Yeni Üyelik
27.
Bölüm

bölüm26|"Kuş Adımları, İnsan Kafesi"

@almelia

Her başlangıç iyidir, bazıları felaketle sonuçlansa bile...

 

Bir rüyadan bir kabusa uyanmıştım ve bu felaket bir başlangıçtan başka bir şey değildi. Yolculuk sürecine dair neredeyse hiçbir şey hatırlamadığım Salta'ya varışımızın üzerinden koca bir hafta geçmişti. Koca bir hafta boyunca yerleştirildiğim güneş alan muhteşem bir oda ve rahatlığı yüzünden en az iki saat fazla uyumama yol açan bir yatakla haşır neşirdim. Hasta değildim ancak her anlamda öyle hasta, yalnız, yanlış hissediyordum ki yabancısı olduğum bu yerde kapının dışına tek bir adım atmak bile beni öldürür sanıyordum. Burada yüzleşilecek bir dünya vardı ve benim dünyam yerle bir olduktan sonra diğerlerinden ölümüne kaçıyordum.

 

Kılıç'ı hiç görmemiştim, yerde yatarken bana tepeden bakan hali onu son gördüğüm haliydi. Dünyaya dair hiçbir şey bilmiyordum, bana bilgi verilmiyordu. Yalnızca birkaç orta yaşlı, güler yüzlü kadının yemekleri kapının dışından geliyor ve ben dışarı çıkmayınca boş tepsiler alınıyor yeniden dışarı çıkarılıyordu. DYK üyelerinin beni ufacık bir alanda iradem dışında iki gün boyunca hapsettiğini öğrendikten sonra şimdi çıkabilme özgürlüğü bile gözümü korkutuyordu.

 

Her zaman bir planım olurdu, önceleri eğitimimi tamamlayıp saraydan uzaklaşmak ve Kamer Mahver'den kurtulmak gibi harikulade bir plan yapmıştım, eğitimim bittiği gibi sarayın odalarını açmış ve işimi de saraya taşımıştı babam. Sonra yeterli mesleki tecrübeye sahip olup yeniden başkenti terk etmek planlarına yoğunlaştığımda babamdan bu kez kurtulmuştum, saraydan çekip gitmeye yaklaşmış yirmi yedi yaşındaki Karnelyan'ın ülkesi işgal edilince Kamer Mahver çekip gitmişti ve ben yine sarayda kalmıştım. Herkes beni sarayda yaşayan şanslı biri olarak görürken ben bir sarayda değil sarayın tek bir odasında ömrünü tüketen biri olmuştum daima.

 

"Hanımefendi iyi misiniz?"

 

Güneşin dalgalanan ışığı odayı dolaşırken rastgele bir duvara dalan gözlerimi kapıdan giren mutasıp görünüşlü sevecen kadına çevirdim. İyiydim, iyi olmak benim için hep ölmek için hazır halde bulunmaktı. Şimdi ölüm gelip beni alacak olsa telaşa kapılmazdım, iyi ve hazırdım.

 

"Giyinmenize yardım etmemi ister misiniz?"

 

Çatılan kaşlarım odanın içine süzülen kadını endişelendirdiğinde ben sormadan anlatmaya başladı.

 

"Bay Seryum bu sabah Salta'ya demir attı. Kendisini görmek isteyebileceğinizi düşündük."

 

Kimlerle birlikte düşündüler bilmiyordum ama Kılıç'ın yakınlığını idrak etmek soluğumu ciğerlerime tıkadı bir an, kızardığımı, boğulmak üzere olduğumu hissederken telaşla başımı iki yana sallıyordum.

 

"Kendinizi kötü mü hissediyorsunuz?" diyerek yanıma gelen kadın yatağın köşesinden dönerken elindeki elbiseyi üzerine bıraktı fırlatır gibi. Omuzlarımı kavradığında yumuşakça "Size bir çay demlemelerini söyleyeceğim, lütfen yatağa geçin," diyerek ilgileniyordu ve bu bile canımı yakıyordu.

 

"Neden burada olduğumu biliyor musun?"

 

Bu soruyu daha önce birine sormaya cesaret edememiştim fakat Kılıç'ın beni Seryum'dan uzak tutmak için böyle bir karar verdiğine ikna etmiştim kendimi. Beni yanında istemezken bile güvende olabileceğim bir yere yerleşmemi sağlamıştı.

 

"Sizin anlayamıyorum."

 

Kadının omzumu ovan elini yumuşakça itip ayağa kalktığımda "Kimseyle görüşmek istemiyorum, çay için uğraşılmasına da gerek yok," diyordum bitkince. "Dinleneceğim."

 

Bu nazikçe kovuşu anlamakta zorlanmayan kadın uysalca çekip gittiğinde yatağın ucuna bıraktığı elbiseyi de almıştı yanına.

 

Üzerimde havluyu andıran, hiçbir kıvrımımı belli etmeyen bol bir gecelik vardı ve kendime olan saygım aynaya bakamayacağım kadar azaldığı için umursamıyordum bu durumu.

 

Yeniden pencereye dönük tahta sandalyeye çöktüğümde okyanusun uçsuz bucaksız ışıltısı başımı döndürdüğü için gözlerimi göğe kaldırdım. Hala saati büyük bir bağlılıkla kontrol etsem de zaman algımı iyiden iyiye yitirdiğim için odamın kapısının yeniden açılmasının üzerine ne kadar geçti bilemiyordum. Gün ortasında gelen kadınlar üstü örtülü biçimde odadan çıkmaya teşvik etme görevi üstlenip odama geliyordu son üç gündür ve bugün hiç şansları yoktu.

 

Dirseğimi yanımda kalan masaya yaslayıp elimi de gözlerimin üzerine siper ettim huzursuzca. Masanın üzerine bırakılan bir bardağın tıkırtısı ile az evvel gidenin yine de çay getirdiğini anlayabiliyordum. Bir haftadır da böyleydi zaten, soruyorlar ve reddedilseler de benim için bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Öyle mahcup, öyle aciz ve kahredici derecede bitiktim ki bazen çok korktuğum okyanusun arasına dalıp bir daha çıkmamayı dilediğim oluyordu. Artık Kılıç Salta'da olduğuna göre bu dileğimi yerine getirmeyi ciddi anlamda düşünmeliydim belki de.

 

"Zahmet etmemeni söylemiştim, benim için çabalamanıza gerek yok," diye mırıldandım elimden geldiğince samimi olmaya çalışarak.

 

"Yine de bunu yapacağız," diyen sesle kafamı hızla kaldırmıştım çünkü bunu beklemiyordum, aslında ömrümün sonuna dek bu sesi bir daha duymayı beklemiyordum.

 

Güneşin keskin ışığı yüzünün solunu layığıyla aydınlatan Kılıç'ın yaraları da güneşe aynı derecede ışıldayarak karşılık verirken gözlerimi kısmamam mümkün değildi.

 

Masanın karşı ucundaki sandalyeyi çekip oturdu güçlü bedeniyle, keten kömleği ve pantolonu ile her zamanki kadar güzel görünen adamın hislerini belli etmeyen bakışları tüm yoğunluğu ile üzerimdeyken ses çıkaramıyor dahası kesilen soluğuma bir çare bile bulamıyordum.

