Yeni Üyelik
33.
Bölüm

bölüm32|"Yoldan Dönerken Kaybolan"

@almelia

 

Üstümden akan yakut parlaklığındaki yumuşak elbise derimin altını kaşındırıyordu. Mizan akşam için evime şık bir paket gönderdiğinde şaşırmıştım evet fakat hiçbir şey kutunun üzerindeki kurdeleyi çözüp kapağını açtığım an yaşadığım şaşkınlığa erişemezdi. İncecik askılı ipek bir elbisenin üzerinde bu akşam için olduğuna dair nazik bir kart vardı.

 

Kıvamlı bir kan üzerime dökülüp baldırlarımın ortasında donmuş gibiydi elbisenin rengi ve duruşu. Çok güzeldi, en son ne zaman şık bir elbise giydiğimi hatırlamıyordum bile.

 

Neredeyse şehrin çıkışına kadar sürmüştü Mizan'ın evine yolculuk, Rastaban Köşkü'nün iyi aydınlatılmış ışıl ışıl yolu bizi içine çektiğinde ve araba turuncu ışıklarla duvarları altın gibi parlayan bir köşkün arnavut kaldırımı taşlar dizilmiş parkına girdiğinde beni neyin bekleyeceğini düşünerek gerildim.

 

Benim için açılan kapıdan çıkarken Kılıç'ın yardım elini görmezden geldim. Bana dokunmasına izin vermeyecektim, bundan sonra asla. Ve eve girdiğimizde ayakta dikilip sohbetler eden kadınlı erkekli koca grup bize tüm odakları ile yoğunlaştığında bile sade olmasını beklediğim fakat Valof'un hayalindeki baloya yaraşır ortamın yarattığı gerginliğe rağmen Kılıç'ın belime yerleşen elini hissedebilmiş ve ondan hemen uzaklaşmıştım.

 

"Karnelyan," dedi derin ses hemen yanımdan. Mizan Taban tüm ihtişamı ile yanımda belirmiş, içinde bin tilkinin parlak kuyruğu dönen gözleri ile beni içimi görür gibi izliyordu. "Burada olduğun için memnunum." Elimi avucuna bıraktım, dudaklar orada uzun uzun dinlendi ve Kılıç'ın homurtusu öteki yanımda duyuldu.

 

Adam elimi bırakmadan bizi izleyen gruba beni takdim etmişti. Bu ortamın göz boyayan yanı daha da huzursuz hissetmemi sağladı. Sıcak bir karşılamayla Kılıç'ı ve beni aralarına almışlardı.

 

"Sayın Seryum. Katılmanız beni mutlu etti."

 

Kılıç kendisine uzatılan eli yarım dakika izledikten sonra hiçbir şey söylemeden sertçe sıktı ve hızla bıraktı. Mizan onun hoyrat tabiatından keyif alır gibi bakıyordu Kılıç'a.

 

Onları izlemeyi kesip düğmelerimi çözdüm. Kabanım omuzlarımdan akarken ellerim belli belirsiz titriyordu ve üzerine konan kor gibi iki sıcak avuç süzülerek kabanın yakalarına ilerledi, benden onu kurtardığında midemde boş bir balon şişiyor gibi huzursuzdum.

 

"Hayal ettiğimden daha güzel," diyen Mizan elindeki kabanımı hizmetliye uzatıyordu gözlerini benden ayırmadan. Teşhir ediliyormuşum hissi midemdeki balonu daha da şişirdi.

 

Kılıç'ın birini yumruklamak için esneyen elini gözümün ucuyla görüyordum, gece boyu gözlerine bir kez bile bakmasam da güçlü elleri karanlığını zapt etmeye çalışır gibiydi devamlı.

 

Yemek esnasında oval masanın bir ucunda ev sahibi olan Mizan, öteki ucunda ben vardım. Üyeler ve onların eşlerinin bana nazikçe yönelttikleri soruları yanıtlarken yemek yiyemeyecek kadar gergin olduğum anlaşılmamıştı. Tabaklar önümden el değmemiş biçimde ayrılırken, yenileri konurken ben insanlara Seryum'dan, babamdan, mesleğimden ve daha pek çok zararsız şeyden bahsediyordum.

 

Davete katılan bir düzine insan beni sarmaşık gibi ele geçirmişti sanki ve Kılıç'ın benden bile daha sıkı sarıldığını çok kez görmüştüm. Bir hazinenin değerli bir parçasıymış gibi ilgi yağmuruna tutulmuştu, donmuş mimikleri ile bazı soruları yanıtlamış bazen duymazdan gelmişti.

 

Sayısız içeceğin sıralandığı bar tezgahının başına geçip boş gözlerle cam şişelere baktım. Gece boyunca kendimle kalabildiğim ilk andı ve kafam kazan gibi kaynıyordu.

 

"Yorulmuş olmalısın."

 

Tanıdık sesin sahibinin siyah takım elbisesi altındaki kaslı kolu benim çıplak tenime değdi önümdeki bardaklara uzanırken.

 

"Uzun zamandır pek aktif değildim, yeniden kalabalığın arasında olma hissine alışmaya çalışıyorum," diye itiraf ederken çok ağır hareketlerle masanın Mizan'dan uzak köşesine ilerliyordum.

 

"Yine de molaya ihtiyaç duyuyorsun." Hesapçı bakışlarında samimi bir yumuşaklık parladı, anlayışlı yüzünü izliyordum ki uzattığı kadehi görmem zaman aldı.

 

Üzerimdeki kan rengi elbiseyi andıran sıvıyı döndürerek içinde zehir aradım.

 

"Gel benimle."

 

"Efendim?"

 

Şaşkınlıkla kaldırmıştım başımı, kadehi beyaz örtünün üzerine bırakırken birkaç damla sıçrattım fakat adam yanıma gelip girmem için kolunu uzattığında etrafa saçılan bendim sanki.

 

"Gel," dedi derin bir yoldan gelmiş pürüzlü, kısık sesi.

 

Kendimi zorla gülümsemeye zorlarken başımı salladım fakat koluna girmek hem onu hem de beni tehlikeye atacağı için ellerimi arkamda birleştirip ondan önce yürümeye başladım. Neyseki bir adım önüme geçip rehberlik ettiği için aptal gibi görünmemiştim.

 

Evin sarıp sarmalayan sıcaklığından keskin geceye daldık, titrememek için dişlerimi öyle sıktım ki bir noktada gıcırdamaya başlamışlardı. Kollarımı hemen gövdeme sardım ve ışıklı bahçede ilerlerken benimle konuşan adamı dinlemeye odaklandım.

 

"Elbiseyi giymeyeceğinden korkuyordum."

 

"Çok güzel bir zevkin var. Daha önce teşekkür edemediğim için üzgünüm."

 

Bir noktada adımlarımız aynı ritme gelmişti, sert kolu benimkine her değdiğinde ürperiyor fakat belli etmemeye uğraşıyordum.

 

"Onu üzerinde görmek bir teşekkürden daha değerli."

 

Gece göğünün altında laciverti andıran koyu saçları parlıyordu, bu kadar genç bir adamın bir ülke yönetmesi takdire şayandı fakat o DYK'nin de yöneticisiydi. Bunun için ödediği bedeli merak ediyordum.

