaşanın içinde böyle doğrudan beni hedef alan bir de tutturan hakareti sivri uçlu bir ok saplanmış gibi kürek kemiklerimin arasında hissettim.

 

En iyi huyum maalesef sabır değildi fakat sabrım zorlandığında aynısını karşımdakine yaşatmayı iyi becerirdim.

 

"Bir hayalete hizmet eden canlı bir adama göre fazla cesur olmanı beklemezdim ben de," derken arkamı döndüm.

 

Dikkat dağıtıcı gürültüye rağmen az önceki sesin sahibini bulduğumda iki yanımı saran kaburgaların tam ortasındaki boşluğa darbe yemiş gibi hissetmiştim. Askeri eğitimini tamamlamak ve rütbesini almak için katıldığı tarih derslerini hatırlıyordum karşımdaki adamın. Bir Seryum askeri olmak için eğitilen adamı karşı safta görmek somut her türlü acıdan daha kesif bir şeylerle nefesimi kesti.

 

"Bir hırsızdan daha cesur olmak zorundayız," diye tıslarken omzundaki tüfeğin namlusunu yüzüme doğrulttu ve anında Seryum askerleri silahlarını hazır ola almıştı gürültülü bir sesle. İki düşman taraf birinin tek bir yanlış hareketini kollarken "Herkes silahlarını indirsin! Bay Seryum'a haber gönderildi, bu işle o ilgilenecek," diye bağırdı kapıya yaslanan düşman asker. İşleri hızla çözmeye çalışsalar da benim için zaman tamamen durmuştu.

 

"Neden onlarlasın?" Sesim derin bir denizin dibini boylamış gibi boğuk geldi kulağıma. Neden onlarlaydı, neden?

 

"Emir ver silahını indirsin aksi halde Seryum vatandaşına karşı herhangi bir tehdidi önlemek adına ateş açma iznimiz var." Tek bir asker bile silahını indirmemişken ben yalnızca bu ülke için yetiştirilmesine katkı sağladığım adamın beni ne ve kim için düşman bellediğini anlamaya çalışıyor, tamamen işlev dışı bir hal alıyordum. Yabancı bir düşmanın eli boğazımı sarsaydı gözümü kırpmaz, geri adım atmazdım. Fakat aynı toprakta doğup aynı toprağa hizmet ettiğim insanla karşı karşıya gelmekle nasıl baş edebilirdim?

 

Yüzüme hala kırmızı kabzalı tüfeğini doğrultan askerin gözlerine bakarken göz bebeklerimin dahi acıyla titrediğini biliyordum, onun eli bile titremiyordu.

 

Seryum'un barut rengi üniformasını kuşanmış askerleri harekete geçti ama dönüp ne olup bittiğine bakamadım çünkü nereye bakarsam gördüğüm düşmanlıkla bakan bir dostun gözleri olacaktı.

Kimse bu kadar aptal olamazdı, çok zeki biri tarafından çok zekice kandırılmıştı aksi halde böyle ihanet edilemezdi.

 

Yüzlerce insanın içinde yapayalnız bir şekilde dikilip kaldığımda karşımdaki adamın ortadan kaybolduğunu, yerini başka birinin aldığını ve kollarımı bir gazetenin düşen yaprağını düzeltmek için sarsarcasına salladığını anladığımda gerçek hayatın tüm berbat gerçekliği yük treni gibi çarptı hislerime.

 

Malum ismin sahibi günler önceki heybetinden zerre kaybetmemiş haliyle karşımdaydı, gözlerimiz birleştikten sonra yüzünü yalnızca bir saniye görebildim, yüzüme yalnızca hasar kontrolü yapar gibi bakması bir saniye sürdü gerçeğe döndüğümü anladıktan sonra. Ardından "Silahlarınızı indirin," dedi güçlü ve sakin bir sesle. Buraya gelmek için acele ettiğini zor da olsa anlamıştım, nefesleri hızlıydı ve göğsü normalden daha yüksekleri tırmanıp daha aşağılara düşüyordu. Emrine müthiş bir hızla itaat edildiğinde senkronize hareket yüzünden korkutucu bir ses çıkmıştı. Şaşkındım ve bileğimdeki tutuşu acı vermese bile sıkı olan adamın hakimiyeti öyle güçlüydü ki itaatkardım. Beni kendisiyle birlikte yürüttüğünde tek bir kelime edememiştim.