 

Masanın üzerindeki fincanı parmağının ucuyla bana doğru ittikten sonra arkasına yaslandı ve şekilli çenesini çevirip camın arkasında kalan manzaraya yöneldi. Somut yoğunluktaki bakışları beni esir almazken güç bela bir soluk alabildim, kuruyan boğazıma bakılırsa tek bir kelime etmem ikimizin de kulaklarını tırmalardı. Sessizce, şaşkınlıkla, mahçupça yanımdaki adamı izlerken rüya görüp görmediğimden emin olamıyordum. Bir kabustaymış gibi hissediyordum hala ve bu hisler benim gerçekliğimdi.

 

Konuşmaya çalışmadı, bana yeniden bakmadı... Tiksinti ile boğazıma kadar yükselen safranın nedeni kendimden en derinden en uç yüzeye kadar nefret ediyor olmamdı. Artık Kılıç'ın da ettiğine şüphe yoktu, ya da bana bakamayacak kadar tiksiniyordu benden.

 

Hipnoz olmuş gibi takıldığım yüzden kopardım gözlerimi ve masanın üzerindeki koyu renkli sıvının titreştiği fincana baktım. Ahududunun mayhoş kokusu içeceğin sıcak dumanıyla tütüp burnuma dolarken titreyen ellerle fincanı elime aldım. Kılıç yalnızca Kılıç değildi, unutmuştum. Benim mektup arkadaşım ahududulu meşrubatı ne çok sevdiğimi bilirdi. Fincanı burnuma yaklaştırıp tüten dumandan bir soluk almak istediğimde yabancı, bastırılamayan daha acı bir koku mayhoş lezzete gölge düşürüyordu. Zihnimde bir şimşek çaktı; yaşlı bir kadının başı dizlerimdeydi, ölüyordu ve bana bunu nasıl yaptığını anlatıyordu. "Ahududuyla," diye başladığında genzi tükürükle dolmuştu kadının. "Lavzerin kuru tozlarını karıştırınca insan kolay ölürmüş diye duydum," demişti bana sadece.

 

Sıvının içinde yeşilden kahveye çalan pürüzler görmek için eğdim fincanı, birkaç minik parça yüzeyde belli belirsiz parıldarken gözlerim öyle ani bir yaş akınıyla sarsıldı ki görüşüm bulanır, elim titrerken açık renk geceliğime birkaç damlanın dökülmesine yol açtım. Kılıç'ın başının hızla benden yana döndüğünü hissettiğimde gözlerimi boğan yaşların akmaması için büyük bir çaba harcıyor, ona bakmaya yeltenemiyordum bile. Uzun zaman sonra onu ilk görüşümün son görüşüm olmasını planladığı için ona kızamadım, boğazımda şişen, kalp kırıklığımın saçmalarıydı sanırım. Buna hakkım olduğundan emin değildim. Kalbimin kırılmasına...

 

Haklıydım, benden nefret ediyordu ve şanslıydım ki benim için acısız bir ölüm seçerek beni bir dertten de kurtarmış oluyordu.

 

"Eğer sevdiğin biri seni öldürüyor olsa," diye konuşmaya başladım titremesine engel olamadığım sesimle, "ona söyleyeceğin son şey ne olurdu?"

 

Sessizce beni izlerken zaman ikimiz için donmuş gibiydi.

 

"Pişman olma derdim," diye yanıtladığında sesinde sakin bir endişe vardı. Sonunda gözlerimi gözlerine kaldıracak gücü bulduğumda bu son kez bataklıktaki bir çiçek gibi hissedebilme muhtaçlığımdan kaynaklanıyordu. Gözlerime bakarak "Pişmanlık içinde yaşadığı hayatta ikimiz de ölü sayılırız, en azından onun yaşamasını isterim," diye bitirdi sözlerini.

 

Önceleri ağlamak isterdim, ağlayıp rahatlamak. Şimdi ağlamak istiyordum ve bunu yapmamak için verdiğim çaba tüm rahatımı kaçırıyordu. Artık Kılıç'la göz göze gelmek, çakıllı sesini duymak, esinti gibi saran kokusunu almak bir kibrit çakılmış gibi gözlerimi doldurup görüşümü dumanlandırıyordu fakat yapamazdım. Onu mahvettikten sonra onun için ağlama kaypaklığını yapamazdım. Gözlerimi havaya kaldırıp derin bir soluk aldıktan sonra Kılıç'ın sandalyesinde kıpırdandığını gözümün ucuyla fark edebiliyordum. Aldığım soluğu verirken eğdim başımı ve sıvı dudaklarıma değemeden Kılıç'ın eli masanın üzerinden elimdeki fincana atıldığında ani hareketi yüzünden bardak elimden fırlamış, fırlarken üzerime bacaklarımı acı içinde bırakacak mor sıvı saçmıştı. Sessiz çığlığım boğazımın arkasında boğulurken Kılıç saniyeler içinde dudaklarımı eliyle silkeliyor, bir eli ile ağzımı açmaya zorlayıp öteki eliyle dilimin yüzeyini kazıyordu. Sıcak sıvı geceliğimin kumaşını sanki erimiş bir lav gibi bacağıma yapıştırdığından Kılıç'ı itip eteğimin ucunu kaldırmaya çalışıyordum.

 

"Ne vardı onda?" diye sordu bana öfkeyle. "Tükür yoksa seni kusana kadar zorlarım." Gürleyen sesi tüm vücudumu titretirken beni rahat bırakması için "İçmedim," diye açıkladım hemen.

 

Üzerimdeki geceliği uçlarını tutup tek bir hamlede çekip çıkardığında karşı koymaya şansım yoktu. Kumaşın temiz kısmını dudaklarıma sürterken hoyrattı ve ben kurtulmaya çalıştıkça başımı sabit tutmak için daha büyük bir güç uyguluyordu.

 

"Ne gördün? Ne vardı onun içinde?"

 

Bütün gücümü toplayıp göğsünü ittiğimde iç çamaşırları ile kalmış çıplak bedenim zangır zangır titriyordu.

 

"Fincanı getiren sensin, sen söyle?"

 

Elbisemi elinden çekip alırken bana karşı koymamış, küçük çaplı bir şokla aklını yitirmiş gibi donakalmıştı. Lekeli geceliği bir havlu gibi bedenime sarıp çıplaklığımın bir kısmını örttükten sonra kendimi banyoya kilitledim ve belki yarım saat boyunca gözümden yaş akmaması için soluk tavanı izledim.

 

Zehirin en yakıştığı karışımı hazırlayıp geldikten sonra canımı daha çok yakan benim için endişelenmesiydi. Öldürmek istiyorsa bir an önce yapsa iyi olmaz mıydı? Beni zehirlemek istemediğine neredeyse emindim, o endişe ve şaşkınlık sahte olamazdı fakat bir zamanlar beni elleriyle besleyen adam bugün getirdiği içeceği kontrol etme gereği duymamıştı. Bu bir işaretti, Kılıç merhametli bir adamdı ve endişelenmişti fakat ihanetimden önceki dikkati yoktu üzerimde. Bazen kurtarılmayacak parçanın kesilmesi vücudunun geri kalanın sıhhati için önemli olurdu, Kılıç sonunda beni vücudundan çekip koparabildiği için canının yandığına eminsem de ve bundan ızdırap duyuyorsam da memnundum. Onu kendimden ve Seryum'u ondan kurtarmıştım. Amacım hep bu olmamış mıydı zaten?

