@almelia
|
Bir felaketten sonra her şeyin iyiye gitmesi beklenirdi. Yaşamaya devam etmek için öyle olması da gerekirdi zaten fakat öğrendiğim çok sert bir gerçek vardı ki iyi günler için yaşamaktan ibaretti hayat, iyi günler yaşamak için değil.
Kılıç beni doğrudan odama götürüp yatağa bırakırken "Anlaşmayı ihlal ettiğin için süreyi uzatabilirim, biliyorsun değil mi?" diye sormuştu insandan çok vahşi bir hayvanı andıran sesiyle. Ve itiraf etmesem de bunu sandığından, sandığımdan daha çok istediğim için bunu yapmasını dilemiştim. Ekim bitmek üzereydi. Yirmi bir kasım tarihinde anlaşma da bitecekti.
Sıkıntıyla iç çektim.
"Endişelenme, bu kez kontrol bende olacak," diyen Mizan Taban samimiyet kurmamız yolunda çuvallayıp durmaktan başka bir şey yapmıyor, beni Kılıç'ın gözlerini andıran nehirde tekne ile gezdirmenin iyi olacağını sanıyordu.
"Yapamam. Suyla aram pek iyi değildir," dedim istemeye istemeye. Bunu birine itiraf etmekten hoşlanmıyordum.
Tekne tahta iskeleye bağlı şekilde bizim için beşik gibi sallanıyordu ve suya bakmamak için tekneye baktığımı gören Mizan "Düşmene izin vermeyeceğim," dedi kısık fakat kararlı bir sesle.
"Yapamam."
Daha fazla konuşmak istemedim ve sırtımı dönüp iskelede yürümeye başladım.
"Bana güven," dedi düz bir tonda fakat rüzgar sesini kulaklarıma daha yoğun haliyle taşıdı. Ona döndüm ve rol yapmaktan ne kadar bunaldığımı fark ettim.
"Aslında sana güvenemem Mizan ve güvenebileceğimi de sanmıyorum. Bir grup üye beni aylarca parmağında oynatıp avucunun içine çekerken bunlardan habersiz olduğuna inanmıyorum. Yeniden oyun oynamak istemiyorum," derken ona doğru bir adım attım fakat bileğimdeki zayıflık beni anında durdurdu. Sesimin yankılarını duydukça ne kadar vahim durumda olduğumu daha iyi anlıyordum. "O yüzden bana ne yapmayı planladığını söyle. Ne istiyorsun, tüm bunlar niye?"
Sanırım o da rol yapmayı bırakmıştı, bir ruhu varmış gibi davranmıyordu. Yüzüme dümdüz bakıyor, sesimi tepkisizce dinliyordu. Kuşlar cıvıldaşmayı kesti, akan su sessizleşti, hepimiz bir cevap bekledik. Başını eğerken yüzü donuktu fakat yeniden kaldırdığında Kılıç'ın yüzüne indirdiği yumruğunun izi daha belirgin görünüyordu. Gözlerini ağır ağır arkamda bir yere dikti.
"Haberim yoktu ve yaptığım tek şey senin için bunu telafi etmek değil. Asıl amacım böyle bir şeyden aylarca haberdar olamayacak kadar zayıf oluşumu telafi etmek."
Gözleri gözlerime döndüğünde aynı yavaşlıkla adımları da bana doğru akıyordu.
"Sınavım büyük Karnelyan ve başarısızlığım da o kadar büyük."
Sonunda önümde durduğunda koyu gözler gölgelenmişti, huzursuz, memnuniyetsiz ve zayıflıktan tiksinir haldeydi. Aslında anlayabiliyordum, yine de tümüyle inanmadım.
"Yine de beni böyle gezilere çıkarmak yerine yapacak daha önemli işlerin olduğuna eminim." Etrafımda yarım tur dönerken nehirden gözlerimi kaçırıyordum, bileğim haddinden fazla sızladığı için daha fazla hareket edemedim. "Kocaman bir ülke yönetiyorsun Mizan. Ve kahrolası DYK'yi. Dünyadaki her şey senin sorumluluğunda."
"O yüzden bu kadar uğraşıyorum zaten. Bir avuç üyemi koordine edememişken, onların kırdığını toplayamadıkça ülkem ya da dünya adına iyi bir karar verebileceğime inanmıyorum. Bunu düzeltmem lazım."
Sesinin derinliğinde pürüzler oluştu ve gerçekten samimi olduğunu anlamamda gözlerimin içine bir cammışım da o her şeyi kolayca görüyormuş gibi bakması da etkili olmuştu.
"Ve bu benden mi geçiyor?"
Yine çarpık fakat gözlerine neşe katmayan gülüşü ile baktı bana. Gözlerimin canlı kanlı görebildiği en yakışıklı adamlardan biriydi ve ruhsuz bir heykel gibi dikilirken bile cazibesinden tek bir şey bile kaybetmiyordu.
"Kesinikle öyle."
"Ama bu nehirden geçmiyor emin ol," dedim ve boğuk, kısa bir kahkaha ile daha iyi planlar yapabileceğinden bahsetmeye başladı.
Sözlerine inanmış gibi yapacaktım, evet fakat bakışlarında gizlemediği ama yine de bana gizemli gelen parıltı yüzünden benimle ilgili bir planı olduğunu anlayabiliyordum. Hiçbir zaman çirkin olduğumu düşünmedim, her kadın gibi birkaç göze hitap ederdim en azından kendiminkine ediyordum fakat Mizan Taban gibi adamların ilk bakışta gözlerini parıldatacak kadar olmadığımı da biliyordum. Birkaç gün içinde tenimin altını görür gibi derin bakan, ara ara gözleri üzerimde dalıp kalan Mizan her ne planlıyorsa beni huzursuz edemiyordu. Çünkü aklımın bir köşesinde ne kadar çekersem çekeyim huzursuzluk kıyılarına kayan isim Kılıç'a aitti. Beni desteklemiyor, öfkesi ikimize de zarar verirken beni bir aptal gibi hissettirdiğinin farkına bile varamıyordu.
"Mahkemeye hala iki hafta olduğu için hala telafi etmek için vaktim olduğunu düşünüyorum. İlk iki etkinlikte bu kadar kötü iş çıkarmışken umudumun azalmadığını söyleyemem tabii."
Donuk yüzü, donuk sesi havanın soğuğuyla iyice keskinleşmişti fakat bir şey vardı ki göğsümde bir kesik açmıştı sanki.
"Hangi mahkeme?"
