Oy verip yorum yapmayı unutmayalım, her küçük görünen yorum ve eleştiri benim için çok kıymetli. İyi okumalar!
❝Güneş doğudan doğar batıdan döner, batarken bütün ışıklar söner.❞
Rüzgar gövdemi itip içimden geçerken evden paltom olmadan çıktığım için kendimi aptal gibi hissediyordum. Kahvaltıdan önce birkaç taze havuç toplamaktı niyetim ve evle bahçe arasındaki mesafenin kısalığına rağmen havuçlara varamadan geri dönmeyi düşünüyordum.
Eteğimin kumaşı bacaklarıma dolanıyorken direnmeyi kesip bahçeye koştum. Yeşil dallar sağa sola savrulurlen rüzgarın uğultusuyla karışıp cümbüş oluşturuyordu.
Dizim toprağa değdi, yalnız iki havuç çekebilecek kadar sabredebildim ve ayağa kalktığım an sırtımın çarptığı gövde ileri doğru yalpalamama yol açtı. Kendimi doğrultabildiğim an gri göğün altında gümüşi saçları ile durup bana bakan adamdan birkaç adım geri kaçtım.
"Karnelyan," dedi teyit edercesine, rüzgarla uğuldayan kulaklarımdan dolan ses tıpkı bir rüzgar gibi sarsıcıydı. Paltosunun yakalarını çenesine çektiği için sesi daha da boğuluyordu adamın ve bir kabusa dalmışım hissi git gide büyüyordu.
"Şu an binlerce askere önderlik ediyor olman gerekmiyor mu?"
Elleri kollarının ucuyla birlikte siyah kabanın içinde kaybolan Keskin Karma benden tam dokuz yaş büyüktü fakat genetik olan saç beyazlığı nedeniyle tehlikeli bir imaj çizecek kadar olgun ancak dinç görünüyordu. Ve aylar sonra karşımdaydı, onu gördüğüm ilk andan tek bir farkı bile olmayan son haliyle.
Sorumu yanıtlamak yerine ne düşündüğü bilinmez duruşunu bozmadan "Yarın, gece yarısı seni buradan götüreceğim, eşyalarını almana gerek yok, yalnızca gece yarısından sonra beni tam olarak burada bekliyor ol," talimatları vererek beni şok içinde bıraktı.
"Neden?"
"Daha önce olmadığı için üzgünüm."
Üzgün görünmüyordu, ben damarlarımda pompalanan paniği durdurmaya çalışırken o görevini soğukkanlılıkla yerine getirmeyi amaçlayan bir asker gibi duruyordu.
"Ne demek istiyorsun? Beni kaçırmayı falan mı planlıyorsun?"
Zihnimde cirit atan yüzlerce korkunç teori varken bir cümle seçip çıkarmak zordu ve deli gibi kaçmak isterken durmayı sürdürmek işleri daha da zorlaştırıyordu.
"Yarın gece seni babanla buluşturacağım, sonrasına onunla karar vereceğiz."
"Babam burada mı?"
Keskin bir baş onayı dışında sessiz ve duygusuzdu.
"Başından beri babamla mıydın?"
"Bunları yarın konuşuruz, dikkatli ol."
Arkasını dönmeye hazırlanırken telaşla durdurdum onu.
"Gelmezsem ne olacak?"
Yan dönmüş, omzunun üzerinden eğik başı ile yüzüme bakarken kocama bakıyor olduğumu idrak etmek kanımı dondurdu. İlk kez bu sahte evliliğe bulaşarak yanlış yapmış olduğumu düşünmeye başladım.
"Neden gelmeyesin?"
"Babam bir anda çıkageldiğinde onunla konuşmak için koşa koşa ayağına gideceğimi mi sanıyorsunuz?"
Kaşları çatıldığında verdiği ilk duygusal tepki beni müthiş biçimde rahatsız etti fakat korkumu dizginlemememe de neden oldu. Bana bir şeyi zorla yaptırabilecek gücü yoktu ne onun ne babamın ne de dünyanın geri kalanı için bu mümkündü.
"Sen ayağına gitmeyeceksin, seni ben götüreceğim. Senin kocan olarak."
Midemin duvarları bir zelzeleye tutulmuş gibi sarsıldı o an. Üzerimde tahakküm kurmaya çalışan adamların beni çileden çıkarmasına gerçekten çok az kalmıştı.
"Evliliğimizin sahte tabiatına benim kadar hakim olduğunu biliyorum. Babamın benimle ne konuşmak istediğini ve yerini söyle, birbirimizi görmemeye devam edelim."
Yeniden tümüyle bana doğru döndü, içimi bir soba gibi ısıtan mücadele gücü sayesinde üşümüyordum fakat rüzgar bir tokat gibi yüzüme indiğinde kollarımı göğsümde bağlamadan edemedim.
"Onunla konuşmadan seninle ne konuşmak istediğini bilemezsin."
"Bu, senin de bilmediğin anlamına mı geliyor?"
Sessiz ve kararlı onaylamasının ardından "Eğer buraya dönmek istiyorsan kimse yokluğunu fark etmeden seni geri getireceğim," dedi.
"Geleceğimi söylemedim."
Bu kez daha kararlı ve gitmeye hazır görünüyordu. Yakalarını düzeltip rüzgara karşı siper ederken "Gece yarısına kadar karar ver, seni babana götürmek için burada olacağım," dedi ve bu son sözüydü. O arkasını dönüp giderken ben günlerdir bana anlamsız güller ve boş nasihatler veren adamların babam ve Keskin Karma ile bir ilgisi var mı diye düşünüyordum. Fakat olamazdı. Olamazdı işte, babam benimle konuşmak niyetindeyse konuşur, istemiyorsa da ortalıklarda görünmezdi. O zaman o adamlar kimdi?
Kafam karışmış bir halde eve girdiğimde havuçları mutfağa bıraktıktan sonra ilk yaptığım Kılıç'ın odasına çıkmak oldu. Ortalıklarda görünmediğine ve savunma dersi için beni uyandırmadığına göre evde değildi. Dün gece birbirimizi boğmadan eve döndüğümüzde ben şöminenin önündeki kediyi odama taşımış ve Kılıç'ı odama almamıştım. Hangi cehennemde olduğunu bilmiyordum ama evde olmaması işime geliyordu, en azından şu an.
