@almelia
|
Yalnız olmanın iyi yanları vardı, son zamanlarda ben hep en kötü taraflarıyla yüzleşiyordum. Sabaha karşı uyanmış, uykuma dönememiştim çünkü gördüğüm düş öyle sarsıcıydı ki uyanışım da sarsıntıyla olmuştu. Güneşin çektiği sancıyı görüyordum, doğmak üzereydi ve kendi sancımı bastırmak niyetiyle Kılıç'ın odasına gittim. Kavgamız, aramızdaki soğukluk umurumda değildi, aklımdaki tek şey ona gitmekti.
Loş odanın ortasındaki yatakta, kolu gözüne siper olmuş bir halde uyuyordu, nazik kral uyurken bile olması gerektiği kadar savunmasız görünmüyordu, sanki içeri girdiğimi hissedip beni kapı dışarı edecekti. Kapıyı açtığım kadar sessiz şekilde örtüp yatağa ilerledim. Yürümüyor sanki süzülüyordum ona doğru. Dizlerimle yatağa tırmandım, yanına sokuldum vazgeçemeden. Kılıç'ın nefesleri bozulduğunda uyandığını anlamıştım, başımı kaldırıp yüzüne baktım. Kılıç'ın kolu yüzünden çekildi, gözleri kırpışarak anlam aramaya başladı ve ilk söylediği "Aşkım," oldu, sevgiyle değil, teyit eder gibi. Yastığının köşesine başımı iliştirdim ve karşılık vermedim, aşkı olmadığımı ikimiz de biliyorduk çünkü. Bana hiç aşık olmadığını kendi ağzıyla gözlerime bakarak söylediğini çok net hatırlayabiliyordum.
Kolunu gövdeme sardı beklemeden, ona izin verdim ve alnımı izlerle dolu çıplak göğsüne bıraktım.
"Bir rüya gördüm."
Sesim ikimizin arasında boğuluyordu, ikimizin arasındaki karmaşanın beni boğduğu gibi. Kılıç devam etmemi bekleyerek susuyordu ben de devam ettim.
"Sanırım derin bir okyanusun dibindeydik, ayaklarımın yere değdiğini hatırlıyorum ama yürümeme yetecek kadar değmiyordu. Sen de vardın, uzaktaydın ama yönün bana dönüktü, benimki sana. Beni bekliyordun."
İç çektim umutsuzca.
"Sana yürümeye çalışıyordum fakat adımlarım hep geri gidiyordu. Sana yürüdükçe senden uzaklaşıyor gibiydim. Okyanus gittikçe kapanıyordu, su bana yaklaşıyordu ve koştukça daha da geri kalıyordum senden."
Alnımı göğsünde sürüp burnumu yasladım, kokusunun duman gibi ciğerlerime dolmasına izin verdim ve bir süre içimde tuttum.
"Ama uyanınca bana geldin." Bir sır gibi ikimizi birbirimize bağladı bu gerçek. Onu ne kadar özlediğimi hissettim yine, aynı çatının altında olduğum kişiyi özlemek kötüydü, biraz yanlış hissettiriyordu. Aslında onu özlemekti yanlış olan.
"İstersen giderim." Aslında gitmemi isteseydi göz yaşlarımla Mizan'ın şehrini su altında bırakır ve kahrolurdum ama gerçekten de giderdim. Kendi isteğimle gelmemi istese de, onunla savaşmamı istese de aslında isteklerinin daha farklı olduğunu anlamıştı, belki artık ona gelmemi de istemezdi.
"Hiç gitmemeni tercih ederim."
Ona bunun ne kadar imkansız olduğunu söylemek yerine kolumu sırtına sarıp kendimi ruhlarımız iç içe geçecek şekilde ona ittim. Kılıç'a öyle sıkıca sarılmıştım ki durumun bütünüyle garip oluşu beni ona daha da sıkı sarılmaya itiyordu. Sanki bir bataklığa düşmüştüm de çıkmak için çırpınıyordum. Sanki çıkmak için çırpınıyordum da bu beni daha da batırıyordu. Sanki Kılıç Kül Seryum bir bataklıktı da ondan kurtulmak için uğraştıkça daha da saplanıyordum ona. Ben bir bataklık çiçeğiydim, evet ve bataklığım Kılıç Kül'ün ta kendisiydi.
🕑
Bileğim iyileştiği için Kılıç savunma derslerine yeniden başlamıştı, bu, aynı evin içinde birbirimizden kaçmayı bıraktığımızı gösteriyordu ama bu bizi eskiye döndürmemişti, bir hafta kadar önceye yani. Şimdiki halimiz düşman olduğumuz halimizden bile kötüydü. Aramızda olanları düzeltmek için konuşmuyor, yalnızca işimize bakıyorduk çünkü aramızda düzeltecek bir şey yoktu, biz hiçbir şey değildik. Hayır, biz hiçbir şeydik.
Sızlayan kaslarımı ısıtmak ve Mizan'ın evindeki coşkulu kalabalıktan uzaklaşmak için paltomu giyip dışarı çıktım. Kılıç, Yuna ile konuştuğu için fark etmemişti, Mizan acil bir telefon için odasına çekilmişti ve diğerleri beni sorgulamaya kalkışmamıştı.
Rastaban Köşkü'nün sadece bir köşk ve bahçeden oluşmadığı çok açıktı, çevresinde nehirler, at çiftlikleri, atış alanları ile kocaman bir yerdi burası ve tüm o lükse rağmen bir erkeğe ait olduğu belli oluyordu. Mizan'ın dünyayı yönetirken özel bir ilişkiye sahip olabileceği zamanı olmadığı belliydi ve bu beni kendime içerler gibi içerletmişti. Oysa ben evliydim...
Evin çevresinden uzaklaşmaya cesaret edemeyip bakımsız kalmış çiçeklerin arasına dalmadan önce günlerdir cebimde olan, çaldığım anahtarları çalıların arasına attım. Güller adım başı dizilmiş ışıkların altında parlak görünse de bakımsızdı, dikenlerinden uzak durmaya çalışarak yapraklarını okşadım. Avuçlarıma dolan gül kokusu evdeymişim gibi hissettirmişti.
Çalıların hışırtısını duyup birinin bana yaklaştığını fark ettiğimde umursamadan bakımsız güllerin arasında dolaşmayı sürdürdüm.
"Kaçıyor musunuz?"