 

"Zorlanıyor musun?"

 

Beni yönlendirmek için parmakları sırtıma kondu, saçlarım tenime değmesini engellediği için memnundum.

 

"Hangi konuda?"

 

"Tüm bu şeyler, DYK, ülke, dünya..."

 

Sorumu ben bile tam olarak bilmiyordum fakat yüzümün tüm köşelerini dikkatle izledikten sonra önüne döndüğünde beni yine de yanıtladı.

 

"Zorlanmadığımı söylemem gerek fakat zorlanıyorum Karnelyan. "

 

Kısa kesilen yanıtın ardından çok güçlü bir soluk aldı gecenin taze havasından.

 

"Fakat iyi eğitildim, dünyanın gidişatını çaresizce izlemek yerine ona yön veriyor olduğunu bilmek işleri kolaylaştırıyor."

 

"Ya yanlış bir yön verirsen peki? Ufacık bir hatan çığa dönüşse... ne kadar büyüksen sınavın da o kadar büyük olmaz mı?"

 

Duraksayıp bana döndüğünde dudaklarına onda gördüğüm en sıcak tebessüm oyulmuştu. Bana doğru uzanan eli samimi yüzüne rağmen geri sıçramama neden olduğunda sırtım bir yüzeye çarpmış ve adam arkamda kalan kapıya uzanıp geçmem için beklemişti.

 

İçeride ahşap bir oturma grubu, üzerlerinde pamuk gibi görünen puf yastıklar olan bir kış bahçesiydi vardığımız yer. Her yanı camla çevrili kulubenin orta yerinde içeriyi ısıtan bir soba vardı ve titreyen kemiklerim buraya dalıp bulutumsu yastıklara kıvrılmam için bana yalvarıyordu.

 

"Sınavım büyük, evet," derken beni izlemeyi bırakıp içeri geçti. "Ama sınavın ne kadar büyükse başarın da o kadar büyük olmaz mı?"

 

Ben geçene kadar kapıyı açık tuttu ve sobanın başında dikildiğimde bir yabancıyla baş başa olmanın huzursuzluğu her yandan görünebilir olmamız sayesinde biraz olsun yatıştırılabilirdi. Onu gönülsüzce onayladım. Eğer DYK yok olursa ona ne olurdu, bilmek istemiyordum.

 

"Burası bir kar küresinin içinde olmak gibi."

 

Samimiyetle havalandı kaşları, kendine bunun için izin verdiğini anlayacak kadar iyi tanıyordum kontrol delisi insanları.

 

"Bu kadar doğru bir yorum daha önce aklıma gelmemişti."

 

Yalnızca güldüm fakat üzerimde istemediğim bakışlarına sırt çevirip ellerimi ısınması için sobaya uzattım.

 

"Siz-" Lafını bölüp boğazını temizledi. Masaya yaslanmış, kollarını göğsünde bağlamış, soba ile aramdaki mesafeyi düşüncelerini toplamaya çalışarak izliyordu.

 

"Bay Seryum seni rahatsız mı ediyor?"

 

Bu beklenmedik soruyla donup kaldım.

 

"Neden böyle düşünüyorsun?"

 

"Sana karşı ilgili görünüyor." Başını iki yana sallarken ilk kez gözlerini benden kaçırdığını yakaladım. "Aslında dünyanın yarısı sana karşı zaaf beslediğini biliyor ama sen bu konuda ne düşünüyorsun?"

 

Daha önce bana bunu soran olmamıştı, daha önce bu soruyu kendime sormamıştım.

 

"Beni rahatsız etmiyor," demek oldu ilk aklıma gelen fakat Kılıç'ı savunuyor gibi çıkmıştı sesim. "Bu durumdan memnun olduğumu da söylemiyorum."

 

Kendini iterek yaslandığı yerden ayrıldı fakat yanıma gelmek yerine sobayı aramıza alarak karşıma geçti.

 

"Belki beni bağışlamak için isteyeceğin şey onunla ilgili olur?"

 

"Nasıl yani?"

 

Uzun uzun yüzümün kıvrımlarını izledi ve gözleriyle cevabı bağırdığını görüyor ancak duyamıyordum.

 

"Seni rahatsız ediyorsa," diyordu derinleşen tehlikeli sesiyle. "Bu konuda bir şeyler yapabileceğimi bilmeni isterim."

 

Boğazıma biriken şaşkın çığlığı yutmak için üst üste yutkunmak zorunda kaldım. Üstü kapalı kısa vaatler sıcak kulubede bile kanımın donarak akışını yavaşlatabilmişti.

 

"Hayır. Kesinlikle sizden böyle bir şey istemem."

 

"Güzel. Yine de aklının köşesinde bu konuda yardıma ihtiyaç duyduğun takdirde çekinmeden yardım edeceğim olsun isterim."

 

Dönüp kapıya baktım içgüdülerimin haykırışı yüzünden. Kılıç'a ihanet ediyor gibi hissetmek ruhumu alıp gürül gürül yanan sobaya atmakla tehdit ediyordu.

 

"Bu konuda yardıma ihtiyaç duyacağımı sanmıyorum. Ama teşekkür ederim."

 

Yalnızca başını salladı bakışları bir yarayı kazır gibi beni deşerken.

 

"Mola iyiydi fakat geri dönmezsek kalabalıklar konusunda iyi bir iş çıkaramayacağım. Dönelim mi?"

 

"Tabii," dedi hemen. Fakat üzerime saldığı tehdit dumanı dağılmıyordu.

 

Kabalık olsa da hızla kapıdan çıktım, ağır adımlarla bana ilerleyişini keskin havanın tenimde açtığı yarıklarla izledim.

 

Hırsla esen rüzgar az evvel tenime sinen sıcağı kesip attığı için dişlerim takırdadı ve Mizan kapıyı arkasından çekerken kaşları endişeyle çatıldı. Yürümeye devam ettim bir an evvel köşke varmak için.

 

Ceketini omuzlarından sıyırırken ona "Eğer benim içinse lütfen çıkarma, kesinlikle kabul etmem," diyordum zorlukla.

 

"Donuyorsun."

 

"Hayır, iyiyim."

 

Ceketi yine de çıkardı fakat adımlarımı hızlandırdığımda ısrar etmeden koluna astı.

 

"İçeride bir şal olacaktı, yürümeye devam et, ben onu alıp sana yetişeceğim."

 

Homurdanmayı andıran onayla adımlarımı hızlandırdım ve beni eve götürmesi için ışıklı yolu takip ettim. Tam olarak evin hangi köşesinde olduğumu kestiremiyordum, köşkün aydınlanmış beyaz duvarını görsem de ağaçların arasından ona giden yolu bulmam vakit alacaktı. Kendime öfke duydum bir an ve Mizan'ı görebilmek için arkama döndüm.

 

Alnımın çarptığı gövde ile geri sıçradım korkuyla, göğsümde atan kalp kafeste çırpınan kuş gibi telaşlıydı ve bu, gövdeden ciğerlerime dolan çayırımsı, erkeksi kokunun sahibini görene dek sürdü.