Kapıdan içeri girdim usulca, şiltenin ortasındaki belli belirsiz çöküklüğe ve üstündeki karışık çarşaflara bastıramadığım bir hasretle baktım. Perdeler örtülüydü, basık hava içeriye loşluk katacak kadar girebilmişti. Buraya ne için geldiğimi unutarak odanın Kılıç kokan havasını soluyarak hipnoz olduğum için banyonun kapısı açılıp da üzerinde pamuklu, taş rengi pijama altından başka bir şey bulunmayan haliyle, saçlarının üzerinde Kül rengi bir havlu sarkarken donup kalan Kılıç'ı görünce şaşkınlığımın yoğunluğu beni yerimden sıçramaktan alıkoymuştu.
Pijama altının gevşekçe beline tutunuşuyla kasıklarından içeri doğru sivrilen v hattı daha belirgin görünüyordu. Gözlerimi daha aşağı inmemeleri için yukarı doğru kaldırdım. Kasları arasında derin yara izleri, rengi daha açık ya da daha koyu şekilde fırça darbeleriyle gövdesine saçılmış izleri ilk kez görüyor gibi baktım. Sol göğsün üzerinde tenini kabartmış, dağlanmış "serenyum" yazısını belli belirsiz görebiliyordum buradan bile.
"Karnelyam?"
Geniş omuzlarını tırmandı gözlerim. Sol yanı yangında hasar görerek kararmışken bir de aldığı kurşunun izi güzel tenini bozuyordu.
Başka bir evrende onunla yeniden tanışmak... Daha çok istediğim hiçbir şey yoktu.
Bana doğru birkaç adım attığında gözlerine baktım, endişeliydi. Ve göz pınarlarımı dolduran yaşlar görüşümü bozduğunda onu daha az görmekten nefret ederek başımı iki yana sallayarak kurtulmaya çalıştım.
Kılıç bunu ona karşı bir itiraz sanarak olduğu yerde kaldı.
"Sorun ne bebeğim?"
"Yatağa oturur musun?" diye sordum. Sesim korkunç biçimde çatlak ve boğuk çıktı. Hiçbir şey söylemeden odanın ortasındaki yatağa doğru kaydı geri adımlarıyla. Sonunda oturup beni, bana zarar veren bir şey varmış ve onu bulup yok etmek için kendini zor tutuyormuş gibi izlemesine dayanamayarak sordum.
"Sana sarılabilir miyim?"
Dudakları aralandı, bu onu en şaşkın, korkmuş, kafası karışmış gördüğüm andı ve kesinlikle en kararlı haliyle kollarını bana uzattığı an da bu andı. Bir saniye bile beklemeden dizine oturdum ve kollarımı omzuna sardığımda başım boyun girintisine yerleşmişti. Alabileceğim en güçlü soluğu aldım. Suyun dibinden yüzeye süzüldükten sonra alınan ilk nefesti ve ben uzun süredir boğuluyordum. Güçlü kolları tüm dünyayı arkamda bıraktığımı hissedeceğim kadar sıkı sardı beni. Bana zerre güvenmeyen birinin kollarında bu kadar güvende hissetmek gururumu zedeliyordu ancak şu an ruhumu dolduran tatmin duygusunu azaltamayacak kadar etkisizdi. Traş losyonunun bildik kokusu onun erkeksi kokusuyla harmanlanınca başımı döndürüyordu, iyi ki onun kollarında soluyordum bunu çünkü dizlerimin bağı çözülmüştü ve yere yığılmamam için burnumu o sarhoş eden kokuya daha da yaklaştırdım. Kedi gibi mırladığımı hissediyordum, gözlerim kapalıydı, burnum çenesinin altındaki sakallara sürtünüyordu; şayet Kılıç kalın parmaklarıyla kulağımın arkasını kaşıyacak olsaydı gerçek bir kedi gibi tenini yalayarak minnetarlığımı göstermeye çalışacağımdan korkuyordum.
"İyi misin?" Çakıllı sesi yumuşacıktı, güneşin altında ısınmış bir taş gibi.
"Mmm."
Büyük eli başımın arkasına kondu, parmakları saç diplerime masaj yapmaya başladığında ağzımı kapalı tuttum ki bir kediye dönüşmeyeyim.
"Seni özledim Tatlı Karnelyam."
Dudakları saçlarımı aralayıp kulağıma değdiğinde kollarının arasında ürperdim, bunu fark eden Kılıç keyiflenerek dişlerini tenime sürttüğünde etrafımıza bizi koruyup kollayan bir duvar örüldü. O kadar yakındık ki birbirimize karışmıştık, o kadar yakındık ki aramızdaki duvarlar tuz buz olmuştu.
"Bir şiir hatırladım," diye mırıldandım boynuna doğru. "Güneş doğudan doğar batıdan döner, batarken bütün ışıklar söner."
Dişlerini kulak mememe geçirdi devamını getirmeden evvel. "Zalim kralın düşüşü şafaktan önce kutlanır, halkın göz yaşları ancak o zaman diner."
Boğuk kıkırtım ikimizin göğsünde oynaştı fakat Kılıç'ın içime işleyen homurtusuyla kendimi durdurdum.
"Bana nazik kral dediğini hatırlıyorum, zalim kral babandı."
Uzunca iç geçirdim. Beni ittiğinin bile farkında olmayan adamın yakınlığını öyle özlemiştim ki boğazım düğümlenmişti fakat ezilip etrafa saçılan Karnelyan olmaktan öyle bezmiştim ki kendimi ona tümüyle teslim etmem imkansız gibi görünüyordu. Beni yalnızca Karnelyan olarak kabul etmeyecek birine daha ihtiyacım yoktu, yine de parmaklarımı gövdesinde iz bırakan yaraların üzerinde gezdirirken nazik ve sahipleniciydim.
"Bu kokuyu seviyorum." Mırıldanırken kapalı gözlerle burnumu teninde sürterek yanaklarının, çenesinin çevresinde gezindim. Sıcaklığı, kokusu, yaydığı güç kanımı kaynatmaya başlamıştı, karnımın içinde genişleyen sızı tatlı bir hal alınca onu bastırmaya çalıştım fakat Kılıç'tan bir santim bile uzaklaşmadım.
"Biliyorum aşkım." Bir günah kadar sarsıcı sesiyle hassaslaştım ve kaslarımın gerilmeye başladığını hissettim. Elimi gövdesinde dolaştırarak dudaklarının üzerinde bıraktım bana bir daha "aşkım" diyemesin diye. Bu rastgele söylenecek bir şey değildi.