Başını bana çevirdiğinde kaşları anlam arayarak çatıldı.
"Ülke başkanlarının DYK'ye karşı açtığı dava."
Gözleri kısıldığında yüzümdeki tahribata uğramış ifadeden kurtulmaya çalıştım.
"Nasıl bir sekreter patronunun iki hafta sonra çıkacağı mahkemeyi bilmez?"
Gülümsemeye çalışmadı, şüpheci bakışlar içimi deşti. Omuz silkip gülerken umursamıyor gibi yansıttığımdan emin oldum.
"İşini savsaklayarak patronundan gizli nehre gelen bir sekreter sanırım." Ve güldüm. Gerçekten güldüm. Buraya yalnızca yönetici ile konuşmak için geldiğini sanacak kadar aptal olmama, hala buradan çekip gitmemesini daha önce sorgulamamama.
Limuzin evin önünde durana kadar Mizan'la normal şekilde konuşabilmiş, şaka olmayan fakat onun donuk ağzından dökülünce garip kaçan birkaç şeye gülmüştüm bile. Belki de Kılıç'la anlaşmanın bir an önce bitmesi daha iyiydi. Buradan çekip gider ve kendime gerçek bir hayat kurardım.
Kapıyı çalmak için elini kaldıran Mizan'ın eli boşta kaldı, kapıyı hışımla açan Kılıç'ın devasa varlığı karşımızda belirdiğinde yine ürken yalnız ben olmuştum. Mizan'sa daha ağırlaşmış, gözleri bir ölü kadar donuklaşmış ve sinsi tebessümü ile ellerini cebine itmişti.
Kılıç onun bakışlarına meydan okumayı kesip kararmış gözlerini bana diktiğinde kıpırdandım.
"Tek parça halinde getirdiğime göre bugün senden bir yumruk kapamayacağım sanırım."
Tam iki saniye evvel Mizan'ı içeri davet edip çay ikram etmeyi planlıyordum fakat bir anda kavgaya tutuşmak için gerekli olan ateş yakılmıştı. Kılıç bir insan değil de iç güdüleri ile yaşayan akılsız bir hayvan gibi hırlarken "Hoşçakal," diye seslendim Mizan'a ve Kılıç'ı itip yanından zorlukla geçtim.
Mizan'ın yüzüne kapıyı sertçe kapattığını duyduğumda üç basamak ancak çıkabilmiştim hasarlı bir bilekle.
"Amacın ne?"
Arkamı dönmek için tırabzana daha sıkı tutundum. Kılıç alt basamağın dibinde dikilip beni izliyordu. Artık ifadesini çözmeye çalışmakla uğraşmıyordum, umurumda değildi.
"Ne yapacaksın? DYK'yi yok etme planlarımız çakışmasın diye takvimini mi düzenleyeceksin?"
"Dünya Yönetim Kurulu başkanı hala nefes alabiliyordu son gördüğümde. Yok edici planın başkanın her davetine katılmak mı?"
Sanırım Kılıç'tan nefret ediyordum ve yemin ederim ondan daha önce nefret etmemiştim. Ona dair her şeyden evet fakat ondan asla...
"DYK'ye dava açtığına göre senin planın gayet işe yarıyor, ben yalnızca vakit gelene kadar keyfime bakıyorum." Eğer sözler dilimden çıkarken üzerine su dökülseydi o an buza dönüşür ve birer birer yere çarpıp Kılıç'ın ayaklarının ucuna sürüklenirlerdi. Yüzüme öfke ile bakmayı sürdürürken bunu pek önemseyeceğini sanmıyordum.
"Bana neden söylemedin?"
Sesimin cılızlığı az öncekinin aksine Kılıç'a tesir etmişti. Kaşları çatıktı fakat gözlerinde alevlerin külü kalmıştı.
"Gizli değildi Nimfea. Gazetelerde bildirildi."
"Bir zamanlar gazete okumam yasaktı Kılıç. Bana söylemediğin hiçbir şeyi başka bir yerden görmek ya da birinden duymak daha iyi hissettirmiyor. Ve eğer geçmiş gazeteleri bulup okuyabileceğimi sanıyorsan da hemen söyleyeyim, dün son bir haftanın tüm gazetelerinin toplatıldığını öğrendim. DYK'nin benimle ilgili paylaştığı yazıların her biri yok oldu. DYK'yi yok etme konusunda çok ilerlememiş olabilirim ama kendimi yok olmanın kıyısından çevirdiğim için belki biraz mutlu olabilirsin."
Başı yana eğilmişti, onunla hiçbir şey değildik evet fakat bu kadar uzak olduğumuz hiç olmamıştı.
"Kurtarıcın Mizan Taban mı?"
"Bir kurtarıcı fikrinden ne kadar nefret ettiğimi biliyorsun," diyebildim boğazım düğümlenirken. "Yanımda olacağını söylemiştin." Belki de fısıltımı duymamıştı ama ben kafamın içinde binlerce kez dönen cümleyi duymamayı dileyecek haldeydim.
"Yanında olmam için ben evden çıkar çıkmaz o adam seni her nereye istiyorsa oraya sürüklemesine izin vermemen gerekiyor."
"Yanında olmam için bir anlaşmadan daha fazlası gerekiyor. Çünkü bu şartlarda yalnız sen İstediğin sürece yanında olabilirim ve sen belli ki bunu istemiyorsun."
Bu kıskanç öfkeye rağmen hastalığından kurtuluyor olmalıydı. Dünya üzerindeki tek karnelyan düşkünlüğü de giderek azalıyordu.
🕑
Mizan'ın neredeyse her akşam düzenlediği davetler sandığım kadar kötü geçmiyordu ve doğru düzgün yürüyemeyip bir koltukta oturmak zorundayken bile. Kılıç'ın evin içinde bir yerden bir yere varması bile saatlerini alıyordu çünkü çevresinde sinek gibi üşüşmüş bir kalabalık onu ilgi yağmuruna tutuyordu. İlgiyi sevip sevmediğini bilecek kadar tanımıyordum onu fakat mektup arkadaşım bana "Sahnede olmaktansa, perde arkasından oyunu yönetmeyi tercih ederim," demişti yıllar önce bir mektubunda. Taş rengi kazak ve aynı renk poplin kumaş bir pantolonla gövdesi çıplak bir davut heykeli gibi heybetliydi. Nazik kral sahnenin arkasında kalamayacak kadar güzeldi. Bir kadın bal rengi saçını omzundan savurarak Kılıç'ın koluna dokundu, odağını kendisine çekmeye çalışıyordu her ne söyleyecekse duysun diye.