 

"Efendim günlerdir buradayız, belki de artık DYK'ye haber vermeliyiz," diye konuştu biri ancak ben kimin, ne niyetle söylediğini sorgulayamadım bile. Geçmemiz için bize açılan yolda tam bir adım önümde yürüyen Bay Seryum keskin bir frenle durup "Belki de buna ben karar vermeliyim," dedi ve bu kez sesi sakin, güçlü fakat tehditvari hırıltılarla sarılıydı.

 

Kaşlarım çatık ve keyfim sonsuza dek yok olmuş gibi kaçıktı. Bir rüya görmeye başlamıştım, bir canavar çıkıp göğü karartıp kabusa döndürene dek sürmüş bir rüyaydı.

 

"Elbette efendim," dedi DYK fikrini ortaya atan kişi.

 

Sarsılmıştım ve beni kapıdan içeri sokan adamla tanıştığım an ile şu an arasına yerleşen devasa hayal kırıklığı tam bir kabustu. Küstah olduğunu düşünmüş olabilirdim ama lanet bir yalancı oluşu kabul edilir gibi değildi. Kapının ardımdan kapandığını duyduğum an bileğimi, sarmalayan parmaklardan kurtardım. Adam bana zorluk çıkarmadan beni serbest bırakmıştı.

 

"Sizi ilk gördüğümde problemli olduğunuzu hissetmiştim ama iğrenç bir yalancı olduğunuzu tahmin edemezdim," diye söylenirken bileğimi, sanki teni iz bırakmış gibi hastalıklı bir hisle ovuyordum.

 

Hala bir adım önümde yürümeye devam ederken sessiz kaldı ve o küstah fakat rahatça konuşabildiğim adamdan tek bir iz bile kalmadığını anladım. Sahiden iyi bir yalancı olduğu buradan bile belliydi. Cevap vermesini beklemesem de isiyordum fakat sessizliğinden başka hiçbir şey vermiyordu bana.

 

Binanın merdivenlerini hızlıca çıkarak yalancı adamı geride bıraktım ve koridor adım atar atmaz batı kanadına doğru koştum.

 

Tanıdık maun kapıya vardığımda neredeyse hiç durmadan kapı kulbunu kavrayıp indirdiğim için odanın ortasına savrulmuştum.

 

Babamın stres ve kaygıyla kararan yüzünde beni gördüğü an çok daha ciddi bir endişenin aynası parladı. Öyle ki rengi atmış, saniyeler içinde elleri ve yüzü bembeyaz kesmişti.

 

"Burada ne halt ediyorsun?" diye bağırırken öfkeden titriyordu. Öfkesinin temeli neye dayanıyordu çözemeden odanın köşesinden çıkıp ağır ağır bana ilerleyen Bahran Ars'ı fark ettim. Hiçbir şey söylemeden beni es geçip arkamdaki kapıya yürüdü.

 

"Neler oluyor?"

 

Pencerenin önüne çekip oturmuş olduğu sandalyeden uçar gibi kalkıp üstüme yürürken "Bir hafta burada olmayacaktın, içeri nasıl girdin?" diyordu öfkeyle titreyerek. Perdelerden yalnızca biri aralıktı, diğeri bu odaya son girdiğimdeki gibi sıkı sıkıya örtülüydü.

 

"Ne halt dönüyor, neden evime girmem yasak?"