 

Kapım tıklatılana kadar içi boş küvette oturup tavanı izlediğimi hatırlamaz haldeydim. Etrafımı endişeli kadınlar sardığında yalnızca iyi olduğumu söyleyebilmiştim. Benim için endişelenmelerinden nefret ediyor ve buna anlam veremiyordum. Odamdan çıkmama kararımı tamamen ya da bugünlük kabullenen en az üç kadın odamın koltuk ve sandalyelerine yerleşip bana meşgale bulma yardımlarında bulunurken, sohbetler açmak için didinirken akşam yemeği vaktine kadar içimde gittikçe büyüyen lanet bir kaygı ile boğuşarak sessiz kalmıştım. Oysa hiç de sessiz hissetmiyordum, kafamın içinde en az beş altı ses varken gürültüden gerçek düşüncelerimi duymak bile imkansız kılınıyordu.

 

Kılıç Salta'ya döndüğüne göre Seryum'a giremiyordu ve ben de çekip gitmek istersem müsaade edeceğine inanmıyordum. Ne yapacağımı bilmiyor, birinin bana söylemesine ihtiyaç duyuyordum.

 

Onu bir daha ne zaman görecektim, görecek miydim?

 

Akşam yemeği vakti geldiğinde saat 19.26'ydı. Odanın neredeyse her boş alanına saat yerleştirildiği için zamanı takip etmekte zorlanmıyor ve bu lüksü Kılıç'ın sağladığını bilerek kahroluyordum.

 

Kapım tıklatıldı, kadınlar başlarını örgülerinden, kasnaklarından kaldırıp gelene bakarken ben sanki hiç yer değiştirmemiş gibi okyanusun karşısındaki sandalyede oturuyor ve kararmış manzarada yolumu bulmaya çalışıyordum. Kadınlardan birinin nazikçe boğazını temizlemesinin ardından yerlerinden kalktıklarını hışırdayan elbiselerinden, zayıf sesli adımlarından anlayabildim. Gördüğüm şey beni hiç şaşırtmamalı iken omzumun üzerinden gördüğüm manzara ile dudaklarım aralandı ve göğsümü yumruklayan kalbim hızını artırdı.

 

"İyi akşamlar hanımefendi," dedi kapıdan çıkan kadınlar teker teker. Her biri elinde tepsi ile içeri süzülen Kılıç'ın geniş bedeninin etrafından dikkatle dönüyor, ona çarpmamaya ve hatta bakmamaya özen gösteriyorlardı.

 

Kılıç Kül Seryum bir kez daha onlarca kez olduğu gibi bana akşam yemeği pişirmişti ve tepsiyi elleriyle getiriyordu. Duygusal çalkalanmalar alışkın olmadığım için ansızın kıyılarıma çarptığında dolan gözlerimle kaşlarımı çattım.

 

"Buna gerek yoktu," dedim sanki konuşmak zorundaymışım gibi hissederek. Kapısı usulca kapanan odada baş başa kaldığımızda, adam tepsiyi masaya bırakıp karşıma oturduğunda hislerim krize yaklaştıracak derecede yoğun ve karışıktı. Ağlamak mı istiyordum, savaşmak mı?

 

"Burada güvende olacağını düşünerek yanılmışım," dedi masadaki yemekleri izlerken. Yine bana bakmıyordu, buna içerlediğim için bile aptaldım. "Fakat endişelenmeni gerektirecek bir durum yok, konuyla ilgileniyorum."

 

"Güvenliğimi düşünmek senin sorumluluğunda değil." Sesimin titrememesine seviniyordum, onu görür görmez ağlamamış olmak bile benim için gurur duyulacak bir meseleydi.

 

"Yiyebilirsin, senden önce her birini denedim."

 

Bu teminatı verdikten sonra yeniden sessizleşti. İri gövdesinin, olduğu yerde kurduğu hakimiyetin, odaya girdiğinde ışıkların kısılıp sıcaklığın artmasının yeni farkına varıyordum. Bir zamanlar her gece odamı dolduran varlığına lanetler ettiğimi düşününce iradem beni ürkütüyordu. Nefret edilecek yanları bir anda zihnimden silinip gitmişti sanki, sanki Afelya son görüşmemizde beni bir kabustan uyandırmaya çalışmıştı da ben ona sırt çevirmiştim. 'O adamdan nefret etmek için tek bir sebebin bile yok Karnelyan.' Afelya'nın isyanı kulaklarımda çınladığında yutkunmak zorunda kaldım.

 

"Günlerdir buradayım, neden beni bugün öldürmeyi istediklerini anlamıyorum."

 

Omuzlarının yükselişiyle derin bir nefesle ciğerlerini şişirdiğini anladım. Bana bakmak için kendine bir süre tanımış gibi gözlerime bakıp "Benim izlememi istedikleri için," yanıtını verdikten sonra karanlık manzarayı izlemeye geri döndü.

 

Kim hala benim onun üzerinde tesirli olduğuma inanabilirdi ki? Burada düşman edinmemiştim fakat Kılıç'a derinden bağlı olan bu insanlar beni düşman olarak görmekte haklı olurlardı. Oysa bugün içeceğime birkaç tutam zehir serpiştiren benim değil Kılıç'ın düşmanıydı.

 

"Neden buradasın?" Aslında soru benim neden burada olduğum olmalıydı.

 

"Burada olmam gerekiyor."

 

Tavandaki ampul cızırdayarak göz açıp kapayıncaya dek süren kararmasının ardından kendini toparlarken içimdeki krizin sonunda dışarı taştığını sanmama neden oldu. Ürperen tenime ince hırkanın üzerinden dokunarak kollarımı kendime sardım hemen ve "Seryum'daki durum ne?" sorusunu sordum.

 

Umursamaz görünen baş çevirişiyle birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra başını öteki tarafa çevirdiğinde boğazımda büyüyen yumrudan kurtulamazsam beni öldüreceğini anladım.

 

"İsyanlar bastırıldı, halk duruldu ve en son nasıl hatırlıyorsan aynen öyle olmaya devam ediyor."

 

Bu cevabın tatmin etmeyen yanıyla sarsılsam da Kılıç'la konuşmak, onu karşımda tüm heybetiyle görmek, varlığının benimki üzerindeki tesiriyle boğuluyor olmak fazla yıpratıcı olmaya başladığı için ona bakıp kendime işkence etmeyi kestim. Ayağa kalkarken düzgün ve titremeyen adımlar diliyordum içimden.

 

"Yemek için teşekkür ederim. Aç değilim, dinleneceğim." Ve sabah da olduğu gibi kendimi banyoya kilitledim koşar adımlarla vardıktan sonra.

 

Seryum'da bir değişiklik olmadıysa onca şeyi neden yaşamıştım? Neden başarısız olmuştum? Neden her işte berbattım? Ruh halim de öyleydi ve bir daha eskisi gibi olabilecek miydim?

