@almelia
|
Gözün üstünde kaş altında yaş, Omzuna çarpanla savaş Ölüm gelmeden evvel sesini göğsünde duyarsın. Yalnız çarpışmakla olmaz, Gerektiğinde kaç.
Annemin günlüğüne karalanmış satırları neredeyse noktasına kadar ezberlemiştim. Anlam veremezken yüreğimi sıkıştıran sözleri Salta'da anlam kazanmaya başlayıp beni darmaduman ediyordu.
Annem gerektiğinde kaçmanın iyi yanını babamdan öğrenmiş olmalıydı fakat hikayenin sonunda ikisi de kaçarken ben orta yerde dönen bir topaç gibiydim. Hayır ben kök salmış bir fırtınaydım.
Adımlarımı olabilecek en güçlü şekilde bastırıyordum yere kafamda dönen kasırgaya rağmen. Kılıç omzumdan geçirdiği koluyla beni yere düşürmek için hamle yaparken "Fırsatları değerlendir, eğer kaçmak için bir boşluk bulursan onu dövüşmek için değil kaçmak için kullan," diyerek beni bilgilendiriyordu.
Sonunda kolu omzumda iken etrafımdan dönerek önüme ilerlediğinde gevşekleşen tutuşundan sıyrılmak için bana öğrettiği gibi dizine kontrollü bir tekme savurdum ve iki elimle boynumdaki kolu ittim. Yavaşça geri çekilip kaçmam için gereken boşluğun o an olduğunu belli eden bakışları gözlerime diktikten bir saniye sonra üzerime atıldığında geri sekmiş ve etrafından dönüp arkasında bitmiştim. Gerçek hayatta başıma gelme ihtimali olan senaryonun yavaşlatılmış versiyonlarını çalışıyorduk. Dünden sonra annemi görmemiştim, Kılıç gece olup da odama geldiğinde ise onu görmemek için gözlerimi açmamak üzere kapatmıştım. Yeni bir güne daha fazla yük, daha az hisle başlamak bir yandan iyiydi. Yataktan kalkar kalkmaz Kılıç'ın iddia ettiği savunma işine bırakmıştım kendimi çünkü savaşmak için Savaşmayı öğrenmek zorundaydım. Bana bu dersi bir düşman veriyor olsa bile umrumda değildi.
Sırtına geçirdiğim tekme ile kendini yere bıraktı ve yuvarlanarak sırt üstü döndüğünde ben geri çekilemeden bileğimi yakalayınca beklediğimden daha sert çekişi yüzünden üzerine düşmek üzereydim. Yere düşmemek için eğildiğimde gerçek bir mücadeleye yaraşır baskınlığı ile elini yükselterek yakama sardı Kılıç. Alnım burnuna çarpmasın diye iki elimi göğsüne koyup mesafeyi korumaya çalıştım. Gözlerinden gözlerime ılık dalgaların çarptığını hissettiğime yemin edebilirdim. Hala ayak bileğimdeki kolu bacaklarımın arasına alıp ters döndürmeye çalışmadan önce bana "Savaşmanın doğasında bencillik vardır," diyordu. "Sağ çıkmak için ne gerekiyorsa yapman gerekir."
Kolunu tüm uvuzlarımla tutup döndürmeye, kendimi ondan kurtarmaya çalışırken dönen ben olmuştum, Kılıç'ı yerden kaldırmış hatta göğsünü sırtıma kadar çekmiştim. Yanlış savaş taktiğimi fark edip kolunu hemen bıraksam da beni hızla belimden yakalayıp gitmeme engel oldu.
"Bencillik hayatta kalma dürtüsü ile doğru orantılıdır."
Adamın tek bir kolu ile mücadele ederken nefes nefese kalmıştım ve Kılıç uykudan yeni uyanmış gibi boğuk, mayışık sesi ile kulağıma konuşurken sözlerine odaklanmakta zorlanıyordum.
"Hayatın tehlike altında değilse yaşamaya başlarsın. Bencil hiç kimse yaşadım demez çünkü tek derdi hayatta kalabilmektir."
Başımı geri atıp nereye denk getirdiğimi fark edemesem de başını benden uzağa çekmesine neden olduğum için kendimi savurur gibi ileri fırlattım. Hızla toparlanan Kılıç ben henüz ayağa kalkmadan doğrulup kolumu yakaladığında arkama bastırdı ve göğsüm açığa çıkarken adamın sert tutuşuyla omzumun çıkmasından korktuğum için sırtımı ona daha fazla bastırdım.
"Bu kapandan kurtulmanın bir yolunu bul."
Kolayca talep ediyor olsa da ben gerçek bir kapanda kıvranırken elim kolum da gerçekten onun elleri tatafından bağlıydı.
Kirpiklerimi aşıp gözlerime giren saçlardan kurtulmak için başımı iki yana salladığımda Kılıç arkamdaki kollarımı güçlü elleri ile açtı ve önümde birleştirdi. Vücudunun tüm köşelerini hissedeceğim kadar yakınında olmama yol açtığında "Bir hile, bir aldatmacaya ihtiyaç duyabilirsin... düşman sana arkadan saldırıyorsa onurlu bir dövüş hedeflemiyordur," diyerek beni yönlendirmeye çalışıyordu. Gürlemeyi andıran kısık ses, saçlarıma karışan ateş gibi nefes yüzünden aklım bulanık bir suya dönüştü. Başımı ona doğru çevirdiğimde dudakları kulağımın değil dudaklarımın karşısında duruyor hale geldiğinde her hareketim bilinçsizce ortaya dökülüyordu.
Birbirimize karışabilmemiz mümkünmüş gibi kalçamı ona doğru ittiğimde bel boşluğum ile kalçamın üzerini zorlayan sert ereksiyonu hissettiğim an soluğum kesildi. Kılıç'ın kuru dudakları aralandığında, dişleri arzulu bir biçimde parlarken adamın dudaklarından içine çektiği nefesi bile görür gibiydim. Aramızdaki yoğunluk balçığımsı bir rüzgar gibi eserken gücüyle ikimizi birbirimize doğru itiyordu. Dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissettim, adamsa muhtaç bir karanlıkla gözlerini dudaklarımın arasını süpüren dilime kaydırdı ve siyah alevler gürleyerek ortaya çıktı. Bu arzuyla yoğrulmuş koku, gözler, vücut beni esir alırken çenemi ona doğru eğiyordum dayanamayarak.
"Her düşmanı senin için irileşmiş aletinden tuzağa düşüremezsin, başka bir yol düşün."
Tehlikeli kısık ses bir alev topu gibi çarptı mideme. Saç uçlarımdan parmak uçlarıma kadar titrememe neden olan ekşi bir akımla sarsıldım, uzuvlarım savrularak yok olmamı istiyormuş gibi kabarmıştı bir anda. Sanki ikimizi saran ipek bir örtü vardı ve Kılıç'ın sözleri ile parçalara ayrılan örtünün yerini ten yakan keçe bir şey aldı. Önüme döndüğümü ve öğürmemek için kendimi tutarken kaslarımın zorlanarak çığlık attığını duyumsayabildim ve Kılıç beni bırakmaya meylettiği an çırpınarak bir an önce ondan uzaklaşmak için savruldum. Bağırmak için bile açamadım ağzımı oysa haykırmak istiyordum, ömrümün sonunu yakınlaştıracak cinsten kesilmeyen bir çığlık için parçalanıyordu kemiklerim.