 

Arkamdaki kapı kapandıktan sonra boş odanın içerisinde, sanki duvarlardan biri çıkıp bizi dinleyecekmiş gibi hiçliği kontrol etti. Kolumu sıkı tutuşuyla sarsarken "Buraya nasıl geldin Karnelyan?" diyordu nefretle.

 

Bahran Ars'ı ele vermek istemediğim için sessiz kaldım, babamın kontrolü kaybetmek üzere olduğu belliydi ve Bahran Ars aramızdaki baba-kız ilişkisinden bihaber olduğu için onu sakinleştirip kendine getirebileceğimi sanmıştı. Ben olsam öyle sanmazdım ama yine de beni gördüğü için kuduz bir köpek gibi tükürükler saçarak bağırıp çağıracağını da düşünmemiştim.

 

Babamın öfkesi anında beni de çeperlerinin arasına aldığı için kaskatı kesilmiş ve dişlerimin arasından konuşmaya başlamıştım. Yönetici binasının etrafı yalnızca ne idüğü belirsiz adamlar tarafından sarılmış olsa korkardım fakat burası maalesef benim evimdi de bu yüzden karnımın boşluğunda dallanıp budaklanan öfkeyle babamın tutuşundan kurtulup tehdit saçan bir adım attım ona.

 

"Günlerdir binanın önünde kıyamet kopuyor, hiç duymayacağımı mı sandın?" diye sordum yumruklarımı tüm gücümle sıkıp. "Duyunca seni görmek için geldim ve burası benim evim." Hiç öyle hissettiğim olmamıştı ama yine de yaşadığım yerdi. Bu saraydan bozma lanetli binaya ev demek için buraya musallat olmaya zorlanmış bir hayalet olmak lazımdı ancak.

 

"Sana ne dediysem onu yapacaksın, defol git! Burada varlığının hiçbir faydası yok."

 

Kendi kendimin ebeveyni olmasaydım ve kendimi terbiyeli bir evlat gibi yetiştirmeseydim benimle bu şekilde konuşan babamın yüzüne öyle sert bir yumruk geçirirdim ki ya onun çenesi ya benim eklemlerim kırılırdı. Bu düşünce ve babamın kaynayan sıcaklığı yüzüme çarptığı için geri çekildim.

 

"Sen ne olacaksın peki?"

 

Baskı altında olduğu için bir kez daha babamın saldırgan davranışını tolere etmeye zorladım kendimi. Şu an daha fazla strese ihtiyacı yoktu.

 

"İşleri yoluna koyacağım Karnelyan, git," dedi dişlerinin arasından, tükürükler saçarak. Benim için endişelenmeyi kaldıramazdı, böyle ısrarla gitmemi istemesini anlayışla karşılayacaktım mecburen. "Seni çağıracağım, git."

 

En son beni bu odadan nasıl çıkardıysa yine aynı şekilde kolumdan çekip odanın dışına çıkardığında çıkışa değil kullanılmayan saray mutfağına doğru çekiştiriyordu beni. Koridorlar her zamanki gibi ışıktan yoksundu, bu binanın hiç güneş görmeyen pek çok koridoru vardı ve uyanıkken bile kabus hissi yaratırdı. Bugün bu ışık yoksunluğu ilk kez görevini yerine getiriyordu, gerçek bir kabus yaşanıyordu.

 

Ne yaptığını sormama kalmadan "Mutfağın penceresi güneye bakıyor, Mars'ın takımını oraya konuşlandırdım," diye hızlıca konuşurken bana bu kadar kelime kurmak istemediği, onu uğraştırdığım için sinirlendiği belliydi. "Mars'ı gördüğünde seslen, o seni buradan çıkarmanın bir yolunu bulur."

 

"Neden kapıdan çıkmıyorum?" Az önceki endişem şimdikinin yanında neredeyse hiçti. Evime girmek için bin bir türlü yalana başvurmam acıydı ama evimden çıkmak için bu kadar uğraş vermem akıl dışı ve korkunçtu.

