Yeni Üyelik
2.
Bölüm

bölüm2|"Çiçek Batarken Bataklıkta Bir Çiçek"

@almelia

Cehennem ve cennet arasındaki farkı yalnızca bir yuvaya sahip olanlar anlayabilirler çünkü huzurla evimdeyim diyemeyen kimseler cennette de cehennemdedirler. Belki de değildirler...

 

"Dünya Yönetim Kurulu gelmedi, hepsi o herifi destekliyor," dedi Bahran Ars sakince.

 

Bay Seryum'un askerlerini de alıp çekip gidişinin üzerinden iki gün bile geçmemişti ki konseyi toplayan babam bir saat bile dinlenmeden toplantılar yapmaya devam ediyordu.

 

"Çekip gittiğine göre DYK, yönetici koltuğunu almasına yetecek kadar destekleyici değil demektir," diyen babamın fiziksel her bir parçası gibi sesi de yorgundu. Daha kısık, pürüzlü ve ruhsuzdu. Pes edecek bir adam olmadığını biliyordum fakat şu anda o noktaya ne kadar yakın olduğunu görmemek imkansızdı.

 

İsminin Batın Ak olduğunu öğrendiğim adam beni neredeyse birbirimizi öldüreceğimiz kaos dolu bir yolculuğun sonunda Afelya'nın evine götürdüğünde bu binayı, odamı bir daha görmeyeceğime neredeyse emindim. Yalancı Bay Seryum'un beni güvenli bir yere götürmesini emrettiği adama güvenecek değildim fakat adam her nedense sanki iki arkadaşmışız gibi davrandığı için onu cebimdeki tabancayla tehdit etmek zorunda kalmış olabilirdim. Olabilirdim belki ama bunu komik bulması ve arkadaşlığımız bir sınavı atlatıp yol kat etmişiz gibi keyiflenmesi çabamı boşa çıkarmıştı. Batın denen adam sanki ülkemdeki huzuru bozmamışçasına pişkin ve rahatken Afelya ve ben onunla nasıl başa çıkacağımıza karar verememiştik. Yönetici binasındaki felakete dönmek zorunda değilmiş gibi "Umarım bir bardak kahveniz vardır kızlar, günlerdir sıkıcı asker işlerini yapmak kafein ihtiyacımı fena halde körükledi," diyerek Afelya'nın sallanan koltuğuna oturmuş, kedim Volfi'yi de kucağına çekip huzur içinde bizden karşılık ya da hizmet beklemişti.

 

Hala yaşadığım son bir haftanın rüya olduğu yanılgısından kurtulamıyordum. O adama askerlerini de alıp gitmesi için yalvarmıştım resmen ve kesinlikle beklediğim söylediğim şeyi kelimesi kelimesine yapması değildi.

 

"Palavracı bir herifi ilk gün buradan gönderemediğine göre yeterli desteği alıyor," dedi konsey üyelerinden en sivri dilli olanı. Bu adamın yaptığı tek şey saldırmakmış gibi gelirdi bana.

 

"Yönetim konseyi ben bu binadayken kayıplara karıştığı için malum palavracının çok da desteğe ihtiyacı yoktur belki." Bu karşılık babamdandı. Günlerce yönetici binasında deyim yerindeyse tek başına savaş verirken yanında ben bile yoktum.

 

Kaygılı, derin nefes alışlar toplantıyı sekteye uğrattı ve Bahran Ars beni yeni fark etmiş gibi yüzüme bakarken nefes verişi sıkıntılı bir sesle gürültücüydü. Varlığımdan rahatsız olduğunu anladımsa da gözlerimi bile kırpmadan bakışlarına karşılık verdim, burada olmaya ben de bayılmıyordum fakat duyduklarım işime geliyordu.

 

"Karnelyan," diye seslendi babam kuru ve memnuniyetsiz bir sesle. Yalnızca gözlerimi gözlerine dikerek söyleyeceklerini bekledim. Beni çağırtmış ve geldiğimde görmezden gelmişti. Kibirli konsey üyelerinden varlığımı fark edenler olsa bile oturmam için sandalye sunmadıkları gibi toplantılarını bölmeye tenezzül de etmemişlerdi. Başkanın kızı denildiğinde şımarık bir kız imajı çizen sığ beyinleri sahiden de şımarık bir kızmışım da törpülenmeye ihtiyacım varmış gibi zımpara misali tatsız davranışlarda bulunmayı görev edinmişlerdi kendilerine. Bu insanların hakkımdaki düşüncelerini önemsemeyi yıllar evvel bırakmış olmam iyiydi çünkü zaman zaman keyifleri kaçsın diye gerçek bir şımarık gibi davranmak rol yeteneklerimi parlatıyordu.

 

"Senin için önemli olan her şeyini topla, yarın bu binadan taşınacaksın," dedikten hemen sonra sanki önemsiz bir buyruk vermiş gibi aptal üyelerle konuşmasına geri dönmüştü. Tehlike geçip gittiyse neden yeniden kaçmam gerekiyordu? Babam en son beni bilgilendirmeden yolladığında evime girmek için bir yabancının iznine ihtiyaç duymuştum. Yeniden aynısı olmayacaktı, en azından doğru bir açıklamayla gidecektim bu binadan.

 

İstenmeyen bir ucube gibi kapıya sırtımı vermiş halde durduğumu fark ettiğimde dikleştim ve sırtımda bir destek olmadan "Hayır," dedim yalnızca inat olsun diye. Babamın cümlesi kesildi, bakışların çoğu bana döndü fakat ben yalnızca babamın bana değil baş ağrısı çeker gibi masaya diktiği gözlerini karşılamak için bekledim. "Gitmiyorum, evimi terk etmeyeceğim."

 

Bana bakmaya kalkışmadan "Artık evin mi?" diye alay etti fakat sesi öyle düzdü ki alayını yalnız ben anladım. Buranın bir evden çok cehennem olduğunu o da iyi biliyordu, kabul etmiyor olsa da. "Toplan Karnelyan, yoksa zaman geldiğinde ceketin bile olmadan gidersin."

 

"Zaman geldiğinde görüşürüz Bay Mahver," dedim meydan okumayla fakat onun dışındakiler bunun usulca kabulleniş olduğunu sandı. Toplantıya devam etmek için odaklanamadıkları belliydi, sessizliğin içinde babamın sonunda gözlerime dönen bakışlarına sırt çevirip odadan çıktım. Kapının hemen önünde Volfi kuyruğunu bir bayrak gibi havaya dikip bacaklarıma dolanmaya başlayınca öfkem hızla çekilip yerini kaygıya bıraktı . Volfi'yi kucağıma alıp kapı kapalı olsa bile babamın gazabından korumak için koşar adım doğu kanadına ilerledim. Senelerdir benimle olsa da babam onu her gördüğünde yolunu şaşırıp binaya girmiş bir pire torbası muamelesiyle karşıladığında ona bu kedinin benimle olmasının gerçek nedenini açıklamayı bir kez bile denememiştim. Hatta bunu düşünmemiştim bile.