"Şu kelime yüzünden seni cezalandırmalıyım," derken sesim cılız ve tizdi. Kılıç ise dudaklarına örttüğüm avucuma yumuşak öpücükler sıralamaya başladığında onu susturma arzum da cılız bir hal almıştı. Fakat sonra onun zihin yavaşlatan, sarhoş eden varlığına rağmen buraya neden geldiğimi hatırladım. Buraya Kılıç'ın çekmecesindeki karnelyan işlemeli hançeri almaya gelmiştim çünkü ne zaman dışarıda tek olsam arkamda biri beliriyordu ve Mizan'ın sunduğu silahları reddetsem de şimdi kendimi savunmak için bir şeye ihtiyacım olduğunu daha çok hissetmeye başlıyordum. Buna neden olan da günler içinde kararlaştırılan plan üzerine bir sabah uyanıp duygusuzca evlendiğim adamı bir anda karşımda görmem olmuştu.
Kılıç kollarında ne kadar gerildiğimi hissetmiş olmalı ki "Karnelyam?" diye fısıldadı. "Buraya neden geldin?"
Ondan gizlemem gerekirken ben hiç düşünmeden "Keskin Karma burada," dedim ve artık Kılıç da gergindi. İçimi ısıtan sıcaklığı öfkeyle harlanarak yakıcı bir hal aldı.
"Nerede?"
Beni kollarımdan tutarak kucağından kaldırdı, yakınlığının zihnimde ve bedenimde yarattığı bocalamadan sıyrılamadığım için o dolabından çıkardığı kazağı üzerine hızla giyerken, gövde kemerini de üzerine geçirip deri kayışa silahlarını yerleştirirken ben gözlerimi kırpıştırarak onu izliyordum. Sesini duyuyor fakat yanıt veremiyordum. Yanıma gelip kollarımı tuttu yeniden, yüzündeki ölümcül ifade benden bir yanıt koparmadan pes etmeyeceğinin kanıtıydı.
"Sana dokundu mu? Nerede gördün Nimfea?"
"Az önce bahçede karşıma çıktı. Bana dokunmadı."
Bu Kılıç için yeterliydi. Ürkütücü cüsessini silahlarla donatmış, gerçek ve şanlı bir şövalye gibi savaş alanına ilerleyen adımları tahta döşemeyi belli belirsiz sarsıyordu. Kapıyı sertçe açıp dışarı çıktığında kapı arkasındaki duvara çarpıp sekmiş ve bu gürültü bizi içinde saklayan kar küresinin berrak camının parçalanmasına yol açmıştı. Az evvel içimi dolduran huzur kar küresinin içindeki sıvı ve sahte karlar gibi etrafa akıp tahta döşemelerin arasına sızdı, sanki onu sonsuza dek kaybetmiş gibi hissettim.
"Kılıç, artık orada değil. Gitti."
Beni dinlemeyerek evin etrafını dakikalarca araştıran Kılıç burnundan soluyarak çalışma odasına girdiğinde etrafta bir fırtına estiriyordu ürküten enerjisi. Peşinden girip yarım kalan konuşmayı bitirmeye çalıştım fakat ahizeyi kulağına yaslayarak konuşmaya başladığında dudaklarımı ısırarak sessizce dinlemek zorunda kaldım.
"Bana birkaç adam daha gönder. Arazinin çevresini korumak için daha fazlasına ihtiyacım var. Şüpheli bir kuş bile uçmayacak evimin üstünden. Anlaşıldı mı?"
Karşıdan gelen yanıt kısa sürmüş olmalı ki ahizeyi sertçe yerine bıraktığında odaya bir çınlama yaydı.
"Seninle ne konuştu?"
Sanki cevap vermeyip kaçacakmışım gibi yanıma gelmiş, bileğimi kavramıştı.
"Neden bu kadar öfkelisin Kılıç? Bana bir şey yapmadığını söyledim."
Sanki sancı çekiyor gibi yüzü buruştu, acısını dindirmek için daima fazla istekli olduğumu biliyordum ve yine buna çabaladım. Göğsüne yaklaştığımda elim yanağına çıktı, parmaklarıma batan sakalların arasından tenini hissedebiliyordum.
"Henüz bir şey yapmadı. Ülkeler hala savaştayken buraya gelip seni bulduysa Karnelyam, bu bir şey yapmaya kararlı olduğunu gösterir."
Normalde elim yüzüne yaklaşsa başını avucuma
eğer ve dokunuşumun ne kadar eşsiz olduğunu hissettirirdi bana, bu kez beni hissedemiyor gibiydi.
"Beni babama götüreceğini söyledi."
Kılıç yüzündeki elimi indirip iki bileğimi de ikimizin arasında sabitlediğinde bunun farkında olduğunu bile sanmıyordum. Öfkesi daha ruhani bir şeye dönüştü o an. Bakışları beni delip geçiyor ve ben kulağına ölümcül planlar fısıldayan tilkileri bir araya getirip bir ordu büyüttüğünü görebiliyorum.
"Ve?"
"Belli ki başından beri babamla irtibat kuruyorlardı. Neden bir anda çıkıp geldi bilmiyorum ama babam bir şey planlıyor olmalı."
Kılıç'ın bakışları karardı fakat üzerine yığılan soğukkanlılık zerre azalmadı.
"Sen ona ne söyledin Karnelyam?"
Bileklerimi ellerinden çektim, iki yanıma sıkıca bastırdım silahlarımı yoklar gibi.
"Bir şey söylemedim. Yarın geceye kadar kararımı vermem gerekiyormuş."
Kaşlarının kararsız kıpırdanışı sonunda anlam arayan çatıklığa evrildi, bana o kadar güvenmiyordu ki ilk fırsatta çekip gideceğimi sanıyordu.
"Onun hayatını sikeceğim." Kükremesi gök odaya dolmuş ve yağmur bulutları etrafımızı sarmış gibi boğuk, tehlikeli, karanlıktı. Çekip gittiğinde ne yapmaya çalıştığına dair hiçbir fikrim yoktu.
🕑
Seni karşımda görmek yanımda görmekten daha güvenli Karnelyan...
Kafamın içinde bir yarasa dönüp duruyor, çıkışı bulamıyor diye etrafı talan ediyordu. Bu cümlenin bana yaptığı buydu. Kılıç'a karşı beni tüketen hislerin bana yaptığı tam olarak buydu, beni talan etmek.
Kendimi Mizan'ın bahçesinde dolaşırken buldum. Uyluğuma yerleştirdiğim hançer tenimden daha sıcak bir hal almıştı ve varlığını unutmama izin vermiyordu. Bunu Kılıç'tan izinsiz almıştım fakat kendimi bu konuda mahcup hissetmem mümkün değildi, kabzasındaki karnelyan taşlarının kızıllıklar saçan gövdelerine baktıkça onu kullanmak benim de hakkımmış gibi görünmüştü gözüme. Daha da önemlisi Kılıç hançerini bana vermek için bir saniye bile düşünmezdi ancak neden istediğimi öğrenmesi halinde başım çok ağrıyacağı için bacağıma bandajla yerleştirdiğim hançeri gizlice almaya mecburdum.