 

Hiçbir şey söylemeden çıkardı paltosunu, bana daha önce hiç bakmadığı gibi bakıyordu ve çözebileceğimden daha karmaşık. Paltoyu omuzlarımın üzerine bırakıp bana hiç değmeden yakalarını beni soğuktan koruyacak kadar çekti önümde. Ellerini çekip ceplerine ittiğinde hemen birer yumruğa dönüşmüştüler.

 

Dudaklarımı ıslatıp rüzgarın hala sert esip esmediğini anlamak için onları kurutmasını bekledim. Hala aynıydı ancak ben titremeye devam etsem de bu soğuktan değildi.

 

"Ben-" Kekeleyerek kurmaya çalıştığım cümle bir kelimeden öteye gidemedi, Kılıç ızdırabıma son vermeden beni değişmez durgun bakışlarla izlerken kendimi karşısında bir zerre gibi hissediyordum.

 

"Kaybolduğundan endişeleniyordum."

 

Kılıç'ın arkasından gelen ses Kılıç'ın bakışları kadar durgundu.

 

"Fakat Bay Seryum sizin için burada. Yine."

 

Mizan'ın özgüven yayan sabit adımları onu bize taşıyordu, bakışları ise bende değil Kılıç'ın ensesinde bir delik açmak istercesine ona dikiliydi. Kılıç'sa kıpırdamadan beni izlemeyi, adamı duymazdan gelmeyi sürdürdü.

 

"Aslında evet kayboldum," dedim zayıf bir sesle. Mizan, Kılıç ve benim ortamıza denk gelecek noktada durup sarıldığım paltoya baktı kısık gözler ve bastırılmış bir gülüşle. Elindeki ekoseli şalı görmem için bir an havaya kaldırdı fakat gülüşü büyürken onu yanına sarkıtıp Kılıç'a yöneldi yeniden.

 

"Gitme vakti," dedi Kılıç kuru bir sesle.

 

"Geceyi burada geçirirsiniz diye düşünmüştüm. İkiniz için de en iyi odalarımı hazırlattım."

 

Kılıç gözleriyle beni boğmaya bir son verip Mizan'a döndüğünde adamdan belki yedi santim kadar uzun olmasına rağmen aralarında metreler varmış gibi üstten bakıyordu ona.

 

"Gitme vakti."

 

Mizan kaba tavrına rağmen Kılıç'a kısılmış gözler, kıvrılmış dudaklarla bakmaya devam etti, onu öfkelendirmenin zor olacağını düşündüm o an. Yavaşça başını bana çevirdi konuşmadan önce.

 

"Eğer kalmak istersen sabah mesain başlamadan Bay Seryum'un yanına bırakılmanı sağlarım."

 

Dünya yörüngesinden kopmuş ve savrularak boşlukta akmaya başlamıştı sanki, hissettiğim baskı bende bunu uyandırıyordu.

 

"Kalabalıklar konusunda yavaş gitmem lazım sanırım," dedim içi boş bir gülüşle. "Eve gidip tazelenmem lazım."

 

"Nasıl istersen."

 

Hızlı bir gülüşle bana bakmayı kesti ve Kılıç'a döndüğünde "Kapım size daima açık olacak, sizin için daha rahat koşullar, daha konforlu bir ev ayarlayabilirim de," diyordu fakat Kılıç'a uzattığı el uzun süre havada kaldığı için yanına sarkan eline uzanıp güçlü bir şekilde ikisinin arasına çekip yavaşlatılmış bir şekilde salladı. Kılıç'ın çenesinde nabız gibi atan kas bana sabrının taşmak üzere olduğunu söylüyordu.

 

"Düşünmeniz bizim için yeterli. Şimdilik olduğumuz yerden memnunuz."

 

Mizan ısrarla tuttuğu eli bıraktı ve Kılıç'ın eli bir an için aralarında titrediğinde Mizan'ın bakışları gözlerinden eline kaydı. Yumruk şeklinde yanına indirdi elini ve Mizan bizi geçirmek için öne geçtiğinde Kılıç bir adım arkamda kaldı.

 

🕑

 

Odadaki tıkırtılar beni uykumdan cımbız misali çekip aldığında saat 03.32'yi gösteriyordu.

 

"Kılıç?" diye seslendim uykunun izlerini taşıyan sesimle. Ben uyumadan önce oturduğu sandalye boştu. Tıkırtılar devam etti, bir kapı sesi duydum girene mi çıkana mı ait olduğunu bilemediğim fakat yanıt gelmedi ve huzursuzluk kollarıma sarılıp beni yerimden kalkmaya zorladı. Kapım kapalıydı, odam boştu ancak dolabın kapağı açıktı.

 

Odadan çıkıp boğuk adım seslerine kulak kabarttım peşine takılmadan önce. Ve kendi adımlarım beni geniş konuk ağırlama odasına taşıdığında harla yanan şöminenin taş duvarına yaslanan Kılıç'ı başı öne eğilmiş, gömleğin kumaşını zorlayan sırtıyla gördüm.

 

"Kılıç?"

 

Ateşin, dışarıdaki rüzgarın sesi bir saniyeliğine sustu, Kılıç bir saniyenin sonunda başını kaldırdı fakat bana dönmedi. Odadaki tek ışık kaynağı yanan şömine olduğu için onu tam anlamıyla seçemiyordum.

 

"O adam sana bir elbise verdi."

 

Yüzyıllık uykusundan şimdi uyanmış bir Tanrı gibi ruhani ve ürkütücüydü tavrı.

 

"Evet." Boğazım öyle kuruyordu ki sesime yansımıştı.

 

"Ve sen de onu giydin."

 

Bu kez ses çıkaramadım. Elbise konusuna şaşılacak şekilde hiç takılmadı sanmıştım. Eve geldiğimizden beri onunla konuşmamıştık çünkü benimle konuşmaya hiç çalışmamıştı. Yalnızca günler önce kollarımı gövdesine sarıp onu kendi vücuduma çekmek için dayanılmaz bir istek duyarken şimdi ne konuşuyor ne birbirimize dokunuyorduk, istediğim de buydu ama huzursuzdum.

 

Çok yavaş hareketlerle bana döndü, onu ağırlaştıran koca bir yük altında eziliyor gibi. "Yaklaş," diye buyurduğunda karşı çıkmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Aramızda iki adımlık mesafe kaldı tam önünde durduğumda.

 

"Hala sana dokunmam yasak mı?"

 

Zehirli bir fısıltı... Ağzımı bile açamadım.

 

"Ama o adama değil."

 

"Hayır," dedim hızla, öyle ki yanlış anlaşıldığımı fark etmeme onun gece avlanan korkunç bir yırtıcı gibi hırlaması sebep oldu. "Bana dokunmasını istemiyorum."

 

"Ama izin veriyorsun."

 

"Bana senin gibi dokunmuyor."

 

"Verdiği elbisenin içindeyken benim gibi dokunabileceğini düşünmesine neden oldun."

 

Fazla sakin ses tonu beni telaşlandırıyordu. Her zaman yüzüne vurduğum şey şimdi benim yüzüme çarpıyordu, Kılıç hasta bir adamdı ve hastalık da bendim.