 

"Onun askerleri ne seni ne beni buradan çıkarır. Onları göndermenin bir yolunu bulacağım."

 

Mutfağın oksitlenmiş demir kapısının önünde aniden durduğunda "İçeri gir, Mars'ı görene kadar gizlen sonra da sakın geri dönme."

 

"O adam kim?" diye sordum, bu soruyu bugün kaçıncı soruşumdu hatırlayamıyordum.

 

Başını iki yana sallarken "Bir daha seni görmesine izin veremem, sakın ona ya da askerlerine görünme," diyerek beni gerçek cevaptan uzaklaştırdı. Beni içeri sokanın o adam olduğundan bahsedemeyeceğimi böylece anlamıştım. Bahran Ars'ı ele vermemek onun iyiliği içindi fakat yalancı adamı ele vermemek tamamen benim iyiliğim içindi.

 

Konuşmasına devam edeceği için dudakları aralansa da koridorun ucundan gelen adım sesleri yüzünden dudaklarını sıkıntıyla örtüp derin bir nefes verdi. "Onunla konuşup bu işi bitireceğim, bir şeylerin ters giderse Bahran Ars, Keskin Karma dönene kadar seni gizleyecek." Fısıltıyla karışık hızlı kelimeleri sanki tokat yemişim gibi kızarıp acı çekmeme neden oldu. Konuşmama izin vermeden bana yalnızca gözleriyle veda ettikten sonra kapalı kapıya doğru vücudumu itip koşar adım geldiği yola dönmüştü babam.

 

Ne haltlar dönüyorsa babamın kolay kolay üstesinden gelemeyeceği her halinden belliydi, her ihtimale karşı burayla vedalaşmam gerektiğini hissediyordum. Mutfağın kapısı senelerdir açılmadığı için ancak sert bir omuz darbesiyle açıldığında mutfağa girmek yerine kapıyı öylece bıraktım ve babamın gittiği yönün tersini hedefledim.

 

Aceleci adımlarım beni odama taşıdığında dışarının gürültüsü boğuk bir şekilde içerinin huzurlu sessizliğini bozuyordu. Gördüğüm kabuslarda bu sesi yüzlerce kez duymuştum, evimin içinde yalnızdım da dışarıda binlerce insan vardı.

 

Diz çöküp yatağımın altındaki tekerlekli sandığımı çektiğimde vakit kaybetmeden içinden annem gittiğinde alıp sakladığım günlüğünü çıkardım. Minik defteri mantomun iç cebine yerleştirirken sandıkta yıllardır biriktirdiğim mektuplar eski bir dostla göz göze gelmişim gibi hüzünlendirmişti. Bir şey olma ihtimaline karşı annemin defterini alıyordum fakat onları alamazdım, şimdi bunun için uygun değildi. Senelerdir biriktirdiğim mektupların neredeyse her biri tek bir arkadaşımdandı, onları olduğu gibi bırakmak alıp kaybetmekten daha acı verici hissettirse de kaçar gibi gideceğim için yanıma alamazdım işte.

 

Kapımın, ardındaki duvara çarptığını duyduğumda olduğum yerde sıçrayarak kapıya döndüm. Yalancı herif kapımın orta yerinde durmuş eğildiğim yere bakıyordu. Olduğu yerde donup kalmış, ne geri ne ileri gidebilirken fırsattan istifade onu izledim. Babam beni bu adamın gözlerinden korumaya çalıştığına göre benim için büyük bir tehlike olmalıydı, bir tehlike olduğuna göre ben korkmalıydım fakat içimdeki, korkudan daha yürek burkan bir şeydi hatta biraz da öfkeliydim hakkımmış gibi. Hissettiklerim gözlerimi kör etmişti çünkü yüzüne baksam da hissettiklerimi görüyordum yalnızca.