"Yara izleri olan erkekler savaş yaralarını gururla taşıyan şövalyeler gibi ilgi çekiyor."
Mizan'ın düz sesi başımın üzerinden geldi. Kollarını koltukta iki yanıma koymuş Kılıç'a bakıyorken ben fırtınasız yüzünde minik bir yaprak kıpırtısı için onu izledim.
"Senin evinde senden daha fazla talep gördüğü için huysuz musun?"
Gözleri benimkilere indiğinde ciddi olup olmadığımı anlayana dek bekledi. Bense serbest bir gülüşle onun beni izlemesine izin verdim. Koltuğun arkasından çıkıp aramıza bir karşılık mesafe koydu oturmadan önce.
"İlgi çekmek için izlere ihtiyacım yok," dedi huysuzca. Ben de bunu iddia etmemiştim zaten. "Sürekli birini yumruklayacak gibi görünüyor."
Kıkırtımı bastıramadım. Dünyanın en soğuk mizaçlı, mimiksiz adamının tonlamasız düz sesinden duyduğum yargılayıcı sözler komikti.
"Sen insanlar henüz sana yaklaşmadan onları bakışlarınla olduğun yerde buza çevirecek gibi bakıyorsun."
"İstediğimde çok sıcak olabilirim," dedi buz gibi bir sesle. "Onun hakkında ne düşünüyorsun?"
Bu hızlı geçiş beklenmedikti. Sanki Kılıç'a bakarsam yüzünde onun hakkında ne düşündüğümü bulabilirmişçesine her şekilde ona döndüm.
Bal gibi sırtından akan saçlarıyla kadın ondan santimlerce kısa da olsa yüzüne çok yakın duruyordu. Mideme bir gök taşı çarptı sanki. Aynı kadın gülerken elini salladı ve muhtemelen Kılıç'ın cazibesine kapıldığı için elinde unuttuğu kanımsı içkisi Kılıç'ın kazağının örgüleri arasına sızdı. Etrafta telaşlı nidalar koptu, kadın bardağı bırakıp iki eliyle de kazağın üzerindeki lekeyi silmeye çalışırken Kılıç kadının bileklerini nazikçe yakaladı. Her ne söylediyse kadının panik hali değişti, uysal, narin ve başını daima onayla sallayan itaatkar birine dönüştü. Midemdeki taş çakıldığı yerde kilometrelerce sürüklendi ve sonunda durduğunda gözlerimi güzel kadına gülümseyen Kılıç'ın dudaklarından ayırdım.
"Sik kafalı olduğunu düşünüyorum," dedim tüm bu kaos yaşanırken beni izleyen Mizan'a. Gözleri şaşkınlık ve keyifle parlarken dudakları kıvrıldı.
"Birle on arasında ne kadar sik kafalı? Konuklarımı ondan uzak tutmam gerekiyor mu, anlamaya çalışıyorum."
Yeniden dönüp ona baktığımda sağlam adımlarını bana doğru yürürken buldum. Onu bana gelirken görmek içimde kırılmaz bir huzur telini titretti ve titreşim kaburgalarıma yayıldı mayhoş bir biçimde.
"Yedi," yanıtını verdim. Eğer bir dakika önceki halini yeniden görecek olsaydım on olurdu.
"Konuklarımla ilgilenmeme gerek var mı?"
"Hayır." Yüzümü buruşturdum gülüşümü gizlemek için. "Onlara karşı nazik."
"Gitme vakti," diye tepeme dikildi uyku vaktini hatırlatan diktatör ruhlu bir baba gibi.
"Onu ben bırakırım. Üstünü pislettiğin için burayı seninle terk etmek zorunda değil."
Çenesi öyle gerildi ki dişlerinin gıcırtısını kalabalığın uğultusuna rağmen duydum. Ellerimle dizlerimden destek alıp ayağa kalkarken "Berbat etkinliklerin için eve gidip iyice dinlenmem gerek," diye takılıyordum Mizan'a. Kılıç dikkatle beni izlerken Mizan gözlerini Kılıç'tan söker gibi ayırıp bana döndü. Kılıç'ın uzattığı yardım elini tuttum, onca insanın arasından topallayarak çıkarken desteğe ihtiyacım olacaktı.
"Bu söylediğin birle on arasında sekiz eder."
Bu duvar tipli herifin söylediği her ironik söz beni kıkırdattığı için kendimi tokatlayacaktım fakat şimdi sadece kahkahaya dönüşmemesi için kendimi tutmaya çalışıyordum.
"Senin etkinliklerini hesaba katarsak iki bile etmez."
Kılıç'ın tehditkar varlığını unutmuş gibi sıcak bir tebessümle baktı bana ve Kılıç'ın parmakları elimin çevresindeki baskısını artırdığında iyi ruh halim külden bir portre gibi dökülüp yerlere saçıldı.
İnsanların erken ayrılışımıza ettiği ufak çaplı sitem, Mizan'ın elimin tepesine bastırıp saniyelerce çekmediği dudaklar, Kılıç'ın yanına gelip defalarca özür dileyen, telafi edeceğini iddia eden kadın sis perdesinin arkasındaydı.
Odama çıkar çıkmaz kendimi sırt üstü yatağa attıktan dakikalar belki saatler sonra zihnimi boğup beni dünyadan koparan sis dağılınca elbisemden kurtulup duşa girmek için ayağa kalktım.
Son elbise krizinin hemen ertesi günü dolabımı bir butik açabilececeğim kadar elbiseyle dolu bulmuştum. Her birini Kılıç'ın seçtiğini ve satın aldığını da biliyordum.
Atlas kumaştan ten rengi elbise vardı üzerimde. Yarım balıkçı yaka boynu Afelya'nın verdiği kolyeyi saklıyordu fakat lanet elbisenin arkamda sıkışıp kalan fermuarı zincirlenmiş gibi öylece duruyor, sanki elbise beni boğmak için her saniye daralıyordu. Nefesimi düzenlemek için kendime vakit tanıdım. Fermuarı koparmak bir çözümdü fakat iyi bir çözüm değildi. Boynumdan çekip çıkaramıyordum, esnemeyen kumaştan kafamı geçiremiyordum. Sinirli olmam gerekirdi ya da hissiz. Pınarları dolan gözlerimse hislerimin daha karışık olduğunu gösteriyordu. Olduğum yerde dizlerimin üzerine çökmemek için zorladım kendimi.