Kast ettiği şeyi düşünmemiştim bile, onu tuzağa düşürmek aklımın ucundan geçmemişti. Hele de bu şekilde... Birini kast ettiği şekilde tuzağa düşürecek kadar onursuz değildim. Kusmamalıydım, midem çalkalansa da, safra boğazıma kadar tırmansa da tuttum kendimi.
Bu derslerin bir işkence olduğu böylece kanıtlanmıştı, bana hakaret etmek için öyle güzel bir ortam yaratmıştı ki birine anlatıp destek arasam kimse onu suçlu bulamazdı bile.
Hiçbir şey olmamış gibi "Bir daha deneyelim," diyerek bana uzandığında geri kaçtım. Kesik kesik aldığım nefesler öfkeden olsaydı keşke ama devasa hayal kırıklığımın saçmaları soluk boruma ve ciğerlerime saplandığı içindi.
"Siktir git! Bir daha bana dokunma."
Bana yeniden dokunmaya çalışmadı, hatta ilk geri çekilişimde olduğu yerde kalmıştı ama geri geri gitmeye devam ediyordum kaçarcasına.
"Bana dokunma sakın. Asla!"
Yaşlar gözlerimi bulandırdı, nefret onları kuruttu. Odağım açıldığında beni aydınlık değil irin dolu pis bir karanlık karşıladı. Hiçbir ifade yoktu taş yüzünde, gözlerinde çözemediğim bir gölge varsa da sözlerinden pişman olduğuna yorulacak cinsten değildi. Sanki soluk bile almıyor gibi can çekişmemi izledi, sessiz sedasız.
"Ben," diye başladım ama devamı gelmedi. Ben sandığı gibi biri değildim demek iyi olur muydu? Sandığından daha kötü olma ihtimalim varken bile "kast ettiğin şey," diye devam ettim fakat onu asla yapmam diyerek bitiremedim cümlemi. Asla. Asla yapmazdım. Ölmeyi tercih edeceğim çok şey vardı ama listenin başındaydı bu.
Dik omuzları, güçlü duruşu ile meydan okuyarak beni izlemek dışında tek bir şey bile yapmadı. O öyle güçlüyken zerrelerime ayrılıyordum karşısında.
"Sakın bana dokunma. Sakın."
Sözler anlamlarını yitirene dek söylemeye devam ettim ve odaya çıktığımda, Kılıç peşimden gelmeye meyil bile etmediğinde ben bana dokunmamasını söylemeyi sürdürüyordum.
Ona beni yanlış tanıyor olduğu için kızmıyordum, bana bir hain gibi güvensiz davrandığı için de; beni cinselliğimi kullanmaya çalışmakla itham etmesine şaşırmazdım çünkü kendimi ona iten bendim, hile yapmak için çare arayan aşağılık bir düşman olduğuma inanmasında yanlış bir yan da yoktu. Kahretsin ki kalbimin paramparça olduğunu hissederken bile ona kızmaya hakkım yoktu.
Buna, tüm bu olanlara ne kadar daha katlanmam gerektiğini bilmek isterdim. Eski hayatımdan şikayet ettiğim günleri hatırlıyorum, yenisi eskiyi göz yaşları ile geri istememe neden oluyordu.
Günümü Kılıç'ı bir daha görmeyecek şekilde ayarladım. Kadınlardan birinden bir bahçe makası aldıktan sonra açık arazideki gülleri saran yabani otları ayırdım, güllerin genişçe açabilmeleri için etraflarını budadım. Kimseye hiçbir faydası olmayacak bu eylem anlamını yitirdiğinde eve dönüp kadınlardan birkaçının toplandığı odayı buldum ve bana keten elbiselere işlemeler yapmayı öğretmelerini istedim ve kendimi oyaladım. Sabah olanlara dair tek bir düşünce bile sinsice zihnime sızacak olsa olduğum yeri terk edip kendime yeni meşgaleler aradım. Pes etmeye ne kadar yakın olduğumu fark ettikçe isyanım beni koşmayı bırakırsa vurulacak bir at gibi harekete geçiriyordu.
Penceremin önündeki duvarı sırf dikkatimi çekebilmek için yıktıran adamın bugün beni itham ettiği şeyi kolay kolay aklımdan çıkaramıyordum. Canımın bu kadar yanmasından da nefret ediyordum.
Tıkırtılar ve konuşma sesleri gelen kapısız alanın mutfak olduğunu düşünerek içeri daldığımda yanılmamıştım. Ortada bir ada tezgahı olan, içerideki kadınların el birliğiyle yemekler pişirdiği mutfağa ilk kez adım atmıştım ancak buz gibi bir ürperti tüylerimi diken diken ettiğinde geldiğime bin pişman olmuştum. Ekimin ortasında bile havası ılık olan Salta'dayken titreyişim üşüyüşümden değildi.
"Karnelyan," diyen nazik, mahcup sesin sahibi kafasını kaldırıp bana baktığı an kollarımı kendime sardım çünkü savunmasız hissetmek böyle bir şeydi.
"Senin için hasta çorbası yapmanın iyi olacağını düşündük."
Kısa kısa cümleler kurarak beni korkutup kaçırmayacağından emin olmaya çalışan annemin sesi öyle yumuşaktı ki yumuşaklığıyla boğazıma tıkanıp beni boğmaya kast eden bir pamuktu sanki.
"Hasta olmadığını biliyorum ama son zamanlarda biraz solgun göründüğünü fark ettim."
Yeniden duraksadı, sanki babamın yaptığı gibi ona bağırmamı ve hiç olmayacak yerlerden onu suçlamamı bekler gibi ürkekti. Boğazımdaki yumrudan kurtulmak için yutkunurken annemi bir sorusunu yanıtlar gibi onayladım. Benimle konuşurken böyle hissetmesi canımı yakıyordu ama ona sıcak bir karşılık için ağzımı açarsam etrafa dağılmaktan ve onlara iş çıkarmaktan korkuyordum.
Yüzündeki çökük avurtlarla daha esmer görünse de onu onayladığımda gülümsemesi etrafına haleler saçan bir gülüş ortaya çıkardı.
"Ben tavuğu haşlanması için ocağa koyayım sen sebzeleri kes olur mu?" diyerek annemin omuzlarını ovan Maya ona çok yakın görünüyordu. Annem onun temasıyla irkilmediğine göre iyi bir ilişkileri olmalıydı.
Onlar sanki gerginlik ortadan kalkmış gibi birkaç sözcüklük sohbetlerine daldığında ben hala kapının ağzında dikiliyordum. Ne kadar yabancıydım buraya...
"Karnelyan eğer çok aç değilsen sana meşrubat verebiliriz. Annen ahududulu olanı sevdiğini söylemişti."