 

Saat 23.02'yken hala binanın dışından gelen insan sesleri içimi huzursuz etse de bunun önlem olması için babamın artırdığı güvenlik güçlerinden geldiğini biliyordum. Aynı kabusu hem uykudayken hem de uyanıkken yaşamaktan nefret etsem de gidişata müdahale edememek elimi kolumu bağlıyordu.

 

"Odaya gidip toplanmamız gerekiyor her ihtimale karşı," diye konuşmaya başladığımda adımlarımı yavaşlatmıştım. Bomboş koridorda mırıltı halindeki sesim bile abartılı çıktı. Duvarlara iki metrelik aralıklarla yerleştirilmiş duvar şamdanlarının etrafa saçtığı ışık aydınlatmak yerine etrafın daha karanlık ve kabus gibi görünmesine yol açıyordu. Adım seslerimin yankılanmasından nefret ettiğim için kediyi bıraktım ve bir sıvı gibi akıp yere konduğunda kaçar gibi koşmaya başladı. Sandaletlerimi elime alıp çıplak ayaklarla yürümeye devam ettim. Doğu ve batı kanatlarına ayrılan orta merdivenin başına vardığımda etrafta doğal olmayan bir ışık dolaşıyordu. Yeni bir kabus boğazıma çöreklendi hızla.

 

"Kamer Mahver'e haber verin."

 

Duyduğum endişeli ses bir kat aşağıda bekleyen nöbetçi askerden geliyordu. Tırabzanlara koşup ne olup bittiğine bakarken "Yangını durduramıyoruz, bu kez gelenlerin hepsi de maskeli," diyordu bahçe kapısının nöbetçisi bina kapısının önündekine.

 

O alçak herifin öyle kolay pes etmeyeceğini bilmem lazımdı, aptal gibi her şeyin bittiğini hatta yaşanmadığını sanarak aptallık etmiştim.

 

Sesler yükselmeye başladığında artık durmayı bıraktım. Odama öyle hızlı koştum ki duyduğum tek ses nabzımın ritimli yumruk sesleri oldu.

 

Ne olacağı ya da ne olacağım umurumda bile değildi, şu an tek düşündüğüm Volfi'yi bulup güvende tutmaktı. Odamın kapısı aralıksa da kedi orada değildi. Telaşa kapılmamak için aldığım nefesleri saymaya başladım ve yine de çıldırmış gibi yatağımın altından kapakları kapalı dolapların içine kadar her yere baktım.

 

Binanın içinden bağırışlar yükseldi, içeri girebildiklerine göre binanın içinde istedikleri her yere erişebileceklerdi ve buradan bir an önce çıkmama lazımdı.

 

"Volfi!"

 

İsmini sayıklaya sayıklaya etrafta koşturduktan sonra kendimi odadan atmayı akıl etmiştim, onu bulmak için doğu kanadının tüm köşelerini altını üstüne getirmeye hazırdım fakat çok kesif bir yanık kokusu koridoru aşıp burnumu sızalttığında yangının binanın içine taştığını anladım. Yaktıkları binaya giren isyancı grubun seslerinden anladığım şey binayı yakıp yıkmak ve yönetim grubundaki herkesi ele geçirmekti. Eh benim yönetimde hiçbir payım olmadığına göre sıra bana gelene kadar Volfi'yi bulup güvenli bir yere götürmeye vaktim olurdu.

 

Binaya ne olacağını düşünmeyi katiyen reddettim yalnızca kedimi bulacak ve buradan çekip gidecektim. Öyle hızlı hareket ediyordum ki beynimle vücudum arasındaki koordinasyonu sağlayamıyor, yalpalayıp duruyordum.

 

Kilere inen dar merdivene yöneldim, muhtemelen Volfi'yi kilerde bulacaktım, onunla birlikte oradan arka bahçeye açılan kapıya varacaktım ve sonra-

 

"Binadan çıkmayacaksın," diye konuşan sesteki nefret, düşmanlık öyle yoğundu ki düşüncelerim gibi adımlarım da bir süre donup kalmıştı. İndiğim merdivende bana doğru tırmanan yalnızca gözleri görünen siyah maskeli bir adam buldum. Fakat elinde alev alev yanan meşalenin ışık oyunlarıyla duvarlara vuran gölgeler onun kalabalık görünmesine yol açıyordu. Öyle hızlı ve dikkatsiz hareket etmiştim ki bana doğru yürüyen adamı o konuşana kadar fark etmemiştim bile. Üniforması Bay Seryum'un askerlerininkilerle aynıydı ancak altın işlenmiş güneş sembolü hiçbir yerde yoktu.

 

"En son burada olduğunuzda da giremeyeceğimi söylemiştiniz," dedim geri adım atmamak için kendimi zorlarken. Nefesim göğsümde tıkılmış kalmıştı, patlamak üzereydim. "Ama bak içerideyim."

 

"Ben buradayken girmeye çalışsaydın emin ol giremezdin," dedi ağır ağır yürümeye devam ederek.

 

"Sahibin beni içeri aldı," dedim damarına basmak için. "Şimdi de çıkmamı isterse ona karşı gelebilecek misin?"

 

Adımları yırtıcı bir hayvan gibi hızlandığında resmen beni savırurcasına üzerime atıldı adam. Nefret dolu bir sohbet bana biraz zaman kazandırır sanmıştım halbuki. Hazırlıksız yakalandığım için beni kolayca yakalayıp etkisiz hale getirdiğinde aklımda hala Volfi vardı.

 

"Kılıç Kül Seryum," dedi üstüne basa basa, tam tane. "O bizim sahibimiz değil, bir önder."

 

Kolunu boğazıma sarıp beni geldiğim yöne yürütmeye başladığında boynuma yaptığı baskı yüzünden yutkunamıyorum. "Ve evet," diyerek konuşmasına devam etti hırıltılı fakat algılayabileceğim kadar gururlu bir tonla. "Onun sayesinde bu binaya girmiş olabilirsin, şimdi de çıkmak için onu beklemek zorundasın."

 

Deli gibi çırpınırken ikimiz de sarsılıp duruyorduk. O pislik herif askerlerini alıp gitmişti çünkü daha zalimce geri dönüp beni hapsetmek için mi? Belli ki evet.

 

Bacaklarımı öne arkaya savurup adamın tutuşundan kurtulmaya çalışırken "Onun askeri değilsin, değil mi?" diye soruyordum baskı yüzünden hayvani çıkan sesimle. Adamın homurdanış ve küfürleri, güçlü olsa da hakimiyet kurmada berbat oluşundan anladığım kadarıyla asker falan değildi. Binayı yakmak da askeri bir hareket gibi görünmüyordu.