Kılıç evden delirmiş gibi çekip gitmeden önce bana kapıdan dışarı adım bile atmamamı, İzel ve Serhan geldiklerinde yanından ayrılmamamı söylemişti ve ben de tam olarak bunu yapmıştım. Büyük toplantı öncesi Mizan'ın evindeki davetler daha kalabalık bir hal almış, Rastaban Köşkü'nde geçirilen süre fazlaca artmıştı. Serhan ve İzel eve gelip Mizan'ın davetine gideceğimizi haber verdiğinde Kılıç'ı göreceğimi de sanmıştım ancak Kılıç saatlerdir ortalıklarda görünmüyordu. Ve eminim Mizan'ın olası bir etkinliğine tek başıma katılmamam için Serhan ve İzel'i bana bebek bakıcılığı yapmak üzere göndermişti. Artık ona kızamıyordum bile fakat hayal kırıklığıma bir çözüm bulamıyordum. Yanında olmak istediğimi söylediğim adam nasıl karşısında olmamı tercih ettiğini söyleyebilirdi? Onu aklamaya çalışan aptal yanım beni bu sabah onun kollarına sığınmaya itmişti hem de dün bana o berbat lafı söyledikten sonra. Aklım nereydi? Mantığım, gururum...
Ağaçların aralarından kulağıma ilerde akan suyun şırıltısı geldiği için başımı kaldırdım ve geri döndüm fakat gözüm siyah bir karartının hareketini yakaladığında batmak için sancılı bir aydınlık yayan güneşin ölü ışınları arasından gözlerimi kısıp iyice görmeye çalıştım. Karartı bir anda tahta köprüye doğru ilerlemeye başladı, yavaşça durup onu izlediğimi bilir halde omzunun üzerinden bana baktığında aramızdaki belki yedi, sekiz metrelik mesafeye rağmen onun bana gül veren son adam olduğunu düşünmeme neden oldu. Paltosu baldırlarında bitiyordu, siyah kasketi son gördüğüm adamınkiyle aynıydı, boyu, kalıbı da öyle. Elindeki gülün parlak bir nokta gibi elinden sarktığını gördüğümde gerildim. Yeniden önüne dönmeden önce başını belli belirsiz ileriye doğru salladığını gördüm, onu takip etmemi istiyordu.
Bacağımın arkasına doğru kaymış hançeri yokladım kabanımın üstünden ve adamın peşine takıldım. Yürüdükçe suyun ürpertici sesi yükseliyor, can çekişen bir hayvanın vahşi çığlığına dönüşüyordu. Köprüye adım attığımda kurşuni gök lacivert bir bulanıklıkla lekelenmeye başlamıştı. Alacalı gök yeryüzünü karartırken adamın sırtı gözlerimin önünden kayboldu. Adımlarımı hızlandırıp tahta iskeleye ilerledim ve kendi kendimi tuzağa düşürmüş gibi öfke doldum. Suyun yakınında olmamalıydım, kendimi koruyacak bir silaha sahip olabilirdim ama su beni her halükarda bir adım geriden başlamaya iterdi.
Kendi etrafımda döndüm ve gölge gibi karanlık olan adamın silüetini bulmaya çalıştım. Ben onu değil o beni bulmalıydı, evet bunun daha iyi bir senaryo olmadığını biliyordum ama önceleri böyleydi. Avantaj ondaydı, bunu biliyordum ve aptallık ettiğimi sonunda fark etmiş olarak köprüye doğru koşar adım ilerlemeye başladım. Yaprakların ayaklarımın altında ezildiğini duysam da birkaç metre ötemdeki yeşil ve derin suyun gürültüsü her şeyi bastırıyor, zihnimi bulandırıyordu.
"Daha akıllı olmanı beklerdim."
Pürüzlü ses tam kulağımın dibinde çınladı ve beklediğim felaket göz açıp kapamama bile izin vermeden beni ele geçirdi.
Adamın kolu kolu boynuma bir kapan gibi indi, göğsündeki yırtıcı solukları sırtımla bütünleşti ve deli gibi çırpınıp kurtulmaya çalıştıkça bataklıktaki bir böcek gibi dibe sürüklenmeye mahkum oldum. Baskıladığı güç saniye saniye artarken "Ne istiyorsun benden?" diye sordum hırıltılı bir sesle, boğulmak üzereydim. Kılıç'ın derslerinden hatırladığım kadarıyla bu beni oyalamak için değil yok etmek için uygulanacak yoğunlukta bir güçtü.
"Senden mi?"
Sıcak nefesi kesik kesik fakat keskin bir biçimde içime işliyordu. Geri geri giderek beni peşinde sürüklerken eteğimin altındaki hançere ulaşmam daha da zorlaştırıyordu. "Senden hiçbir şey. Kılıç Kül Seryum'dansa çok şey."
Saat. Saati öğrenmem lazımdı. Bir geri zekalı olduğum için bileğime takılacak bir saat bulmayı akıl edememiştim haftalardır.
"Kılıç'a benzediğimi pek sanmıyorum. Şu an kimi boğmaya çalıştığının farkında mısın?"
Mücadeleyi tamamen bıraktım ve beni sürüklemesine izin verdim. Ayaklarım yere sağlam basmadığı sürece mücadele edemezdim.
"Onun canını en çok yakacak şey ellerimdeyken doğrudan ona saldırmama gerek yok."
Ellerimle boğazımı iten kolu gevşetmeye uğraştım çünkü nefes alamıyordum.
"Ne derdin var Kılıç'la?"
Beni yönlendirdiği yerde ağaçlar vardı, Köprü ve altında akan nehir karşımda kalıyordu ve dünya üzerinde beni en sarsan iki şey tarafından değil tanımadığım bir adam tatafından boğuluyordum.
"Benim değil, kralımın var. Ben yalnızca bir görevliyim."
"Hangi ülkenin kralı?"
"Sus."
"Nereye gidiyoruz?"
Cevap alamayacağımı tabii ki biliyordum ancak Kılıç'tan öğrendiğim her şeyin aklıma yığılmasını ve duruma uygun pozisyon bulabilmeyi beklerken vakit ve bilgi kazanmaya çalışmaktan zarar gelmezdi.
"Cehenneme."