 

Bir gün karşımda seçmem gereken iki yol belirdi. Karar vermek için kendime zaman tanıdığıma ikna oldum. Oysa yollardan birinin yıkılmasını bekliyordum kararı veren olmamak için. Ve yıkılmıştı, DYK için casusluk yaptığımı iddia etsem de o iğrenç herifler haklıydı, Kılıç'ın sırlarını öğrenmek için hiçbir şey yapmamıştım. Günlerimi kendi zihin topraklarıma nefret ekmekle geçirirken hiçbir şey yapmadığımın farkında bile değildim. Ve Verdiğim ilk kararla öteki yolun yerle bir oluşunun izleri hayatıma kadar ulaşmıştı. Artık Kılıç'ın zaafla baktığı kadın olabileceğim yol ayaklarımdan çekildiğine göre tek bir yol kalmıştı o da Seryum için savaşacağım yol.

 

Günler sonra rahat bir nefes alarak çıktım banyodan, ıslak saçlarımdan ipek sabahlığın omuzlarına sular damlarken yeni bir güne başlar gibi taze hissediyordum. O hissin kısa ömrü taze yanlarımı toprak altına gömmek için bana biraz vakit kaybettirdiğinde bu ölümün müsebbibi Kılıç'a donduğum yerde gergince bakıyordum.

 

"Konuşmak istediğin bir şey mi vardı?" Sesimin bu kadar tedirgin çıkmasından nefret etmiştim. Odamdan çekip gitmesini beklerken yatağımın yanına çektiği sandalyede onu kitap okur halde bulmak bocalamama neden oldu. Tavandaki ışığı söndürmüş, baş ucumdaki komodinin üzerinde bir mum yakmıştı ve kafasını kitabından kaldırdığında ışık tümüyle onun üzerinde iken teşhir edilmiş hisseden bendim.

 

 

"Hayır," dedi başını eğip elindeki kitaba geri dönmeden önce. Kafamda öyle çılgın düşünceler vardı ki adım attığım an kafamda dönenler yüzünden pervane takmış gibi havalanacağımdan korkuyordum.

 

"Dinleneceğini söylemiştin," derken elindeki kitaba bakıyor, parmak uçlarındaki sayfayı çeviriyordu. Söylemiştim çünkü çekip gideceğini sanmıştım.

 

"Beni uyurken öldürmeyi mi planlıyorsun?"

 

Bunu düşünmüyordum bile ve kelimeler ağzımdan çıkar çıkmaz pişman olmuştum. Başını kaldırıp bana çatık kaşlarla bakarken dudaklarının iki köşesindeki parantezi andıran çizgiler gerginlikle derinleşmişti. Rahatsızlık ağırlığımı bir ayağımdan ötekine vermeme neden oldu fakat başka bir rahatsızlık ibaresi göstermeyi reddettim.

 

"Seni öldürmeyi neden planlayayım?"

 

Omuz silkmek dışında verecek yanıtım yoktu. Yavaşça yatağımın ondan uzak ucuna ilerlerken her adımımı dikkatle izlediğinden ilk kez bu odanın dışına çıkmayı, çekip gitmeyi düşünüyordum.

 

"Neden hala buradasın?"

 

"Bir anlaşmamız var." Artık konuşurken bana bakması bakmamasından daha kötüydü, onun dikkatini tüm yoğunluğuyla üzerimde hissetmek bende yalnızca kıvranma isteği uyandırıyordu.

 

"Yani bir ay daha yanında mı olacağım."

 

"Ben istediğim sürece," diye yanıtladığında iç içe geçmiş düşünceler yüzünden dudaklarımı ısırdım. Kılıç'ın somut bakışları bir an için dişlerimle dudağımın birleştiği noktaya kaydığında koyulaşan gözleri hızla gözlerime döndü.

 

"Seryum'a dönmek istiyorum."

 

"Ben bir süre daha burada olmayı planlıyorum."

 

Kitabının arasına sıkıştırmıştı parmağını, kitabı kapağı aşağıda kalacak şekilde dizine yerleştirip beni izlemeyi sürdürürken onunla zıtlaşmanın anlamsızlığını idrak ettim. Ondan nefret etmeliydim, onu tuzağa düşürmeyi amaçlamış olabilirdim fakat günün sonunda tuzakta kıvranan o değil Seryum ve ben olmuştuk.

 

"Anlaşma bittiğinde ne olacak?" Sanki bilmiyormuş gibi sorduğum bu sorunun her şeye rağmen çok gerekli olduğunu hissediyordum.

 

"Ne olmasını istiyorsun?"

 

Beklediğim bu değildi, benden nefret ettiğini haykırmasına ihtiyacım vardı çünkü hala yanı başımda olması bir nebze de olsa umutlanmama neden oluyordu ve bu benim ne kadar aptal olduğumun bir göstergesiydi.

 

"Anlaşma bittiğinde özgür olmayı."

 

Bakışları ile adım adım tüm yüzümü dolaştıktan sonra gözlerimde durmadan onları benden çekip kopardı. Yatmam gereken yatağı izliyordu ve tüm dikkatim onun üzerinde olmasaydı kaçıracağım bir hasretin gölgesi kararttı ifadesini birkaç saniyeliğine. Sanki orada yüzüm ona dönük bir halde kıvrılıyormuşum gibi yastık ve yatağı izledi usulca. Ama orada değildim ve burada olmak benim için ağır bir yük haline gelmişti. Göze almıştım Seryum için kendimden nefret etmeyi, bir an önce bu savaşı bitirmezsem bataklıktaki çamura batıp zemini boylayacaktım ama.

 

Gece boyunca onunla yeniden konuşmaya cesaret edemedim, önce yatağın bir ucuna oturup gitmesini beklerken de sessizdim, yorganın altına girip sırtımı ona döndüğümde de. Benim varlığım pencerenin arkasındaki bir rüzgar gibi tesirsizdi onun için ve ben uyuyana dek de başını kitabından kaldırmadığına emindim.

 

🕑

 

Beli dizlerime değen adamın Güneş'in berrak aydınlığında izlerden arınmış yüzü sıcak bir tebessümle şekillenmişti, bir nehir kadar yeşil gözleri gözlerimde soluklanırken parmaklarımı yatağın üzerindeki eline uzattım mayışık gülümseyişimle. Parmaklarının üzerindeki ince tüylerin yüzeyinde dolaşan parmak uçlarımdan yüreğime gıdıklayan cinsten bir baskı akıyordu. Ağzımı açtığımda gözlerimin hızla buğulanması Kılıç'ın yüzünü bulanıklaştırdı, onu net görmek için kırptım gözlerimi yüzlerce kez ve sonunda gözlerimi açtığımda bomboş yatak ve boş bir oda karşıladı beni. Hızla yatakta doğrulduğumda iri cüssesi kısa koltukların arkasında kaybolabilirmiş gibi Kılıç'ı arasam da bir rüyadan uyandığımı sonunda kabul ettim. Bu rüya ilk değildi, geldiğimden beri Kılıç'ın es geçtiği tek bir rüyam bile olmamıştı fakat bu kez öyle gerçekçiydi ki son olmasını diliyordum. Artık onunla aynı adaya sıkışıp kalmışken gerçeğin acı yüzü ile rüyaların köşesiz yanları birbirlerini törpüleyerek aklımı yitirememe uğraşıyordu.