 

"Yalancı olduğunu yeni kabullenebilmiştim," derken dişlerimin arasından, sandığın kapağını kapatıp yatağın altına sürüyordum. Benim için özel olan şeylerin gizlendiği değerli sandığımı görmesi sinirimi bozuyordu, ısrarla bakmaya devam etmesi de cabasıydı. "Şimdi bir de takipçi bir sapık olduğunu mu kabullenmem gerekiyor?"

 

Nerede, ne yaptığına bakmadan, cevap vermesini beklemeden doğrulup sanki son kez bakar gibi camımın ötesinde görünen gri duvarı izledim bir saniye kadar. Dizlerimdeki tozları silkelerken nefret ettiğim o duvarı yıkmak, ektiğim çiçekleri göz hizama gelene dek büyütmek ve benim için yeni bir hayat kurmak istiyordum. Fakat belki bir daha bu odayı göremeyecektim.

 

Sessizdi, sadece dışarının uğultusu ve benim nefes seslerimi duyuyorduk ki kapıya yürümeye başladım. Tam önünde durduğumda bile yerinden kıpırdamadığında bir yabancının sanki aşağıda gördüğüm eski Seryum askeri kadar ihanete uğramış hissetmeme neden olduğunu fark etmiştim. Nefeslerim düzelmesi gerekirken daha da bozuldu çünkü nefes borumu mengene gibi sıkan ihanet duygusu panik yaratıyordu.

 

"Babam bu ülke için çok uğraştı," diye bir laf çıktı ağzımdan ve ben bile neden, niye konuştuğumu anlayamadım. Tam önümde donan göğsü izliyor, adamın yüzüne bakamıyordum. "Onu bu binadan önemsiz bir çöp gibi çekip çıkaramazsınız, bundan daha iyisini hak ediyor."

 

"Baban iyi bir adam değil," dedi kuru ve kısık bir sesle "İyi bir baba olduğunu iddia edersen karşı çıkmayacağım ama iyi bir yönetici değil." Sesi mırıldanır gibiydi, sözleri içine acı ekilmiş bir rüzgar gibi tüm duyularımı yakmıştı halbuki. Söylediği şeyler yanlıştı, Kamer Mahver asıl iyi bir yönetici ve berbat bir babaydı.

 

Çenemi saran kasların tümü iç içe geçmiş, bir düğüm halini almıştı sanki. Başımı iki yana salladım reddettiğimin ne olduğunu bilmesem de. Konuşmak ya da ağlamamak müthiş acı uyandırsa da hiçbir zaman acıdan kaçan kişi olmadığım için "Yalanına inanmayı bile göze alıyorum yeter ki askerlerini al ve git. Babam bu kadar strese dayanamaz, onu öldüreceksin," demeye zorladım kendimi.

 

Hala sessizdi hatta göğsünü güzelce örten gömleğinin açık rengine öyle odaklıydım ki nefes bile almıyorcasına hareketsiz olduğunu görebiliyordum. Sonunda kafamı kaldırıp nasıl bir ifade takındığını gördüm. İfadesizdi; keyifsiz, yersiz, yurtsuz, biraz tekinsizdi. Söylediklerimle alay etmedi, bana kızmadı. Sanki önünde zorlu bir imtihan vardı da ihtimaller onu alt üst etmişti.

 

Cevap vermedikçe ne hissedeceğim konusunda kafam karışıyordu. Sonra dışarıdaki insan sesi kırıp döken bir sel gibi binanın içinde çalkalanmaya başladığında nefesim kesildi ve adamın arkasında ne olduğunu görmeye çalıştım.