Burnundan solur gibi çıkan yanıttan sonra başımı önce öne eğdim sonra ise geri doğru öyle sert ittim ki adamın çenesiyle birlikte kafatasımın çatladığını hissedebiliyordum. Küfürler ederken yerdeki bir dala takıldı ve sendeledi adam, bu esnada kemiği soluk borumu ezse de onun mecburi duraksaması ile kolunun içinde yan dönüp omzumu çevirebildiğim an dirseğimi burnuna indirdim ve gevşeyen tutuşu sayesinde öne fırladım. Neredeyse yüz üstü kapaklanacak olsam bile doğrulmayı bekleyemeden delice koşmaya başlamıştım. Eğer fırsat bulabilseydim hançerimi çıkarır ve peşimden koşmasını engellemek için etine saplardım ama çirkin hırıltısı hemen arkamdan gelirken bir göz açıp kapama süresi bile beni mahvedebilirdi.
Ciğerlerim ve orantısız güçte ani hareketlerle beni ileri taşıyan baldırlarım cayır cayır yanıyordu. Öyle ki bağırıp yardım çağıracak kadar bile hava almıyordu ciğerlerim, her giren oksijen saniyenin çeyreği kadar sürede karbondioksite dönüşüp dışarı savruluyordu. Köprüye vardığımda yine de elimden geldiğince bağırdım ve bu bağırma işinin beni yavaşlattığını anladığımda çok geçti. Adamın pis ve nemli eli ağzıma kapandığında avucuna tükürüler saçmıştım ve o tükürükler elinden yüzüme yayılmıştı, boğulmak üzereydim. Saat... Derin ve korunaksız su... Mahvolmam an meselesiydi fakat çok temel bir gerçek vardı ki adamı sarsarak kurtulmaya çalışırken köprünün halatları arasındaki boşluktan fırlayıp suyun dibini boyladığımda ölüm korkusu diğer tümünden öyle büyüktü ki yüreğim kaburgalarımı kırıp kaçacak gibi hızlı ve sert atmasına rağmen hayatta kalmaktan başka bir şey düşünmüyordum.
Bacaklarımı deli gibi çırparak doğrulmanın yolunu bulmaya çalıştım, su en fazla iki metre kadar derin olmalıydı ancak bana sonsuza batıyormuşum gibi hissettiriyordu.
Suda bir dalgalanma oldu, adamın arkamdan suya daldığını anladım, paltosu suyun yüzeyinde kalmış adam kollarıyla suyu iterek bana yaklaştığında suyun ağırlaştıran gücüne rağmen üzerimdeki ağırlıktan kurtulup yalnız beyaz keten elbisemle kaldım ve bu hafiflik beni yukarı taşıdığında göğü içime dolduran bir soluk çektim, soluk boruma kaçan su göğsümü deler gibi çıkmaya çabalarken öksürüklerin arasında hem yüzeyde kalmaya hem bana yaklaşan adamdan uzaklaşmaya hem de bacağımdaki hançeri kavramaya çalışıyordum.
Parmaklarımın üzerine parmakları kondu adamın, hafif bir eğimle dirseğimi yüzüne çarptım fakat hançerin üzerindeki parmakları onu kullanacak hale getirmemi imkansızlaştırıyordu. Burnundan sızan kan çenesinden akıp siyah kabanının yakalarına gömülüyordu ve bunu yapanın ben olduğunu bilmek beni mücadele etme konusunda teşvik ediyordu.
"Beni öldürmeye mi çalışıyorsun yoksa kaçırıp Kılıç'a karşı kullanmak mı niyetin?"
Eli boğazıma sarıldığında bandajın arasındaki hançerin kaydığını hissettim.
"Cevabım seni tatmin etmeyecek."
Boynuma sardığı el beni suda boğulmaktan korurken bizzat boğuyordu ve ben suyu havalara saçarak ona tekmeler atmakla çok meşgul olduğum için adamın ıslanarak kayganlaşan vücudumuz yüzünden beni elinden kaçırmamak adına tırnaklarını tenime geçirdiğini de hissediyordum. Fakat nefesim mücadeleme yakışır biçimde ciğerlerimi doldurmuyordu, hava kararıyordu ama gözlerim kadar değil.
Saniyeler içinde kollarının arasına yığıldım adamın, beni öldürmeye amaçlamadığını düşünmeme bir saniye izin verdi ve gözlerim açılırken rahatlayamadan sırtımı yeniden gövdesine yaslayıp suyun içinde beni çekiştirmeye başlamıştı. Kendime biraz izin verdim çünkü beton gibi ağırlaşmış hissediyordum. Suyun içindeki elime değen sert yüzeyle omuzlarımdaki kol yok olmasa da yük bir nebze azalmıştı.
Keşke Kılıç'ın metrekare başına adamlar diktiği evinden ayrılmasaydım diye düşündüm ancak Mizan'ın geniş arazisinin dışında etten bir duvarı andıran korumaları da görmüştüm, tüm bunlara rağmen bu adam bana kolayca ulaşabildiğine göre yakınmanın anlamı yoktu.
"İsmin ne senin?"
"Bu kadar soru soracak kadar rahat olduğuna göre işimi iyi yapmıyorum demek ki," diyerek beni bir kolu ile belimden doğrultup suyun üzerinde yükseltti, bir anlığına onun tutuşu sayesinde suyun içindeki mecburi desteksizliğimden sıyrıldım ve iki elimle kavradığım hançeri kendi karnımı deşmek üzere gözüm dönmüş gibi karnıma sarılı kola sapladım. Hançer etine saplanmadan evvel bileğindeki deri kayışlı saatte 17.37'yi görmek bana ilahi bir yardım gibi gelmişti.
Adamın boğuk haykırışı, tükürükler saçarak ettiği küfürler gökte çınlamadı ve bu da ne kadar profesyonel bir kötülük ustası olduğunu anlamama neden oldu. Kontrolün kaybetmedi ve başımıza birilerinin üşüşmesi riskini almadı ancak kemiğini soluk boruma öyle sert bastırdı ki bir an gözlerim yuvalarından fırlayacak sandım ve sıkı sıkı tutunduğum, kemiğe saplı hançer benimle birlikte hareket etti. Adamın vahşi kükremesi kulaklarımdan dolup kafamın içine yapıştı ve orayı öyle doldurdu ki boğulacağım sandım.
Gücü yiten kolu karnımdan düştü, boğazıma sarılı kol geri çekildiğinde dizlerime öyle sert bir hamle yaptı ki suyun içine yüz üstü daldığımda suyun tokadı yüzümde çınladı. Boğazıma tıkılan çığlığın yerini su aldı, sanki su tüm gözeneklerimi doldurup beni ele geçirmeye çalışıyordu. Saçlarımı kökünden kavrayıp ayağa kalkana kadar çeken adam kanlar akarak suyu bulandıran kolunu yeniden güç bela karnıma sarmış ve ben kaçmadan elimi hala tuttuğum hançerle birlikte boynuma yaslanmıştı.