 

Kapım tıklatıldığında rüyadan kalma yaşları akmamak üzere gözlerimin içine hapsedebilmek için yüzümü dizlerime yasladım. Kapı açıldığında, ağır adım sesleri içeriyi doldurduğunda kim olduğunu görmenin vakti geldiğine karar verdim, başımı kaldırdığımda rüyamdan fırlamış gibi görünen Kılıç'ın nehirimsi gözleri buldu benimkileri. Rüyamın aksine yüzünde tebessüm değil merakın tedirgin gerginliği vardı. Çatık kaşlarla gözlerim bir kara habermiş gibi onları okuyordu, bu mercek altındaki hücre hissinden sıyrılmak için "Bir rüyanın rüya olduğunu nasıl anlarsın?" diye sordum. Elindeki kahvaltı tepsisini masanın üzerine bırakırken gözleri gözlerime tutunmaya devam ediyordu, o sıkı tutunuş sürerken "Uyandığında," yanıtını verdi ve yeniden uyuyup bu kabustan bir rüyaya dalmak isteğiyle dolup taştım. Gözlerimin kızarmaya devam ettiğini bilmenin utancıyla ona bakmayı kestiğimde kalktım ayağa. Bana soru sorar gibi bakmaya devam ettiğinin tüm hücrelerimle farkındaydım fakat Kılıç artık dertlerimle ilgilenmiyor olacak ki "Bugün birkaç yere gitmem gerekiyor," diyerek çıkmak için ilerliyordu. "Kahvaltıdan sonra beni binanın arkasında bulabilirsin, benimle geleceksin."

 

Ve kapıyı arkasından kapattı. Anlaşmanın son bir ayı böyle geçecekti demek ki, imza attığımız o kağıda güvenerek benden bir şeyler talep edecekti ve ben yerine getirecektim.

 

Kahvaltımı yapmadan önce hazırlandım ve bir dilim ekmeği kendimi zorlayarak yedikten sonra kapının kulbuna sarılıp cesaret toplamaya çalışıyordum. Başıma gelen son felaketten sonra midem içine çökmüş gibiydi ve yiyip içmekte zorlanıyordum, odadan çıkmayı deneyecek cesaretim bile olmamıştı o olaydan sonra. Aslında ilerleme kaydettiğim şey artık pencere olan odada göğe bakabilmek ve bunu yaparken nabzımın hızlanmamasıydı. Bir zamanlar kendimi güçlü sanırdım, iki günlük mahkumiyet yirmi yıllık aciziyetimi balyoz gibi göğsüme çarptıktan sonra ömrümün geri kalanını kırıntılarla yaşamak zorundaydım. Fakat Seryum için dedim kendi kendime, Seryum'un üzerindeki gölge kalkana kadar kendimi bırakmayacaktım. Kapıyı açtığım gibi kendimi dışarı attığım için dümdüz yürümenin mantıklı olduğuna karar vermiştim ve her yanı halı ile kaplı zeminde vardığım yer başka bir kapının önü oldu. İlk geldiğimde görebildiğim kadarıyla üç katlı kocaman bir dairedeydim. Bir sürü kadının burada yaşadığını her gün odama girip benimle ilgilenmelerinden dolayı biliyordum ama buraya ev diyemiyordum. Geri dönmek için topuğumun üzerinde dönerken açılan kahverengi kapıdan dışarı isminin Maya olduğunu bildiğim genç bir kız çıktı ve ikimiz de birbirimizi gördüğümüz için şaşkınlıktan donduktan sonra ilk toparlanan o oldu. Kapıyı arkasından çekerek kapatırken "Bir şeye mi ihtiyacınız vardı?" diye soruyordu. Başımı iki yana salladım çünkü konuşabileceğimi sanmıyordum.

 

"Bay Seryum sizi beklerken arkada odunları yerleştiriyordu, eğer aradığınız oysa..."

 

Sesinde çok altlarda kalan gerginliği sezebiliyor ve bununla daha da geriliyordum. Her gün odamı hobi odası gibi gören kadınlar arasında Maya da olurdu fakat kendinden büyük olanlara sataşıp gülmek dışında içeride pek kalmazdı, bana çıkmam için baskı yapmazdı. Onun tatlı biri olduğunu düşünüyordum.

 

"Aslında ben de aşağı inmek istiyordum."

 

Geriye doğru attığım adıma rağmen arkamı hemen dönemedim çünkü talep etmesem de bana yardım etmesini istiyordum.

 

"Size yolu gösterebilirim."

 

"Çok mutlu olurum Maya."

 

Birkaç adımla öne geçip ilerleyen kız omzunun üzerinden bana baktığında yanaklarındaki al ton gözlerinin parlaklığını öne çıkarmıştı.

 

"Bir sorun yok değil mi?"

 

Genç kız önüne dönüp adımlarını hızlandırdığında neşeden yoksun kıkırtısını dinledim birkaç saniye. "İsmimi bildiğinizi bilmiyordum."

 

"Biliyorum. Sen de benimkini biliyorsun eminim ki."

 

Hızlı bir dönüşle bana baktığında önüne dönmeden önce adımlarımı onunkine uydurmak için acele ettim.

 

"Tabii biliyorum, Bay Seryum sizinle ilgili bizi bilgilendirdi."

 

Gerilmenin anlamsız olduğunu bilsem de gergindim.

 

"O zaman bana ismimle seslenebilirsin. Sizden sene geçmeliyiz, buradakiler ile benim aramda rütbe farkı yok sonuçta."

 

"Arkadaş olmayı mı teklif ediyorsunuz?"

 

Az evvel yanından geçtiğim ve görmediğim merdivenlerden inmeye başlamıştık, uzun koridora dalmadan bir kat daha aşağı inmek için trabazanlara yaklaşınca cevapladım sorusunu.

 

"Sanırım."

 

Esas cevap hayırdı. Kendime tek bir arkadaş bile aramıyordum yalnızca anlamsız mesafelerden sıyrılmaktı amacım. Gelen kadınların hiçbiri benden nefret ediyor gibi görünmüyor, dış dünyadan etkileniyor gibi de görünmüyordu fakat yine de beni başka bir dünyadan gelmiş gibi gördüklerini hissediyordum.

 

"Bay Seryum'un bundan hoşlanacağını sanmam."

 

Antrede ceketlerle dolu askı ve ayakkabılığın yanındaki boyası soyulmuş beyaz kapıya vardığında dışarı çıkarken giyecek ne ceket ne de ayakkabım vardı ancak kızın söylediği söz öyle sert çarpmıştı ki bunları umursamadan kendimi dışarı atmak için kapının dibine girdim.

 

Serin fakat güneşli hava içeriyi doldurdu, evin içi kadar dışı da sessizken benim içimde durum pek de öyle sayılmazdı. Kılıç buradaki insanlarla arkadaş olmamı istemiyordu. Bu insanlar onun halkıydı ve senelerdir onları korumayı kendine görev edinmişti.

 

"Ayakkabılarınız." Mermere bıraktığı ayakkabılarımı görünce bana ait bir şeyle karşılaşmak ifademi yumuşattı. Ondan ceketimi istemeyi düşündüm fakat arkadaş bile olamayacağım birinden taleplerde bulunmak beni mutlu hissettirmiyordu. Buradaki herkes gibi kalın ketenden kolları kısa bir elbise vardı üzerimde, Salta'da güneşin yakıcı ışığından korunmak için herkesin keten elbiseler giydiğini fark etmiştim ancak kadınlar kendi elbiselerine el işçiliklerini konuşturup işlemeler yaparken benim dizlerimin üzerinde biten elbisem daha çok kefeni andırıyordu.