Tanımadığım ses beni şaşırttı, Kılıç'ı ya da Mizan'ı görmeyi beklerken bana yaklaşan adam onlardan on santim kadar kısa, zayıf ve yaşlıydı. Belki elli yaşındaydı, belki daha büyük. Elinde avucuna sığacak kadar küçük bir bıçakla önümde durdu.
"Hayır, hava alıyordum."
Bugünkü üyeler arasında onu gördüğümü hatırlamıyordum, aslında önceki günlerde gördüğümü de hatırlamıyordum ama üyelerden biri olmalıydı. Rastaban Köşkü sınırlarına girmenin kolay olmadığını biliyordum. Üzerindeki kaşmir kabanı ve gömleğinin yakasından içeri itilip boynunu örten ipek fuları ile üyelerin klasik ceket pantolon tarzının dışında görünse de hala bir üye olabilirdi.
"Hala birbirinizi mahvetmemişsiniz."
Dikenleri umursamadan kestiği bir gül dalının gövdesini soyuyordu elindeki bıçakla. Bense sağ kaşının çatısındaki kesik gibi görünen boşluğu izliyordum.
"Tam olarak kast ettiğiniz nedir?"
Paltoma iyice sarıldım tedirginliğimi bastırmak için. Adam işine yoğunlaşmış, beni duymuyor gibiydi. Esmer ve traşlı yüzü bakımlı görünüyordu, o iz ise onda karanlık bir yan varmış gibi görünmesine neden oluyordu. Umarım savunma derslerini test etmek zorunda kalmazdım, silah kullanmakta daha iyi olmaktansa vaktimi daha iyi dövüşmekle geçirseydim keşke.
"Seryum'a kral olarak doğmuş bir adamın burada ne işi var?"
Başını kaldırıp alay eder gibi sormuştu.
"Onu yeteri kadar zayıflatamıyor musun?"
Geri sıçradım, sanki unuttuğum bir geçmişte Kılıç'a ihanet etmek için anlaştığım biriyle karşı karşıyaydım.
"Kimsin?"
Omuz silkti, dalı parmaklarının ucunda çevirirken onu izliyordu.
"Eğer onunla ilgili bir tavsiyeye ihtiyacın varsa..."
Devam etmeden önce yüzüme baktı, bir kedi gibi kısık gözleri ile beni izlerken onu durdurmamı bekliyordu fakat durdurmadım.
"Onu yok etmek için arkasından yaklaşma, arkasını önünden daha iyi korur."
Aralık dudaklarımdan içime rüzgar doluyordu, kulaklıklarım belirsizlikle uğuldarken adam bir ses duymuş gibi soluna döndü ve kedi gözlerini iyice kıstı. Gördüğü şeyi görmeye çalıştım, başım ve gözlerim dışında hareket edemiyordum. Kılıç'a bilmeden ihanet mi ediyordum?
"Karnelyan." Köşeyi dönen Mizan ışıkların altında karanlık görünüyordu. Çatılmış kaşları göz göze geldiğimizde gözlerine eğildi şüpheyle.
"Ne oluyor?"
Adımları hızlandı ve yanımdaki adama bir kez bile bakmadığı için ben döndüm. Gitmişti. Mizan onu göremeden, ben kim olduğunu öğrenemeden yok olmuştu.
Mizan önümde durduğunda bana dokunmasa bile başını eğip bakışları ile yüzümü deşiyordu.
"Neden hayalet görmüş gibisin?"
"Beni öldürtmeye mi çalışıyorsun?"
Yüzü, donuk bir adama göre fazla samimi bir şekilde buruşmuştu, beklemediği bir tokat yemiş gibi. Kesinlikle şaşırmıştı.
"Az önce burada biri vardı? Uzaklaşırken gördün mü?" diye sordum o az önceki soruma cevap vermeden cevabımı almış olduğum için. Başını salladı iki yana. Çatık kaşları koyu gözlerinin akına gölge düşürüyordu.
"Sana bir şey mi yaptı?"
"Hayır." Dönüp etrafa baktım, adam bizi bir yerlerden izliyordu sanki. "Hayır, bana dokunmadı."
"Seni eve götüreceğim sonra da çevreye bakınacağım tamam mı?"
Eli bana doğru uzandığında geri çekildim başımı eğerek. Bana dokunmasını istemiyordum, burada olmasını istediğim kişi Kılıç'tı.
Mizan elini çekip cebine yerleştirmişti çoktan fakat geri çekildiği yerde ayağının altında ezdiği güle bakarken elinin cebinden çıkmak için tereddütle kasıldığını görebilmiştim. Eğilip gülü yerden aldı, dikenlerinin kesildiği yerler hala taze görünüyordu.
"Bunu o adam yaptı," dedim ikimize de bir şey katmayacak olsa da. Uzanıp elinden aldım, sanki bana zarar verebilirmiş gibi bırakmak istemedi bir an.
"Sanırım üyelerden biriydi."
Eve doğru yürümeye başladım beni takip edeceğini bilerek.
"Davet ettiğim kimse evden çıkmadı."
Bana yetişmişti.
"Belki davet etmediklerinden biridir."
"Davet edilmeden içeri alınmazlar, arazinin çevresinde onlarca koruma var."
Gülü elimde çevirip duruyor, bırakmaya cesaret edemiyordum. Bu gül az evvelki adamı kafamdan uydurmadığımın, delirmediğimin tek kanıtıydı.
"Endişelenme, ilgileneceğim," dediğinde köşeyi dönmüştük. Kılıç'ın iri gövdesi hemen karşımda belirdiğinde adımları donmuştu. Beni aramaya çıkmış olmalıydı. Yüzünde kadim bir öfkenin karanlığıyla bize bakarken bakışları elimdeki gül, yanımdaki Mizan arasında gidip geldiğinde farkında bile olmadığına inandığım bir adım attı geriye doğru.
"Ben hava almaya çıkmıştım."
Yüzüme baktı, gözlerime değil.
"Şimdi de geri dönüyor," diyen Mizan sırtıma dokunup yürümem için beni harekete geçirdi bense Kılıç'a daha da yaklaştıktan sonra tam önünde durdum.
"Onunla dönerim," dedim Mizan'a hızlıca bakarak ve Kılıç beni kapıları sıkı sıkıya örtülü zihni ile izlerken Mizan onayla geldiğimiz yere dönüp uzaklaşana kadar konuşmadık.
"Bunu o vermedi," dedim elimdekini kaldırarak, ikimiz de güle bakmadık. Bir tepki vermesini bekledim, bir kapı aralamasını fakat o yalnızca başını salladı sırtını dönüp yürümeye başlamadan önce. Hava almaya tek başıma çıktığımı söylemek istiyordum, bir adamın benimle onun hakkında konuştuğunu söylemek istiyordum ancak Kılıç bunları umursayacak gibi görünmüyordu.
Gerçekten umursamıyor, kendisini öfkesinin haklı olduğuna inandırıyordu. Biliyordum çünkü Yuna onu evden içeri girerken yakaladığı gibi koluna girmiş ve bir yere yönlendirmişti, Kılıç ise dönüp bana bakmadan kızı takip etmişti.
"Paltonuzu alayım hanımefendi."
O kadar uzun süre dikilmiştim ki Mizan'ın konuklarına hizmet etmesi için görevlendirdiği adam endişelenmiş olmalıydı. Kendime acıyarak güldüm paltoyu çıkarıp ona uzatırken. İçeriden yumuşak bir melodi geliyordu, insanların sesi bir yükseliyor bir alçalıyordu ve kendimi, oraya ait hissetmediğim için hala öylece dikilirken buluyordum. Yanlıştı. Hepsi yanlıştı. Burada olmam, bu şehirde, bu ülkede olmam; buraya çarpık bir bağa sahip olduğumuz adamla gelmiş olmam, onun tatafından yavaşça yitiriliyormuş gibi hissetmem, hepsi yanlıştı. Paltomu giymeli ve buradan çekip gitmenin bir yolunu bulmalıydım. Kasayı bulamamıştım, Mizan her ne planlıyorsa çözememiştim, Kılıç'ın mevcut planına dahil olabilecek kadar güvenini kazanamamıştım.
"Lütfen bana saati söyleyin."
"20.34 efendim."
Evi dolduran yumuşak melodinin ritmi değişti, daha ruh okşayan bir havaya büründü ve ben ışıklar içindeki odaya girmeye karar verdim.
Çiftler geniş salonda ağır hareketlerle dans ediyordu ancak bir sorun vardı, çiftler dağınık bir şekilde durmak yerine resmen bir çember oluşturmuş ve en ortada dans eden Yuna ve Kılıç'ın dansı için onlara alan açmışlardı. Yuna'nın dudakları sarf ettiği kelimelere göre şekil alıyor, daimi bir neşe ve zarafetle Kılıç'a bir şeyler anlatıyordu. Kılıç'ın parlak gözleri kızı duyabilmek için yüzüne eğikti, tembel bir tebessümle onu dinlerken kızın yüzünü izliyordu. Bir eliyle kızın elini kavramış, öteki eli belinin üstüne konmuştu ve kızın, göğsüne konan eliyle beraber bir vücut gibi dans ediyorlardı. Yumuşak hareketleri olan, ağır ağır iki yana sallandıkları, birbirleriyle uyumlu hareket ettikleri bir danstı. Ense köküme çok derin bir ağrı saplandı, öyle ani ve şiddetliydi ki arkamı dönüp darbe alıp almadığımı kontrol etmek zorunda kaldım. Etraftaki herkes dans eden çifti izliyordu. Meleksi bir çift gibi görünüyorlardı, o kadar aynı ve ışıl ışıldılar ki migrenim tetiklenmişti belki de.
Ellerime baktım. İz yoktu fakat sanırım onları biraz bulanık görmeye başlamıştım. Elimdeki gülün kan rengi bir an ellerime bulaştı sandım. Nasıl geri döndüğümü ve odadan çıktığımı anlamadım ancak "Size bir içki getireceğim, sağdaki odaya geçip dinlenin lütfen," diyen sesle yeniden karanlık antrede dikildiğimi fark ettim.
Kapının önünde beraber dikildiğimiz görevlinin yüzü yumuşamış, sesi nazikleşmişti sanki hastaymışım gibi. Sanırım olmak üzereydim. Adam ne dediyse yaptım, kapının tek kanadını açıp içeri girdim, içerideki şöminenin karşısına konmuş kırmızı kadife koltuğun üzerine çöktüm ve görevli elinde bir şampanya kadehiyle girdiğinde hızla elinden alıp günlerdir susuz kalmış gibi onu hızla tükettim.
"Karnelyan?"
"Mizan."
"Bugün neden bu kadar berbat görünüyorsun?"
Omuzlarım titredi ben gülerken, arkamdan yaklaşan adım seslerini dinlerken dönüp ona bakmadım. Ne zaman girdiğini fark etmemiştim de.
"Ben her zaman muhteşem görünürüm, bugün gözlerinde bir sorun var demek bu."
Ufak koltuğun kolçağına yaslandı, ben öteki kolçağa kolumu koydum ve başımı ona yasladım, iki uçta birbirimize baktık. Birbirlerine karşı planları olan iki kişi sessizce birbirini izliyordu.
"Haklısın," dedi usulca, yoğun bakışlarından sıyrılmak için gözlerimi yorgunca yumduğumda o konuşmayı sürdürdü. "Evin etrafında kimseyi görmedim ama sabaha kadar aramaya devam edilecek, birini bulduklarında sana haber vereceğim."
Kılıç'a anlatmak istiyordum fakat sanki şimdi gidip ona bunu söylesem bana şüpheyle bakacaktı, içeride bulduğu huzuru kaçırmaya çalıştığımı düşünecekti ve beni eve kapatacaktı. Çözümü bu olurdu evet, zarar görmemi istemezdi ve ihtimaller ortadan kalkana dek beni evden çıkmamaya zorlardı. Hep yaptığı gibi.
"Gözlerimdeki sorun yüzünden gerçekten çok bitkin görünüyorsun Karnelyan, sana bir oda hazırlatacağım. Eğer gece kalmak istemezsen patronun giderken seni uyandırırım."
Gözlerimi açmaya gerek duymadan konuştum.
"O benim patronum değil."
Yumuşak nefesleri yalnız bir an duraksadı.
"Yani onun sekreteri değilsin."
Hiçbir şeyi değildim. Belki hastalığı...
"Patronunun planlarından bir haber olman beni bu konuda kuşkulandırıyordu zaten."
Şöminede çıtırdayan odunların dansı yüzümü okşayan sıcak bir rüzgar çıkarıyordu. Uyumak üzereydim, uyumak istiyordum uyanmamak üzere.
"Neden onunlasın o zaman?"
Sessizce sordu, bir sır talep ediyordu fakat bazı sırlar mezara sokulmazdı, benim sırrımın yirmi günü kalmıştı tutulmak için. Anlaşma bittiğinde sır olmayacaktı.
"Onunla gelmek istedim. Beni ve ülkemi mahvetmeye kararlı DYK'yi görmek istedim."
Sıkıntılı bir keskinlikle nefes verdi. Ve sessiz kaldı, beni yalanlarla avutmadığı için memnundum.
"Dünya Yönetim Kurulu'ndan nefret ediyorum."
Gözlerim hala kapalıydı, eğer biraz daha sessiz kalırsa ve düzenli nefes alışverişini duyarsam uyurdum. Bu Kılıç'a ihanet olur muydu?
"Ve Kılıç birle on arasında on bir seviyesinde sik kafalı."
Alayla döküldü nefesi bu kez, dudağının bir köşesinin kıvrıldığını biliyordum.
"Senden daha fazla ilgi gördüğü için onu kıskanıyorsun."
Gözlerim açılsa da göz kapaklarım tiksinti ile kısıktı ve Mizan'ın sinsi gülüşü ifademi görünce daha da genişledi. Bir dostumla yaşadığım düşmanlığı geride bıraktıktan sonra bir düşmanla arkadaş olma yolunda mı ilerliyordum?
Afelya bana aşk ve savaş için doğduğumu söylemişti, ikisi de hala ortalarda görünmüyordu. Kucağımdaki gül dalını şömineye fırlattım.
🕑
Babam tam bir şerefsizdi.
"Bu haberleri nereden yaydığını öğren. Ben gelmeden onun sesinin kesilmiş olmasını ve sarayın zindanında beni beklemesini istiyorum."
Koşarak Kılıç'ın çalışma odasına girdiğimde onu telefonda biriyle hararetli bir biçimde konuşurken bulduğumda babamla ilgili haberleri çoktan gördüğünü anlamıştım.
"İki haftadan erken dönmeyeceğim, bu işi ben gelmeden hallet Valof."
Kılıç öfke ile arkasına dönüp saçlarını karıştırırken sabahın ilk saatlerine göre fazla dağınık ve yorgun görünüyordu. Babamdan nefret ediyordum.
Hiçbir şey söylemeden ahizeyi yerine yerleştirirken gözlerini gözlerimden ayırmamıştı. Yıkılır gibi oturdu sandalyesine, ilk üç düğmesi açık gömleğinin yakasından hareket eden adem elmasına takıldı gözlerim. Seryum gerçekten bir enkazdı ve Kılıç bir enkaz devralmıştı.
"Babanı öldürürsem benden nefret eder misin?"
Ciddi görünüyordu, böyle bir soru nasıl ciddi ciddi sorulabilirdi?
"Öldürmemeni tercih ederim."
"DYK'nin ziyaretinden sonra Kamer Mahver'in de Tarhunluları kışkırtmasında boktan bir ittifak kokusu alıyorum."
Sabah gazetelerinde Kamer Mahver'in adını gördüğümde üzerime bir yıldırım düştü sanmıştım.
Kendi iktidarının döneminde Varyet'te ağırladığı Tarhunluların şimdi açlık ve hastalıkla ölmek üzere olduğunu, savaştaki ülkelerinde daha iyi muamele göreceklerini söylediği iddia ediliyordu ve ortadan kaybolduğundan beri Varyet'te Tarhunluların yanında olduğu, kaçmadığı açıklanmıştı. Daha da kötüsü Kılıç'ın ülkeyi işgal ettiğini ve ülkeyi DYK'nin ellerine bırakmak için Rastaban'a geldiğini de iddia etmişti. Hiçbiri birinci ağızdan değildi, Tarhunluların lider gibi görmeye başladıkları Kamer Mahver'le konuşmalarından bu bilgiler çekip çıkarılmış ve yazılmıştı.
Babamı öldürsem kendimden nefret eder miydim?
Kılıç burun kemerini sıkıştırırken her zamanki hükmedici enerjisinin baskın yanı çatırdıyordu sanki. Elimde olmadan ona doğru iki adım attım ve durmak zorunda kaldım. Beni durduran Kılıç'ın "Yapacak işlerin yok mu?" sorusu olmuştu. Cevabı yüzünde bulmaya çalıştım, sorunun altında yatan anlamı daha çok.
Çatık kaşlarımı tepkisizce süzdükten sonra "Başkanla bir etkinlik düzenlemiş olmalısın," dedi acımasızca. "Gitmek için evden çıkmamı mı bekliyorsun?"
Mideme sağlam bir darbe yemiştim, iki büklüm olmamak için yalpalayarak geri çekildim.
Ne yapmıştım? Gerçekten ne yapmıştım? Mizan'ın bana ne kadar yaklaşmasına izin vermiştim? Uzak bir arkadaş kadar. Onunla ne kadar yakınlaşmıştım? Aynı sınıfta okuduğum bir oğlanla yakınlaşılacak kadar. Kılıç ne sanıyordu?
Mars'ı benden uzaklaştırmak için Varyet'e göndermişti, Mizan'ı uzaklaştıramadığı için acısını benden mi çıkarıyordu?
Bana bakmayı sürdürdüğünü fark ettiğimde kestim ona bakmayı.
"Karnelyam?"
Açık kapıdan çıkarken bana seslendiğini bir uğultunun arkasından zorlukla duydum. Fakat artık umutsuz değildim, öfkeli de. Sakince geri döndüm bu yüzden.
"İsmim Karnelyan. Senin için başka bir şey olmak istemiyorum. Bana başka şekilde hitap etmeni istemiyorum Kılıç."
Kapıda dikildim ve gözlerinin içine bakarak beni anladığından emin oldum.
"Benim için her zaman başkaydın ve bu değişmeyecek."
Umutsuzluk bedenimi tırmanmaya çalışıyordu, silkeleyerek kurtuldum ondan.
"Keşke olmasaydım." Sesim öyle acı verici tonda dürüst çıkmıştı ki gözlerini kırpıştırdı. "Keşke benim Karnelyan olduğumu görebilsen. Beni olmamı istediğin şekilde görmeyi bıraksan ve beni olduğum halimle kabul etsen."
Sandalyesini itip ayağa kalkarken göz pınarlarıma dolan yaşlar beni onun çekici güzelliğini görmekten bir nebze olsun korudu. Başımı iki yana salladım gülerek, kendimden utanıyordum.
"Ya da boş ver. Bunun bir önemi yok. Beni kabul etmene ihtiyacım yok. Bu çok daha başka birine söylenecek bir sözdü."
Histerik kıkırtımı bastırmak için elimin tersini dudaklarıma bastırdım.
"Lütfen işine dön Kılıç. Bu monoloğu duymamış gibi yapmalısın."
Sessiz kalsa da dudakları sarf etmek istediği kelimelerle kıpırdanıyordu fakat duymaya niyetim yoktu. Bu kez çekip gittiğimde seslenmedi, adım sesleri benimkilerin peşinde çınladı ve ondan kurtulmak için dış kapıya yöneldim.
"Karnelyan?"
Eli havada kalmış Mizan yüzüme bakıyordu. Hayalet gibi göründüğümü söyleyecek gibi kıstı gözlerini fakat akıllılık edip yorumsuz kaldı, onun yerine "Umarım babanı öldürmeye gitmiyorsundur," dedi ve öyle ciddiydi ki histerik ruh halim yüzünden delirmiş gibi kahkaha attım.
"Neden buradasın?"
Verandadaki sürgülü kapıyı açıp içeri geçtim, arkama bakmıyordum çünkü Kılıç'ın da hemen oralardan bir yerlerden "Ne tür bir başkan sabah akşam boş boş gezer?" diye soran sesi çınlıyordu.
Yarım kalan kahvaltıma devam etmek için yerime oturdum, peşimden içeri girdiklerinde ergen iki oğula sahip gibi yorgun ve bezgin hissediyordum.
"Ne tür bir başkan haftalardır, yönettiği ülkeden kilometrelerce uzakta takılır?"
Boş gözlerle Kılıç'ı izlemeyi kesip karşımdaki sandalyeye oturdu Mizan. Bana "Az önceki sorun on üzerinden yedi ederdi," diyorken Kılıç da cam kapının önünde öfkeyle dikilmiş bizi izliyordu.
"Özür dilerim," dedim Mizan'a, ekmeğime tereyağı sürerken.
"Bugün ne planlıyorsun?"
Kılıç'ın sesi ılık havayı soğuttu. Ekmeğimi hasretle masanın üzerine bıraktım. Göz ucuyla bana doğru ilerleyişini takip edebiliyordum. Arkama geçtiğinde gergince bekledim, Mizan gizemli ve kısılmış gözleri ile Kılıç'ın hareketlerini açıkça takip ediyordu. Kılıç'ın elleri omuzlarıma kondu. İlk kez soğuk olduklarını hissettim fakat ellerine akmamak, gözlerimi kapatmamak ve göz yaşlarına boğulmamak için nefes bile alamıyordum. Yangında izler alıp beni de bir yangından alan nazik kralın yakınlığı güzeldi.
"Seninle konuşmayı."
"Ne hakkında?"
Mizan'ın bir saniyeliğine gözleri benim üzerime indi, Kılıç'ın elleri altında gevşememi çatık ve şüpheci gözlerle izlese de farklı bir şeyin onu huzursuz ettiğini anlıyordum.
"DYK olarak Kamer Mahver'in usulsuz davranışlarına müdahale edilmesi gerektiğini düşünüyorum."
"Seryum seni ilgilendirmez," dedi Kılıç duygu belli etmez bir sesle. Omuzlarımdaki yumuşak baskısında bir değişiklik olmadı, öfkeli değildi.
"Beni dünya ilgilendirir."
"Benim topraklarım senin ilgilendiğin dünyaya ait değil."
Gerilen yalnız bendim ve kahvaltım ikinci kez mahvolmuş gibi hissediyordum.
"DYK'nin bir düşman olmadığını sana göstermem gerekiyor değil mi?"
"Deneyebilirsin." Kılıç umursamazca konuşurken Mizan'ın kaslarındaki taşlaşmayı gözlerimle takip edebiliyordum. Kılıç'ın eli omzumdan enseme kaydı, ürperti gözlerimi kapatmama neden oldu ve gözlerimi hemen kapatmasaydım onun yumuşak okşamalarının verdiği zevkle kayan gözlerim Mizan'ın odağına girecekti.
"Kahvaltın bitti mi?"
Benimle konuştuğunu anlamam için üzerime eğilmişti ve ne olduğunu anlamam bu kadar vakit aldığı için kendime kızdım. Az evvel kavga etmemişiz gibi Mizan'ın karşısında bana özgürce dokunuyor ve ona ait olduğumu Mizan'a ispat etmeye çalışıyordu. Yine de ses çıkarmadan başımı salladığımda Mizan'a bakamıyordum.
"Bahçeye geç, derslere devam ediyoruz."
Mizan'ın dikkati kırçıllı bir battaniye misali üzerimde rahatsız bir his bıraktığı için Kılıç kalkmam için sandalyemi çekerken Mizan'a "Kendimi koruyabilmem için savunma dersleri veriyor ama ben öfkesini çıkarmak için bahane olduğunu düşünüyorum," diye açıklıyordum gülerek. Mizan donuk ruhsuzluğuyla bakışlarını benden Kılıç'a yükseltti. Sandalyede öyle kendinden emin oturuyordu ki nefes aldığını bile anlayamıyordunuz, istemeden Kılıç'a döndüm kıyaslamak için. Ellerinden biri cebinde yumruktu, öteki gevşek bir biçimde yanında sarkıyordu. Yüzündeki izler gün ışığında daha belirgindi, tehlikeli görünmüyordu fakat gözlerinin üzerine düşen göz kapakları, delici bakışları, keskin yüz hatları ile tehditkar görünüyordu. İri gövdesi yüzyıllardır taşlara oyulup heykele dökülmeye çalışılan Tanrının tezahürü gibiydi. Mizan'ın cehennemden kopup geldiğini düşündürten bir cazibesi vardı evet fakat Kılıç cennete ulaşırken binlerce kez o cehennemden geçmişti.
"Neden savunma?"
Mizan'ın sorusuna yanıtı veren ben değildim.
"Geçmişinde kaypakça saldırılara uğradığı için."
Mizan'ın bakışları öfke ile karardı, buğday teni kömüre bulanmış gibi gölgelenmeden önce "DYK'nin saldırısından bahsediyor," diye açıkladım zaten anlamış olduğu çok belli olsa da.
"Hala yerine getirmem için benden isteyeceğin o şeyi bekliyorum." Derin sesi ikimizin arasındaki müstehcen bir sırrı ortaya döküyormuşçasına çınladı bizi saran camların arasında. Dönüp Kılıç'a bakmaya cesaret edemedim, sırtıma yayılan gergin sıcaklığı ne göreceğimi bana anlatıyordu zaten. Mizan ikimizin arasında çatırdayan havaya kulak tıkayıp düşünceli bir biçimde dilini alt dudağında gezdirdi.
"Tarhunluların Seryum'da bir isyan çıkarmak istediğini öğrendim," dedi masayı düşüncelerini sıralamaya çalışırcasına izleyerek. "Üyelerimin savaşan iki ülke ve halkıyla ilgilenmesi gerekiyor."
Bunu söylerken dalgınca masayı izliyordu. Fakat gözleri yavaşça benimkilere yükseldiğinde "Eğer istersen bu konuyu kökten çözebilirim ve sen de beni affedersin," dedi, bunu Kılıç'ı kışkırtmak için yaptığını biliyordum. Çünkü DYK'yi affetmem için bana bir dilek hakkı vermişti, yalnız onu affetmem için değil.
"Seryum'da sana ihtiyaç yok."
Kılıç gerginliğini tam anlamıyla gizleyememişti.
"Bir ay içinde bu kadar ayaklanma, isyan, şikayet varken dışarıdan müdahale gerektiğine eminim."
Kılıç'ın beli sırtıma değdi harekete geçmem için, çok yavaş bir şekilde hareket ettim ileri doğru.
"Dışarıdan müdahale olmasa bir ay içinde bu kadar kargaşa çıkar mıydı?"
Mizan kıvrılan dudağını gizlemek için başını eğdiğinde Kılıç da arkamdan yürümeye başlamıştı.
"Sen bunu düşünüp bir kahve iç ve planınız her neyse ertele. O bugün sana katılmayacak."
Açtığım kapıdan içeri soğuk dolarken girişte donup arkama dönmek zorunda kaldım.
"Katılmayacak mıyım?"
"Hayır, bugün uzun bir ders olacak."
Beni nazikçe itti ve Mizan'a veda etmeme izin vermeden kapıyı çekerek kapattı hızla.
Üşüyordum ama birazdan Kılıç'ın beni yerlerde yuvarlayacağını bildiğim için bu üşümenin uzun sürmeyeceğini de biliyordum.
Kılıç önümde ilerleyip binaya sonradan eklenmiş eski bir tahta kapıyı açtı ve içeri süzüldü. Ona güvenmeyerek arkasından girdiğimde kapıyı öyle hızlı kapattı ki dersin başladığını anladım. Kolu bir anda boynuma dolandı sertçe. Üzerleri sararmış, tozlanmış beyaz örtülerle kapatılmış kullanılmayan eşyaların bulunduğu ardiyedeydik, içerideki hava ciğerlere dokunacak kadar ağırdı.
"Seni olduğun gibi kabul etmeyeceğimi mi düşünüyorsun?"
Dirseğimle karnına darbeler geçirirken "Etmediğini ve edemeyeceğini düşünüyorum," diye tısladım.
Kasıkları ile beni öne ittiğinde kendimi yere atıp ileri süründüm hızla.
"Bana nefret kusan halini bile kabul ettim."
Üzerime atıldığında gövdesine tekmeler attım, denk getirmeye çalıştım daha çok.
"Ben nefret kusan biri değilim. Beni kabul edemediğin için anlayamamışsın salak."
Bir tekme bacağına denk geldi, darbeyle geri sekerken öne uzanan eli ayak bileğimi yakalamıştı. Hiç durmadan boşta kalan ayağımla yeni darbeler indiriyordum.
"Salak?"
Bileğimi kurtaramadığım için yüz üstü dönüp yerden destek almaya çalıştım, kendimi tüm gücümle ileri çekerken bana doğru sendelediğini gördüm fakat onun kadar hızlı değildim, kaçamadığım için kasıkları ile beni yüz üstü yere bastırırken bir kolu yeniden boynuma dolanmıştı bile.
"Tatlı dilli Karnelyam, zehir saçmadığını da iddia edecek misin?"
Dizlerimden destek alıp onu üzerimden atmaya çalışırken öteki yanımdan yere yaslandığı koluna dişlerimi geçirdim, bu dikkatini dağıtıp üzerime yığılmasına neden olduğunda başımı geriye atıp burnuna geçirdim.
"Tatlı dilim senin güzel toprağında zehirle buluşuyordu, unuttun mu?"
Bunu onu duygusal olarak savunmasız bırakmak için söylemiştim ve işe de yaramıştı. Yüzüne aldığı darbeyle birlikte vücudumdan kayıp yere bırakmıştı vücudunu. Kolu gevşek de olsa hala boynumda olduğu için dirseğimi karnına geçirip ondan çırpınarak kurtuldum. Saldırmayı değil bulduğum ilk fırsatta kaçmamı öğrettiği için belimi doğrultamasam bile yürümeye çalıştım fakat baldırıma sardığı kolu ile düşmeme, hızla kalçama sardığı koluyla da üzerine yığılmama neden oldu. Sırt üstü dönüp iki koluyla beni kendisine bastırırken gövdesini itip doğrulmaya çalıştım. Omurgam ikiye ayrılacak sanacağım kadar geri ittim kendimi fakat bacakları ile alt gövdemi öyle sıkı bir kapana almıştı ki bacaklarım kıpırdayamıyordu.
"Seni olmanı istediğim şekilde görüyor olsaydım bu sözleri edemezdin."
Başını yerden kaldırıp benim Kaçmak için kıvranan yüzüme yaklaştırdığı için alnındaki damarlar dışarı çıkıp bana dokunmak ister gibi kabarmıştı.
"Ederdim çünkü hiçbir zaman istediğin kişi olmayacağım."
Alnımı yüzünün rastgele bir yerine çarptım. Başı geri düşerken göğsündeki hırlama ona yapışık olduğum için midemde hissediliyordu.
"Bu acıttı aşkım."
Bu kelime sabahki gibi düşünmeden ağızdan çıkanlardan değildi, beni kışkırtmak içindi. Gayet de işe yaramıştı. Bacaklarımdan birini hareket ettirebildiğimde dizimi yere sabitleyip birkaç santim doğrulabildim ve parmak eklemlerim zonklayana kadar adamın göğsünü yumrukladım.
"Bu kelimeyi bir daha kullanırsan bu son dersimiz olur." Kesik kesik ve nefes nefese konuştuğum için aklımdakileri tek seferde söyleyemedim. Parmaklarımı boynuna sardım ben onu yumruklarken sırıtmaya başlamış suratını kendime eğmek için. "Çünkü seni bu derste öldürürüm."
Aslında bir an için gerçekten havalı ve güçlüydüm sonra ne olduğunu anlayamadan dünyam tepe taklak oldu. Kılıç beni geri yatırmış, sırtım kirli zeminle buluşmuştu. Kolunun tersi ile çenemi havaya kaldırırken bir yandan da beni boğazımdan yere sabitliyordu.
"Belki de sen bu kelimeyi benim için kullanana dek dersi bitirmem, ne dersin?"
Evet, öfkeliydim ama mücadele etmek için yetecek alanım yokken öfkem bana dönmüş Kılıç'ın yandaşı olmuştu.
"Rüyanda görürsün aptal."
"Rüyamda daha fazlasını da görüyorum Nimfea."
Yüzüme eğildi, dudakları burnumun ucuna değdi, benim kadar aciz durumda değilse de en azından solukları dengesizleştiği için bile bunu zafer sayıyordum.
"Hala bana bir şeyler yaptırmaya çalışıyorsun, beni kabul etmiş halin bu mu?"
Taşı yarıp içine girebilirmişim gibi kendimi yere bastırıyordum onun üstümdeki gücünden biraz olsun sıyrılabilmek için.
"Sana kendini kabul ettirmeye çalışıyorum, seni ne kadar kabul ettiğimi görebiliyor musun?"
Üzerimdeki ağırlığını azalttı, kaçabileceğim kadar değil mücadele edebileceğim kadar. Gövdesinin altında yan dönmeye çalıştım, omzum altında ezilirken onu itmeye ve kaçacağım alanı yaratmaya uğraşıyordum.
"Güvenmediğin birini kabul etmiş olamazsın, bana güvenmen için de değişmemi İstiyorsun."
Memnuniyetsiz sert nefesi saçlarımı kıpırdattı ve sözlerime karşı çıkmadığı için daha da öfkelendim. Uzayın boşluklarında süzülen sahipsiz güçleri kaslarıma çekmiştim sanki. İki kolumla yüzümün önündeki koluna sarılıp onu devirdim, afallayışından yararlanmak için omzumla göğsünü ittim ve kolunu hiç bırakmadan omuzlarını tırmandım.
"Gerçeği inkar etmemeni istiyorum Nimfea, değişmeni değil."
"Sana gerçeği anlatayım Kılıç."
Bacaklarımın arasında sıkıştı omuzları, koluna bir oyuncak ayı gibi sarılıp kalmıştım, nefes nefese ve yorgun olduğum için hamle yapmadan beni izledi kirpiklerinin arasından.
"Bir adam yanıma yaklaştığında öfke saçıyorsun çünkü kendimi gelen her adamın kollarına atacağımı sanıyorsun. Bir aptal gibi. Asıl gerçek bu."
Sesim zayıfladı ama tükenmedi. Kalçamı üzerinde kaydırıp yüzüne eğdim. Damarları belirginleşmiş, allaşmış yüzü ile uzanırken tehlikeli biçimde güzel görünüyordu.
"Ne zaman sarayı terk etsem kaçtığımı sandın. Ne zaman evi terk etsem Mizan'a gittim sandın."
Gözleri gergince kısıldığında ben de sesimi kıstım. Kolunu yavaşça indirdim, ellerimi üzerinden çekemiyordum. İki elimle göğsüne bıraktığım parmaklarının üzerine sarılmıştım.
"Merkez binasına gittiğimi öğrendikten sonra bana bir kez bile ne bulduğumu, ne yaptığımı sormadın çünkü bir şey başarabileceğime inanmıyorsun."
Alnımda biriken terin şakağımda süzüldüğünü hissettim, kirpiklerimdeki nemi de tere bağladım.
"Evliliğimin sahte olduğunu biliyorsun ama yine de seninle yakınlaştığım için bunu bir başkasıyla da yapabilecek sadakatsiz biri olduğumu düşünüyorsun."
"Karnelyam." Hırıltıyla dökülen uyarısını dikkate almadım çünkü öfkesi sözlerimin yanlış olmasına değildi, gerçek olmasınaydı. Hala, evlilik konusu geçtiği için beni susturuyordu, yanıldığım için değil.
"Mars benim arkadaşımdı, güvenebileceğim biriydi ve bana yaklaşamaması için onu ülkenin bir ucuna yolladığında daha iyiydin. Çünkü Kılıç, bana o kadar güvenemiyorsun ki çevremdeki erkekleri yok ediyorsun."
Dudakları bir karı andıracak kadar beyazladı sıkıca birbirine bastırılmaktan. Sığlaşan solukları ile üzerinde düzensizce yükselip alçalıyordum.
"Eğer beni korumak için olduğunu iddia ediyorsan... Mars sen bir anda karşımda belirmeden çok önce de hayatımdaydı ve bana hiç zarar vermedi. Ama sen benim güvenilmez bir aptal olduğumu düşündün, ve çevremdekileri benden uzaklaştırdın. Sanki senden önce doğru kararlar veremeyen bir yaratıktım da gelir gelmez bana, beni yanından ayırmayacağın bir anlaşma imzalatıp işini garantiye aldın."
Dudakları birbirine kenetlenmiş ve çözülmüyormuş gibi kıpırdandı fakat konuşmadı, dinlemeye devam etti.
"Ama ben o kadar güvensiz, akılsız biriydim ki sen imza attığım halde her seferinde kaçmışım gibi peşime takıldın." Başımı hemen iki yana salladım. "Beni korumak için değil, hayır. Sebep hiçbir zaman bu olmadı. Arkandan planlar yaptığıma inandın ve DYK'ye güvenecek kadar aciz olduğumu izledin her gün ama benim başarılı olacağıma o kadar inanmadın ki müdahale etmedin, gerçekleri anlatmadın çünkü bana güvenemedin. Senin güvenini kazanmak için acizce çırpındığımı öğrendin ve..." Omurgamın titrediğini hissediyordum, asıl kimliğim, kendime olan güvenim her çıkan kelime ile bedenimi terk ediyor ve beni içi boş, iskeletten ibaret bir yaratığa çeviriyordu. "Ve bana o kadar acıdın ki güvenini kazanamayacağımı bildiğin için planıma rağmen bana köpeğin önüne kemik atar gibi cesaret kırıntısı vermeye çalıştın." Dudakları titremeyi kesti, artık kirpikleri titriyordu; sözlerimi sanki duymuyor da okuyordu, tek bir kelimeyi bile kaçırmamak için gözlerini bile kırpmıyordu.