Kafamın içinde hiç susmayan çığlığın arkasında beni öldürmeyeceği gerçeğine tutunmaya çalıştım, öldürecek olsaydı şimdiye dek yapardı.
Boştaki elimle kendi elimi ittim, hançeri tutan parmaklarımı gevşetmeye çalıştım fakat kuduz bir hayvan gibi arkamda soluk soluğa kalıp hırlayan adam "Yaptığının bedelini ödemen gerekecek," diyordu sözcükleri etrafa saça saça. "Ve ödediğin kişi de ödeten kişi de ben olacağım."
Tüm kaslarım çığlık atsa bile, boynuma değen hançer tenime saplanmak üzere olsa bile adamın beni çektiğinden daha güçlü biçimde onu sırtımla iterken üzerine tırmanmaya ve benden birkaç karış yukarıdaki kafasını kolumun altına almaya çalıştım, başarılı olmak üzereyken elim işaret parmağını elimin üzerinden bir şekilde çözüp geri doğru yatırmayı başardı ve kafası kolumun altında dönerken suya çarpıp ikimizi de devirmeden önce hançer kayıp kumaşla birlikte köprücük kemiğimi sıyırdı. Beyaz kumaşın üzerine hızla yayılan kızıllığı yalnız bir an görebildim, dönüp suyun içinde çırpınan adamı dizlerimle sığlaşan suyun altında tutmaya uğraşırken hançeri rastgele biçimde gövdesine saplamayı başardım ve hareketsizleştiği anda yeniden çırpınmaya başlamadan önce koşmaya başladım. Su önce dizlerime sonra bileklerime indi ve sonunda kuru toprakla buluştuğumda düşe kalka koşmaya devam ettim. Hayatta kalmıştım. Kaburgalarım kırılmak üzereymiş, ciğerlerim patlamak üzereymiş ve hatta kaslarım sıyrılıp etrafa saçılmak üzereymiş gibi hissetsem bile minnettarlık duyduğum adrenalin damarlarımda güçle pompalanırken dizlerim zeminde sıyrılsa da avuç içlerim yarılsa da ilerlemeye devam ettim. Arkama bir kez bile bakmadım, öldürmediğimden emin olduğum adam peşimden geliyor mu diye bakmak için bir kez bile durmadım ve köprünün solundan görünen Atış alanındaki adamların bana doğru koştuğunu, birbirlerine talimatlar vererek etrafa dağıldıklarını gördüğümde savaştan tek başıma çıkmış olsam da Mizan'ın adamlarının geri kalan işlerle uğraşmak için harekete geçtiklerini görmek beni kabus görmediğime ve yaşananların gerçek olduğuna layığıyla inandırdı.
"Hala orada!" diye seslendim omzundaki ağır tüfekle bana doğru koşan korumaya, diğer yandan gelen adam bir el işareti ile arkasından gelenleri nehre doğru yönlendirdi ve yanıma ulaşan baştan ayağa siyahlar içindeki görevli Kılıç'ınki kadar geniş göğsünü önüme siper ettiğinde "Kaç kişiydiler?" diye sorup beni tutmak için üzerime atıldı.
"Bir kişi," dedikten sonra beni tutmasına müsaade ettim ancak kollarına almaya yeltendiğinde onu durdurdum. Eve kadar bana eşlik etmeye başladı, arazide uğultuyu andıran kargaşanın sesi duyuldu fakat Mizan'ın ışıklar saçan köşküne yaklaştıkça neşeli kahkalar, hararetli tartışmalar dışında tek bir hareket bile yakalayamadım. Devrilmemem için kolumu sıkı sıkı tutan adam kapıyı alacaklı gibi çaldığında kapı anında açıldı, kapıyı açan görevli buz kesmiş gibi dikilirken yanımdaki adam onu itip geçmemiz için yolu açtı ve antreden görünen konuk odasına açılan kapının boşluğunda Kılıç ve Yuna'nın gülerek odağımdan çekilen figürlerini görmeyi başardım.
"Bay Taban'a haber verin hemen! Hekim çağrılsın, hanımefendiyi-"
"Ne oluyor?"
Bir kükremeyi andıran ses bir anda karşımda beliren Mizan'dandı. Sesini yükseltebildiğini bile bilmiyordum. Adrenalin damarlarımdan baldırlarımdan kanla karışarak akan nehir suyu gibi akıyor ve etrafımda bir birikintiye dönüşüyordu.
"Kim yaptı bunu?" Bana değil yanımdaki adama bağırıyordu, her şeyden habersiz olan adam durumu açıklarken Mizan'ın kolları titrer biçimde bana uzandı fakat elbisemin bisiklet yakası kesilip yaramı açığa çıkardığı yere öyle bir nefretle bakıyordu ki bana dokunmadı. Yumrukları yanlarına indiğinde seslerin tamamen kesildiğini duydum ve yalnız benim can çekişen bir hayvan gibi aldığım solukları. Etimdeki kesik üzerinde bir ateş yükseliyor gibi yanmaya başlamıştı ve Mizan'ın soruları, hayretli iç çekişler, öfkeli talimatlar arasında kafamı kaldırdığımda karşımda bir saatli bomba gibi dikilen Kılıç'la göz göze geldim.
"Özür dilerim," dedim bir an, kendimden beklemediğim bir ızdırapla. "Hançerini kaybettim."
🕑
KILIÇ KÜL SERYUM
Adam için dünya karanlık bir hal almıştı sanki. Karnelyan'ın yarasını, kadının perişan vaziyetteki halini gördüğünde adam aklını yitireceğini sanmıştı.
Keskin Karma denen herifin başkentin çıkışında bir motelde olduğunu öğrenebilmişti ve onun her adımını kendisine haber verecek adamlar da dikmişti çevresine. Adamın motelden çıkmadığını teyit ettiğine göre bunu yapan o değildi. Kamer Mahver'in yerini ise henüz tespit edememiş olsa da kızına bunu yaptıracağını düşünmüyordu. Bunu yaptıran ve yapan her kimse onu kan bile dökmeden öldüreceğine yemin etti Kılıç.
Karnelyan'ın anlattığı nehre gidip de kızın bordo kabanını suyun yüzeyindeki bir kan birikintisi gibi gördüğünde Kılıç'ın eli korkunç biçimde titremeye başlamıştı, öfke, nefret ve acıdan. Kabanı özenle alıp koluna asmış, hançeri de Mizan'ın adamlarından biri bulup vermişti.
Karnelyan'a bu hançeri kullanmaya gerek duymayacağı bir hayat vermemişti fakat daha da Kötüsü Karnelyan'a bu hançeri kendisinden isteyebileceği güveni de verememişti. Kılıç'ın boğazına acı bir safra yükseldi, nefret gibiydi tadı ve yalnız kendine duyduğu nefreti andırıyordu.