 

"Bana kimin dokunduğu seni ilgilendirmez Kılıç."

 

Kısılan gözleri odanın yetersiz ışığını iyiden iyiye boğdu. Elini kaldırıp ikimizin arasında tuttuğunda alevlerin oynaşan ışığı yumruğunda hapsettiği bordo elbisenin sarkan uçlarını parlatıyordu. Yutkundum çünkü öfkeli bir çığlıkla şehri çınlatmam an meselesiydi.

 

"Senin için bir elbise seçti ve sen onu giydin. Sana dokundu ve sen izin verdin. Seni bir kulubeye götürdü ve sen onunla gittin Karnelyam. Tüm bunların savaşındaki yerini söyle bana. Savaşın kime karşı?"

 

Ona sıralayacağım bir sürü mantıklı argüman vardı fakat soruların yanıtını almak istemiyordu, istediği kafasındaki çirkin düşünceleri haklı çıkarmamdı.

 

"Elbisemi geri ver," dedim uzanarak. Elbisenin sarkan kumaşını tuttuğumda Kılıç onu öyle sert çekti ki ben yumuşak kumaşı bırakamadan adamın göğsüne çarpmıştım. Geri çekilmemem için elinin tersini belime yerleştirip beni sabit tuttu göğsünde. Krizin eşiğindeyken bile çizdiğim sınıra kendi tarzında ayak uyduruyor olması minik bir an nefesimi kesti ve gardımı indirdi. İkimizin arasında sıkışan elimi yanıma indirip "Çünkü davete giderken giyebileceğim bir elbisem yoktu, onu giyerken bir anlam yüklemedim Kılıç, yalnızca giydim," diye açıkladım istemeye istemeye.

 

"Ama giymemeliydin." Sıcak nefesi yüzüme çarptı. Tehdit altında hissediyorken beynimin işleyişi yavaşlamıştı.

 

"Yalnızca bir elbise."

 

"Yalnızca bir elbise..."

 

Elbiseyi ikimizin görebilmesi için şömineye yaklaştırdı, parmakları ince kumaşa öyle sıkı sarılmıştı ki bir canlının gövdesini içinde ezmişti de parmak aralarından kanı dökülüyor gibi sarkıyordu elbise.

 

"Değersiz bir elbise."

 

Onay ya da red verecek vaktim olmadı, elini arkaya savurduğunda elbise havaya yükselip şöminenin alevlerine düştüğünde ateş onu hızla tüketmek için harlandı ve etrafı aydınlattı. Bir an ateşe doğru uzandım düşünmeden. Aklım başıma geldiğinde Kılıç'ı itip yanan tenimmiş gibi kollarımı gövdeme sarmak, ateşten uzak durmak için kendimi durdurmak zorunda kaldım. Beni serbest bıraktı. Ben kumaşın yanışını izlerken Kılıç yüzüme düşen yangının gölgesini izliyordu.

 

"Hala birlikte savaşıyor muyuz Karnelyam?"

 

Tehlikeli fısıltı çenemin altında bir namlunun soluğu gibi üşüttü tenimi.

 

"Hala aynı taraftayız?"

 

Gözlerine bakmaya katlanamadığım için büzüşerek küle dönüşen kumaşı izlemeyi sürdürdüm. Sessizdim.

 

"Düşmanımız aynı kişi, değil mi?"

 

Onunla arama koyduğum mesafeyi kapattı, gözlerimin ucuyla kollarını arkasında birleştirdiğini, dudaklarını şakağıma yaklaştırdığını görebiliyordum.

 

"Ve o düşmanı öldürmeme çok az kaldı."

 

Aldığım keskin soluğu bastıramadım, tenimin ürpermesini de.

 

"Ölmesi senin için de cazip mi Nimfea?"

 

"Ölmesi gerekmiyor," diyebildim yalnızca.

 

"Dünya Yönetim Kurulu'nu yok etme fikrimize ne oldu?"

 

Bağırıyor olsa göğsümdeki tedirgin düğüm çözülür ve ona karşılık vermemi kolaylaştırırdı fakat o ölümcül sakinliği ile benimle alay ediyor, elimi kolumu bağlıyordu.

 

"Birilerini öldürmemiz gerekmiyor, kurul yok olduktan sonra cezalarını çekmeleri için bir adalet sistemi var."

 

"Nerede?"

 

Mesele bu değildi, biliyordum. Küle dönen elbiseden hıncını alamadığı için duvarlarımı kırıp beni onun öfkesini atabileceği bir canavara dönüştürmek istiyordu yalnızca.

 

"Ne yapmaya çalışıyorsun Kılıç?"

 

"Düşmanı yok etmek?"

 

"Hayır, şu an ne yapmaya çalışıyorsun? Senden o elbiseyi giydiğim için özür mü dilemeliyim?"

 

Başını kaldırırken aldığı solukla kabaran göğsü kolumun ön tarafına değdi. Ona bakmak için yüzümü çevirdim.

 

"Hayır," dedi bana sırtını dönerken. Şöminenin hemen karşısına geçip arkadan koca bir silüete dönüştüğünde "Dileseydin de seni bağışlamazdım," diye ekledi.

 

"Kılıç evli olduğumun farkındasın değil mi?" Sesimin yumuşaklığına rağmen Kılıç'ın hışımla dönüp beni susmam için uyarmasına engel olamamıştı.

 

"Hayır Kılıç, bunun gerçekten farkında olman gerek. Sandığın gibi sana ait değilim, yirmi yedi yaşındayım Kılıç... Bana dokunan, benim dokunduğum erkekler oldu ve olmaya da devam edecek çünkü sana bağlı değilim. Bir ilişkimiz yok."

 

Yanımdan geçip kapıya yürüdüğünde arkasından konuşmaya devam ettim.

 

"Önceleri arkadaştık evet fakat sonra benim için düşmana dönüştün."

 

Kapı boşluğunda duraksadı ve yavaşça ona yürüdüğümde ona varamayacağımı biliyordum.

 

"Şimdi ise aynı amaca sahip iki ayrı insanız o kadar."

 

Bana döndü, yüzüne gölge düşüren kızgın bir bulut tepesinde sallanıyordu.

 

"Hiçbir zaman 'o kadar' olmadı," dedi öfkeyle sarılmış boğazından boğuk çıkan sesiyle. "İnkar etmen gerçeği değiştirmez Nimfea. Bana nasıl baktığını görüyorum."

 

Üzerime yürürken elinde bileylenmiş bir hançer var gibiydi. Geri sekmemek için kendimi zorladım.

 

"Beni nasıl öptüğünü hatırlıyorum... Yalnızca amaçları aynı olan iki insan birbirini bu kadar istemez."

 

Beni öldürmekle tehdit ediyordu sanki, kısık ve pürüzlü sesi, üzerime bir gölge bırakan dağı andıran gövdesi ile etrafıma dikenli sarmaşıklar sarıyordu. Şimdi istesem de geri çekilemiyordum.

 

"Kabul et Karnelyam." Nefesi alnıma çarptı. "Beni sevdiğini, beni ne kadar istediğini... Kabul et."

 

Sinir sistemim fazla zorlanmıştı, ense kökümdeki sert ağrıyla gözlerimi yumdum.

 

"Ya da bana karşı çık." Fısıltı ortasına düştüğüm bir kapandı.

 

Arkamı dönerken kollarımı sıkıca gövdeme sarmıştım çünkü buna ihtiyacım vardı, çünkü bunu yapacak benim dışımda kimse yoktu.

 

"Birbirimizi rahat bırakalım."

 

"Bir kadınla sıcak bir kulubeye girebileceğim ve bana dokunmasına izin vereceğim... Beni rahat bıraktığında bundan rahatsız olmayacak mısın?"

 

Elim kolumun altında bir yumruğa dönüşse de Kılıç'a "Kadınlarla ne yaptığın beni ilgilendirmemeli, ve senin için de öyle olmalı," yanıtını sakince verebildim.

 

"İlgilendirmemeli ama yine de ilgilendiriyor değil mi? İddia ettiğin 'aşıklarım' yanıma yaklaştığında bile kanının damarlarında taşar gibi aktığını görmüyor muyum?"

 

"Bunların ne anlamı var?" diye sordum dürüstçe.

 

"İnkar edemiyor musun?" diye sordu sinsice. Ve ona döndüm.

 

"İnkar etmiyorum, hayır." Gözlerimi açtığımda Kılıç'ın çatılmış kaşlarıyla karşılaştım. Kabul etmemi beklemiyordu. "Seni istiyor olmam bu durumdan memnun olduğum anlamına gelmiyor Kılıç, sen de bunu anla olur mu?"

 

Anlam veremedim duruşundaki belirsizliğe. Nefret mi ediyor, tiksiniyor mu ya da acı mı çekiyor anlayamıyordum.

 

"Seni istiyor olabilirim ama seni sevmek istemiyorum Kılıç. O yüzden kabul et, ben senin değilim. Sevgilin, arkadaşın, yoldaşın... Biz yan yanayken hiçbir şeyiz."

 

"Kendini kandırmana bir süre daha izin vereceğim."

 

Ve bir rüzgar gibi esip gitti. Odada yalnızdım ancak gezegende yapayalnız kalmış kadar hissediyordum.

 

Güneş ışığı sönen şöminenin küllerini aydınlatana kadar kadife şömineli koltuğun kolçağına yaslanıp yalnız ve sessizce bekledim, düşündüm, itirafımın ağırlığı altında ezildim. Evdeki tıkırtılar artık uyanık olan tek kişi olmadığımı fark etmemi sağlayınca odama dönüp uzun bir duş aldım ve kapalı verandaya kurulan kahvaltı masasına inip yeni güne ayak uydurmaya çalıştım.

 

Camın arkasından görünen bahçede Kılıç'ın arabaya bindiğini görebiliyordum. Nereye gideceğini söylememişti, gideceğini de.

 

Başımı iki yana salladım onun yokken bile var olan ağır hükmedici dumanını dağıtmak için. Fincanda dumanı tüten çaydan bir yudum alırken bile adam aklımdaydı. Gazeteye uzandım. Beni gazeterden koruyan adam hala aklımdaydı ve lanet ediyordum ona. Beni ele geçirmiş bir canavardı sanki, tıpkı benim ona yaptığım gibi.

 

Fakat beni saran sis bir anda dağıldı çünkü DYK için ayrılan koca bir sayfada basının DYK'nin sözlerini çarpıttığını, Karnelyan Karma'nın başına gelenlerin büyük bir talihsizlik ve hata olduğunu söyleyen yazılar döşeliydi. Bir kez daha DYK benim hakkımda açıklama yapmayacağını, benim genel başkan Mizan Taban'ın yakın dostu olduğumu bu yüzden de DYK düşmanlarının bu durumu kullanarak adımı kötülemeye çalıştığını iddia ediyorlardı. BENİ AKLIYORLARDI! Ve bunun müsebbibinin bahsi geçen 'yakın dost' Mizan Taban olduğunu da biliyordum. Ama neden? Benden tam olarak ne istediğini bilmeyi çok istiyor fakat Kılıç'ın iddiasının doğru çıkmasından ölesiye korkuyordum.

 

"Evde geçmiş tarihlere dair bir gazete var mı?"

 

Sofraya sessizce reçel koyan kadına diktim bakışlarımı.

 

"Tam olarak hangi tarihler efendim?"

 

"Bir hafta öncesi, birkaç gün öncesi... Var mı?"

 

Kadın ellerini önünde birleştirdi düşünceyle masayı izlerken.

 

"Sizin için bakayım fakat yoksa satın aldırmamı ister misiniz? Kosta'da dergiler ve gazeteler satan bir dükkan var. Eski gazeteleri ucuza satıyor."

 

"İsterim. Eğer varsa son bir haftanın tüm gazetelerini isterim."

 

Kadın onayla içeri geçti ve ben kafamda bin türlü soruyla kaldım. DYK'nin benimle ilgili söylediği her şeyi yeniden okumam lazımdı. Basının çarpıttığını iddia etmelerine inanamıyordum. Basın ablamın katili olduğumu bilemezdi.

 

Sürgülü cam kapının sesini duyduğumda hizmetli kadının bir gazete bulmuş olabileceğini düşünüp hemen döndüm fakat karşımda beklemediğim, esasen görmek de istemediğim adam tüm şıklığı ile duruyordu.

 

"Günaydın," dedi Mizan gizemli gözlerini daha da kısan tebessümü ile.

 

"Günaydın."

 

"Rahatsız etmediğimi umuyorum."

 

"Rahatsız etmiyorsun," diyordum takındığım hoş bir gülüşle karşımdaki sandalyeye oturmasını izlerken. Ne planladığını çözecektim. Nazik derisinin altındaki yırtıcıyı görüyordum fakat ortaya çıkarmam zaman alacaktı.

 

"Neden burada olduğunu sorsam kabalık etmiş olur muyum?"

 

Başını iki yana salladı. "Sen bana yapmam gereken o şeyi söyleyene kadar seninle vakit geçirmek istediğimi söylemiştim."

 

Yalnızca dinledim, şüpheci görünmemeye çalışsam da gözlerim kısılmıştı.

 

"Bay Seryum'un işleri olduğunu duydum. O yokken seni gizlice işinden alıkoymayı planlıyorum," diye devam etti ciddiyetle. "Eğer yapman gereken acil bir şey varsa kendi sekreterime yönlendireceğim. Sorun yaşamayacaksın."

 

Teklif yoktu, yalnızca planını anlatıyordu. İkimiz de sessiz kaldığımızda elimin altında duran gazeteye indi bakışları ve bir süre orada oyalansa da bu konuda tek kelime etmedi.

 

🕑

 

"Düşmeyeceksin, bana güven."

 

Eyerde oturmuş bacaklarımla altımdaki atı sıkıştırırken gevşemezsem hayvanın beni üzerinden savuracağını bilerek daha da geriliyordum.

 

"Dizginleri personele bırak olur mu? O seni yönlendirecektir."