 

"Ülkesi için savaşan bir vatandaşım," dedi kulağıma, tükürür gibi. Dirseğimi karın boşluğuna içimdeki tüm güçle birlikte geçirdiğimde nefesi kesilmişti fakat bu bedeninin ağırlığıyla birlikte üzerime eğilmesine sebep olmuştu. Geri zekalı bir krallık düşkünü tarafından tartaklandığıma inanmıyordum. Elinde sıkı sıkı tuttuğu alev alev meşale bana değmesin diye kaçmaya çalıştım ve amacı şok şükür beni yakmak olmadığı için elini benden uzaklaştırdığını fark ettim.

 

"O adamın bir yalancı olmadığına nasıl emin oldun?" diye sordum kusmamak için derince aldığım nefesi bırakmadan önce. Omzumla göğsünü itmeye çalıştım fakat doğrulduğunda beni de kendiyle birlikte yanında götürüp yürütmeye devam etti. "Ya sikik bir yalancı için ülkenin en değerli binasını yakıyorsanız?"

 

"Neden en değerli? Burada yaşadığın için mi?" Sorusunu sorarken nefes nefeseydi, sesi nefret doluydu ve sonra kendi düşüncelerinin akışı onu sinirlendirmiş gibi beni tüm gücüyle öne ittiğinde dizlerimin üstüne kapaklanmamak için ellerimden destek almaya çalıştım. Sonunda hem ellerim hem de dizlerim sert zemine çarptığında yer yön algım birkaç saniyeliğine yok olmuştu.

 

"Bu sarayda bir prenses gibi doğdun, bir prenses gibi yaşıyorsun ama öyle kaypaksın ki krallığa düşmansın değil mi?" Sorusunu sorarken nefesini normale döndürmeye çalışıyor ve bana doğru ağır adımlar atıyordu. Yerden kalkamayınca kalçamın üstünde geri geri sürünmeye başladım. "Babanın herhangi bir kraldan ne farkı var?"

 

Sürünerek geriye giderken sırtım sert bir yüzeyle buluştu ve ağzım değilse de ruhum bir nebze bozuk olduğu için küfürler savurup sinirimi atmaya çalıştım.

 

"Babamı böyle kolayca yargılarken kafanın kesilmeyeceğinden eminsen en az bir fark var demektir." Zorla konuşurken arkamdaki yüzeye tutunup ayağa kalkmaya çabaladım ancak maskeli adam elindeki meşaleyi yüzüme milimler kalacak şekilde yaklaştırıp "Odana gir prenses," diye hırladığında kurtuluşum ellerimden akıp gitmişti. Yüzümü ateşten korumak için arkamı koruyan duvarda yana doğru kayarken kafamın ardındaki yüzey kayboldu ve geriye düştüm. Korkudan çok öfke duyduğum için yalvarmıyor, küfürler ediyordum.

 

"Babamdan memnun olmaman benden nefret etmen için geçerli bir neden değil!" diye tısladım doğrulmaya çalışırken. Meşalesini yüzümden uzaklaştırdığında nerede olduğumu anlamıştım, odamın içine düşmüştüm. "Gecenin bir vakti binayı basıp beni tehdit etmen o çok sevdiğin kraliyet adabına uygun mu?"

 

Odanın içinde ilerleyip pencereye doğru ilerledi, cılız sırtını izleyerek ayağa kalktığımda ne yapmam gerektiğini düşünmeye çalışıyordum. Kaçarsam yakalayacaktı fakat etkisiz hale getirmeye çalışırsam da beni canlı canlı yakması çok büyük olasılıktı. Odanın ortasına çekip ceketimi astığım sandalyenin başlığına tutundum güç almak için, yeniden saldırırsa belki bu sandalyeyi kullanırdım.

 

"Son kralın yönetiminden memnun değilken çocuğunu ellerine alamamış kraliçenin öldürülmesi sizin rejiminizin adabına uygundu değil mi?"

 

Lacivert kadifeden perdelerin ucuna dokundurduğu ateş öyle hızlı harekete geçti ki odam bir anda aydınlandı. Ne yapmaya çalıştığını anlayınca bir saniye bile oyalanmadım. Kapıya doğru koştuğumda dışarı tek bir adım bile atamadan saçlarım köklerinden sarsılacak şekilde yakalandı ve adam beni odanın içine doğru hayvani bir güçle savurdu. Korkunç bir çatırtı sesi duydum, benden gelmiş olamazdı fakat acı denen somut hayalet öyle güçle üstüme çullandı ki kırılan şey bendim sanki. Başımın arkasını delice sert çarptığımda anında burnuma metalik kan kokusu doldu ve ciğerlerim bir an sönmüş gibi hareketsiz kaldı.

 

Odağımı bulmaya çalışırken "İyi uykular prenses, uyandığında taçsız bir kralın kızı olmayacaksın," diyen adamın silüetini kapının tam orta yerinde zar zor seçebildim.

 

Artık düşünebildiğim tek şey rahat bir nefes almaktı, bir nefes almak ve rahat bir uykuya dalmak istiyordum. Oysa yanımda nefes alan biri olmadan uykuya daldığım neredeyse hiç olmamıştı fakat şimdi ben de nefes alamıyorken uyumamı isteyen beynimin kendisiydi, gecelerce uykusuz bırakan beyin şimdi beni uykuya itti.

 

Nefes alsam bile ihtiyacım olan oksijen doldurmuyordu ciğerlerimi, soluduğum tek şey yanan evimin dumanıydı.

 

Uyudum çünkü uyanık kalmanın ve kaçmanın ne anlamı vardı? Bir gün bu olacaktı, bir gün ben de yanımda kimse olmadan uyumak zorundaydım, hiç uyanmayacağım bir uykuyu uyuyacak olsam bile.

 

Annemin burada olmamasına şükrettiğim çok zaman olmuştu. Babamın öfke patlamalarında annemin beni düşünmek zorunda kalmamasına sevinirdim, daha önce binayı saran halkın isyanına şahit olup korkmadığında da burada olmaması beni rahatlatmıştı fakat en çok şükrü şimdi ettim. Annem ben ölürken burada değildi, annem buna şahit olmak zorunda değildi. Umarım kendine güzel bir hayat kurmuştur, umarım o benden daha iyi yaşar, diye dilekte bulundum onun için son kez.

 

Ölümün gürültülü bir yanı vardı, benimle birlikte ölenlerin bağırışı dolduruyordu sanki kulaklarımı. Biri ölüm yolculuğumdaki huzuru bozmak için tahtaları kırıyor ve bağırıyordu, ölürken bile sessizliğin huzurlu tadını çıkarmam yasaktı. Hatta sıcak fakat sert bir zeminde uzanan bedenim ordan söküldüğünde Azrail'in ruhum yerine bedenimi tercih etmesinde bile huzur kaçıran bir yan vardı.

 

"Uyan Nimfea!" Emir veren seste tanıdığım bir şeyler vardı fakat benimle konuşmuyordu belli ki ya da Azrail ismimi bile bilmiyordu.