"Kılıç sana ihanet ettiğimi düşündüğümde beni o kadar aciz görüyordun ki bana kızmadın bile, cezalandırmadın, af dilememi, telafi etmemi istemedin çünkü sana zarar verememiştim, veremezdim de değil mi?"
Gözlerimi kırpıştırdım, Kılıç'ın alnına bir damla düştüğünde bunun yüzümde biriken ve tutunamayan ter damlalarından biri olduğuna inandım.
"Bana öfkelenmedin. Bana hiç öfkelenmiyorsun. Yanıma bir adam yaklaştığında, bir adamdan bahsettiğimde öfkeleniyorsun yalnızca."
"Sana güvenmem için bana güvenmen gerektiğini söylemiştim."
Yüzüme kafamın içi bir çöplükmüş de değmeden ilerlemeye çalışıyormuş gibi baktı. Sözlerimi reddetmesini, en azından bir kısmına karşı çıkmasını istiyordum o ise kendini haklı çıkarmanın peşindeydi.
"Sana güvenmem için ne yaptın?"
"Senin için ölürüm Karnelyan."
Karnelyan'ı görmeye yeni başlıyordu.
"Ama beni savaşına dahil etmezsin. Ve bu beni savaştan korumak için değil, biliyorum. Aylarca o boktan sarayının duvarları arasında verdiğim savaşı gördün, beni savaştan korumak değil niyetin. Yanında savaşacak kadar güçlü olmadığımı düşünüyorsun."
Sustu, konuşmak için ihtiyacı olan kelimeler ortadan kaybolmuş gibi.
"DYK'nin beni mahvedişini izlerken beni korumaya çalışmadın, onlardan nefret etmek için sebeplerim olduğunu bile bile kendi güçlü yok etme planına beni dahil etmedin. Kendi başıma verdiğim savaşı da merak etmedin çünkü senin yüce planının yanında benim debelenip durmaktan başka hiçbir şey yapamayacağımı düşünüyorsun."
"Arkamdan o adamla çıkıp gittiğinde üyelere yaptığın gibi ona da planlarımı anlatasın diye mi seni savaşa dahil edeceğim?"
Bir damla daha düştü benden ona, bu kez elmacık kemiğine çarpıp parçalanan damla bir göz yaşı gibi süzülüyordu çenesine doğru. Gözlerini kırpıştırdı ama acımasız ifadesi değişmedi. Sanki çocuktum, koşuyordum ve yüz üstü kapaklanmıştım, sanki zayıf kaburgalarım aldığı darbeyle ciğerlerimi sıkıştırmıştı da nefes alamamıştım, nefes alamamıştım ama yere çarpıp derisi sıyrılan avuçlarımın acısını da çok fazla hissediyordum.
"Etmeyeceksen neden edecekmiş gibi davrandın?"
Gözleri gözlerimdeyken dalgınlaştı, zihni benden uzaklaşmıştı.
"Benim yanımda savaşmak istiyorsan o adamla ne işin var? Ne yapıyorsun onunla?"
"Sen söyle Kılıç, ne yapıyorum?"
Sesim yorgundu, vücudum da, zihnim ve ruhum da. Şimdi dinlenmek için bir yatak arasam beni savaşında istemeyen bir adamın iki yan odasında dinlenmek zorundaydım.
"Sana dokunmasına izin veriyorsun, sana kur yapmasına izin veriyorsun." Benden aşağıda, pis zeminde uzanırken bile tehditkar görünüyordu, bacaklarım üzerinde kasıldı. Bacağımın üzerindeki eli de öyle. "Seni bana karşı kullanmaya çalıştığını bile bile onun yanında duruyorsun, üyelerinin de yaptığı tam olarak buydu ve sen aynı şeyleri yapmaya devam ederek sana güvenmemi bekliyorsun. Karnelyan... senin savaşın ona karşı mı yoksa dediğin gibi benimle savaşamayınca bana karşı savaşmayı mı sürdürüyorsun?"
Başımı iki yana salladım ve bir son veremeden sözlerinin her birini, iyi ve kötü olanlarını, geçmişte sarf ettiklerini ve gelecekte sarf edeceği her sözü şimdiden reddettim.
"Seninle savaşım bitti."
Pelteye dönmüş bedenimi sürünerek ondan uzaklaştırdığımda beni kıpırdamadan olduğu yerden izliyordu anlaşılmaz ifadesi, taştan maskesiyle.
"Yanımda nefes alan bir adam gördüğünde bu sana karşı savaştığım anlamına gelmez. Hatırlarsan sarayda, anlaşma yüzünden senin peşinde kuyruk gibi gezerken yanımda bir erkek yoktu senden başka ve o zaman sana karşı savaşıyordum. Senin derdin sana karşı savaşmam değil."
Kesik soluklarım göğsümü tıkadı. Benim yüzümden bir başka adamla savaşmak zorunda kalmaktı onu öfkelendiren ve beni kazanmak yerine etrafımdakileri kaybetmeme yol açınca sorun çözülecek sanıyordu. Mektuplaştığım adam gerçekten yabancı bir tanıdıktı, Kılıç'sa tümüyle yabancı.
"Üyeler gibi beni sana karşı kullanmaya çalışıyorsa neden bu kez buna bu kadar deliyorsun? Nasıl olsa bana güvenmiyorsun Kılıç, o zaman o adama seninle ilgili hiçbir şey anlatamadığımı bile bile neden bu kadar öfkeleniyorsun?"
"Çünkü bu kez kullanıldığını biliyorsun, çünkü sana en başında bunu söyledim," diye hırladığında bana ulaşamayacak olsa da iç güdüsel olarak bana eğilmişti.
"Çünkü bu kez başarılı olabileceğinden korkuyorsun, çünkü beni o kadar zayıf buluyorsun ki ona kapılıp gidecek bir aptal olduğumu sanıp buna öfkeleniyorsun." Sesim beklediğimden daha sakindi, yüzündeki donukluğa bakılırsa o da bu konuda sakindi. Sakince kabullenmişti.
"Bu kadar yeter Nimfea."
Fısıltısı bulunduğumuz alanda bir fırtına yarattı, savrulmamak için kendime sarıldım. Elini kirli zemine yaslayıp bana bakarken kayıp görünüyordu, olduğunu sandığım adam olmadığıyla daha ne kadar yüzleşecektim bilmiyordum ama hayatımda babam gibi birine ihtiyacım yoktu. Kılıç'ın hasta sevgisine ihtiyacım yoktu. O yüzden omzumu silktim ve duymak istemediği sözleri yuttum.
|
0% |