 

Elimden zorla bıraktım kayışı ve hemen eyerin köşesine tutundum sanki ben düşerken beni tutabilirmiş gibi. Neden böyle bir şey yaptığımızı bilmiyordum bile. Çevresi tahta çiftlerle çevrili geniş, açık arazide yanımda at süren Mizan her zamanki gibi görünüyordu. Ne fazla mutlu ne de mutsuz, yaptığı her şey öyle olması gerekiyormuş gibi doğal duruyordu onda.

 

"En son çocukken at binmiştim."

 

"Seryum'daki at çiftliklerinin kapatıldığını duymuştum." Atın yelesine değdi parmakları dalgınca. "Burada at ile ulaşım sağlayan pek çok kasaba var. Ülke bayrağındaki at sembolünü canlı tutmaya çalışıyoruz."

 

Ergenliğe bile girmemiş bir çocuk çitin dışında tırıs giden atıyla ağaçların arasına özgüvenle daldığında kendimden utanarak başımı çevirdim. Göz göze geldiğim Mizan bana ufak bir tebessümle bakıyorken "Doğarken size yüklenen bir özellik gibi görünüyor," dedim. Tebessümü büyürken önüne döndü.

 

"Hayır, okullarda zorunlu olarak öğretiliyor ama genelde çocuklar zorunlu olmasa da bu dersi istiyor."

 

"Güzel bir ülken var Mizan," dedim hüzünle. Seryum'u özlüyordum. Seryum'da insanların mutlu olduğu ve kaosun olmadığı günlerin sayısı parmakların sayısını geçmezdi ama ben bunların sayısının dünyadaki tüm parmakların yetemeyeceği kadar çok olmasını istiyordum.

 

"Seryum'a daha önce ayak basmadım ama oranın da çok güzel olduğunu biliyorum." Ciddi bakıyordu, samimiydi. Ve benden de samimi bir tebessüm kazanmıştı. Çitlerin etrafından ikinci kez dönüyorduk, doğal bir şekilde sessizdik. Sessizken aklında planlar döndüğüne inansam da samimi suskunluğu beni tedirgin etmiyordu.

 

"Bu sabah gazete okudum," diye konuştum birden fakat Mizan bana kısılmış gözleriyle baktığında daha net bir cümle kurmadığım için aptal gibi hissettim. "DYK'nin benim için söylediklerini."

 

Dümdüz önüne bakarken mimikleri kıpırdamadı bile. "Umarım hoş şeyler söylemişlerdir."

 

"Hayır," dedim tepkisini çekmek için. Başı ağırca bana döndüğünde onu daha rahat izleyebiliyordum.

 

"Yakın dost olduğumuzu söylemişler. Oysa biz tanışalı birkaç gün oldu."

 

"Bununla ilgilenmem gerekiyor mu?" Açık uçlu bir soru ve okyanus kadar gizemli bakışlar bana hiç ışık yakmıyordu.

 

"Bununla bir ilgin var mı?" diye sordum doğrudan.

 

"Olsaydı senin için sorun olur muydu?"

 

"Birbirimizden cevap alabilecek miyiz?"

 

"Önce sen yanıtlamak ister misin?"

 

İstemesem de gülümsedim. "Hayır, bununla bir ilgin olması benim için sorun değil."

 

"O zaman üyelerin daha gerçekçi bir röportaj vermesini istemiş olabilirim."

 

"Fakat yakın dost değiliz." Aslında sesim soru sorar gibiydi ve o kafamın içindeki kaotik dünyayı görür gibi derin bakışlarla gözlerime bakarken aynı derecede derin sesiyle "Hayır, Karnelyan değiliz," diye yanıtlıyordu beni. Ve arkasında gerçek bir cümlenin gelmesi gerekirken ikimiz de sessiz kaldık.

 

Atların toprağa çarpan nallarının tok sesini Mizan'a seslenen bir adam bozdu. Mizan'la dönüp baktığımızda onu acilen çağıran şoförü ile karşılaştık. Çitin dışında onu bekliyordu.

 

"Hemen dönerim," dedi atı mahmuzlamadan önce. Hızla uzaklaşan sırtı binici kıyafetleri altında geniş fakat zarif, tehlikeli fakat güven verici görünüyordu. Kapının önünde atını ustaca durdurduktan sonra güçlü bir şekilde yere atlamış ve şoförünün yanına gitmişti.

 

"Biraz hızlanamaz mıyız?"

 

Personel başını kaldırıp bana baktı sessizce fakat dediğimi yaptı. Daha hızlıydık şimdi ve eğer atı sürmeyi becerebilseydim kesinlikle daha da hızlanması için uğraşırdım. Köşkün arkasındaki geniş arazideydik, kocaman ağaçların dalları arasında gizleniyordu Rastaban Köşkü. Kılıç'ın burada olduğumu bilmiyor oluşu ya da eve döndüğünde Mizan'la olduğumu öğreneceği gerçeği huzursuz ediciydi. Ancak Kılıç benim hiçbir şeyim değildi ve olmayacaktı da. Onu bu kadar umursamak küçük düşürücüydü.

 

"İnmek istiyorum," dediğimde personel bir eliyle ayağımı sıkı sıkı tutmuştu hemen, öteki elini tutunmam için uzattığında onu reddettim. Sol ayağıma yüklenip sağ ayağımı arkaya ittim, inerken nereye tutunacağıma karar verene dek eyerin deri köşesine tutundum fakat huzursuzlanan at hareket ettiğinde ben inmeye ya da geri oturmaya vakit bulamadan kendimi acı içinde yerde buldum. Personelin gözlerini kapatan kıvırcık saçları göz hizama girdiğinde sırt üstü olduğumu ve hala yaşıyor olduğumu anlayarak rahatladım evet fakat genç adam beni kaldırmak yerine yanıma diz çöküp ayak bileğimi kavradığında yumuşak dokunuşu bir çekice dönüşüp kemiğimi kırmayı amaçlıyor gibi hissettirdi.

 

"İyi misiniz? Lütfen iyi olduğunuzu söyleyin."

 

Genç adam on yaş küçülmüş gibi kızarmış panik yüzüyle benden tepki beklerken "Kılıç beni öldürecek," diyebildim. "Ama iyiyim, endişelenme." Acım o anda şekil değiştirmişti, bu yüzden de ayağa kalkıp gerekirse koşarak eve gitmeyi hedefliyordum.

 

Tahta kapının hışımla açıldığını, öfke ile itildiği için sarsılarak bağlı olduğu çiftleri titrettiğini duydum ve saniyeler içinde Mizan Taban'ın yakışıklı, endişeli yüzü öfkeyle buluşup tepemde belirdi.

 

"Nasıl becerdin bunu?" diye hırlarken kara gözlerinin ak kısımları bile siyah bir mürekkebe batırılmış gibiydi ve personel, hatası olmamasına rağmen Mizan'ın öfkesine karşı koyamayarak özürler diliyordu.

 

"Onun bir suçu yok. Benim hatamdı."

 

"Seni ona emanet etmiştim," derken dizini toprağa bastırıp elimi kavradı. "Onun hatası."

 

Doğrulduğumda yüzümü öyle dikkatle inceledi ki yüzümde hiçbir şey olmadığını bilmeme rağmen bir iz açılmış olabileceğini sandım.

 

"Yalnızca bileğin mi?"

 

"Evet ve kesinlikle benim hatamdı. Yardımını reddettim çünkü bir saattir sırtında olduğum attan inmenin zor olmayacağını sandım."

 

Bana biraz daha yaklaşıp kolunu sırtıma sardı, ne yapmaya çalıştığını fark ettiğimde kendimi yalnız yerden destek alarak ayağa kalkmaya zorladım. Beni kollarının arasına alması Kılıç'a ve kendime ihanet etmişim gibi hissettirecekti, bunu yapamazdım. Yine de kolu ile belimden destek olduğunda rahatsız olsam da karşı koyamadım çünkü sağ ayağımın üstüne basamıyordum.

 

 

"Bunun senin için eğlenceli bir aktivite olması gerekiyordu," diye homurdandığında oturduğum koltuktan onun odanın içinde sıkıntı ile attığı voltaları baş dönmesi ile izliyordum.

 

"Eğlenceli ve eğiticiydi. Bir daha kendi başıma attan inmeyeceğim konusunda iyi bir ders aldım." Çarpık bir şekilde sırıtsam da Mizan yalnız bir an durmuş bana bakmış ve başını iki yana sallayıp ağırlaştırılmış hareketlerle volta atmaya dönmüştü.

 

"Bir daha seni bir atın yanına yaklaştıracağımı sanmıyorum. Beni ve DYK'yi affetmen için uğraşıyordum, seni sakatlamak planlarımı baltaladı."

 

Samimi itirafı yüzünden kendimi tutamadım, genzimde titreyip etrafa dökülen kahkaham Mizan'ın gergin dört dönüşüne son verdi.

 

Gizemli, parlak gözleri ile bana yaklaştığında dikkatinden kaçmak için bileğimi sargılayan hekime döndüm.

 

"Endişelenme, bileğimi burkmaktan daha kötülerini de yaşadım."

 

Onları savunmak ve korumak için Kılıç'ın kuyusunu kazacak kadar ileri gittiğim Seryumlular tarafından iki kez taşlandığımı düşünüyordum bunu söylerken fakat Mizan'ın kararan yüzü ve ışıltısı sönen gözlerine bakılırsa o DYK'nin beni alıkoyduğu olayı düşünüyordu. Aslında affedilmek konusunda kararlıysa işi gerçekten zordu.

 

"Hepsi için üzgünüm. Bir daha yaşamayacağın konusunda bana inanmanı isterdim fakat sargılı bir bilekle karşımda otururken bana güveneceğinden şüpheliyim." Sözleri ne kadar samimi, sıcak olursa olsun sesi hep keskin bir buz gibiydi, içinde sıcaklık yoktu. Samimiyetsiz diyemezdim ancak sanki ruhu ölü bir bedene sahip gibiydi, nadiren ruhu varmış gibi rol yapıyor, genelde rol yapmadığında gözlerindeki gizem parıltısı dışında dümdüz görünüyordu.

 

"Birkaç gün üzerine basmamaya özen gösterin," diyerek doğrulan adam Mizan ve benim aramdaki kasvetli, güvensiz havayı dağıttı. "Ciddi bir şey değil, kasların zedelenmiş o kadar."

 

"Teşekkür ederim, dikkat edeceğim."

 

Mizan ile el sıkıştıklarında onu yolcu etmek için odadan çıkmıştı ve ben de bir an önce çıkıp gitmek istiyordum. Eğer şanslıysam eve döndüğümde Kılıç orada olmazdı ya da merhamet edip bana çok öfkelenmezdi. Bilmiyordum işte. Onun yanında olmak değilse de onunla aynı çatı altında olmak istiyordum, bir anlaşmamız vardı hem.

 

"Senin için bir oda hazırlatacağım. Akşam yemeğine kadar dinlediğinden emin olmalıyım."

 

"Hayır, hayır, hayır." Öyle hızlı karşı çıktım ki kaşları çatıldı. Kolçağa tutunup ayağa kalkarken kabalık ettiğimin tamamen farkındaydım fakat ışınlanmak için ayağımı feda etmem gerekse tam şu an eder ve Kılıç neredeyse oraya giderdim.

 

"Gitmem lazım. Bay Seryum'un bu kadar uzun süre ortalarda olmamamdan hoşlanacağını sanmıyorum."

 

"Bay Seryum'un zalim bir adam olmadığına inanıyorum. Bu haldeyken burada kalman senin için daha iyi olacaktır ve kendisi bunu anlar."

 

Anlamazdı. Delirirdi. Fakat gitmezsem ben de delirirdim, uyuyamazdım.

 

"Kalmayı çok isterdim ama kalamam, sorun Kılıç değil."

 

Sekerek yürümeye başladım, sesim ne kadar aciz çıksa da görüntümle kıyaslanamazdı. Mizan karşı çıkmak istese de kabul etmiş görünerek yalnız iki adımla yanıma gelip kolunu sırtıma sardı.

 

"Seni zorlamak istemiyorum Karnelyan. Ama izin ver en azından arabaya kadar seni taşıyayım."

 

"İyiyim ben, yürüyebiliyorum baksana." Adama öyle sıkı tutunmasaydım yürüyemezdim aslında ve Mizan da beni şüpheyle incelerken bunun farkında gibiydi. Kafamın içini görürce bakan gözlerinden gözlerimi kaçırdım. Düşüncelerimi benden önce görüyor, aklımı okuyor ve zihnimin izbelerinde üstü tozlanmış örtüleri kaldırıp altına bakıyordu sanki. Rahatsız edici adam...

Arabaya bindiğimde sağlam bacağımı gerginlikle sallayıp durdum. Evden çıkalı en fazla iki saat olmuş olmalıydı. Güneş tüm görkemi ile göğe asılıydı, vakit henüz erkendi ve Kılıç'ın eve dönmemiş olma ihtimali vardı.

 

"Yakın dost olmamamızı babanın DYK'ye karşı mesafeli duruşuna bağlıyorum," diye mırıldandı bir anda limuzinde karşı koltukta otururken.

 

"Babamı bir şeyler konusunda suçlayanlar kervanına hoş geldin Mizan. İçini dök, seni dinleriz."

 

Alınıp alınmadığımı anlamak için tüm dikkatiyle üzerime yoğunlaşsa da dudağının köşesi kıvrılana kadar ona gülümseyerek bakmaya devam ettim.

 

"DYK'nin her davetini reddetti. Toplantılar, aile davetleri, açık hava partileri... Pek çok yöneticinin ailesi ile tanışma fırsatım oldu ama Seryum değişen rejimden sonra sır perdesiyle çeperlenmişti. Sanırım adını duyup yüzünü görememek bizi daha da meraklandırıyordu."

 

"Babam basınla da pek iyi anlaşamadığı için pek boy göstermezdik, evet."

 

Düz bir ifade ile yüzüme baktığında ilgisizlikten olmadığını biliyordum, söylemek konusunda karasız olduğu bir şey vardı.

 

"Babanı özlüyor musun?"

 

Gözlerimi kaçırmazsam onun kapalı kafasının içinde sıkışarak ölecekmiş gibi gerildim. Camın dışında Kılıç ile yaşadığımız evin çakıllı yolunu tırmandığımızı gördüm.

 

"Özlüyorum, evet."

 

Cevabımın doğurduğu etki her ne ise görmekten kaçındım, gözlerimi arabanın dışında tutmaya devam ediyordum.

 

"Belki onu bulmamı istersin."

 

Dünya yavaşlamış gibi akan yolda tek bir noktayı görür oldum bir an. Babamın kaybolduğu delikten çıkarıldığını görmek isterdim belki fakat sonrasında başına geleceklerden hoşlanmayacağımı biliyordum.

 

"Bunu isteyeceğimi sanmıyorum."

 

"Güzel. Çünkü onu bulursam ülkesine dönüp işinin başına geçmesine izin vermeyeceğim."

 

Sesi yeniden ürkütücü derecede derindi. Ona dönmemi sağlayacak kadar.

 

"Ama isteseydim," derken boğazım kuruydu. Yutkundum ve dudaklarımı ıslatıp kendime süre tanıdım. "DYK'yi affetmemin koşulu bu olsaydı bunu yapar mıydın?"

 

Aldığı derin soluk ufak alanda ikimizi kapana kıstırdı. Gözlerine, ifadelerine kafasının içindeki dünyaya dair tek bir iz bile yansımıyordu.

 

"İstediğin bu mu?"

 

Başımı iki yana salladım ama sorumun yanıtını hala merak ediyordum.

 

"Kılıç Kül Seryum gibi bir düşman edinmek pahasına olsa da isteğin bu olsaydı yapardım."

 

İşte benim için DYK'nin gerçek yüzünü gösteren cevap buydu, hayır... İki yüzlülüğünü gösteren cevaptı bu. Dünya Yönetim Kurulu dünyadaki yönetimi kolayca değiştirebilirdi ve doğru taraftakiler doğrudan onların düşmanı olurdu.

 

Konuşmak istemedim, ağzımı açsaydım hoş sözler çıkmayacaktı fakat yine de buna gerek kalmamasına neden olan kargaşayı dilediğim anlamına gelmiyordu.

 

Araçın tekerlekleri çakıllara sürtünerek ürkütücü bir feryat kopardığında savrularak durmuştuk. Mizan bir saniye bile düşünmeden belinde olduğunu görmediğim silahına tutunup kendini dışarı atarken "İçeride kal," diye uyarıyordu ürkütücü sesiyle.

 

"Nerede?" diyen tanıdık seste kemiklerimi etimden ayırmakla tehdit eden ölümcül bir ton vardı. Başım dertteydi, kesinlikle Mizan'ın da.

 

Hızla araçtan dışarı çıktığımda Kılıç'ın içinde olduğumuz limuzinin önünü keserek çarpık şekilde durduğu siyah sedanını gördüm ve yeri titreten adımlarla Mizan'a doğru yürüdüğünü.

 

Gözlerimiz buluştuğunda yalnız bir an yumuşadı ifadesi, ben Mizan'ın önüne siper olmak niyetiyle ileri atıldığımda bileğimdeki lanet acı tıslamama ve durmama neden olduğunda Güneş kadar parlak olan adam gök düşmüş ve gezegen karanlığa bürünmüş gibi gölgelendi.

 

Engel olamadan hatta anlayamadan Mizan'ın suratında patlayan yumruğun iç sızlatan sesini duyduğumda attığım çığlık kulağıma çok yabancı geldi.

 

Mizan'ın zarif fakat güçlü gövdesi çarptığı arabadan ayrıldı, yakasına yapışan Kılıç'ın ellerini kavradığında ikisi arasında bir güç savaşına dönen anları korkuyla izliyordum. Kılıç alev alev yanarken Mizan binlerce yıl erimemiş olan kuru bir buz gibiydi, yüzünde öfkenin zerresi yoktu.

 

"Ne yaptın?"

 

"Düştüm Kılıç. Kimse bir şey yapmadı."

 

Beni duyduğundan şüpheliydim fakat Mizan'ın zorla indirdiği eli yeniden adamın boğazına saplandığında "Madem koruyamayacaktın neden onu benden aldın?" diye hırlıyordu. Mizan'ın şoförü ikisinin arasına girmeye çalıştığında Mizan gözlerini Kılıç'ınkilerden ayırmadan şoförünü iterek uzaklaştırdı.

 

"Senden daha iyi koruyabileceğimi biliyorsun," derken bilmediğim bir dilde konuşuyor gibiydiler.

 

"Korunmaya ihtiyacım yok ve ikiniz hemen ayrılın."

 

Mizan bana bakmasa da dudakları kıvrılmıştı. Şaka mı yapmıştım yani?

 

"Onu eve hapsederek daha iyi koruyacağını mı sanıyorsun?" Kışkırtıcı sesi Kılıç'ın elinin kasılmasına, boğazındaki baskıyı artırmasına neden olmuştu fakat Mizan farkında değil gibiydi. Zorlukla ilerleyip Kılıç'a tutundum.

 

"Kılıç, bana zarar vermedi. Yalnızca düştüm. Lütfen bırak."

 

Öyle salt bir nefretle bakıyordu ki Mizan'ı şimdi öldürüp öldürmeyeceğine değer mi karar veremiyor gibiydi.

 

"Kızı korkutuyorsun," dedi Mizan sertçe. Kılıç onu arkasındaki arabaya vursa da elini boğazından çekmedi ve Mizan sonunda onu geri savurduğunda Kılıç birkaç adım geri yalpaladı. Aralarında bir mıknatıs varmış gibi tekrar ona çekildiğinde hemen araya girdim. Kılıç gözlerini bana indirdiğinde yüzümde çektiğim acı gizlenemez şekilde izini bırakmıştı.

 

"Lütfen gidelim."

 

Ve ikinci kez söylememe gerek kalmadan ayaklarımı yerden kesip beni kollarına aldığında Mizan'ın karşısında bu duruma düştüğüm için karşı koydum.

 

"Yürüyebilirim, indir beni."

 

Duymazdan gelip öfkeden titreyen gövdesine rağmen sağlam adımlarla yokuşu tırmanmayı sürdürdü.

 

"Kılıç indir beni."

 

"Ellerim seni tutmazsa onun boğazına yapışır, şu an onu öldürmemek için sana tutunuyorum," dedi yürüdüğü yolu izleyerek. Onu itmek için omzuna tutunan elimi yavaşça boynuna sardım ve kasılan bedenim kollarında gevşedi. Omzunun üstünden koluyla limuzinin tepesine yaslanarak bizi izleyen Mizan'a baktım. Dudağının köşesi sinsi bir gülüşle oyulmuş olsa da nefretle değil tebessümle bakıyor olması beni rahatlatıyordu, onun kolay öfkelenmeyen sağlam yapısını sanırım seviyordum ve ona gerçek bir gülüşle el salladığımda bana aynı şekilde gerçek gülüşüyle karşılık verdi.

 

"Hoşçakal," diye seslendim. Bir süre bizi izlemeyi sürdürdü. Şoförü Kılıç'ın yolun ortasındaki aracını kenara çekerken Mizan kapısını açtı ve içeride kaybolmadan önce "Sonra görüşürüz Karnelyan," dedi.

 

 

 

 

 

Loading...
0%