Yalnızdım. Kimseye güvenemediğim, kimsenin bana güvenemediği bir yerde sıkışıp kalmıştım ve öyle aptaldım ki buraya gelmek için okyanusları kat edecek kadar hevesliydim. Arkadaşımın verdiği kolyeye bile dokunamıyordum çünkü elbiseden kurtulmak için yardım isteyeceğim biri yoktu. Yardım edecek insanlar olduğunu biliyordum, benim yardım istemekten gocunmayacağım bir kişi biri yoktu...
Akmayan göz yaşlarını geri yolladım ve ikinci kez düşünmeden Kılıç'ın odasına gittim. Her yerde olduğu gibi burada da aynı kattaydık, aramızda yalnızca bir boş oda vardı ve kapısını geçip Kılıç'ınkine vardığımda başımı eğip kapıyı çaldım.
Odadan çıkmadan önce saatin 22.33 olduğunu görmüştüm, uyuyor olamazdı. Zaten beni uyutmadan uyumazdı da ama odama genelde gece yarısından evvel gelmediği için o zamana kadar bu evde ne yaptığını bilmiyordum.
Kapı açılmadı, içeriden ses de gelmedi ve odama dönmek için harekete geçtim. Kapının arkasında olmadığını bildiğim halde kapı dışarı edilmiş hissetmekten nefret ediyordum.
"Karnelyam?"
Merdivenin son basamağında adımı duraksayan Kılıç'ın sesini duyana kadar varlığını sezmemiştim. Hala lekeli kazağıyla duruyordu. Ağır hareketlerle yanıma geliyorken kaşları bir sorun sezmiş gibi çatılmıştı.
Dönüp sırtımı gösterdim hemen.
"Fermuarım sıkıştı." Saniyeler sonra elleri saçlarımı yumuşakça kavrayıp omzumda toplamıştı.
"Evet, sıkışmış," dedi boğuk bir sesle. "Gel."
Ben öylece beklerken adım sesleri benden uzaklaşıyordu. Odasına girip kapıyı açık bıraktığında harekete geçip arkasından girdim. Yatağın yanındaki komodinin çekmecesini açtı, karnelyan işlemeli hançerini alıp bana döndüğünde gözlerimi kırpıştırdım aptalca.
"Kesecek misin?"
"Başka çarem yok."
İtiraz etmeden arkamı ona döndüm. Parmakları enseme değdiğinde tüy kadar yumuşaktı oysa elinde bir hançer de vardı.
"Fermuarı arkada olan bir elbiseyi nasıl giyeceğimi düşündün ki? Kapatırken de açtığın kadar zorlanmıştım."
Aramızda asılı duran kötü havayı biraz olsun dağıtmak için kıkırdadığımda sesim kuruydu boğazım gibi.
"Nesi var?" diye sorarken sesi odaklandığı işten dolayı ilgisizdi. Nefesi ağırlaşmış ve yoğunlaşmıştı.
"Fermuarı arkada olan bir elbiseyi nasıl giyebilirim Kılıç? Ne kadar yalnız olduğumu görmüyor musun?" Bu kez gerçekten kahkaha atmıştım. Afelya olsa ucube olduğumu söylerdi, ona bulduğum ilk yastığı atardım çünkü benim kadar ucube olduğunu bilen tek kişi bendim. Kafamın içinden sıyrıldığımda nefesinin sesini bir süre duymadım. Elleri donmuştu. Sonunda uzun bir soluk sert bir biçimde kürek kemiklerimin arasına çarptı. O gülmemişti. Çabam boşa gitmişti.
"Yalnız değilsin Nimfea."
Eğer elindeki kesici aletin bir yerime saplanacağından korkmasam omuz silkerdim. Benim hakkımda yanılmaya devam edebilirdi. Ne yaptığını bilmiyordum fakat fermuarın dikişlerini söküğünü tahmin ediyordum ya da sadece oyalanıyordu.
"Benimle hiç tanışmamış olmayı diliyor musun?"
Bir an için yutkunamadım. Sessizliği bozduğuna sevinemeyeceğim kadar derinlere çeken bir soruydu bu.
"Seninle başka bir evrende tanışmış olmayı diliyorum," diye itiraf ettim dürüstçe. Kafamda onunla ilgili soru işaretleri olmayacak bir hayat isterdim.
Alnı omzuma yaslandı, dönüp kollarımı ona sarmak istedim fakat yapamadım. Kaslarıma beton dökülmüş gibiydi ya da yıkılması zor beton aramızdaki güvensizlikti. Bunu bile bile "Bana güvenmiyorsun değil mi?" diye sordum, canımın yanacağını biliyor ama yine de cevabı açıkça duymak istiyordum.
"Bu benim için zor."
Evet aynı soruya aynı yanıtı vereceğimden emindim fakat sanki o benim kadar kötü etkilenmeyecekti. Aramızdaki çarpık bağ gün geçtikte benim aleyhime dönüyordu, bu hangi noktada başladı bilmiyordum bile.
"Anlıyorum," diye mırıldandım. "Sana güvenebileceğim bir günüm bile olmayacak sanırım."
Canını yakmak niyetinde değildim, canımı yakmak için söylemiştim çünkü tersi olsun istiyordum. Nefesi çıplak boynuma çarptığında fermuarı indirebildiğini anladım fakat yatağın üzerine attığı hançeri izlerken hareketsizdim. Elleri omuzlarıma kondu sahiplenici bir şekilde.
"Benden en az nefret ettiğin günü söyle." Sözcükler doğrudan göğüs kafesimde çınladı. Bir şeyler umutsuz hissetmeme neden oldu, onunla savaşamayacak kadar umutsuzdum.
"Senden hiç nefret etmedim."
Burnu boynuma değdi ve kendine bir yol çizdi, nefesi teninden daha çok değiyordu tenime.
"Beni sevmeye en yakın olduğun anı söyle Nimfea?"
"Seni tanımadan önce buna çok yakındım. Mektuplaştığı sıcakkanlı adamla bir araya geleceğini sanan aptal bir kızdım ve sen gerçekten muhteşemdin."
Kelimeler döküldükçe yılan derisi gibi sıyrıldıkları torbaları boğazımda yumruya dönüşüyordu. Yeniden konuştuğumda sesim boğuk ve oldukça zayıftı.
"Seni kaybettiğime üzülüyorum."
🕑
DYK binasının merdivenlerini tırmanıyordum. Güneşin doğmasına belki bir saat vardı, etraf bomba patlayıp etrafı toz duman etmeden evvelki bir saniye gibi kulak tıkayan biçimde sessizdi. Yangın merdivenlerinin bittiği noktada demir kapıyı gıcırdamasından korkarak yavaşça açtım öyle ki açıp kapamam iki dakika kadar sürmüş olabilirdi.
Ayağımda ayakkabılar değil ev terliklerim vardı çünkü sessizdiler ve dünyanın yönetildiği bir binaya gizlice girerken sessiz olmak zorundaydım. Duvara yapışarak koridor boyunca ilerledim. Omzum yöneticinin kapısına değene dek nefesimi tutmuş haldeydim. Yapmak zorundaydım. Kasayı almak, Kılıç'ın önüne bırakmak ve savaşırken bana güvenebileceğini görmesini sağlamak zorundaydım.
Kapı kilitliydi. Tabii ki kilitli olacaktı, buna hazırlıklıydım. Rastaban Köşkü'nün antresindeki portmantoya güvenle asılmış anahtarları ilk fırsatta paltomun cebine atmıştım çünkü. Yavaşça iki anahtar denedim, gerginlikten ellerim buz gibiydi ve anahtarların soğuk tenlerini hissetmekte zorlanıyordum. Deli gibi titrediğim için elimde çınlıyordu anahtarlar ve ben daha içeri giremeden kalp krizi geçireceğime neredeyse emindim. Şükür ki sonunda kapı açıldığında cennete adım atar gibi atıldım odaya. Hiç oyalanmadan masanın önünde diz çöktüm ve kesinlikle ilk gördüğüm haliyle tıpatıp aynı olan kasa karşımdaydı. Masanın altına kasa için bir raf yapılmış, kasa eksik bir parça gibi içeri itilmişti. Onu almak için duyduğum delice isteği bastıramadım, parlaklarım çelik yüzeye kondu ve öyle de kaldı. Onu yerinden çıkaramıyordum. Birkaç kez daha denedim sakince, kaygı gözlerimi karartana dek uğraştım ancak sonra şifreyi kırıp içinde her ne halt varsa alıp gitmek de aydınlık bir fikir gibi göründü. Peki ama şifreyi nasıl çözebilirdim? Altı haneye ihtiyacım vardı, DYK'nin kuruluş tarihini girdim ancak son iki hane için hiçbir fikrim yoktu.
1925 ve şu anki yılın son iki rakamını girdim. Hayır, şifre 192573 değildi. Rastgele çevirmeyi göze alamıyordum, DYK'nin önemli işler yaptığı o senelerin son rakamlarını girdiğimde de kasa olduğu gibi durmaya devam etti. Kuruluş tarihi ve Mizan'ın yaşını denediğimde de işe yaramadı fakat doğum tarihini denedim...
Kasanın preslenmiş kapağı kendini yumuşak bir hızla geri attı. Sevinç ve stres gözlerimin odağını bozsa da kapağı hemen açıp içeri uzandım. Kahrolası DYK kasasının şifresini çözmüştüm!
Ne?
Boş...
Kasanın içinde tek bir belge bile yoktu, bir kağıt parçası bile. Kafamı içeri soktum sanki kasanın arkası başka bir dünyaya açılacakmış gibi ama hiçbir şey yoktu. Elimi çekerken fark etmeden yere bir şey düşürdüm, sanırım içi boş değildi. Karanlık odada elimle yokladım yeri, düşürdüğüm şeyi bulmak için. Elime değen soğuk yüzey minik, sivri bir şeye aitti. Minyatür bir kılıça. Keskin bile olmayan, bir anahtar boyutunda minik bir Kılıç.
Birinin kasayı kontrol etmeye geleceğini anlamışlardı. O kişinin Kılıç olacağını sanmışlardı. Hayal kırıklığı okyanusun ortasında koca bir dalga büyütüyordu ve bana çarpmadan önce burayı hemen terk etmem gerekiyordu. Küçük kılıçı içeri koydum ve binayı terk ettim.
Siyah sedana binip eve sürerken Kılıç'a kendimi kanıtlayamayacağımla yüzleşip boğuluyordum. Bana güvenmiyordu çünkü ona karşı savaşım bile başarısızlıkla sonuçlanmışken onunla savaştığımda iyi bir müttefik olamayacağımı düşünüyordu. Belki de haklıydı. Neden savaşmayı bırakmamıştım ki?
Evin önüne park ettim. Dışarısı öyle sessizdi ki birinin bu ıssız yere araba geldiğini duymama ihtimali yoktu. Kılıç'ın penceresinde bir karartının kıpırtısını görür gibi olduğumda kalbim boğazımda atmaya başladı beni boğmak ister gibi. Doğrudan odama girip Kılıç'ın içeri girip beni azarlamasını bekledim. Bundan ne kadar bıksam da alışmıştım sanırım. Tıpkı babam gibiydi. Cesur olmamı istiyor ancak en ufak cesaret gösterisini ağzından alevler saçan bir öfkeyle geri püskürtüyordu. Saraydan çıkmamın yasak olduğu zamanlarda bile bu kadar esir hissetmemiştim kendimi.
Kılıç hiç gelmedi. Gün içinde hiç görünmedi. Sesini hiç duymadım. Akşap olup gittiğini bile bilmediğim bir yerden çıkagelip eve girdiğinde de yüzüme baktı ve yanımdan geçip gitti.
"Hazırlan, yemeğe gideceğiz."
Dönüp baktığımda arkamdan gelen sesi gibi kendi de kaybolmuştu. Yüzüme bakmıştı, gözlerime değil. Hiç sahip olmadığım, sahip olamayacağım bir şey vardı, bir gece rüyamda onu ellerimde tutuyordum, ellerimdeki varlığı öyle muhteşemdi ki yüreğim kocaman olmuş, kafesine sığmıyordu. Bedenim bu genişleyen sevince dayanamayınca uyanmış ve hiçbir zaman sahip olamayacağım şeyin ellerimdeki kayıp hissi ile kalakalmıştım. Dev sevinç derin bir kedere dönüşmüştü, yeniden düş göremeyeceğim kadar derin bir kayıp hissiydi.
Mizan'ın evindeki kalabalık aynıydı, yüzler değişse de sayılar azalmıyordu. Yeniden sıcak karşılamalar, sorular, ilgili yakınlıklarla sarıldığımız yabancı bir yerde sanki zihnimin bir kısmı karanlığa gömülmüştü. Kaybediyor gibi hissediyordum, öznesi ve yüklemi olan bu hissin nesnesi belli değildi ama sonuç hep aynıydı.