Maya sabit bir tebessümle yüzümde cevabı okumaya çalışıyordu, midem kendi içine çöküp imha olmuş gibi hissetsem de kibar yaklaşımını geri çevirmek istemiyordum.
"O zaman şuradaki masaya geç, sana bir bardak getireyim."
Taş zeminde kulak tırmalayarak çektim demir sandalyeyi, kendimi üzerine bıraktığımda yönüm yemek hazırlayan annemin sırtına dönüktü. Maya mayışık tebessümü ile önüme bir fincan bıraktı, Kılıç'ın odama ilk gelişinde getirdiği ve içinde zehirli lavzerin bulunduğu fincanın aynısıydı. Gerçek bir zehirden çok Kılıç'ın ismi zihnimi kusturmaya başladığında kalkıp gitmem ve düşüncelerden Kaçmak için yeni bir meşgale bulmam lazımdı ama buradan hışımla çekip gidersem annemin suçlu hissedeceğine emindim. Güçlü nefesler için başımı kaldırıp etrafı taradım. Onu alt edebilmek için bana güvenmesi, bana güvenmesi için ona güvenmem gerekiyordu ve ben her şeye rağmen beni iğrenç bir kadın olarak itham etmeyeceğine güvenmiştim. Onu hafife almak benim hatamken onu nasıl suçlayabilirdim ki? Kızaran gözlerimi tavana diktim hemen. Bir şey lazımdı, dikkatimi üstüne çekip Kılıç'tan koparacak bir şey. O iğrenç herif için üzüldüğüm zamanlara duyduğum nefret kendime duyduğum nefretten bile fazlaydı. Hayır, değildi...
Maya masanın üzerinden boş çelik bir tencere aldı, altındaki gazete tencerenin tabanına yapışınca ona yardım etmek için gazeteyi elime aldım ve belki de iyi bir dikkat dağıtıcı bulduğumu sandım.
Birkaç gün öncesinin gazetesiydi ama iş görebilirdi. DYK'nin batışına ya da zeytinyağı gibi üste çıkışına dair bir şeyler bulacağıma emindim bu gazetede. Sandalyede biraz geri çekilip büyük kağıdın tümünü sereceğim alanı açtıktan sonra ilk sayfada DYK'ye dair bir tarama yaptım. Koskoca Dünya Yönetim Kurulu fiyaskosuna ilk sayfada yer verilmemesi olanaksızdı.
Ablasını Öldürdükten Sonra Kamer Mahver'in Nüfuzu ile Yargılanmadan Serbest Kalan Karnelyan Karma DYK İçin Yanlış Algı Oluşturmaya Çalışıyor!
Bir an elim kaslarım kemiklerimden sökülmüş gibi titremeye başladığında göğsüm hissettiğim kadar boş mu diye yoklamak için kaldırdığım elimin tersi masadaki fincana çarpıp paramparça olmasına neden oldu. Elimi dudaklarıma bastırabildiğimde kendime nefes alacak boşluk bırakmadığımın farkında bile değildim. Gözlerim öyle ani karardı ki ayağa kalktığımın, ellerin bedenimi tuttuğunun ayırdına varamadım, çekip gitmeye çalışırken engel olarak algıladığım elleri savurmaya çalıştım.
Beni bir abla katili olarak göstermişlerdi. Hayır, hayır, hayır! Tüm dünyaya abla katiliği olduğumu açıklamışlardı.
Çığlık sesleri duydum ancak suyun içine dalmadan önceki boğuk gürültüyü andırıyordu benim için.
Yere düştüğümü ayağa kalkdırıldığımda fark ettim. Avuç içleri ve dizlerimdeki sızıyı güç bela fark ettim ama uyuşmuştum. Ben kök salmış bir fırtınaydım, içimde delice hızla dönen zehir elimi kolumu bağlıyordu.
Ablamı öldürmüştüm.
Ablamı korumak için yastığımın altına koyduğum lanet silah ablamı öldürmüştü. Hayır ben öldürmüştüm.
Elim hala dudaklarımı ve burnumu kapatıyordu, gözüme işleyen karanlık çekildiğinde ilerledim çünkü durursam ölürdüm, acı ve azap içinde olurdu bu.
Bir lavabo bulup kaburgalarım iç içe geçecek sanacağım kadar şiddetli bir sarsıntı ile midemde var olan her şeyi püskürdüğümde akan musluğun altına karışan kanı görüp dondum. Bir an parçalarıma ayrıldığıma gerçekten inansam da beyaz mermere tutunan elimden akıp suya karışan kanı tespit edebildiğimde hayal kırıklığı ile buz gibi fayansa attım kendimi.
Mutfakta kırılan porselenin üzerine düşmüş olmalıydım, dizlerimde de avuçlarımdaki yanmanın aynısı olduğuna göre olan buydu ve ne yazık ki bu kesikler beni öldürmeye yetmezdi.
Uzandığım yerde beni rahat bırakmayan eller, kollar, saçlar vardı ama orada yatan bedenin içinde ruhum yoktu, ruhsuz haliyle hissiz olan et parçası kimseye karşı koyamadan öylece duruyordu.
"İyiyim," diyordum ısrarla. İnsanların benim için endişelenmesi omzumdaki heybeye daha fazla yüktü. Annemin bulanık yüzü yüzüme eğildiğinde gözlerinden sicim gibi akan yaşlar alnıma, yanaklarıma, kirpiklerime, saçlarıma damlıyordu. Ağlıyordu çünkü kızı öldürülmüştü. Saçlarıma konan ellerini hissedemedim ama saçlarıma değmeden önce gördüm. Kızının katilini teselli etmek zorunda kaldığı için saçı okşanması gereken oydu.
Ablamı çok özlemiştim.
O iğrenç yazı koca harflerle gözlerimi yakarak beynime kazındığında geri kalan her şeyin yitip gittiğini anladım, ben tümüyle o yazıdan ibarettim artık. Dünya Yönetim Kurulu paçayı sıyırmak için tüm kirli çamaşırlarımı ortaya dökerken sözlerinde yalan tek bir yan bile olmamasıydı burada acı veren. Bugüne kadar yıkılmış gibi hissetmiştim, gerçek yıkım tam olarak buydu. Savaş bitmişti, dünyaya karşı verdiğim savaşta yenilgiye uğramıştım.
🕑
"Buna sebep olan kim?"
Kükrer gibi haykıran ses Kılıç'a aitti. Bitkince sandalyeye çökmüşken bir kavgayı ayıracak kadar güçlü hissetmiyordum.
Kapımın dışında konuşurken onları duymayacağımı sanıyor olabilirlerdi fakat kapıyı kapattıkları halde sözcükleri gayet net seçebiliyordum.
"Mutfağa geleceğini bilmiyorduk hiçbirimiz," diyen ses anneminkini andırıyordu fakat öyle uzun zamandır sesini duymuyordum ki dudakların kelimeler için aldığı şekli görmedikçe konuşanın o olduğundan emin olamazdım.
"Siktiğimin evinde her lanet köşeye girmesine hazırlıklı olmanız gerekiyordu. Sizi uyardım!"
"Bir daha tekrarlanmayacak, lütfen sakinleşin. Onu da korkutacaksınız."