 

Siyah botlarımı ayaklarıma geçirip seslerin geldiği alana ilerledim. Büyük binanın köşelerini dönerken ritmik bir çarpma sesi duyuyordum, son köşeyi döndüğümde ise iki ritmik ses vardı. Kılıç büyük bir kütüğün üzerine daha ince olanları koyup ortadan ikiye ayırıyor ve dönüp ardında kalan yığının üzerine atıyordu, baltayı hızla saplamadan evvel kaldırdığı kolları sayesinde gömleği yukarı sıyrılıyor belinin bir kısmını açıkta bırakıyor ve yara izlerinin uzantıları güneşte kendini gösteriyordu. Bu kadar hoyrat bir eylemin içerisinde onu dağı andıran cüssesiyle görmek her insanın nefesini birkaç saniye keserdi fakat benim ciğerlerim sönmüş gibi hissetmeme yol açtı. Elim sahiden fiziksel bir aksiyon yaşıyormuşum gibi göğsüme kondu. Kontrolümü sağlamaya çalışırken eski kapıdan çıkan koyu saçlarına rağmen sakalları ağarmış adam Kılıç'a seslenmiş, Kılıç başını kaldırdığında seslenen benmişim gibi doğrudan bana bakmıştı. Göğsümdeki elim ağır ağır inerken yanımdaki duvara yaslandım, içine karışıp kaybolma umuduyla.

 

Adama bakmadan elindeki baltanın tahta sapını ona doğru uzatıp adamın tutup tutmadığından emin olmak için beklemeden bana doğru yürümeye başladığında adam da hızla eline bir ceket tutuşturmuştu. Yaklaştıkça yüzündeki hoşnutsuz ifade daha da belirginleşiyor, beni huzursuz ediyordu.

 

Gözleri hızla üzerimde dolaştı iri bedeni tam karşımda durduğunda. Kaşları çatılırken aralarında oluşan V derinleşiyor ve bu, memnuniyetsizliğini anlayıp bir an evvel çözme isteği uyandırıyordu bende. Eğilip bedenime baktım, fazla aşağılara inemeden elbisenin sert kumaşından bile belli olan meme uçlarımı fark ettim, düğmesiz yakasından baktığımda içime daha net görebiliyordum çıplaklığımı ve bu şekilde odadan çıktığıma ben bile inanamıyordum.

 

"Odadan çıkmadan önce böylesi teşhir edildiğimin farkında değildim." Kollarımı hızla önümde bağlarken Kılıç'ın gözleri bir sarkaç gibi gözlerime sıçrayıp orada tutunmuştu. "Hava fazla aydınlıkmış," diyerek saçmalamaya başladım ve odama dönüp kilitli kapısının önüne yığılmak için büyük bir heves duydum.

 

Hiçbir şey söylemeden elindeki uzun ceketi bana uzattığında geri çevirme lüksüm yoktu, ona ait büyük ceketi omuzlarıma attığımda dizlerime gelen eteklerine baktım utançla. Kılıç konuşmak için bir hamlede bulunmak yerine yanımdan geçti ve arkasından gitmekten başka çarem olmadığını bilerek ilerlemeye başladı.

 

Bir köy kadar sakin olan ev çevresi Kılıç ilerledikçe ve ben peşinden gittikçe uğultulu bir kasabaya evrildi, sonunda kalabalık bir çarşıda neşeli satıcılar ve dükkanların köşelerine konuşlanarak güzel ritimlerle keman çalan sanatçılar belirdiğinde nerede olduğumun farkına ancak varabiliyordum. Limanına demir atmanın bile yasak olduğu Salta her bakımdan bir cenneti andırıyordu, insanların yüzünde neşe, memnuniyet ve huzur okunuyordu. Kılıç'ı görenler ikinci kez dönüp bakmıyor yalnızca baş selamı ve samimi tebessümlerle işlerine dönüyorlardı. Kral olduğunu iddia eden Kılıç nedense burada pek çok esnaftan biri gibi sade bir kabul ve sevgi görüyor gibiydi.

 

Hiçbir şeyi kaçırmamak için dört gözle etrafıma bakarken görünmez bir kuyruk gibi bir adım ardında ilerliyordum. Bir pasajın içerisine girdiğinde hemen arkasındaydım, dışarıdaki gürültünün aksine burası sakindi. Camekanlardan gördüğüm kadarıyla yalnızca altın ya da gümüş takılar belki de antika eşyalar olan dükkanların arasına daldığımızda kapıların önündeki minik masalarda kahve içenler, gazete okuyanlar, elleriyle bir uğraş içinde olanlar bizi fark etmeden devam ediyorlardı uğraşlarına.

 

İki camekan arasında sıkışmış, bilmeyenin fark etmeyeceği küçük kapıdan girerken öten çanları dinledim. Kılıç başını eğip kapıdan geçtiğinde girdiğimiz yerin içini sonunda görebilmiştim. Her yanı, duvardaki rafların tümü doğal taşlarla doluydu. Stantın arkasından çıkan minyon kadın sıcak bir tebessümle bizi selamlarken Kılıç'a değil arkasında gizlenen bana bakıyordu. Gözlerinin köşelerindeki satırlar öyle derindi ki kadının ömrünü hep sıcak bir gülüşle sürdürdüğünü düşündüm. Yumuşak mizacı kötü ruh halime çok zıttı. Simasında bana geçmişi anımsatan bir yan vardı ve tanıdık bir his uzak bir yol gelmiş gibi kaburgalarıma yerleşti.

 

 

"Sonunda burada," dedi kadın başını kaldırıp Kılıç'a bakarken. Kadın ne kadar keyifli olsa da manidar sözlerine Kılıç'ın verdiği tepkiyi göremiyordum.

 

"Hazır mı?" diye sordu kısa süreli sessizliğin ardından.

 

"Tabii hazır. Ama yarım saatten önce burada olmaz. Beklerken size kahve ikram etmeme izin verin."

 

Kılıç'ın kıpırdanışını bir an önce çekip gitme isteğine yordum, omzunun üzerinden bana baktığında ona bakmamak için başımı çevirip iyi aydınlanmayan dükkanın içerisini incelemeye başlamıştım. Pek çok akik taş ham halleri ile heybetli şekilde segileniyorken vitrindeki zarif kolyeler, bilezik ve yüzükleri görmem uzun sürdü.

 

"Burada beklemek senin için sorun olur mu?"

 

Sorunun bana sorulduğunu fark ettiğimde üzerine bir dakika geçmiş olmalıydı. Şaşkınlıkla, üzerime eğilip yanıt bekleyen Kılıç'a bakarken bir şeyleri reddedebilecek cesareti kendimde bulamaz haldeydim. Başımı sallayarak verdim yanıtımı ve Kılıç anında beni güler gözlerle izleyen kadına dönüp "Ona bir kahve yap, ben yarım saat sonra burada olurum," diyerek beni midem gerginlikten düğüm olmuş bir hale getirdi.

 

Kadın tatlı sözlerle onaylayıp beni standın arkasındaki masaya yönlendirdiğinde Kılıç kapının üstündeki çanları titreterek çekip gidiyordu.

 

"Salta'yı beğendiğini umut ediyorum."

Hasır tabureye hızla kalkıp gidecek gibi tetikte bir halde oturmuştum. "Pek görme fırsatım olmadı ama gördüklerimden memnunum. Sanki halkının büyük bir kısmı kadınlardan oluşuyor. Şu ana kadar on kadar erkek görmüşümdür."

 

Kuzinenin üzerinden aldığı çaydanlıktan bardaklara buhar tüten su doldururken yüzünde donup kalan gülüşü yerindeydi.

 

"Erkeklerimizin çoğu askerdir. Kadınlar da para kazandıracak işleri yapar."

 

Taburesine çöküp bardağına iki kaşık şekeri usul usul dökerken düşünceli bakışları eline dalıp kalmıştı.

 

"Seryum'dayken bir dükkan açmak için çok fazla didindiğimi hatırlıyorum. Çarşıda bana kiralanacak boş bir yer bulmak imkansızdı."

 

"Seryum'da mı yaşıyordunuz?"

 

"Buradaki neredeyse herkes bir zamanlar orada yaşayan, orada doğan, oradan sürülen insanlar. Biz Seryum halklıyız."

 

Bu doğal şekilde dudaklarından dökülen sözlerde acımasız bir yan olmasa da Kamer Mahver'le bağı olan herkes gibi kendimi savunmacı hissettim.

 

"Kadınlar uzun zamandır Seryum çarşılarında emeklerinin karşılıklarını alabiliyor."

 

Sesim kısıktı, saldırı değil mecburi, zorlama bir savunmaydı bu. Bu tatlı kadını incitmek niyetinde değildim ki neşe ve hasret dolu bakışlarla bana döndüğünde "Tabii ki öyle," diye eski enerjisi ile konuştuğunda rahatlamıştım.

 

"Zaman değişiyor bebeğim, her şey yoluna giriyor. Ama senin için işler pek yolunda gidiyor gibi görünmüyor."

 

Bu Seryum'a değil bana bir saldırı gibiydi sanki fakat hala mantıklı bir yanım olduğu için kadının nazik ve ilgili haline tutunup kabalaşmayı kendime yasakladım. Omuzlarımı silktim, inkar edemezdim fakat detay da veremezdim. Sıcak kahveden bir yudum aldığımda acı tadı damağımı yaktı.

 

"O her şeyini buradan bir taşla süslemeden rahat etmez."

 

Belki bir dakika sonra konuşmaya başladığında Kılıç'ın az evvel çıktığı kapıya bakıyordu, onun hakkında konuştuğunu böylece anladım. Fakat söyleyecek tek bir kelime yoktu dilimde.

 

"Aslında yalnızca karnelyana ihtiyaç duyuyor." Yerinden kalkıp kuzinenin kapağını açtığında ben hala konuşamıyordum, o devam etti. "Bu dükkandan karnelyan alan sadece iki müşterim var ama Kılıç yalnızca karnelyan alan tek müşterim. Aslında doğal taşlara olan merakımı ticarete dökmeme neden olan da o oldu. Bana ve eski ortağıma o kadar destek oldu ki o çocuk için Salta'nın her yanına karnelyan döşememiz gerekse karşı çıkmayız."

 

"Sizin için iyi bir yönetici." Ağzımdan çıkabilen buydu.

 

"İyi bir adamdır." Masaya dönerken soğumaya başlamış bardağıma bakınca elime alıp bir yudum daha içtim. "Tüm silahlarına karnelyan işletmek gibi bir huyu var ama sen bunu zaten biliyorsundur."

 

Kıkır kıkır gülerken yirmi yaş gençleşmiş, utangaç genç bir kız gibi dudaklarındaki gülüşü gizlemeye çabalamıştı.

 

"Sapı karnelyan işlemeli bir hançeri olduğunu biliyorum, evet."

 

"Ah!" dedikten sonra dudaklarına yaklaştırdığı kahvesinden içti. "O topuzu baştan yapmak zorunda kalmıştık, demirci taşları sürekli kırdığı için yapımı aylar sürmüştü."

 

"Sanırım karnelyanlara o kadar da düşkün değil artık."

 

Bunu söylediğime inanamadım, bu kırgın ses tonuna inanamadım; kadının anlayışlı sıcak bakışları altında parçalara ayrılmak üzere olduğumu fark ederken bana sarılmasına ne kadar ihtiyacım olduğunu fark etmek tüylerimi diken diken etti.

 

"Bana neden öyle düşündüğünü açıklayabilirsin tatlım." Yumuşak sesi damarlarıma kadar sızdı ve yüreğimdeki odalara yerleşti.

 

"Ben..." Bir kurtarıcı bekliyordum, bu huyum en ufak zorlukta bile açığa çıkıyordu. "Yanlış yolu seçtiğimi hissediyorum."

 

"Bazen yanlış yolun doğru sona çıktığını düşünüyorum, ahlaki açıdan yanlış da olsa hayat ahlaki bir balonun içerisinde yaşanmıyor."

 

İlk kez doğrudan gözlerine baktım ve ona henüz hiçbir şey anlatmamışken nasıl en doğru sözü bulabildiğini okuyabilmeye çalıştım. Masanın üzerindeki eli bardağa sarılı parmaklarımın üzerine konduğunda bedeni bana doğru eğilmişti.

 

"Benden tavsiye ya da teselli istemediğini biliyorum ama..." Duraksamanın ardından tesellisine ne kadar muhtaç olduğumu söylememek için kendimi zor tuttum, söyleyeceği şeyi beklemek beni ürkütse de umut daha baskındı. "Tüm silahlarına ısrarla karnelyan işleyen bir adam bir taş kırılıp elini incitti diye ona olan düşkünlüğünden sıyrılamaz."

 

Dudaklarım aralandı ama konuşmak için değil soluklanmak ve göz yaşlarımı durdurmak için. Bana olan düşkünlüğünden sıyrılmama ihtimalinin öteki seçenekten daha kötü olduğunu bilsem de Kılıç'ın sarıp sarmalayan sıcaklığını en azından bir kez daha hissetmeyi öyle arzuluyordum ki bu kendime olan nefretimi daha da büyütüyordu. Konuşmak için cesaret bulamıyordum ve kapı çınlayarak açıldığında gelene yumruk gibi göğsümü döven kalbimle döndüğümde gördüğüm beklediğim kişi değildi fakat beni konuşma zorunluluğundan kurtardığı için yine de memnundum.

 

Genç bir adam kolunun altında bordo bir kutu ile girerken öteki elinde sıkı sıkı tutunduğu bir baston vardı. Yanımdaki kadın öne çıkıp adamın elindeki kutuyu dikkatlice alırken adam ağrılarından sızlanmaya başlamıştı, içerinin kahve koktuğunu söyleyip hemen kendisi için bir kahve rica ederken beni hala görmemişti.

 

"Gel şöyle, sen güzel Karnelyanımızla tanışırken ben de sana bir kahve hazırlayayım."

 

Adam başını hızla çevirdiğinde kaşları havaya kalkmıştı ve beni izlerken bastona tutunan parmakları beyazlaştı.

 

"Sizin pek dışarı çıkmadığınızı duymuştum." dikkatli adımlarla bana doğru gelirken ben de ayağa kalkmış, huzursuzca bekliyordum.

 

"Önce kendini tanıtmayı ya da misafirliğinin nasıl geçtiğini sormayı akıl edemedin mi Aslan yoksa kızımızı burada görmenin şaşkınlığı mı bulandırdı aklını?"