"Şaraptan daha güçlü bir şeye ihtiyacım var," diyerek etrafımdaki kalabalıktan uzaklaşacak bahaneme tutundum. İçine gömüldüğüm koltuktan kalkıp kendime iyi bir içki ararken Kılıç'ın oturduğu yere bir göz attım. Bal rengi parlak saçlar arkaya taranmış, ince boynu ve zarif köprücük kemikleri açıkta kalmış güzel kadın Kılıç'ın hemen yanında oturuyor, onunla konuşuyorken çıplak dizi Kılıç'ın dizine değiyordu belli belirsiz. Kılıç beni görmedi, kadının sözlerine tebessümle karşılık verirken her zamanki gibi görünüyordu, bir şeyler kesinlikle farklı olsa da.
Mizan parlak tezgahta önüme bir bardak itti, kehribar rengi sıvı aydınlık odada titreyerek göz kamaştırıyordu. İçmeden evvel "Bugün bana travma yaşatacak bir etkinlik düzenlemediğine göre bir şeyler ters gidiyor," diye takıldım ona. Viskiden koca bir yudum alıp mideme inen yolu boylu boyunca yakarken yüzüm acı içinde buruştu. Mizan konuşmadan önce dirsekleri ile yaslandığı yerden beni izledi gizemli gözlerle.
"Geldiğinden beri ruhunu bir yerde düşürmüş de henüz fark etmemiş gibi etrafı izleyen sensin, bir şeylerin ters gittiği kesin."
İnce uzun tezgahta hemen karşımda, kirpiklerinin arasından beni izlemeye devam ederken onun gibi dirseklerime yaslanıp eğildim.
"İlk tanıştığımız centilmen halini özlemeye başladım," derken bu donuk herifle ne ara bir eşik atladığımızı ve daha rahat konuşabildiğimizi anlamaya çalışıyordum.
Eğildiğim için elbisemin degaje yakasının gevşekleştiği yere indi bakışları, bu bir saniye bile sürmeyen bakışın sonunda gözlerime geri döndüğünde bakışları kararmıştı. Bunun anlık, iç güdüsel bir tepki olduğuna emindim. Yutkunup arkamı döndüm, sırtımı tezgaha yaslarken "Neden her gece konuklarını eğlendiren Kılıç oluyor?" diye sordum şakayla. "İyi bir ev sahibi olup bizi neşelendirmen gerekmez mi?"
"Şu an bir konuğum üzerinde çalışıyorum, pek iyi gitmiyorum anlaşılan."
İç çektim, kalan viskiyi kafama dikerken henüz yutmadan midem bulanmıştı bile.
"Seni nasıl neşelendirebilerim?"
Her zamanki donuk sesi hemen yanımdan geldi. Bir kolu ile bara yaslanırken başımın üzerinden insanları izliyordu hissiz bakışlarla. Tam şu an odanın ortasında bir bomba patlasa ona sıçramadığı durumda bu ifade ile izlemeye devam ederdi. "Ruhu düşmüş olan sensin. Biraz mimiklerini kullan."
Ben dudak bükerken o minik ama anlayabileceğim kadar açık bir şaşkınlıkla bakışlarını bana indirdi.
"Sanırım ben de ilk gördüğüm ürkek ve tatlı dilli kızı özlüyorum."
"Ben hiçbir zaman ürkek olmadım, beni kışkırtma."
Öfkem sahteydi ama içi boş değildi.
"Kesinlikle olmadın." Ciddi bakışları arkamda bir noktaya tutundu. "Ama sandığım kadar cesur da değilsin."
"Ne demek bu?"
Rahatsızlık yüzünden doğruldum, yüzüne bakıyordum ancak gözlerini tutunduğu yerden koparmaya zahmet etmedi Mizan.
"Onun hakkında gerçekten ne düşünüyorsun?"
Ve baktığı kişinin kim olduğunu bakma zahmetine girmeden anladım.
"Hiçbir şey."
"Evet, demek istediğim buydu."
Bana yeniden bakana dek yüzünü izlemeye devam ettim, tehdit altında hissediyordum ve adamın varlığı değil gelecek olan sözleri bende bunu yaratıyordu.
"Sana ilgi duyuyor, sana bunu itiraf etti değil mi?"
Buz maskesi çatlamış gibi ilgiyle yüzünü benim olduğum yere eğdi. Başımı salladım.
"Neden onunla çalışıyorsun?"
Omuz silktim, çalışmıyordum.
"Babandan daha iyi bir yönetici olacağına inandığını gösterme şeklin mi bu?"
"Hayır. Başıma gelen son şeyden sonra Seryum'a dönmenin riskli olacağını düşündük ve," diyordum ama başım daima inkarla iki yana sallanıyordu anlamsızca. "Ve onun yanındayım işte. Onu desteklemiyorum. Onun hakkında bir şey düşünmüyorum."
"İlgisine karşılık vermeyi düşündüğün oldu mu?"
Binlerce kez...
"Evli olduğumu biliyorsun, değil mi?"
Gözleri o kadar uzun süre benimkilere dikildi ki sanırım dudakları ve sesine ihtiyaç kalmamıştı onunla konuşmam için. Gözleri bana evliliğimin bir yalandan ibaret olduğunu fısıldıyordu, gözleri bile ekstra mimik kullanmadan derdini anlatıyordu fakat zihnimizin dışına çıktığımızda yalanımı sürdürmeyi seçtim.
"Sanırım senin sersem üyelerin kocama Kılıç'la aramdaki zorunlu yakınlığı çarpıtarak yansıtmak niyetindeydi ama onun ilgisine karşılık vermediğim sürece kocamın çileden çıkacağını sanmıyorum."
Konuşurken gözlerine bakamıyordum. Fakat dikkatinin bir balçık yoğunluğunda tenime yapıştığını hissediyordum.
"Zorunlu yakınlıktan kastın ne? Seni rahatsız etmediğini söylemiştin."
"Etmiyor." Başka ne diyebilirdim ki, birleşip DYK'yi yok etme düşüncelerimizi mi paylaşacaktım? O kadar uzun süre sessiz kaldı ki Kılıç'la gülüşen kadının sesi kulağımı tırmalamaya başladı. Mizan'a bakmak zorunda kaldım yüzümde ekşi bir şey yediğimde oluşan buruşmayla.
"Eşinle pek vakit geçiremediğini duydum," dedi gizemli bir havayla. Gözlerimi devirdiğimde güldü.
"Demek istediğim Karnelyan, sana yoğun bir biçimde ilgi gösteren birine karşı bir şeyler hissediyor olsaydın seni yargılamazdım."
Ruhsuz tavrı ile sarf ettiği her kelime için tek bir iz olmayan yakışıklı yüzüne tokat atmak istedim.
"Kocam bu sözlerinden hoşlanmazdı Büyük Başkan. Biri bir yerlerde eşin olacak kadını baştan çıkarmaya çalışıyor olabilir, dikkatli ol."
Karanlık gözlerle yüzüme bakmayı sürdürürken beni duyduğundan endişe etmeye başladım. Dudakları birbirine sıkıca bastırılmış, çenesi keskin yanları iyice belirginleşecek biçimde gerilmişti. Fakat öfkeden olmadığını biliyordum, tam olarak arzu da diyemezdim ve yanıt verene kadar ne düşündüğünü anlayamayacaktım.
"Gözlerini başka bir yere çevir ki seni şakşakçılarının yanında yumruklamayayım," diyen hırıltıdan ibaret kısık ses tepemden dökülüp tenimi yaktı. Mizan hızlı ve eğlenmiş bir gülüşle arkamda kalan Kılıç'a çevirdi bakışlarını.
"Biz de senden bahsediyorduk," dedi Mizan hissiz ses ve ifadesiz bir yüzle. Birbirlerine meydan okuyarak bakıyorlardı ve dönüp baktığımda Kılıç'ın eli çoktan yumruk halini almıştı. Yönümü Mizan'dan çevirip sırtımı tezgaha yasladım yeniden ama parmaklarım Kılıç'ın yumruğunu yumuşatmak için üzerine konmuştu.
"İyi vakit geçiriyor gibi görünüyordun, bir sorun mu var?" diye sordum iğneleyerek. Ona bakmayı reddediyordum.
Yumruğu çözüldü ve elimin altından çekildiğinde cebine yerleşti.
"Senin kadar iyi değildi."
Kaba yaratık. Ruhu çekilmiş Mizan Taban'la konuşmanın Kılıç'la konuşmaktan daha kolay olması kalbimi kırıyordu.
"O yüzden bunu bozmaya mı geldin?"
Meydan okuyan bakışlar ikimizin arasında yoğunlaştı bu kez, açık gözler kuyu kadar kararmıştı ve umrumda değildi. Öfkesi onu kilitlediği için bir yanıt için dudaklarını aralayamıyordu. Onu öpecek olsam aralanır mıydı merak ettim bir an? Onu bir daha öpebilecek miydim, öpmeli miydim?
"Yardıma geldim!" diyerek kulaklarımı çınlatan neşeli sesin sahibi saçlarıyla aynı renk gözlere sahip, bir tanrıça gibi parlayan kadındı. Telepati gücüyle havaya bir bardak yükseltmiştim de kadının gelişi ile dağılan dikkatim çabamı boşa çıkarıp bardağımı paramparça etmişti sanki. Kılıç'a yaklaşıp tezgahtaki içkileri incelerken "Hangisini seçeceğine karar veremedin mi?" diye soruyordu Kılıç'a. Dün geceki hatasını telafi etmeye gerçekten hevesliydi. Gözleri bana döndüğünde akışkan, insanı ele geçiren parlak bir gülüşle baktı gözlerime.
"Karnelyan, beylerden birini çalmama izin var mı? İçkileri tek başıma taşıyamam."
"Bu centilmenler sana yardım etmek konusunda sıraya girecektir eminim."
Gözlerim iki sersem arasında gidip geldi. Kılıç boşluğa bakarken Mizan bana bakıyordu.
"Aslında Kılıç içki seçecek, tepsileri onunla beraber taşıyabiliriz."
Kılıç başını kaldırıp kadına gülümserken kadından sevecen bir cıvıldama yükseldi.
"Sen seç," dedi kıza. "Taşımana yardım edeceğim."
Kız tezgahın köşesinden dönmeden evvel Kılıç'ın omzuna değmişti ve bunun bilinçsiz bir yakınlık ihtiyacı olduğunu anlayacak kadar akıllıydım. Kılıç'ın bakır saçları, aydın teni ile onun bal gibi göz kamaştıran ışıltısı öyle leziz duruyordu ki bir kavanoz acı bal yemiş gibi ağırlaştım ve kusmak istedim.
"Sanırım pipomu çaldırdım," diye yanımıza geldi bir adam.
Mizan bir görevliye seslenip ateş ve pipo istedikten hemen sonra "Dikkatli ol dostum, son zamanlarda insanın evinden anahtar çalan bile var," diyordu.
Bir tokat yemiş gibi sıçradığımda arkamdaki mermer sırtıma saplandı.
"Dün gece merkez binasına girildiğini duydum," dedi adam gelen pipoyu yakmadan evvel.
Kılıç'ın bir karış mesafemde olması bana ağır gelmeye başladığında tezgahın arkasına geçip kadeh dolduran kadına yardıma gittim titreyen ellerle.
"Doğru, hiçbir şey yerinden oynatılmamış. Geleni eli boş gönderdiğime üzüldüm."
"Nasıl hiçbir şey almamış. Birinin girdiğini nasıl anladın o zaman?"
Elimdeki viski şişesini sıkı sıkı tuttum ellerimin titremesini bastırmak için. Kılıç'ın tezgaha yaslanıp bizi, belki yalnız beni izlediğinin farkındaydım.
"Anlamanın tek yolu vardı ve eli boş hırsızım onu bana verdi."
Bir şey mi düşürmüştüm? Kendimi ele mi vermiştim?
Şişenin elimden kayıp mermer tezgaha çarpmasını engelleyemedim. Çınlayan sese rağmen kalın camın parçalanmamış olması mucizeydi.
"Affedersiniz, lütfen devam edin."
Bana dönen gözlerden birinden özenle kaçındım, herkes kendi işine dönerken bana bakmaya devam eden de o oldu. Ve her gözden daha fazla ilgilimi çeken nehir yeşili gözleri karşılamak için başımı kaldırdım. Kılıç çatık kaşlarla yüzüme bakarken benim bahsedilen kişi olduğumu biliyor olduğuna emindim. Hava çatırdadı, gözlerimizin arasında dönen güçlü fırtınanın kıyameti andıran sesi dışındaki sesler kısıldı. Yaptığım ve başarısız olduğum için benden nefret ediyor olmalıydı, yine de beni ele vermedi. Bunun aramızda sonsuza kadar ele verilmeyecek bir sır olduğunu hissedebiliyordum, Kılıç sırrımı asla Mizan'a vermeyecekti.