"Kimdi?" Artık ses değil bir hırlamadan ibaretti sözcükler.
"Bilmiyorum, herkes olabilir. Sabahları kapının önüne bırakıldığından biri boş bulunup içeri almıştır."
Kadınların sesleri mahcup bir uğultuya dönüştü fakat Kılıç pes etmiyor, öfke saçmayı sürdürüyordu.
"Üç gün öncesinin gazetesi! Üç gün öncesinin gazetesini atmak kimsenin aklına gelmedi mi?"
Ayağa kalkmanın vakti gelmişti, Kılıç her ne yapmaya çalışıyorsa boşunaydı. Dünyayla olan irtibatımı kesmekle hiçbir yere varamazdı. Kapının kulbunu kavradığımda adamın "Bana bir isim verin," diye hırlamasına karşılık veren titrek sesi duyabilmiştim.
"Bendim."
Genç bir kadının sesi olduğunu anlayabiliyordum, bu ürkek tonun sahibini tahmin edebiliyordum ve aklım başıma böylece geldi. Kapıyı açtığımda tüm gözler bana dönse de Kılıç kadınların arasında omuzları çökmüş halde duran Maya'ya kilitlediği ölümcül bakışlarını ondan ayırmadı. Genç kız bir an için bana döndüğünde yüzünde rahatız olmuş bir kaş çatış vardı, yüzünü tiksinti ile buruşturduktan sonra Kılıç'a döndü.
"Sana bir şans vermem için yalvarırken bu şansa sözlerimi hiçe saymak için mi ihtiyaç duyuyordun?"
Kızarmış gözleri öfkenin parlaklığı ile keskinleşen kız "Yemekleri ve çayları odasına götürülüyor zaten, mutfağa gelmek için hiçbir sebebi yoktu," diye kendini savundu. Benim yüzümden, haksız yere azarlanmak onu öfkelendirmişti ve buna kesinlikle hakkı vardı.
"Sorumun yanıtı bu değil." Sakin ses tonu dikenli bir sarmaşık misali her birimizi sararken kadınların kolları ile sardığı kıza doğru bir adım attığında kız savunmasızca kendine sarılıp daha da çöktü.
"Daha dikkatli olacak, onu kontrol edeceğiz, artık üstüne gitme." Annem öne çıktı, Kılıç gözlerini Maya'nın üzerinden ayırmadı.
"Bu son şansındı."
Maya isyanla karşı çıkmaya başladığında Kılıç acımasız gözlerini kırpmadı bile.
"Onu gönderemezsin."
Kadınlardan biri kızın etrafına sardığı kollarını sıkılaştırıp Kılıç'a acı içinde bakarken yol açtığım şeyden bir kez daha nefret etmiştim.
"Gönderebilirim," dedi Kılıç ve "Hayır, göndermiyorsun," diyen ses sonunda bana aitti.
"Benim yüzümden insanları kovamazsın. Hiçbir yere gitmiyor."
Kılıç'ın öfke kusan bakışları bana döndüğünde de aynı haliyle kalmıştı.
"Senin bununla bir alakan yok." Birine seslendiğinde beni içeri götürmesini emrediyordu. Bir kadın hıçkırarak yanıma gelip koluma girdiğinde şefkatle tuttuğu kolumu okşadı ve buna inanamadım. Benim yüzümden çıkan bu kargaşa için benden nefret etmesi gerekirken içinde nasıl şefkat olabilirdi?
"Eğer onu gönderirsen ben de giderim."
Kılıç'ın dikkatini sonunda layığıyla çekmiştim. Bana meydan okumasını bekledim. Kahretsin ki ihtiyacım olan da buydu. Bana gidemeyeceğimi söyleyip, zayıflığımı yüzüme vurmasını istiyordum ki ondan tümüyle nefret edebileyim ve gerçekten buradan gitmek için öfkeli cesareti kendimde bulabileyim.
"Tamam." Bir dakikalık suskunluktan sonra söylediği bu tek kelimeden ne kast ettiğini anlamayan herkes nefesini tuttu. Güçsüzlükle yığılmamak için hızlı soluklar alıp bakışlarına tutunmaya devam ettim. "Hiçbir yere gitmiyor."
Sonunda herkesin aynı anda tuttukları solukları dışarı verdiklerini duydum ancak ben bundan hiç etkilenmemiştim. Hiçbir yere gidemeyeceğim kesinleşmişti.
🕑
Kılıç Seryum'a gönderilecek mallar için limanlara gitmesi gerektiğini söyleyip tüm gün peşinde dolaşmama yol açarak işkence dolu bir gün bahşetmişti bana. Benimle neredeyse hiç konuşmuyor, konuştuğunda ise göğsümde gerçek bir sancıya neden olacak sözler etmeyi tercih ediyordu. Bir kez bile karşılık vermemiştim ona, aslında göğsümdeki sızı ağzımı açmama hiç izin vermemişti.
Pencereyi açıp üstünde Güneşin battığı okyanusa baktım. Okyanus da dik bakışlarla bana karşılık veriyormuş gibi hissettiğimde bakışlarımı kaçırmak zorunda kalmıştım.
Penceremin altında çiçeklerle dolu ufacık bir bahçe olduğunu fark ettim o an ve daha önce hiç penceremin aşağısına bakmadığım için ilk kez görüyordum bunu. Nabzımı hızlandırıp tenimi kaşındıran, çiçekler değildi. Tahta bir bankın üzerinde oturan annemin kırlaşmış saçlarını görebiliyordum ve kısık sesi bilindik bir şarkı mırıldanırken sesi güç bela kulaklarıma ulaşıyordu. Belki nabzımı hızlandıran buydu belki de dizlerine başını koyup tahta banka kıvrılmış Maya'nın saçlarını okşamasıydı. Ülkesinden edilmiş bu kadınların birbirlerine destek çıkması güzeldi, Kılıç'ın Maya'yı gönderme ihtimaliyle ne kadar üzüldüklerini gözlerimle görmüştüm. Bundan rahatsız olmak alçak bir insanın bile harcı değildi. Fakat boğazıma yükselen safra kafamın içinde çığlıklar yakarken lavaboya yetişmekte zorlandım. Midemin büzüştüğünü, kaburgalarımın ufalanmaya başladığını sandım. Rahatsızlık tenimin altında kıvrılırlen kusarak onu dışarı atmaya çalıştığımda kendimden utanıyordum. Bu kadar kötü ve zayıf olmak benim için bile mümkün olmamalıydı. Ama mümkündü ve son günlerde her ufak hareket beni kıvrandırıyor, kusturuyordu.
Masaya geçip yüzümü ellerimin arasına gömdüm. Saati kontrol etmek için hissettiğim kaşındırıcı hisse karşı koymak nefesimi kesecek noktaya kadar sürüyordu ve sonunda pes ettim. Yatağın karşısındaki duvarda kemik çerçeveli kocaman bir saat 16.28'i gösteriyordu. Utanç nefesimi alıp yeniden kapattım gözlerimi. Anlamsızdı, hepsi.
Saate yeniden baktığımda tam iki saat boyunca uyumadan, işe yarar hiçbir şey düşünmeden tahta bir sandalyede öylece oturduğumla yüzleştim. Kılıç'ın emirleri olmadan yapacak bir şey bulamıyordum, bazı anlar eski arkadaşımın mektuplarını okumak istiyordum çünkü senelerdir ne zaman düştüğümü hissetsem onun mektuplarından rastgele birini seçer ve okuduktan sonra düştüğüm uçurumda tutabileceğim bir dal bulmuş gibi hayata dönerdim. Bir düşmanın bana çok iyi bir dost olması ne kadar zayıf olduğumu gösteriyordu zaten. Fakat belki de gerçekten burada arkadaş edinmeliydim. Odamdan çıkıp koridorun diğer ucuna yürürken Maya ile annem arasında iyi bir bağ olduğuna göre genç kadınla anlaşmakta zorlanmayacağımı düşünüyordum. İçimde derinlerde kalan bir yerde ona karşı kötücül hisler duyuyordum çünkü annemin onunla anlaşması ve benim annemle bir yabancıdan bile daha az konuşabiliyor olmam sanırım kıskançlık tohumlarını eşeleyip, ekip duruyordu. Bu çirkin hislerden arınmak ve kendimden daha da tiksinmemek için onu çıkarken gördüğüm odanın kapısına ilerledim, eğer arkadaş olamayacaksak da onun başına açtığım sorun için özür dilerdim.
Elim kapının yüzeyine yaslandı fakat cesaretimi toplamak epey vakit alacak gibiydi, tam kapısının önüne kadar gelmişken geri dönmek kendime kalan zerreler halindeki saygımın dibe vurmasına neden olurdu. Sonunda parmaklarım kapının mat yüzeyini nazikçe yokladı, içeriden bir ses beklerken kulağımı kapıya yaklaştırdım. Belki de uyuyordu, sanmıyorum. Uyku için henüz erkendi, belki de odasında değildi. İnsanların bu evde yapacağı pek çok şey vardı, benim gibi odalarında saklanarak geçirmiyorlardı günlerini. Ya da hala annemin dizlerinde dinleniyordu... Elimi kaldırıp kapıya yeniden vurdum çünkü bir yere vurmazsam kendime iyi bir tokat atacaktım.
"Sorun ne?"
Hızla açılan kapının boşluğunda tüm alanı dolduracak heybetiyle beliren Kılıç sahici bir şaşkınlıkla ve tedbirli gözlerle beni izlerken yeniden kusmamak için yutkunmak zorunda kaldım. Dağınık kısa saçları, aralık dudakları dikkatimi talan etmişti ve gömleğinin açılan üst düğmelerinden görünen göğüs sakince inip kalkarken her geçen dakika karşımda daha da büyüyor gibiydi. Maya'nın odasında ne işi olduğu beni ilgilendirmezdi ama midemi bulandırmasına engel olamıyordum.
Kapının önünde donmuş gibi dikilirken büyük eli kolumu kavradı, hızla geri çekildiğimde hareket etmem için beni tetiklediği için memnundum bile.
"Ben-"
Kusmadan kelimeleri çıkarmak benim için fazla zor olmaya başlamıştı, bir ömür böyle geçer miydi?
"Maya ile konuşacaktım ama sonra gelirim."
Hızla arkama döndüm fakat Kılıç yeniden kolumu tuttuğunda çırpınışım bu kez beni bırakmasına yetmedi.
"Sakinleş." Israrcı, kısık sesi ile hipnoz olduğumu anladığımda çoktan donmuş, onu izliyordum.
"Şimdi sorularıma cevap ver." Hangi soruyu ön sıraya koyması gerektiğini düşünür gibi gözleri gözlerim arasında ilerleyip duruyordu.
"Maya ile konuşmak için neden buraya geldin?"
"Onun odası olduğunu düşünmüştüm."
Kaşları çatıldığında gözlerini kırpıştırarak üzerime daha da eğildi. Çözmeye çalıştığı bir bulmaca gibi bakıyordu yüzüme, rahatsız edici bir bulmaca.
"Peki neden onun odası olduğunu düşündün?"
Kolumu parmaklarından kurtarmaya çalıştım, izin vermek yerine öteki elini de boştaki koluma sarıp yönümü tamamen ona çevirdi ve yanıt vermeden kurtulamayacağım kesinleşti.
"Onu buradan çıkarken görmüştüm, burada kaldığını sandım. Eğer içeride değilse beni rahat bırak, gideyim."
İlk cümlenin ardından bakışları kararan adam öteki sözcükleri duymadı bile, öfkesi koca bir saman balyası alev almış gibi bedenini sarmıştı, ona bu kadar yakınken tenine bile işleyen is kokulu öfkeyi duyuyordum.
"Ne zaman gördün?"
Bir sorun olduğunu anladım. Hayır, Maya'nın başına yeni bir sorun açtığımı anlamıştım.
"Hatırlamıyorum, belki de yanlış hatırlıyorumdur. Uzaktı, doğru görememiş olabilirim. Bırak gideyim."
"Yalan söylediğinde delip geçen bakışlarında zayıf bir ışık yanıyor, biliyor muydun?"
Kışkırtıcı, akçaltıcı sesi yüzünden ürpersem de karşı koymayı bırakmadım.
"Bırak beni, sana söyleyecek başka bir şeyim yok." Ve bir anda Kılıç'ın az evvelki öfkesinin boyutu değil ancak şekli değişti. Saman yanıp tükenmişti, artık zemini boylu boyunca yakan kök salmış alevler uçuşuyordu çeperlerinde.
"Bana söyleyecek başka bir şeyin yok mu?" Alaycı tavrına rağmen kuyu gibi derin öfkesi sesini boğmuştu.
Kollardan biri belime kondu hızla, göğsüm göğsüne dayandı, yay gibi gerilen sırtımla ondan elimden geldiğince uzaklaştım fakat ne kadar uzak olursam olayım onun bakışlarının ağırlığı daima sırtımda olacaktı, biliyordum.
"Yok. Bırak."
"Belki özür dilemek istersin, ihanetten sonra insanlar bunu en azından dener."
Beni alaşağı eden o olsa da bu sözlerden sonra başımı göğsüne yaslayıp ağlamak istediğimi inkar bile edemezdim. Hareketlerim ağırlaştı, yine de kaçma çabamı bırakmadım.
"Neden yaptığını söyleyebilirsin, genelde açıklama yapılır ve söylenecek çok şey olur."
Ağzımı açamıyordum, sesim çıktığı an göz yaşlarım da bir baraj yıkılmış gibi akıp gidecekti çünkü.
"Sormak istediğin sorular da olabilir. Neden bir haini canlarını bana emanet eden insanların arasına soktuğumu merak ediyor olabilirsin."
"Kılıç, bırak!"
"Senin işine gelir diye düşündüm aslında. Hala düşman olduğumuzu, vazgeçmeyeceğini söylememiş miydin? Buradaki kadınlardan başlayabilirsin. Her birini mahvedecek sırlarım var, seninle paylaşmam hoşuna gitmez mi?"
Ve beni nazikçe bıraktı, öyle nazikti ki elleri kollarımı yumuşakça ovmuştu benden kopmadan evvel.
"Eğer sebep arıyorsan buradan birinin seni zehirlemeye çalıştığını öne sürebilirsin. Bir kişi için binlercesini yok etmekte sorun görmezsin sanıyorum ki. Daha önce de yaptığın bu değil miydi?"
Geri yalpaladım, havaya karışan sözcüklerin üzerime kurşun gibi çarpması garipti fakat imkansız değildi.
"Bu kez başarısız olmaman için sana yardım edebilirim. Mesela en zayıfından başlayalım. Odana gelip bu evdekilerin elbiselerine çiçekler işleyen minyon kadın var ya... O kadının oğlu askerlerimden biriydi. Oğlundan başla kimsesi olmayan o zayıf kadının tek umudu oğluydu ama tahmin et ne oldu? "
Çenesini seğirten öfke kaslarımın taş kesilmesine neden oldu.
"Seryum'da senin güvendiğin DYK'nin sinsice koordine ettiği ayaklanmada sırf halka ateş açmasına izin vermediğim için tekmelerle, yumruklarla öldürüldü."
Nefesim kesildi ve aradığım dayanak koca bir boşluk olunca Kılıç uzanıp kolumu kavrayıp düşmeme engel oldu. Yüzündeki donmuş öfke gözünü kırpmasına bile izin vermiyordu, iyice görebilmem için bana inatla bakmayı sürdürüyordu.
"Ben hala söylemeye cesaret edemedim ama sen söyleyebilirsin. Seni bu zevkten mahrum etmek istemem."
🕑
"Bir şeyler yemek zorundasın," diye ısrar eden adamın sesini dakikalardır farkındaysam da yeni duymaya başlamıştım. Sanırım dört gündür kafamın içine hapsedilmiştim ve tutunduğum demir parmaklıklardan zihnimin dışına haykırsam da benden başka duyan olmuyordu. Şaşkınlıkla yatağın kenarında dikilip bana bakan Kılıç'ı gördüğümde yüzü gördüğüm en renksiz ve soluk halindeydi. İçinde kaynayıp etrafı aydınlatan ışık yok olmuştu sanki.
Ayaklarımı yataktan sarkıttığımda Kılıç'ın bacakları kararsızca kıpırdandı, sonunda ısrarla izlediğim bacakları geri çekildi ve yerimden kalkıp masaya ilerledim.
Tepsinin içerisinde annemin günlerdir yaptığı tavuklu çorba vardı. Oturup çorbayı kaşık kaşık yerken mideme inen yalnızca çamurdu. Günlerdir gelen her yemeği yiyordum, her birini fazlasıyla kusuyordum ardından. Bedenim beni hayatta tutacak hiçbir şeyi içimde tutmamaya kararlıydı.
Kaşığı tabağın içine bıraktım ve "Devam et," diye ısrar eden sesin sahibi etrafımda ceset kollayan akbaba gibi dolaşmaya son verdi.
Midemdeki bulantı beynimde çanlar çalana dek söyleneni yaptım fakat kusmamak için hiçbir emre itaat işlemezdi. Masanın kenarına tutundum kalkmak için fakat hışımla yandaki sandalyeyi çekip oturan Kılıç kollarımı kavrayıp "Nefes al," diyerek odağımı kendine çekmeye çalıştığında dudaklarımı kapalı tutmak zor gelmeye başlamıştı. "Nimfea, nefes al."
Kusmamak için verdiğim mücadele ile buz gibi terler döküyordum, alnımda biriken terle perçemlerim şakaklarıma yapışmıştı. Gözlerime sıcak yaşların dolduğunu buz gibi bedenimde çok kolay hissedebildim ve dediğini yaptım. Yeniden Nimfea olmuşsam da öyle hissetmiyordum. Kusmama bile izin vermeyen bir aşağılık olduğu için ona kızıyordum. Kollarından sıyrılmaya çalıştım çünkü yakınlığı mideme ardı ardına yumruk yiyormuşum gibi hissettiriyordu.
"Bana bak. Gözlerime bak Karnelyam."
"Bana öyle seslenme." Sesim bir yabancının sesiydi.
"Nefes al, Karnelyam," dedi tekrar. Günlerdir ölüden daha donuk olan göğsüm öfke ile dolup taşarken patlamak üzereydim.
"Sus, lütfen sus."
Kollarımı çekip kurtulmaya çalıştım. Çabalarımı boşa çıkarıp beni kollarımdan çekerek kendine yaklaştırdı, yüzü tehlikeli bir biçimde yüzüme yakındı.
"Belki de bataklık çiçeği demeliyimdir. Sana yazdığım mektupların neredeyse her biri bu evden çıktı. Ama seni kandırdığım için hala beni affetmedin değil mi?"
Ne yapmaya çalıştığın bilmiyordum ama benden nefret ettiği kışkırtıcı sesinden de sözlerinden de belliydi.
"Bırak!"
"Sana dokunmamdan rahatsız mı oluyorsun Nimfea?"
Alay etmeye çalışıyor fakat kontrollü bakışlarından bunu yaptığını anlamak zorlaşıyordu. Dünyanın tüm odağını üzerime çekmiş gibi irkildim bana bakışlarından.
"Ama bu dokunuşlar olmasa bir masanın üzerinde kendinden geçemezdin." Dudaklarından dökülen nefesin dudaklarımı yakacağı kadar yakınımdaydı. "Dokunmaya devam etmem için yalvardığını da hatırlıyorum."
Yüzünü görebilmem için çenesini geri çekti. Aldığım hiçbir nefes ciğerime ulaşamadan burnumdan öfkeyle döküldüğü için bayılacak gibi hissettim.
"Bana ihanet edecek olan kadın parmaklarıma boşalırken tahmin edemeyeceğin kadar keyif alıyordum."
Başımı iki yana sallıyordum çıldırmış gibi. "Sus!" Kılıç Kül Seryum bir düşmanken bile bana karşı daima nazikti. Hak etmediğimi biliyordum fakat şimdiki tavırlarını hiçbir kadın hak etmezdi.
Elleri kollarımdan ayrılıp belime indi. Gözlerine baktığımda sinsi bir karanlıktan başka bir şey bulamıyordum. Parmakları belimi sıkarken "Bir başka masada yeniden sana dokunmamı ister misin? Hemen burada, bir masa bile var. Ama seni buradaki çalışma masamın üzerine de eğebilirim Karnelyam, sadece istemen yeter."
Bileğimi saran öfke elimi öyle hızla kaldırmama yol açtı ki aynı hızla Kılıç'ın yüzüne indiği an şaşıran yalnız ben olmuştum. Nemli kirpiklerimi kıpıştırıp yana dönen başını yeniden bana çeviren adamı izlerken öfkeli ya da şaşkın değil memnun görünüyordu. Hiçbir şey söylemeden baktı bana ve sandalyemi hızla itip kalktığımda bileğime uyguladığı güçle beni yerime oturttu.
"Şimdi beni teselli etmen gerekiyor." Sıcak sözcükler hırsla yüzüme çarptı teker teker, elimin altındaki kasların titrediğini duyumsayabiliyordum, benden nefret ediyordu, eti ve kemiğiyle. "Nasıl yapılacağını unuttuysan hatırlatayım. Önce kıçını bacaklarımın üzerine yerleştireceksin sonra da ince kollarını omzuma sarman gerekiyor. Hadi Karnelyam, daha önce de yaptığın gibi."
Çarpık duruşuma, tutuşunun sertliğine rağmen başım omuzlarımın arasına düştü. Kendime bir düşman yaratmıştım ve ona yeniliyordum.
"Seryum içindi."
Bu fısıltı kulaklarımda uğuldayan kanım yüzünden yalnız kafamın içinde çınladı. Ona ihanet etmiştim çünkü Seryum'un onun fikirlerinden kurtulmaya ihtiyacı vardı.
"Başarılı olunca ne olacağını sanıyordun, anlat bana."
Beni hızla bıraktığında dengemi kaybedip dizlerimi çarptığım sandalye zemine çarptı, tutunduğum masa taşın üzerinde kaydığında yere düşmemek için verdiğim çaba bile yüreğime ağır geliyordu.
"Beni Seryum'dan uzak tutacağını sanıyordun değil mi? Seryum'u benden kurtaracaktın çünkü ben bir düşmanım."
Sessizce ondan uzaklaştım, bakışlarının ağırlığıyla eziliyor ve yer çekimine ağır gelmeye başlıyordum. Yerin altına gömülür gibiydim ancak Kılıç ortaya çıkan acımasız canavarı geri çekmedi.
"DYK'nin kollarına kendini atmadan önce tatlı dudaklarını tatmama izin verdiğine göre aslında bu bir af mıydı? Başarısız olursan seni affetmem için en baştan kendini bana sunuyordun."
Daha fazla dayanamazdım, eğer şimdi kusmazsam gerçekten parçalara ayrılacaktım.
Hızla banyoya koştum fakat Kılıç'ın sandalyeyi devirip kalktığını duyduktan saniyeler sonra güçlü elleri beni yakalayıp olduğum yere sabitledi.
"Nefes al."
"Neden yapıyorsun bunu?" Boğulur gibi çıkan sesimden utanacağım eşiği geçmiştim.
"Ne yapıyorum?"
Aniden yumuşayan bakışları gözlerimi, yanaklarımı okşarken ellerinin arasında titriyordum.
"Bırak," derken sesim de varlığım kadar zayıftı. Ve Kılıç öldürdüğü adamdan hırsını alamamış gibi cansız bedenime kurşunlar yağdırmaya devam ediyordu.
"Seni neyin rahatsız ettiğini söyle!"
Sesi ve gücü yeniden yükseldi. Beni yeniden bıraktığında sırtımı koridordaki sert duvara çarptım ve Kılıç'ın kısılan gözlerinde bir illüzyonu andıran merhameti gördüm.
"Özür dilerim Kılıç tamam mı? Her şey için. Artık beni rahat bırak."
"Ne kadar tatlı ve uysalsın. Tatlı Karnelyam. Yoksa yine beni sırtımdan vurabileceğin bir silah mı buldun?"
Duvar sırtımdan kayarken kendimi yerde buldum, dizlerim göğsümü sıkıştırırken Kılıç Yüce bir dağ gibi karşımda dikilmeyi sürdürüyordu. Dönüp kapıya baktım, belki şimdi kalkabilirsem çekip giderdim. Boktan okyanusu yüzerek geçmem gerekse bile buradan gitmeye yemin ettim. Ellerimden biri arkamdaki duvara öteki de altımdaki yere tutunduğu an Kılıç bakışlarımı takip etmiş ve beyaz kapıya ilerlediğinde geniş gövdesi ile çıkışı kapatmıştı.
Ben yerden kalkamadan cebinden çıkardığı anahtar ile kapıyı kilitlediğinde günlerce karın altında kalmış gibi buz kestim. Sağlam adımlar önümden geçip gittiğinde bakışlarım hala kapıdaydı. Kendimi kalkmaya zorladım, denemek zorunda olduğumu bilerek kavradım kapının kulbunu. Sahiden kilitliydi, burada kalmıştım fakat ne için?
Kılıç'ın arkasından gittim, yatağımın üzerinde oturmuş, sırtını arkalığa yaslayarak ona yaklaşan gövdemi izliyordu.
"Benden nefret ediyorsan neden gitmeme izin vermiyorsun?"
Gözlerindeki ölümcül ifade tenimi yaktı.
"Senden nefret etmiyorum."
"Beni çıldırtmaya mı çalışıyorsun?"
Gerçek bir soruymuş gibi hızla "Kesinlikle," diye atıldığında sırtı yaslandığı yerden ayrılmıştı. Adımlarım beni ona yaklaştırdığında dehşete kapılmama az kalmıştı.
"Neden izin vermiyorsun defolup gitmeme?"
Kısılan bakışları yeşillerini siyah panjurlara dönüştürdü.
"Sakın anlaşmayı öne sürme. Bana neyi amaçladığını söyle. Madem başarısız oldum o zaman Seryum hala senin, neden orada değil de buradasın?"
"Çünkü sen de benimsin."
Sakinliği uzun ve ince gövdeli bir yılandı boynuma dolanan. Ellerim saçlarıma çıktı ve diplerimden birkaç tel kopacak kadar çekiştirdim onları.
"Tamam." Bir el boğazımı sıkıp, etlerimi kemiklerimden ayırmaya çalışıyordu, sesim tıpkı öyle bir acının içinden çıkmıştı. "O zaman burada, senin gözlerinin önünde yavaş yavaş ölmemi planlıyorsun. Bu yüzden buradayım değil mi?"
Maske düştü, sinirleri elektrik akımı ile uyuşmuş gibi doğruldu ve o aydınlık adam kapkaranlık bir gölgeye dönüştü.
"Sana o kelimeyi bir daha kullanmamanı söyledim."
Mantığım uçurumun kenarına bırakılmış küller gibi uçuşuyordu, sanırım delirerek ölecektim.
"Artık yaptıklarına dayanamıyorum!"
Yerden üç kat yukarıda olmasam pencereyi parçalayıp kendimi dışarı atardım çünkü geniş oda bir kafese dönüşmeye başlamıştı benim için.
"Sana ne yapıyorum?"
Ne kadar anlamsız da olsa mantığımdan kalan son Kül de uçup gittiği için kendimi durduramadan kelimeler ağzımdan dökülmeye başladı.
"İğrenç imalarda bulunuyorsun, yaptığım şey için benden nefret ediyorsun, yapmadıklarım için bile beni suçluyorsun... Bana kötü davranıyorsun! Berbat. Berbat davranıyorsun. Artık yalnızca alay etmek için söylüyorsun ismimi. Seryum için yaptıklarıma pişman olmama yol açıyorsun. Boktan bir düşmandın ama artık gerçek bir düşmansın. Kendimden her geçen gün nefret etmeme sebep oluyorsun, beni öldürmüyorsun ama delice kendimi öldürmek istememe neden oluyorsun."
Dikkatle beni izlediğini şişerek etrafa saçılmaya çalışan, uğuldayan damarımla bile hissediyordum fakat gözlerim beni kör edecek kadar buğulandığı için net olan tek bir şey bile göremiyordum.
Ona doğru yürüdüğümü fark ettim fakat beni tutup yatağın köşesine oturtmasaydı duvara çarpardım. Kırılmak üzereydim, bu kez mutfakta tuz buz olan zehirli fincan gibi tuz buz olacağıma emindim.
"Benden nefret etmene hak veriyorum çünkü ülkemi korumak isterken her şeyi mahvettiğim için ben de kendimden nefret ediyorum." Sesim çatladı ve bu içerideki acının dışarı akması için ihtiyaç duyduğu boşluğu yararak açmasına yol açtı. Gövdem ikiye ayrılmasın diye beni ikiye ayıran adama dokundum, bir nefese ihtiyaç duyar gibi.
Kısa ve net bir yanıt geldi yüzüm dizlerine çökmeden evvel. "Senden nefret etmiyorum Bataklık Çiçeği."
O kütükleri ayırdığı gibi beni de sırtıma indirdiği tek hamleyle ikiye ayırdı böylece, göz yaşlarım seneler sonra göğsümü ve boğazımı yırtarak gözlerime, yanaklarıma karıştı.
"Ama etmelisin," diyordum göğsüm hıçkırıklarla sarsılırken. "Seryum'u koruyacaklarını sanacak kadar aptal olduğum için etmelisin."
Yüzüm ellerim arasındayken bedenim sarsılıyor, avuçlarımı yakan göz yaşlarım beni delip geçiyordu. İşte olmuştu, düşmanımın büyük eli saçlarımı okşarken elimde tuttuğum tek şeyi de onda kaybetmiştim. Göğsüm öyle daraldı ki kaburgalarımın iç içe geçmeye çalıştığına yemin edebilirdim.
"Seryum için yapabileceğim en berbat şeyi yaptım, topraklarımda kan akmasın istedim ama kahretsin ki yaptığım ilk şey buna yol açtı." Göz yaşları sesimi boğuyordu, son bir çırpınışla yüzeye çıkmaya çalışan sesim "ve beni seni baştan çıkarmaya çalışmakla suçladın, bu kadar aşağılık olabilirmişim gibi davrandın," diye haykırıyordu.
"Biliyorum bebeğim," derken üzerime eğilmişti, elinin ve nefesinin sıcaklığı saçlarımı aralıyor, günlerdir cansız yatan ruhumun göğsüne masaj yapmaya yarıyordu.
"Artık karnelyanlara düşkün değilsin, biliyorum çünkü bana eskisi gibi bakmıyorsun. Senin için de yalnız Seryum kaldı Kılıç!"
Hıçkırıklar sözlerime o kadar müdahale etti ki dakikalarca düzgün cümle kurmaya çalıştım. Yemin ederim ki parçalarıma ayrılıyordum ve üzerime kapanan Kılıç hiçbir parçamı kaybetmemem, hepsinin bir arada kalması için uğraşıyordu.
"Saplanıp kaldığım tek bir şey var Karnelyam, sensin. Karnelyanlara düşkün değilim, yalnız sana."
Akan tonlarca yaşa rağmen kafamın içi saniyede binlercesini üretiyormuşçasına bir ağrı ve ağırlıkla başımı kaldırdım, Kılıç yüzünü görmem için yardımcı oldu ve hemen yüzümün karşısına çekti solgun yüzünü. Yaşlar görüşümü bozuyor, onu sis perdesinin arkasında bırakıyordu.
"Hayır, artık değil."
"Başından beri öyle, bebeğim." Kuru ve sert dudaklar alnıma yükseldi ve oraya mühürlendiğini hissedeceğim kadar sıcak bir öpücük bıraktı.
"Bana nasıl öyle davranabildin o zaman?"
Haykırışım korkunç derecede aciz ve acı doluydu, sesimin odanın duvarlarından sekip üzerimize yağdığını hissettiğimde tüylerim dikenler gibi sivrildi, Kılıç hassaslaşan tenime kollarını dolarken "Çünkü buna ihtiyacın vardı Nimfea," yanıtını veriyordu.
Salak cevabına rağmen kollarımı uçurumun köşelerinde bulduğum bir dal gibi sıkıca gövdesine sardım. Kalçamın altına yerleşen eli beni havaya kaldırdı ve kucağına çektiğinde yüzümü hemen boynuna bıraktım. Düşmanlıkların cehenneme kadar yolu vardı, ben düşmanımın şefkatini yeniden bulduktan sonra ona günlerce böyle asılı kalacağım kadar acı çekmiştim.
Bacaklarımı beline sarmama yardım ederken ona "Düşmanmışız gibi davranmana mı ihtiyacım vardı yani?" diye sordum ağlayarak tizleşen sesimle. "Bana öyle bakmandan nefret ettim."
"Ettiğini görebiliyordum bebeğim."
Büyük eli başımın arkasını devasa bir merhametle okşuyordu, öyle sıkı dolanmıştık ki birbirimize ayrıldığımız an parçalara ayrılacağımdan ikimizin de deli gibi korktuğunu hissediyordum.
"Acı çekmemi neden istedin?" Saçlarımdaki eli değdiği her yeri okşayarak koluma indi ve beni yumuşakça kendinden ayırmaya çalıştığında hıçkırığım ikimizin arasında yankılandı. Beni kendinden ayırmaya çalıştığını hissederek korkuya kapılmıştım, onun düşmanım olduğunu henüz yeniden sırtlanacak kadar gücüm yoktu.
"Bana bak Karnelyam." Güçlü ve sıcacık fısıltı kemiklerimdeki titremeyi durdurdu. Yavaşça geri çekilip ona bakarken bile yaşlar müthiş bir hızla yanaklarımdan dökülmeye ve onu layığıyla görmemem için gözlerimi örtmeye devam ediyordu.
"İşte bunun için," dedi göz yaşlarımı yanaklarımdan silerken. "Beni umursamadığını iddia edip üzülüyorsun, sana bir yanlış yaptığımda bana kızmak yerine kendini bunun önemsiz olduğuna, zaten beni önemsemediğine inandırıp içine atıyorsun. Sana iğrenç ithamlarda bulundum çünkü bu mahzun Karnelyan'ı kırıp atman ve yüzüme hak ettiğim tokadı geçirmeni, kendine gelmeni istiyordum. Bana ihanet ettiğini düşünüyordun ama Seryum'u kendinden bile çok sevdiğin için bana yeniden meydan okuman gerektiğini sana anlatmam lazımdı."
Göz yaşlarım dudaklarımı ıslattığı için tuzlu tadı dilimle süpürmeye çalıştım, hıçkırıklar göğsümde boğulurken bir daha göz yaşlarımı durduramayacağıma emindim.
"Artık bunun doğru olmadığını ikimiz de biliyoruz," dediğinde dudaklarımdaki ıslaklık onun kuru sıcak dudaklarını aramızdaki santimlere rağmen hissediyordu. "Artık sana bir hata yaparsam beni cezalandırmanı sabırsızlıkla bekliyorum Bataklık Çiçeği."
|
0% |