 

Adam önümde durduğunda elini uzatmış, mahcupça "Kesinlikle ikincisi, affedersiniz," diyordu. Sorun olmadığını mırıldandım ve adamın boş tabureye oturmak için benim oturmamı beklediğini anladım.

 

"Aslan Salta'nın en maharetli demircisidir, Kılıç'ın işlemelerini yalnız o yapabilir."

 

Genç adam önüne konan bardağa sarılırken yanaklarındaki kızıllığı görebiliyordum.

 

"Salta'da pek fazla demirci yoktur zaten," diyordu bastonunu çevirip dikkatleri üzerinden atmaya çalışarak.

 

"İşlemeli hançeri gördüm, her elin beceremeyeği kadar temiz bir işçiliği vardı."

 

Kadın destekleyici sözlerime Aslan'dan daha fazla sevinmiş olacak ki yanımda dikilirken omuzlarımı ovarak sözlerime arka çıktı. Aslan'ın övülmeye ihtiyacı olduğunu hissettiriyordu bana. Genç adam sevimli homurdanışla karşılık verdi sözlerime.

 

Erkeklerin çoğu askerken o bir asker yerine demirci olmaktan memnun değildi belli ki ve fiziksel durumuyla barışık olmadığı da bastonuna değen bakışlarındaki ince ışıklı tiksintiden belli oluyordu. Salta denen bu yerde bunca hayat olduğundan birkaç ay öncesine kadar bihaber olmak da beni tiksindiriyordu. Dünyadan bu kadar habersiz olmak beni yanlış kararlar vermeye, yanlış insanlara güvenmeye itmişti ve şimdi bir zamanlar doğru olduğunu sandığım kararları bile sorgulamama yol açıyordu.

 

"Bu seferki siparişi de harika yaptığını biliyorum Aslan, benden yedi sefer taş almaya gelsen de o zamana kadar ortaya çıkan haliyle bile muazzamdı."

 

Bu seferki siparişi merak etsem de sorma gereği görmedim. Hala ismini bilmediğim kadının bana söylediği söz çınlıyordu kafamın içinde. Yanılıyor olmasını diliyordu mantığım, Kılıç'ın benden nefret etmesi işimi kolaylaştırırdı ama kalbimin sesi öyle gürültülüydü ki Kılıç'ı kapıdan girerken gördüğüm an kollarına atlayacak oldum. Alışkanlıktan olacak ki girer girmez eğik başını kaldırmadan evvel ilk baktığı yüz benimki oldu fakat sonra cam tezgahın üzerindeki kutuyu gördüğünde bana bir kere daha kaçamak bir bakış attığını fark ettim.

 

Kadın tezgahın arkasından çıkarken neşeyle konuşuyordu, Aslan dikkatle ayağa kalkarken konuşmaya birkaç kelime ile eşlik ediyordu ve sonunda kutunun etrafında bir çember oluşturduklarında, üzerindeki zarif beyaz kurdele Kılıç'ın uzun parmaklarıyla çözüldükten sonra kapak açıldığıda kadının memnun kahkahasına rağmen Kılıç'ın kesilen nefesini duydum. Yeni doğmuş bir ceylan adımları ile sarsakça onlara ilerledim ve odadaki en gürültülü ses kulaklarımda atan kalbimin sesi oldu.

 

Kutunun içindeki saten yastığa yerleştirilmiş bronz bir taçtı, büyük tacın sivri uçlarının karınları oyulmuş ve parlak karnelyan taşları yerleştirilmişti. Tavandan yayılan zayıf ışık bizi aydınlatırken Taç ile Kılıç birbirlerine doğal olmayan bir aydınlık saçıyor ve ikisi yalnızca yan yanayken bile göz kamaştırıyorlardı.

 

Bu siparişi benim DYK işbirliğimden önce verildiğini akıl edebiliyordum. Kılıç, Aslan'ı tebrik ederken, kadın odadaki tüm gerginlikleri yatıştıracak kadar yoğun neşesi ile adamları poh pohlarken yaptığım şeyin acı verici yanı ile yeniden yüzleştim. Kılıç, kral olmaktan vazgeçme niyetinde değildi ve ona ne kadar karşı olsam da, anlaşma bittiğinde çekip gideceğimi bilse de tacını kızıl karnelyanlarla donatıp daima yanında olmam için uğraşmıştı.

 

Elimi dudaklarıma bastırdım, bu kez ağlamak değil kusmak istiyordum. Yutkundum, nefes aldım, dış sesler anlaşılır olana dek kendime bir soluk ritmi tutturdum. Ve bunun ne kadar uzun sürdüğünü anladım, Aslan önümde dikilip uzattığı elini tutmamı bekliyordu ve gitme vakti gelmişti.

 

Hiç anlamadığım bir nedenden ötürü sıcak karşılanıyordum Salta'da, tam tersini bekliyordum ama yalnız bir kez zehirlenmeye çalışıldığım için bu iyi karşılanmanın nedenini kimsenin bana dair gerçek bir bilgisi olmamasına yoruyordum. Ya da belki de Ürhen Seryum evini terk edip geldiği bu topraklarda tıpkı Kılıç'a yaptığı gibi diğerlerine de en iyi şekilde beni pazarlamıştı, iyi bir reklamcıydı belli ki.

 

Dükkan sahibinin sıkı kucaklaması son bulduğunda serinleyen akşam üstüne bıraktık kendimizi. Bana tahsis edilen odanın bulunduğu dizili taşlarla oluşturulmuş binaya yürürken Kılıç yeniden bir adım önümdeydi.

 

"Neden bunu görmemi istedin?"

 

Fazla kelimeye ihtiyacımız yoktu, o tacı almasına şahit olmama ne gerek olduğunu anlamadığımı hisleriyle bile çözerdi Kılıç.

 

"Gerekli olduğunu düşündüm." Sağlam adımları yeri titreterek akmayı sürdürürken ben çakıllı düz yolda ruhumla birlikte yalpalayıp duruyordum. Sanırım her şeye rağmen kazananın kendisi olduğunu yüzüme vurmak istiyordu, bir kral olacaktı ve ben bunu izlemek zorunda kalacaktım.

 

"O tacı değiştirmen gerekmez mi?"

 

Kendi kendime konuşmuş olmam gerekiyordu ancak Kılıç adımlarını yavaşlatıp yanına varmamı beklerken beni dikkatle izlediğine göre bu onun üstlendiği bir soru olmuştu.

 

"Neden değiştirmeliyim?"

 

Bol ceketi tamamen üzerime giymeme rağmen yürürken Kılıç'ın sert koluna değdiğimde bu his çıplak tenimi yakıyordu. Ona değmemeye özen gösterdim ve "Artık karnelyanlara düşkün olmazsın diye düşünüyordum," diyerek kendimi açıkladım.

 

"Karnelyanlara düşkün değilim."

 

Pekala. Bu yanıt yeterince açıktı. Değiştirmeyecekti çünkü yeni Kılıç, Karnelyanları yok sayma işinde öyle ustaydı ki o tacı karnelyansız haliyle görüyor olmalıydı. Böylece geri dönüş yolculuğu önceki gibi dışarının keyifli uğultusuna rağmen bizim için ölüm sessizliğiyle geçti.

Loading...
0%