"Karnelyan, istersen ben halledeyim."
Yanımdaki kadın elimdeki şişeyi nazikçe almaya çalışırken beni transtan çekip çıkarmayı başarmıştı.
"Tabii," dedim zorlukla yutkunarak. "İsmini henüz bilmediğim için üzgünüm, lütfen bana ismini söyle."
Sıcak gülüşünü görmeme izin verdi ve başını eğip bardakları doldurmaya döndü.
"Yuna Kılıç," dedi kadınsı kıkırtısıyla birlikte. Gözlerim hızla Kılıç'a yükseldi.
"İsmin Kılıç mı?"
Yuna başını kaldırdığında bana değil Kılıç'a bakıyordu, Kılıç gözlerini benden ona çevirdi. Dudağı yakıcı bir gülüşle pembeleşmişti, yara izleri daha açık renkte görünmeye başlamıştı, sakallarının uçları altın gibi ışıldıyordu güçlü aydınlatmanın altında.
"Hayır, soy ismim."
"Bay Seryum'la çok iyi anlaşacaksın." Bu ironi dolu sözlerden memnun kalan tek kişi Yuna'ydı. Yuna Kılıç... İsme bak!
"Hazırlar, hadi taşıyalım." Kılıç kendisine sürülen tepsiye uzandığında özenle doldurulmuş bardaklara kusmak istiyordum. Mizan'ın konuşmasını takip etmeyi bırakmıştım, o kadar aptaldım ki yakalanabilirdim, o kadar aptalım ki bu umurumda değildi.
Yuna öteki tepsiyi alıp yanımdan geçti, ben yalnızca Kılıç'ın benden uzaklaşan sırtını izleyebiliyordum, onlar uzaklaştıkça ışıklarını alıp götürüyorlar ve karanlık burayı ele geçiriyordu sanki.
"Ne düşünüyorsun?"
Karşımda dikilip beni izleyen adama döndüm, yine ikimizdik.
"Senin evinden anahtar çaldıracak kadar aptal olduğunu," dedim hızla. Bir an omuzları geri çekildi, onda insani bir tepki görmek mucize gibiydi ve kaşları havalanmış haliyle beni izleyen yüzün gülmemek çok zordu.
"Gerçekten o ürkek kızı özlüyorum."
🕑
"Dün gece gittiğin yer genel merkez binası mıydı?"
Havlu tutan elim dondu, duşa girerken boş olan odayı çıkarken de aynı bulacağımı sanmıştım.
"Sen nereye gittiğimi sandın?"
"Yakalansaydın ne olacaktı, bunun için de bir planın var mıydı?"
Saçlarımı kurulamaya devam ederken makyaj masasına yürüyordum.
"Ne yapabilirlerdi ki, hiçbir şey almadım bile."
Söylerken de hissettiğim kadar gergindim, başıma ne geleceğini düşünmek bile istemiyordum aslında.
"Neden yaptın?"
Pencerenin mermerine yaslanmış, kollarını göğsünde bağlamış ve hep yaptığı şeyi yapıyordu, öfkelenmek ve hesap sormak. Omuz silktim umursamazca, artık pek az şeyi umursayabiliyordum.
"Buraya bunun için mi geldin? Kendini öldürtmek için mi?"
"Ölmekten korkmuyorum."
Puf tabureyi çekip oturdum, aynadaki yansıman solgundu, belki de ışıklar yüzünden.
"Yaşamaktan korkuyorsun çünkü," dedi bir anda yaslandığı yerden ayrılıp. Varlığı aynama yansıdı, arkamda bir Azrail gibi dikildiğinde gücü gözlerimi kaçırmama bile izin vermiyordu.
"Ne zaman gülsen onu gizliyorsun, ne zaman iyi hissetsen mahvetmeye çalışıyorsın, beni sevdiğini kabul edemiyorsun, sana dünyanın en güzel günlerini yaşatabileceğimi biliyorsun ama sen sırf ölümden korkmamak için yaşamamayı göze alıyorsun ki bir gün ölüm geldiğinde yaşamanın hevesi kursağında kalmasın. Yaşamazsan ölümün ne anlamı var Karnelyam?"
"Savaşmama bile izin vermezken beni korkaklıkla mı itham ediyorsun?"
Sözlerini reddetmedim, tek birini bile.
"Her zaman benimle savaşmanı diledim Nimfea ama sen daima bana karşı savaştın."
"Çünkü yanında savaşmama izin vermiyorsun!"
Sesim yüksek, çatallı, acı içindeydi. Geri çekildiğinde yakınlığını anında geri istedim ama başımı eğip ellerime baktım.
"Savaşmaktan kastın ne? Arkamdan iş çevirmek mi? Karşına çıkan ilk adamın kollarına koşmak mı? Beni başka kadının kollarına itmek mi?"
Devamının gelmesine izin vermedim, onu öldürmek ve kanlar içindeki dudaklarından dökülen son nefesi içime çekmek isterken ondan yine de nefret edememekten nefret ediyordum.
"Ne dilediğine dikkat etmeliydin Kılıç. Yanında savaşmamı dilerken nasıl savaşacağımı hesaba katmalıydın."
Yine sözlerinin hiçbirini reddetmemiştim, hangi birini reddedilirdim? Hepsi yanlıştı.
"Haklısın, gerçekten ne dilediğime dikkat etmeliydim."
Ne demek istediğini gözlerinden okuyabilirdim ama yansımalarına bakmaya bile cesaret edemedim.
"Mizan'ın yanına gittiğimi mi sandın?"
Odama gelip hesap sormasını beklediğim o anlar boyunca Mizan'ın yanından döndüğümü mü sanmıştı? Gerçekten birbirimize hiç güvenmiyorduk.
"Hep onun yanından dönmüyor musun?"
Ve gece kaçıp adamın kollarına mı gitmiştim yani? Kılıç gerçekten aptal biriydi.
"Anlaşma olmasaydı geri döneceğinden şüpheliyim."
"Ben de öyle."
Aramıza kelimelerden bir duvar örmüştüm, çelik kadar güçlüydüler, iç içe geçmiştiler ve onları ben yıkmazsam orada kalmaya devam edeceklerdi. Fakat Kılıç'ın bana güvenmek için kelimelerden daha fazlasına ihtiyacı vardı, ne yazık ki bunu ona ben veremezdim o yüzden her şeyi olduğu haliyle bıraktım. Birbirine güvenmeyen eski dostlar ve eskimeyen düşmanlık...
|
0% |