Mizan'dan öğrendiğine göre Karnelyan iki kez hazırlıksız yakalanmış ve bunu Kılıç'a söylememişti çünkü daha önce de bu durumdan yakınmıştı kadın, Kılıç onun aşağılık babası gibi davranmıştı. Onu korumak isteği gözünü öyle kör etmişti ki ona berbat davranmış ve onu bir kez bile koruyamamıştı. Karnelyam kendi evinde ateşlerin içinde kalmış, kendi sokağında taşlanmıştı, senelerdir yüz yüze geldiği adamlar tarafından kaçırılıp hırpalanmış, güvenmek zorunda kaldığı DYK tarafından esir edilmişti ve Kılıç onu koruyamamıştı. Onu kurtarmıştı evet, ve bu adam için hiçbir şey ifade etmiyordu, o acı çekerken gözlerini kapatmıştı aylarca ve bunun farkında bile değildi. Karnelyan bunu yüzüne haykırırken bile Kılıç her şeyi onu korumak için yaptığına inandırmıştı kendini ve kadının çaresizliğine gözlerini kapatmıştı.
Seni karşımda görmek yanımda görmekten daha güvenli Karnelyan... Kılıç bunu nasıl söyleyebilmişti?
Adam Karnelyan'a güvenmiyormuş gibi davranmıştı fakat durum bu değildi, yalnız savaşmaya o kadar alışkındı ki savaş meydanında Karnelyan'ı gördüğünde dikkatinin dağılmasından ve bu yüzden onun zarar görmesinden korkuyordu. Ama kız zaten zarar görmüştü.
Kılıç kendi kalbi kırılmasın diye tedbirli olmaya çalışırken senelerdir yüreği yerine göğsünde çarpan kadının kalbini parçalara ayırmış olduğunu fark etmişti. Bencil bir şerefsiz gibi davranması ilk değildi fakat Karnelyan için bir kez hayatını karartan o yangına yüz kez girmeye razıyken bunu ona nasıl yapabilmişti, nasıl bu kadar dikkatsiz olabilmişti? Çünkü gözü korkmuştu, Karnelyan'ı senelerce pencerelerin arkalarından, duvarların köşelerinden izleyip mektuplarını okumak farklıydı, adamın kaburgalarını ezen varlığıyla karşısında canlı kanlı durması farklıydı; Karnelyan'ın onu mahvedecek gücü vardı ve bu adamın ödünü koparıyordu. Yine de bencilliğinden iğreniyordu çünkü bu Karnelyan'la aralarındaki hassas ilişkiye zarar vermişti en önemlisi de Karnelyan'a zarar vermişti.
Mizan'a attığı sert yumrukların ardından sızlayan parmak eklemelerini gevşeterek ve adamın dayanamayarak karşılık verdiğinde çenesine indirdiği yumruğun izini silmek için sakallarını sıvazlayarak Karnelyan'ın yattığı odaya ulaştı. Kılıç'ın üstü sırılsıklamdı, sanki Karnelyan'a zarar veren adamı bulabilecekmiş gibi nehri boydan boya yüzmüştü. Mizan'ın yaptırdığını iddia edip adamla birbirlerine girdikten sonra adama ve işe yaramaz adamlarına hala öfkeliydi ama Mizan'ın yaptırmadığına da emin olmuştu, dünyada en korktuğu biçimde emin olmuştu hem de. Mizan, Karnelyan'a dair hisler beslediğini iddia ederek Kılıç'ı ateşe verilmiş bir saman balyası gibi yakmıştı. O herifi öldürmek istiyordu, muhtemelen öldürecekti de.
Karnelyan'ın uyuyor olma ihtimaline karşı yavaşça açtı kapıyı, şöminenin harlı ateşi etrafı aydınlatıyordu ve kadın kocaman bir yatağın orta yerinde cenin pozisyonunda uzanıyordu.
Kılıç hem soğuktan hem çaresizlikten hem de öfkeden titriyordu ki Karnelyan'ı yapayalnız görmek göğsüne bir balyoz inmiş gibi baştan ayağa ürpermesine ve sarhoş gibi topukları üzerinde yaylanmasına neden oldu. Kız derin bir solukla beraber yatakta döndü, Kılıç'ı gördüğünde yüzünde tedbirli fakat rahatlamış bir ifade belirdi. İşte Kılıç'ın en büyük nefreti bu oldu. Karnelyan ona yanında olmak istediğini söylemişti ve ona güvenmeye hazırdı ancak Kılıç onu kendisiyle konuşmaya bile çekinen birine dönüştürmüştü. Sürekli öfke saçan, gözü dönmüş bir adam olarak resmetmişti kendini. Karnelyan'a duyduğu yoğun duygularla baş edememiş ve buna dönüşmüştü.
"Bir şey buldunuz mu?" diye sordu Karnelyan çıplak ayaklarını yataktan sarkıtıp zemine basarken. Daha büyük üst dudağı belli belirsiz titriyor, alt dudağının üzerini örtüyordu. Kılıç'ın göğsüne ciddi bir ağrı saplandı, titreyen elinin göğsüne gittiğini fark etmesini kadının bakışları sağladı ve elini hızla indirirken "Henüz değil," dedi. "Ama bulacağım. Yemin ederim."
Islak kabanı koltuğun üzerine attı, hançeri konsolun üzerine bıraktı ve arkasını döndüğünde Karnelyan'ın omuzlarına bir örtü alarak kalkıp şömineye yaklaştığını ama yine de gözleriyle onu takip ettiğini gördü. Gür saçları bir çerçeve gibi değerli yüzünü sarıyordu.
"Üstündekileri çıkarmalısın, zatürre olacaksın."
Eğer Kılıç Karnelyan'dan sert bir tokat yeseydi içindeki ağırlık bir nebze olsun dağılırdı fakat bu cümle dizlerinin bağını çözdüğü için adam arkasını dönüp konsola tutundu düşmemek için.
"Artık özgürsün," dedi bir anda. "Anlaşmayı unutabilirsin."
Karnelyan'ın nefesinin kesildiğini duydu Kılıç. Ona kendi isteğiyle gelmesini istiyordu hem de başından beri fakat öyle aptaldı ki Karnelyan'a bu konuda hiç fırsat vermemişti çünkü korkmuştu. Onu tanımadan çekip gitme riskini göze alamayacağı için böyle bir anlaşma ileri sürmüştü fakat onun kaybetme korkusuyla ortaya çıkan her şey anlaşma ile birleşip kadını boğmaya başlamıştı.