 

"Burada olmamalıydın Nimfea," dedi sanki acı çeker gibi inlercesine. İsmimi düzeltemeden, ne olduğunu anlayamadan babamdan daha nazik bir tutuşla bileğimi esir alıp hızlı adımlar atmaya başlamıştı ve boş koridorda yankılanan insan sesleri öyle yüksekti ki adım seslerimi duyamıyordum. Çıkış kapısına değil kilere çıkan dar merdivenlere koşturuyordu bizi. Kilerin ahşap kapısını tek bir omuz darbesiyle kolayca açtığında korku ve kaygının yerini şaşkınlık almıştı, gücü şaşırtıcıydı evet fakat bu binanın içerisini adımlarını duraksatmayacak kadar iyi bilmesi daha da şaşırtıcıydı. Kilerin farklı bir koridora açılan kapısını bu kez kulbunu indirip açtığında da adımlarımız sekteye uğramamamıştı. Bu katta gidebileceğimiz tek bir yer vardı ve adam belli ki onu da gayet iyi biliyordu.

 

"Askerlerini buradan gönder," dedim ne kadar hızlı olursam olayım ona yetişemezken. Yine yanıtsız kaldım, tek tepkisi koşar adımlarına daha da sürat eklemesi oldu. Adımlarım birbirine dolansa da geride kalmamaya çalışıyorken son kez "Lütfen," dedim ağzımdan zorla çıkararak.

 

Yirmi yedi senede birkaç kez görebildiğim balo salonunun çift kanatlı kapısını açtığımız anda donup kaldığında çenemi omzuna çarpmış ve tutuşunun izin verdiği kadar savrulmuştum. Bir yoyoyla oynar gibi beni eline doğru geri çektiğinde "Bana yalvarmayacaksın," dedi anlamsız bir öfkeyle. Gözlerinin karası koca bir okyanus gibi genişken cam gibi parlaklığında kendimi görür gibi oldum. Çatık kaşlarını düzeltmek, yüzüne biraz sükunet katmak ve yüzüne sert bir tokat çarpıp onu kendine getirmek istiyordum.

 

"Yalnızca bir ricaydı," dedim ne konuştuğumuza anlam veremeyerek. "İçeri gir, seni kimseye yem etmeyeceğim," diye karşılık verdi huysuzca.

 

"Babam yem olmamam gereken kişinin sen olduğunu söylüyor pislik herif."

 

Ona itaat etmeme izin vermeden beni içeri doğru çekti, arkamdan kapıyı örttü ve insan sesleri yeniden boğuk bir şekilde duyulur oldu. Beni yine duymazdan gelebilirdi fakat pislik oluşuyla ilgili düşüncelerimi doğrulamaktan başka işe yaramıyordu bu.

 

İleri doğru yürürken "Kargaşayı dindirme görevini Valof devraldı," diye seslendi içeriden bir ses. Adımlarım dondu, adam beni bırakıp devam etti. Devasa balo salonunun içinde, ses yankılandı ve aynı cümleyi saniyeler içinde onlarca kez dinledim. Konuşanı bulduğumda vitray pencerenin yere yansıttığı ışıktan halının üzerinde ağır ağır bize doğru yürüyen genç, siyah üniformalı adamı buldum. "Şimdi bana görevimi devret," diyordu gözlerini tehditvari olmayan ama ısrarcı bakışlarla üzerime dikmişken.

 

"Onu güvenli bir yere götür, geri döndüğünde buradaki işi bitireceğiz." Bay Seryum'un sözlerinin mideme bir yumruk gibi çarpmasıyla bakışlarımı ona çevirdim. Bana bir kez bile bakmadan sırtını döndüğünde kapıya doğru yürümeye başlamıştı bile.

 

"Yapma," diye sızlandım, neye karşı çıktığımı bile bilmeden. İkimizin göğsüne işlenmiş zıt kutuplu birer mıknatıs varmış gibi ona doğru çekildiğimde onun da adımları donmuştu. Bana dönmemek için direndiğini kıpırdayan omuzlarından okuyabiliyordum. "Lütfen," dedim tekrar.

 

Bu kez bu sözcük onu bana döndürmek yerine benden kaçar gibi uzaklaştırdığında arkamda kalan üniformalı adamın sesi duyultu. " Hadi bakalım prenses, seni bu bataklıktan çıkaralım."

 

 

Loading...
0%