 

Hiç rahat değildim, huzurlu ve mutlu değildim fakat bu yeni bir şey değildi. Bedenim nedensizce sarsılırken burnumun köküne oturan bir dağ esintisi iyice mayışmama neden oldu. Ilık rüzgar üzerime örtü gibi serilmişti, beni sarıp sarmalamıştı ama biraz da elimi kolumu bağlamıştı. Anladığım kadarıyla cennette değildim ancak cehennem diyemeyeceğim kadar da güven vardı şu anın içinde. Ama hayır huzur kesinlikle yoktu.

 

"Gözlerini aç!" Yüzüme sıcak bir nefes gibi çarptı sözler, kirpiklerim cümlenin sertliğinden titreşti. Bu, benimle konuşulduğu anlamına mı geliyordu? Bu benim ölmediğim anlamına geliyordu.

 

"Volfi." Ölmediysem onu bulup yaşatmam gerekiyordu, kurtulmam ve kurtarmam gerekiyordu.

 

"Evet, Volfi," dedi ses çaresizce hakimiyetini korumaya çalışarak. "Aç gözünü."

 

"Volfi," dedim tekrar fakat boğazımın çeperlerini dikenli teller sarmış gibiydi, konuşmak bir anda acı veren bir şeye dönüşmüştü.

 

"İstiyorsan o olurum evet," dedi adam zorlanarak. "Artık aç gözlerini Nimfea." sesindeki kesintiden ve kulağımın dibindeki sıcaklığından anladım ki birinin kollarındaydım.

 

"Kedi," diyebildim yalnızca. Beynim ve dilim arasındaki bağ incelmiş gibi tek kelimelik sesler çıkarabildim.

 

"Kedini mi istiyorsun?

 

Önce sarsıntı arttı, ardından yumuşak bir yüzeye yan yatırıldım, bilincim böylesi açıkken hareketlerimde hakimiyet kuramıyor olmak bir rüyada sıkışıp kaldığımı düşünürttü bana.

 

"Saray." Aslında bu bir soru olmalıydı fakat kelimelerimi kontrol edemedim. Saray hala yanıyor muydu?

 

"Gözünü aç, seni buradan çıkaracağım. Gözünü aç."

 

Emir öyle keskindi ki karşı koyamadım. İlk gördüğüm yüzünü örten siyah maskesi olduğunda nerede olduğumu algılayamadan sıçradım. Son gördüğüm maskeli adam beni ateşin ortasında bırakıp gitmişti bu ise oradan çekip çıkarmış mıydı?

 

Hızlı davranıp parmaklarını nazikçe alnıma bastırıp hareket etmemi engelledi adam. Zihnim ve görüşüm öyle bulanıktı ki duyularımı yavaş yavaş kaybettiğimi anladım, birazdan kulaklarım duymayacak, burnum koku almayacak, tenim hiçbir dokunuşu hissetmeyecekti.

 

"Sen," diye fısıldadım, yutkunup boğazımdaki gerginliği yumuşatmaya çalıştım. Yaşadığım şeyin baskısı kaskatı kesilmeme neden olmuştu. "Tanıyor muyum?"

 

Karanlık üzerimi örtüyordu, adam üzerime eğilmiş, beni inceliyordu bense tanıdık bir yerdeydim. Babamın, duvarları laciverte boyanmış yatak odasındaydım, yatağındaydım ve bunu gözlerimi açmasam da anlardım. Babamın amber kokusunu tanırdım. Hala evdeydim. Daha fazla gözlerimi açık tutamadım, duyularım körelir sansam da her biri bir anda keskinleşti ve devam eden yangın tüm duyularıma saldırdı.

 

Binayı ele geçiren yangının bu kata da çıktığını fark etmiş olacak ki adam altımdaki örtüyü üzerime sararak beni yeniden havalandırıp yürümeye başladı. Dumanın acı tadını soluk borumda almıştım. Öksürük yeni hava almamı engelledi, eskisi de içimden hızla döküldü. Yangının kokusunu aldım, göğsümü sarsan kalbimin uğultulu çığlıklarını dinledim, parmaklarımı adamın omzuna mühürledim, dumanın yoğunluğu damağıma işledi, tadını aldım, dağ kokusu bir rüzgar gibi beni eteklerine çekip tenime yağdı, onu hissettim. Tüm duyularım canhıraş bir çalışmadaydı.

 

"Tanıyacaksın." Fısıldasa da benim duyduğum en gürültülü ses oldu, genzinde köklü çınarlar varmış ve nefesi bir rüzgarmış da yapraklarını hışırdatıyormuş gibi net fakat dağınık bir sesi vardı.

 

Adamın boyun girintisine çarptı alnım, ölüyorum sandım. Ölümü bilinci kaybetmek sanırdım fakat bilinç şu an elimde kalan tek şeydi.

 

Sorular sormak istiyordum, beni öldürüp öldürmeyeceğini merak ediyordum; kimdi, neden kollarının arasındaydım, Nimfea ne demekti ve bana daha önce kim böyle seslenmişti?

 

Sonunda elimde kalan son şeyin ellerimin arasından kayıp gittiğini anladım, bilincimi yitiriyordum.

 

🕑

 

"Sarayın yakınında bile olmamalıydın Kılıç. Bana söylemeliydin."

 

Sertten hallice bir zeminde yan yatıyordum, kemiklerim yüzeye batıyordu ama acıyı ben çekiyordum.

 

"Saraya dön Valof, tartışma bitti."

 

"Tartışma başlamadı bile," dedi ilk duyduğum sesin sahibi. "Kız seni gördü mü? En azından bunu söyle." Yalvarır gibi çıkan ses tonunda öfkesini bastırmaya çalıştığını belli eden bir tıslama vardı.

 

"Hayır," dedi ses bıkkın bir öfkeyle.

 

Ense kökümde öyle ağır bir ağrı vardı ki kafamı kaldıramıyordum, aynı ağırlık göz kapaklarımın üzerinde de yatıyordu. Yattığım yerde en azından dönmeye çalıştığımda canım öyle yandı ki genzimde kanla karışık bir duman kokusu patladı ve acı içinde inledim. Göz perdelerimden sızmaya çalışan turuncu ışık yüzünden ve acıdan göz kapaklarımı iyice sıkmıştım.

 

Hızlı adımların zemini döverken yaklaşan sesini ve bir adamın uzaklaşırken konuşan sesini duydum. "Eğer öğrenirse her şey mahvolabilir." Ve tahta olduğunu tahmin ettiğim bir kapı sertçe örtüldü. Bu ses mide bulantımı öyle ciddi tetikledi ki kusma ihtimalime karşı yeniden doğrulmaya çalıştım. İşte o an alnıma bir el değdi ve acı sanki içimde bir tuş varmış da ona değmiş gibi yeniden zihin ışıklarımı söndürdüğünde bilinçsizliğin içine daldım.

 

🕑

 

"Valof Diren ve Batın Ak sarayı aldılar efendim, tüm üyeler binanın alt katındaki zindanda. Siz gelene kadar bekletilecekler."

 

Turuncu ışığın yerini karanlık almıştı, gözlerimi açabilsem, duyduklarımı anlayabilsem, konuşabilsem nerede ve ne halde olduğuma dair bir iz bulurdum ama hiçbiri şimdilik mümkün değildi.

 

"Haberi kim yolladı?" diye konuştu başka bir ses.

 

"Valof Diren sizi bilgilendirmemi istedi."

 

"Bahran Ars da diğerleriyle zindanda mı?"

 

"Hayır efendim," diyen seste çekingen bir ton vardı. "Kendisi Kamer Mahver'in odasında sizi bekliyor."

 

"Kamer Mahver?"

 

"Kaçtı."

 

Tek duyduğum buymuş gibi, duyduğum tek kelime bir tokatmış gibi acı içinde inledim. Ne için acı çektiğimin ayrımına varamasam da bir acı vardı ve beni ele geçirdi.

 

Gıcırdayan bir sesi, tahta üzerinde gümbürdeyen hızlı adımları midemde hissettim ve bu hissettiğim son şey oldu.

 

🕑

Umutsuzluk içinde uyandığımda beni bu hissi yaşamaya iten şeyin ne olduğunun henüz farkında değildim. Boğazımdaki kuruluk sebebiyle ilk yutkunuşum peşinde şiddettli bir öksürük getirdi, öksürüğün yanındaysa daha berbat bir şey vardı. Başımın hemen arkasına tam o an hızlı, keskin bir darbe almışım gibi acı hissettim ve öksürüğüm ağlak bir sese dönüştü.

 

Gözlerimi açtığımda boydan boya, her bir parçası ahşap olan bir odanın içerisinde olduğumu ve günün ilk saatlerinin betonumsu rengiyle aslında renksiz bir manzara sunan pencereyi gördüm.

 

Neredeydim ve neden acı çekiyordum?

 

"Günaydın," diyen sesteki yorgunluğu ta ilk andan anladığımda halimin sebebi de bir bir düştü aklıma. Hızla doğrulmaya çalışırken çektiğim acıyı umursamadım bile.

 

"Sen beni öldürecektin!" dedim tükürür gibi. İlk aklıma gelen bu olmuştu. Acı içinde, daha önce hiç görmediğim bir yerde yalancı olduğuna emin olduğum bir adamla uyanmanın etkisi beni mahvediyordu. İyi bildiğim duyguları gizleme işini beceremez oldum.

 

Yatağın ayak ucuna çektiği tahta sandalyeden hızla kalktığında sandalye kendisi gibi tahta olan zemine çarpıp büyük bir gürültü çıkardı. Adam saniyeler içinde tepeme dikildiğinde omzumdan iterek beni geri yatırmaya çalışıyordu.

 

"Evet, kesinlikle öyle yapacaktım," dediğinde öfkeli ve yorgun sesine acı bir şeyler karışmıştı. Siyah üniformasında altın güneş sembolü yoktu, yangını odama sokan isyancıyla aynıydı giydikleri. Fakat yangını çıkaranın o olmadığını anlamak için iki adam arasındaki bedensel yapı farkını görmek yeterliydi.

 

Direnip elini itmeye çalıştığımda pes etmedi. "Yat Karnelyam," dedi bezmiş sesiyle. "Kafanın arkasında on yedi dikiş var, ani hareket yapama."

 

"Beni bu hale getiren sensin." Ne kadar süredir baygındım ya da uyutulmuştum bilmiyordum fakat uzun süredir olduğunu anlamak için konuşmam yetmişti. Uykudan ve muhtemelen genzime dolan dumandan dolayı ses tellerimin titreşimi bozulmuştu sanki.

 

Beni bu hale getirenin doğrudan o olmadığını gayet iyi biliyordum ama azmettirici de suçu işleyen kadar suçluydu. Ona bakmak bir an acı verici geldi. Odanın ahşap panellerle kaplı duvarlarına baktım, vernik kokusu rahatsız edici ve güven vericiydi ama yine de iyi miyim diye yüzümü izleyen adam burada olduğu sürece güvende hissetmem mümkün değildi. Çok korkutucuydu, cüssesi, idealleri, beni bu hale getiren insanları teşvik edip beni kurtarması... Onda çok ama çok yanlış bir şeyler vardı.

 

"Seni odaya kilitleyen ben miydim?" diye sordu ama öfkeli, suçlayıcı bir tonla değil. Sanki düşüncelerimi anlamaya çabalarken tahminde bulunur gibiydi.

 

"Siyah üniformalı ve maskeli biriydi, tıpkı senin gibi."

 

Sonunda sırtım yatakla buluşmuştu fakat başımı tümüyle yastığa bırakmak acı verici olduğu için rahat bir pozisyonda değildim. Üzerime eğilirken gözlerini benden hiç ayırmadı, yan tarafımda bir şeye uzanırken "Başka?" diye sordu, gözleri gözlerimi hapsine almıştı, göz temasını kesmem mümkün değildi. "Başka ayırt edici bir özelliği var mıydı?" Eline aldığı şeyin ne olduğunu görmek için bakışlarımı indirdim. Beyaz bir havluyu rulo yaparken de gözlerime bakıyordu.

 

Sonunda havluyu enseme yerleştirmek için tek eliyle sırtımı kavrayıp beni tuttu ve ona zorluk çıkarmadım. Odanın içinde yalnızca beyaz çarşaflı bir yatak, yatağın ucunda verniklenmemiş tahta bir sandalyeden başka bir şey yoktu ve güven de yokluğa karışmıştı.

 

"Bana başka ne söyleyebilirsin Karnelyam, o adamı tanıyabileceğim bir şeyin var mı?"

 

Ensemdeki havlu ve başımın ortası boş kalacak şekilde yerleştirilen yastığın sayesinde daha az acı daha fazla cesaretle konuştum. "Onu bulacak mısın?"

 

Yüzünden hiçbir şey okunmuyordu, gün henüz tümüyle doğmadığı için ışığı da yeterli değildi ve ben bu adamı bilmem kaçıncı kez hemen karşımda olmasına rağmen layığıyla göremiyordum. Dağınık saç tutamları, yorgunluk ve muhtemelen öfkeden yüzünün belli belirsiz beneklerle kızarmış olduğunu uzun uzun izlemenin sonucunda ayırt edebildim.

 

"İntikam almak için mi?" Esasında alayla sorulmuş bir soruydu fakat heykel gibi hareketsiz ve yine heykel gibi ince işçilikli yüzünü izlerken sesime o alayı katmayı beceremedim. Daha konuşurdum ama onu da beceremiyordum. Darmadağın halinde ona yakınlık duymamam neden olan bir enerji yayıldı, tam göğsünden göğsüme uzandı bir ip gibi. Seneler sonra gözlerimin yaşla buğılandığına şahit oldum ve üst üste yutkunup kendime gelmeye çalıştım.

 

"Öyle yapacağım Karnelyam. "

 

Kalkmaya meylim olmadığına karar verdikten sonra sırtını dönüp giderken "İntikamını alacağım, önce seni bu hale getirenden," diye konuştu. Düşürdüğü sandalyeyi tek eliyle düzeltip bir an dondu, gözleri onu görmek için eğilmiş gözlerimdeydi. "Sonra da seni bu hale getirenden."

 

Aradaki farkı yalnız kendisinin bildiği sözü yüzünden okuyabilmek için kaşlarımı çatmışken baş ağrımla birlikte ağır bir yüktük.

 

"Ne demek bu?" Etraf bir fanusun içindeymişizcesine sessiz olmasa beni duyamazdı, cesaretim ulaşamayacağım bir yükseklikteydi ve uzansam da onu alamazdım.

 

"Uyu Nimfea."

 

🕑

 

Tanrı'dan bana bir mucize vermesini istemiştim fakat o her şeyimi almıştı.

 

Yeniden odamdaydım. Burada geçirdiğim son anın izleri öyle iyi silinmişti ki binayı ele geçiren Bay Seryum ve askerleri olmasa, göğsümle başımın ardındaki bitmez tükenmez kesif sancı olmasa yaşadığım her bir ana rüya derdim. Bir kabus.

 

Sanırım iki ya da üç gün kime ait olduğunu bilmediğim ahşap bir evde, yabancı ve yalancı bir adamla, ölümün kıyısında uzun zaman geçirmiştim. Birkaç kez o evde Kılıç denen sahtekardan başka biri daha olmuştu. Gelen hekimdi ve nasıl bir tedavi yöntemi belirledi bilmiyordum ancak beni günde en az yirmi saat uyutanın o olduğuna emindim. Günler sonra güneş battıktan sonra saraya geri dönerken babamı görmeye dair hiçbir umudum yoktu, sanırım sonunda tamamen yapayalnız kalmıştım, bir düşman ile. İnsan kelimenin gerçek anlamıyla yersiz, yurtsuz, evsiz ve barksız kaldığında, annesinden tam on sene sonra babası da gittiyse öyle kolay kolay düşmana karşı koyamıyordu.

 

Kapım tıklatıldığında dönüp bakmadım, girmek isteyene seslenmedim. O gece ölmemiştim ama ölüm beni bir şekilde yanına almıştı.

 

Kapı benim tepkisizliğime rağmen açıldığında az evvelki tıklatmanın bir izin için değil nezaket gereği olduğunu anlamıştım. Durumla ne kadar zıt düşse de durum buydu.

 

"Yemek saati prenses."

 

Gelenin Batın olduğunu biliyordum, görmesem de bilirdim çünkü garip bir sıcaklık yayıyordu etrafa. Böyle düşmanlarla nasıl başa çıkacaktım?

 

Odam yine eski odamdı evet fakat artık odanın sahibi değil misafiriydim. Odanın içinde tümüyle silinmemiş bir is kokusu ve yeni boyanın burun yakan tiner kokusundan izler vardı. Eskiden odam lavanta kokardı, daima kuruttuğum bir lavanta demeti olurdu birkaç gün evveline kadar. Birkaç gece önce Seryum resmen işgal edilmişti çünkü, ülke işgal edilirdi edilmesine ancak ülkenin başkanı ülkeyi terk edip kaçarken yanına hiçbir şey almaz mıydı? Belki kızını?

 

Çocuk gibi davrandığım için kendime sinkaflı bir küfür savurdum ve derin bir nefesle doğruldum. Yirmi yedi yaşında bir kadın babasının kanatları altında olamazdı sonuçta. Başımın çaresine bakacaktım. Hatta buna şimdi başlayacaktım.

 

Kapıya bakmak için döndüğümde kapıyı arkasından kapatan askeri gördüğüm için ayaklarıma düşen umudun üzeri de çiğnenmişti. Şu ana kadar kaçmaya kalkışmamıştım ama kaçma umudum da yerinde durmuştu benimle birlikte. Şimdi kilitli kapıyı kırsam kapıma dikilen nöbetçi askerleri aşamayacağımı biliyordum.

 

"Defol odamdan ucube," diye seslendim kafamın içindeki baskıdan dolayı burnuma kan kokusu dolarken. Elinde metal bir tepsiyle pencerenin önündeki, yatağımın uç tarafındaki masanın önünde dikilen Batın keyifli bir sırıtşla yüzüme bakıyordu. Tereyağını andıran yumuşak saçları ve şekilli yüzüyle daha önce Serenyum'daki müzelerde gördüğüm antik heykelleri andıran adamın üzerindeki siyah üniforma bile parlayan yüzünün ışığını azaltamıyordu. Rahatsız edici piç yalnızca göz kamaştırmak için yaratılmış olmalıydı, o ise başkalarının ülkelerinde hak iddia edip o ülkeleri işgal etmekte kullanıyordu güzelliğini. Ne yazık!

 

"İşte gerçek bir prenses üslubu," diye şakıdı tepsiyi masanın üzerine bıraktıktan hemen sonra. Ağır adımlarla yatağa doğru yürürken beni baştan sona inceliyordu. Mantıksız olsa da uzaklaşmak için sırtımı yatak başlığına iyice yasladım. Üzerime eğildiğinde tiksintiyle başımı geriye atmaya çalıştım fakat hiç görmediğim ve asla göremeyeceğim yaramın dikişlerinin nasıl zorlandığını ta göğsümde hissettiğim için nefesim kesildi.

 

"Vahşi bir hayvanmış gibi davranmazsan ikimiz için de işleri kolaylaştırırsın."

 

"İşlerini kolaylaştırmak istiyor muyum sence?"

 

Kolumun altına geçirdiği eliyle beni yavaşça yatağın yanına çekerken nazik oluşu beni daha çok sinirlendirdi, bacağımı savurup onu uzaklaştırmaya çalıştım. "Kendim kalkarım."

 

Kararsızca yüzüme baksa da bir adım çekilip bana yol açmıştı. Sonunda ayak tabanlarım soğuk zeminle buluştu. Batın'ın hareket etmesi için bu yeterliydi. Tepsiyi koyduğu masaya ilerleyip bedeniyle bir sandalyeye yığıldı yorgunca. Sonunda ben de oturduğum yerden kalkınca masanın üzerindeki tepside işime yarayabilecek bir şey aramaya gidiyordum.

 

Masaya fazla yaklaşmadan inceledim tepsiyi. Yalnızca iki gümüş kaşık vardı, bıçak ya da çatal koyulmamıştı.

 

İşime yarayan bir şey göremeyince dönüp eski yerime geçtim. Tüm hareketlerimle mikroskop altındaki hücre gibi olmama rağmen gergin değildim, izlenmek beni korkutmazdı. Sadece onun bu durumdan keyif alması öfkelenmeme yol açıyordu o kadar.

 

"Yemeği mi beğenemedin?" Sesindeki imayı yüzüne bakmadan, ifadesini görmeden de sezebiliyordum.

 

"Aradığımı bulamadım." Ben imada bulunmaya gerek görmüyordum.

 

"Ne aramıştın?" Sesinde zorlama bir alay vardı.

 

"Boynundaki değerli damara saplayabileceğim kıymetli bir alet," diye yanıtladım hiç alaysız.

 

Yorgun sesinden kopan gürültülü bir kahkaha çınlattı odamın duvarlarını. Dışarıdan biri onu izliyor olsaydı şakalaştığımızı düşünürdü. Dışarıdan biri beni izliyor olsaydı onu öldüreceğimi düşünürdü.

 

"Ne yazık ki onu uzun süre yakınlarında bir yerde bulamayacaksın. Odandaki tüm delici, kesici aletler imha edildi. Burası küçük bir çocuğun kalabileceği kadar kontrol altında ve güvenli."

 

"Güvenlilik anlayışınızı gözden geçirmelisiniz. Bu oda sizin için güvenli olabilir fakat benim için değil."

 

Sahte şaşkınlığı gözlerinde zor tutundu ve konuşurken duyduğu merak şaşkınlığından daha gerçekti.

 

"Bu oda sana ait. Burada neden güvende olmayasın?"

 

"Siz geldiğinizden beri kendi odamda ve evimde. Şehrimde ya da yurdumda güvende hissedemiyorum."

 

Gülüşü solmadıkça mücadele gücüm sönüyordu. Anne ve babamı düşünmek için kendime izin vermiyordum çünkü onları düşünürsem gücüm yalnızca sönmekle kalmaz, külleriyle birlikte hiçliğe karışırdı.

 

"Bu oda senin için hep güvenli olacak." Daha ciddiydi artık. Benden bir şeyler gizlediğini görebiliyordum adamın her zerresinde ancak buna şaşıramazdım, bu işgalle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordum zaten.

 

"Bir kuş, kafesinde her zaman güvenli değildir."

 

Dizlerine eğilip bacaklarına sabitlediği dirseklerden güç aldı. Aramızda en az iki metre vardı fakat bana daha yakın görünüyordu artık.

 

"Bir kuş uçmayı öğrenene kadar en güvenli yer kafestir."

 

"Ben uçmayı biliyorum."

 

"Sen bir kuş değilsin," diye ekledi başını ağırca iki yana sallayarak. Sonunda onu gülmüyorken ve gerçekten yorgunken görmüştüm. Kaşlarının üzerinden bakıyordu bana bu kez ve bu kez bakışları bendeyse de izlediği ben değildim. Kendi içinden üzerime yansıttığı bir sahne, bir ışık vardı, bende onu izliyordu.

 

"En son güvende olduğumu iddia ettiğin odamda, tam da sizin kör destekçilerinizden biri beni canlı canlı ölüme terk etmişti." Sözler ağzımdan çıkar çıkmaz yüzü acıyla çarpıldı. Evet bir insanın yanarak ölmesini istemeyecek kadar normal bir insan olabilirdi ama bu durum onun canını gerçekten yakmış gibiydi. Öyle ki bana cevap bile yetiştiremeden özür diler gibi gözlerime bakmayı sürdürdü. "O zaman da kapım üzerime kilitlenmişti, o da o yalancı adamın önderiniz olduğuna inanıyordu." Sesim de keyfim gibi zemine düştü, mırıldanmaktan öteye gitmeyen cümlem yine de ak yüzüne tesir etmişti.

 

"Bu kez farklı," dedi o da mahcup ve kısık sesle. "Bu kez tüm bunlar önlem için. Bir kez daha başına bir şey gelmesine müsaade edilmeyecek."

 

"O adamın gerçek Seryum varisi olduğuna nasıl inandınız?" diye sordum. Karşımdaki adamın takındığı keyifli maskesi düştüğünde gerçek bir insan olduğunu algılamıştım. Benim sorularım vardı ve onda da cevapları. "Sizi kandırıyor. Ben askerlere derin ve detaylı tarihi öğretiyorum, tam beş yıldır. Yüzlerce kere araştırdım ve anlattım, Seryum kraliyet soyundan tek bir kişi bile yok. Her birinin ölüm belgesi arşivde, size gösterebilirim."

 

Yeniden gülüyordu. Zaten hep gülmüştü ama bu kez kaşlarının arasındaki çizgilerle, dudak köşelerinin aşağıya meyledişiyle bir farklı gülüyordu. Sanırım gardını düşürmeye yakındı ya da belki de bana hak vermek istese de bunu yapamıyordu.

 

"Hepsinin ölüm belgesi yok," dedi sadece. Artık kendisini gülmeye zorlamadı ve bükülen dudaklarını birbirine bastırdı.

 

"Var," dedim heyecanla. Canım yansa bile içime işleyen umut bir narkoz gibi dindirdi tümünü. "İstersen gösterebilirim. Askeri eğitim veren bir tarihçi olarak arşivin ikinci sorumlusuyum. Orayı benim gibi iyi bilen çok az insan var."

 

Oturduğum yerde bile olsa dizlerimin üzerinde ona biraz yaklaştığımda saygılı bir şekilde sırtını dikleştirip genişçe açtığı bacaklarının arasındaki boşluğu kapattı.

 

"Kılıç Kül Seryum'un ölüm belgesi yok." Güçlü bir cümleydi, güçsüz bir sesle söylemiş olsa da. Ve o güçsüz sese rağmen anlamıştım ki sesimiz değil sözümüzdü duyulan, cümlesi beni geri savurmuş olmalı ki dizlerim geriye yalpaladı.

 

"Çünkü o doğmadı," dedim ama beni susturdu.

 

"Çünkü o ölmedi."

 

Yalan söyleyen insanların tavırlarında onları ele veren bir şey muhakkak olurdu. Karşımda oturan Batın Ak'ta yalandan tek bir iz yoktu. Bunun sebebi yalan söylemiyor olması değil yalanına inanıyor ya da inandırılıyor olmasıydı.

 

"Hepinizi buna inandırdığına göre çok zeki bir adam fakat bu beni pes ettirmiyor. Ona inandıysanız bana da inanabilirsiniz."

 

Yeniden güldü sevgiyle, beni küçümsemiyorsa da aşağı çekiyordu. Dizlerimin üzerinde sürünüp yatağın ucuna oturdum. Karşısında durmak için gücüm vardı fakat ayakta duracak kadar değil.

 

"Gerçeği zaten biliyorum Karnelyan," dediğinde inancı sarsılmazdı. Alaydan, tüm maskelerden arınmış mavi-gri gözleriyle baktı yüzüme, ben de aynı şekilde baktım ona.

 

"Ya gerçek benimkiyse? Seni nasıl inandırabilirim?" Onu inandırmak istiyordum. İşgalci askerlerin hepsinin ondan emir aldığını ve kendisinin de dünya üzerinde yalnızca Kılıç Kül'den emir aldığını öğrenmiştim. Eğer gerçeği öğrenen kişi bu önemli kişi olursa pek çok kişinin inancı değişmese bile en azından sarsılırdı.

 

"Gerçekleri göstererek." Meydan okumuyordu, kendisine ve bilgisine fazla güvenmenin verdiği rahatlık vardı ifadesinde.

 

"Arşivi gösterebilirim, Seryum'a ait bildiğim her şeyi anlatabilirim."

 

"Bunlarla beni ikna edebileceğine inanıyor musun?"

 

Masanın üzerindeki tepsinin ucuna çengel gibi geçirdiği işaret parmağıyla onu itiyor, yeniden geri çekiyor ve sadece ona bakıyordu. Boş umudumu, çaresizliğimi görmek istemiyor gibiydi.

 

"Denerim."

 

Cevap olarak önce ayağa kalkmıştı. Gitmesini istemedim bir an, hem de hiç. Yalnız kalırsam yalnız olurdum, mücadelesinde yalnız olan herkes dünyada yapayalnız hissederdi.

 

"Bunu yapmanı dört gözle bekleyeceğim prenses ama şimdi yemeğini ye ve uyu. İyileşmeden hiçbir şeyi kanıtlayamazsın."

 

Kalktığı masaya eğildi, tepsideki kaşıklardan birini alıp güveç tabağına daldırdı, gözümün içine bakarak ağzına attığı yemeği yuttuktan sonra diğer tabaktaki püreyi de aynı şekilde yedi ve ne yapmaya çalıştığını anlayamadan yüzümü ekşittim.

 

"Kılıç senin güven duymakta pek bonkör olmadığını söyledi," diye konuştu doğrukurken, parmakları üçgen çenesini sıvazladı bir süre ve tebessümünü silmek için dudaklarının üzerine konular en son. Parmaklarının arasından "Yemeklerinde zehir olmadığına ikimiz de eminsek prenses," dedi ve devamını getirmeden büyük elini karnına yerleştirdi, sağ kolunu arkasında gizlemişti ve önümde hafifçe eğildi. Saygılı bir hareket olduğunu sanıyordu, cumhuriyete sahip insanlar önümüzde eğilmesini saygı olarak görmezdik ne yazık ki. Ve bana prenses dediği her seferde kesinlikle alaycılık vardı. Prenses olmayı düşleyen biri değildim, bu benim için bir hakaretti.

 

"Uyuyamayacağım," dedim ama sesim fazla aciz çıktığı için üzerimden silkelemek niyetiyle ayağa kalktım. "Ve prenses demeyi kesmezsen seni derin bir uykuyla buluşturmayı planlıyorum."

 

Yüzü bir anda tehdit değil övgü almış gibi aydınlandı.

 

"İyi geceler prenses." Tüm yorgunluğuna rağmen sinir bozucu olmaya devam edebiliyor olması inanılmazdı. İki ayrı insandı da yanlışlıkla bana ikisini birden göstermişti.

 

Artık odanın çıkış kapısına yürümeye başlamıştı bile. Peşinden gitmek istiyordum acizce. Bir şeyler yapmam gerekiyordu elim kolum bağlı halde oturacağım kadar sağlıklı değildi durum. Evim resmen işgal edilmişti ve kapımda başkasına hizmet eden askerler vardı.

 

Uykum geldikçe yalnız kalmaktan daha çok korkuyordum. Ama bunu belli etmek yerine "Prenses sensin acuze herif," diyerek acizliğimi huysuzlukla bastırmaya çalışmıştım. "Eğer istersen şimdi arşive gidebiliriz, orada pek çok belge var hatta daha fazlası."

 

"Acuzenin anlamını bildiğine emin misin?" diye seslendi keyifle. "Kılıç Kül Seryum birazdan seni ziyarete teşrif edecek prenses, yemeğini bir an önce ye ve arşiv randevumuzu sağlıklı olduğunu ana sakla." Kesinlikle seçtiği her bir kelime beni kızdırmak ve kendini eğlendirmek içindi ancak kızmak yerine delice huzursuz olmuştum. Hayatım rayından çıkmış ve başka bir yola sapmıştı.

 

"Ben neden buradayım?"

 

Kapının kulbunu kavradı, kendine doğru çekti fakat tamamen açmadı. Bana döndüğünde eli hala kapıdaydı o yüzden kolu gerisinde kalmıştı.

 

"Çünkü buraya aitsin."

 

Kapının genişliğini büyük bedeniyle dolduruyordu, bir savaşçı bedenine sahipse de yüzündeki zarafet savaşmak için orada değildi, barış için doğmuş bir adama benziyordu.

 

"Artık Kılıç Kül Seryum yönetici olduğuna göre bu binada da o yaşayacaktır, beni neden buraya getirdi?"

 

"Bunu kendisine sor."

 

Geri geri çıktı ve göz temasını kesmeden kapıyı yüzüne kapattı. Son duyduğum ses kilit sesi olmuştu. Bunu düşünmek yerine burada olmamın gerçek nedenini bulmaya odaklandım.

 

Başkanın kızı olduğum için benden faydalanabileceklerini sanıyorlardı muhtemelen, iyi olmam, güçten düşmemem umurlarında değildi. Tek istedikleri yönetime karşı tehdit unsuru olacak beni ellerinden kaybetmemekti. Bunlar benim teorilerimdi.

 

Belki de kaybetmeliler. Belki de bunun için bir şeyler yapmalıyım. Yeni, bakır rengi duvarları izledim aklımda bir planla.

 

Odanın geniş duvarına gömülmüş olan duvarla tamamen aynı renk olan bir kapı daha vardı. Keskin Kaleci Seryum'u ziyaretlerinde kendine ait bir odada kalabilsin diye bitişiğimdeki oda onun için dekore edilmişti ve birbirimizin odasına açılan bir kapı olarak bu kapı da oraya yerleştirilmişti. Hiç açılmayacağını ikimiz de bilsek de...

 

Henüz keşfedememiş olduklarını umut ederek kapıya koştum. Metal kulbu parmaklarımı acıtacak kadar sıktım. Kilitliydi.

 

Umut sivri uçlu bir hançerin sırtıysa umutsuzluk o keskin ucuydu, hançer hep oradaydı, derime batan taraf değişiyordu yalnızca.

 

Uyuyamazdım, yalnız uyuyamıyordum. Kaçamazdım fakat kaçmalıydım. Sonra ne yapardım bilmiyordum fakat bunu muhakkak yapmalıydım.

 

"Ne yapacağım?" diye mırıldandım yatağıma yığılırken. Canım yanmasın diye yatağa en son düşen uzvum başım oldu. "Kaçarsam nereye gideceğim, kimim var sanki?" Alayla ve yüksek sesle sordum bu soruyu. Esasında durumum komikti. Yapayalnızdım, etrafım pek çok insanla doluyken. Kimsesizdim, anne ve babam hala sağken. Uyuyamıyordum, delice yorgunken. Odamdaydım fakat artık ev bana ait değilken.

 

 

Loading...
0%