"Ne demek bu?"
Kılıç arkasına dönemedi, omuzlarının titremesinden nefret etti, kirpiklerindeki nemi nehirden çıktıktan sonra kuruyamadığına yormak istedi fakat ıslaklık sıcaktı, kor gibi.
"Özgürsün Karnelyam. Seni koruyamıyorum, hayatını tehlikeye atıyorum... Bencil, kibirli piçin tekiyim ve senin bundan daha iyisini hak ettiğini biliyorum."
Mizan'ın Karnelyan'a samimi duygular beslediğin duyduğunda gözü dönmüştü fakat Karnelyan adamla o kadar iyi anlaşıyordu ki Kılıç'ı korkutan da buydu, başından beri bir aptal gibi kadını ondan uzak tutmaya çalıştıkça ona ittiğini görememişti. Karnelyan'ın kendisine aşık olmadığını bilmek zaten berbatken bir başkasına aşık olma ihtimali Kılıç'ı mahvediyordu. Her şeyi Kılıç'ın aptallığı mahvetmişti.
"Beni korumak senin görevin değil Kılıç."
Kadından öfkeli bir çıkış ya da rahat bir soluk duymayı beklerken bu nazik ton adamın başını öne eğdi, parmaklarını sertçe göz pınarlarına bastırdığında iki türlü acı da kafasının içini doldurdu. Yanaklarından lav gibi yaşlar yuvarlanıyordu, zihinsel acı kan pompalayan yüreğini keskin biçimde ağrıtıyordu; tüm bunlar Kılıç için yeniydi, acının bu kadar gerçek olması inanılmazdı.
"Bugüne dek başına gelenlerin hepsi benim yüzümden olduysa seni korumak da benim görevim Karnelyam."
Kılıç boğazından zorlukla çıkan çatlak sese şaşırdı, her şeyini kaybetmiş gibi hissediyordu, amacını bile.
"Seni her zaman koruyacağım ama artık özgürsün."
Göğsünde bir hançer vardı kanın akışını kesen, hayır kanını tamamen fayanslara akıtıp içini boşaltan... Hançer Karnelyan'ın ellerindeydi evet ama kızın elinin üzerinden bastırıp keskin kısmı kendi göğsüne bastıran yine Kılıç'tı. Mahvediyordu. Kendi hayatı artık umurunda değildi ama Karnelyan'ın onunla kuracağı hayatın ihtimalini mahvediyordu. Etmişti.
"İhanete uğramaktan o kadar korkuyorsun ki bu ihanetin bile kontrolün altında olmasını istiyorsun. Sana güvenirsem bana güveneceğini iddia ediyorsun Kılıç ama senin bana bir kez güvenmen için benim sana bin kez teslim olmam gerekiyor. Adil değilsin. Beni korumak zorunda değilsin."
Kadının sesi kontrollü hatta biraz kederliydi de, Kılıç gözlerindeki nemden, göğsündeki yükten kurtulabilirse dönüp güzel yüzüne bakmak istiyordu. Onu daima bir duvarın arkasından izlemiş ve bundan sonra da öyle izlemeye devam edecekti, göğsündeki ağırlık bu düşüncelerle arttığı için omuzları daha da düştü.
"Biliyorum Karnelyam. Bu yüzden de sana istediğini veriyorum, özgürlüğünü. Beni affedemeyeceksin, benden nefret etmeye bu kadar yatkınken seni zorla yanımda tutmaya çalışarak buna neden olamam."
Tüy gibi bir dokunuş yıkılmış omuzlarına değdi, adamın buz gibi teni kadının sıcaklığında erimeye başladı ve göğsünde tıkanan hıçkırık gırtlağına kadar yükseldi, Kılıç dışarı kaçmaması için zorlukla tuttu kendini.
"Bana dön," diye fısıldadı Karnelyan, nazikçe omuzlarını kendine çevirirken. Bitkin Kılıç karşı koyamadı ve gözleri hemen kadının yüzüne tutundu. Karnelyan Kılıç'ın suratına baktığında kederli bir iç çekti fakat hızla toparlanıp kaşlarını çattıktan sonra kararlı bir halde adamın gömleğinin düğmelerini çözmeye girişti.
"Seni affedip affetmeyeceğimi bilemezsin," dedi ıslak kumaştan bile sıcaklığını adama hissettiren elleri gömleği omuzlarından iterken.
"Affeder miydin?"
Kadın kirpiklerinin arasından bir saniye kadar adamın kederli yüzüne baktı ve hiçbir mimik kullanmadan omzunu silkti.
"Deneyip görmeliyiz."
Ve Kılıç dizlerinin üzerine çöktü, bir saniye bile beklemeden. Aldığı soluğu vermeden, gözlerini kırpmadan iki dizinin üzerine çöken adam "Özür dilerim Karnelyam," dedi. "Özür dilerim Nimfea."
Karnelyan üzerindeki şaşkınlığı atıp adamın karşısında diz çöktü ve omzundaki örtüyü Kılıç'ınkine sardı.
"Özür dilerim bataklık çiçeği."
Kılıç'ın düşkün haline bakan Karnelyan'ın gözleri cam gibi buğulanmıştı ve adamın kemerini söküp attıktan sonra fermuarını indirdi.
"Özür dilerim bebeğim."
Karnelyan elinden tutup kaldırdığında Kılıç onun tüm yönlendirmelerine itaat edecek durumdaydı.
Karnelyan, baksırı ile birlikte pantolonu sıyırdığında Kılıç ayakkabı ve çoraplarını çıkardı ve geniş omuzlarından sarkan örtü dışında çırılçıplak kaldı. Kadının yüzü yaşlarla ıslanmıştı, dolgun dudakları şişmiş ve şöminenin ışığıyla birlikte kan kırmızısı bir hal almıştı. Karnelyan'ın yüzünü avuçlarının arasına aldı.
"Özür dilerim aşkım."
Karnelyan'ın göğsünde başlayan hıçkırık Kılıç'ın dudaklarında bitti ve kadını kaldırdığı gibi bacaklarını beline sardı. Acele adımlarla yatağa taşıdı kadını, Karnelyan hiçbir şey olmadıklarını iddia ediyordu çünkü Kılıç ondan tek bir şeyi olmasını talep etmemişti; çünkü Karnelyan, Kılıç'ın her şeyiydi ve yanında olmaya hevesli olan kadını bir kez daha kendinden uzaklaştıracak kadar aptal olmayacaktı.
🕑
Sonraki bölümde nazik kral ve bataklık çiçeği tansiyonumuzu yükseltecek olabilir, bilemiyorum tabii... 🩶
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
4.03k Okunma |
894 Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |