Şimdiye kadarki tüm bölümleri Wattpad'e ekledim ve buradan da birkaç bölümü kaldırmak zorunda kaldım çünkü uygulamanın kurallarına karşı gelerek yalnızca kendi emeğimi hiç ederdim. Fakat bölümlerimi düzenleyip koyarsam da kurgumun omurgası kırılacak, dönüm noktaları kaybolacaktı bu yüzden Wattpad'den takip edebilir, yayımdan kaldırdığım bölümleri yeniden okumak isterseniz oradan okuyabilirsiniz. Şimdilik böyle bir karara vardım, daha sonra ne düşünüp hangi yolda ilerlerim bilmiyorum. Umuyorum ki emeklerimizin karşılığını aldığı, hayallerimize ulaştığımız bir yıl olur, iyi yıllar!
Keyfimiz kaçmasın hiç kaçmasın, iyi ve keyifli okumalar. Oy ve yorumlarınızı eksik etmeyin, motive edilmek küçük yazarların veli nimeti. :)
Evin dört duvardan ibaret oluşuna içerleyenlerin arasında ömrümü dördüncü duvarı arayarak geçirmiştim. Aile ve yuvaya kim sahipse ona özenmiştim ve annemin günlüğüne tekrar ve tekrar kazıdığı sözün manası olarak zuhur etmiştim sanki.
İnsan evini seçebilirdi ama ben seçmemiştim, ömrüm bu evde geçmişti ve ben bunu isteyip istemediğimi düşünmemiştim. İnsan evine doğardı, ben evimde ölmüştüm.
Bir zamanlar üç duvarlı evimin ilk duvarı ablamdı, kanı uyuduğumuz odanın zemininde parlak bir halı gibi serilmişti, duvar yıkılmıştı. İkinci duvar annemdi, günlüğünü yastığının altından alıp kendiminkinin altında sakladığım senelerde bir duvar daha eksikti evimde ve ayaz göğsüme dolardı. Üçüncü duvardı babam, hep oradaydı ve ona hep pencerenin ardından bakardım, o duvar sanki başka bir binaya aitti ve onu ben yıkmıştım. Dördüncü duvar bendim, bir zamanlar tek bir duvara ihtiyacım vardı, şimdi göğün altında yatıyordum.
"Dışarı çık ve beni aşağıda bekle Nimfea," dedi Kılıç bir ölüm vaadi gibi. Kılıç'ın geniş göğsüne, güçlü kollarına, çelik gibi ifadesine baktım. Sonra Kılıç'ın ömrünce toprağından uzakken kök salamamış ruhu çatısız bir evde yağmuru daima içeri almış gibi mahzun bir şekilde belirdi kafamın arkasında. Kılıç ve ben farklıysak da yalnızlığımız benzerdi.
"İstersem onu yeniden senin ulaşamayacağın bir rafa koyabilirim, sen de tek bir anlaşma için yine dizlerime kapanırsın. Kalktığım koltukta oturmak seni adam etmiş gibi karşıma geçsen de hala yersiz yurtsuz piçin tekisin."
Babam içimi deşen bu sözlerle ölüm fermanını imzaladığında Kılıç'ın yok edici gövdesine, aynı zamanda yok olmakla yüz yüze gelen ışığı zayıf ruhuna uzandı ellerim. Teni çelik kasların üzerine döşenmiş gibi sert kasları beni hissetmiyor olabilirdi, odağını bana çekmek için yüzüne uzandım. Babamın sözleri birer mermi olsaydı saçmalarıyla birlikte hepsini Kılıç'ın gövdesine denk getirmiş olurdu, Kılıç taş gövdeli olsa belki yıkılırdı fakat onun çelik zırhı ezilse de yerinde durdu.
"Gidelim buradan," dedim fakat Kılıç'ın öfkesinin damla damla taşıp odayı yakmak üzere olduğunu elinin fazlaca titremeye başlamasından anlamıştım.
"Beni dışarıda bekle," dediğinde gözleri babamın üzerine düğümlenmiş bir ip gibi tüm hareketleriyle peşinden sürükleniyordu. Onun suretini burada bırakmaya gönlüm belki razı olurdu ancak yuvanın ne olduğundan bihaber mahzun ruhunu Kamer Mahver gibi bir canavara maruz bırakmayı kabul edemezdim.
"Hiçbir yere gitmiyorsun."
Babamın emri itaat etmeye zorlayacak kadar keskindi fakat Kılıç'ın ellerimden kayıp gittiğini anladığımda babamın hırıldayarak nefes alırken boğazındaki elden kurtulmaya çalışır vaziyetteki hali belirdi karşımda, bu yalnız saniyeler etmişti.
"Sondu Mahver," dedi Kılıç bir kurt gibi dişlerini gösterek.
"Kılıç, bırak," dedim yalvararak. Taş maskem yere öyle sert çarpmıştı ki zeminden toz bulutu yükseliyordu sanki, Kılıç'ı durduramama ihtimalim bile beni içimde duygulardan doğan bir fırtınanın ortasında savuruyorken hissiz Karnelyan'ın hayaleti bile odanın kapısından içeri giremezdi. Kılıç'ı babamı öldürürken görürsem ona asla bakamazdım, ellerinin altında can verirse o elleri bir daha tutmayı başaramazdım, en çok da bu yüzden babamı öldürmesinden korkuyordum. Aramızdaki duvarın yıkılmasının hiçbir anlamı yoktu, bu kez tek bir perde bile olmadan birbirimize sırt dönmek olurdu bu.
Keskin'in Kılıç'ı uzaklaştırmak için harekete geçmesi üzerine titreyen dizlerimle balçıklaşmış yere daha da batmaya başladım. Kılıç en az kendi kadar uzun, çevik adamı boştaki eli ile ölümcül bir güçle geri ittiğinde Keskin'in yalpalayarak duvara kadar gerileyişini dehşet içinde izledim.
"Özür dile!" Kılıç'ın ezici varlığı her birimizi esir aldı. "Karnelyan'dan özür dile. Yaptığın her şey için, söylediğin her söz için, söylemediklerin için."
Beklediğim bu değildi, babamla aramızda mahrem bir nefret kutusu vardı ortaya dökülmeyi bekleyen ve buna cesaret eden Kılıç Kül olmuştu. Başımı iki yana salladım ağzımı açamadan.
Babam kemerindeki silahına uzandığında nefesim kesilmişti ya da ben tutmuştum nefesimi. Babam kadar kızardığımı hissettim, gözlerim tüm dünyayı bir bakışla görebilecek kadar genişlemişti ancak ben tek bir şeyi görebiliyordum. Babamın silahının emniyetini titreyen terli eliyle indirişini.
"Bırak..." Babam tırnaklarını ulaşabildiği her yere savururken kurtulmaya çalışıyordu, hayata etiyle tırnağıyla tutunuyordu. Kılıç'sa onu elinden kayarken daha sert kavrayıp arkasındaki duvara çarptı, babam bir an havada asılı kaldı, ardından sürünerek yere basmayı yeniden başardı. Ve sonunda metalin ucunu Kılıç'ın karnına bastırdığında yerimde donmuş, hayat bir karabasan olarak üzerime çökmüş gibi hareketsiz kalmıştım. Ağzımı açamıyor, sesimi çıkaramıyor, yerimden bir milim kayamıyordum.
"Bırak beni," diye soludu babam güçle. Kılıç karnına değen silahı hızla kavramış ve babamın silahı tutan elini vahşi bir güçle geri çevirirken gözü dönmüş biçimde hırlamıştı ki Kamer Mahver'in bu adamın bu derece nefretini kazanacak kadar aptal olması beni kahretmeye başlamıştı. Babam can çekişen bir hayvan sesiyle silahı bırakmak zorunda kaldığında bileğinden gelen çatırtıyı duymak midemi düğümledi.
"Onu kullandığın için özür dile, benden uzaklaştırıp yaşamaktan alıkoyduğun için özür dile. Ben seni öldürmeden önce kızını, arkana bile dönüp bakmadan terk ettiğin için özür dile Mahver. Kızını korumadığın için ondan özür dile."
"İstemiyorum Kılıç." İkisinin arasına girmeye çalışırken bu babamı son görüşüm olabilirdi ve onu ölürken görmek beni ölesiye korkutuyordu. Kaygı ve korku her yanımı sarmış, ellerimin altında bir katman oluşturmuştu, parmaklarım Kılıç'ın gövdesine tutunamıyor, onu geri çekmeyi bir türlü beceremiyordu.
"Siktir git!"
Tükürükler saçarak nefrete boğulan babam Kılıç'ı kışkırtmakla tüm hataların en büyüğünü etmişti.
"Arkanı dön Karnelyam," dedi Kılıç ve bunun son olduğunu anladım. Babamın kırmızıdan mora çalan yüzünde her bir damar dışarı fırlamak üzereydi. Alnı boncuk boncuk terle kaplıydı ve ışığın yansıması ile kan sıçramış gibi görünüyordu, Kılıç onu öldürecekti ve kanını akıtmayacaktı ancak babamın kanı yine de akacak gibiydi. Kılıç'ın şeytanları bu kez onu ruhundan tek bir iz kalmayacak biçimde ele geçirmişti ki hiçbir şeytan onu alt edemezdi, hiçbir melek yanına yaklaşamazdı.
"Yapma! Yapma gidelim Kılıç. Bırak gidelim."
"Geri çekil yoksa seni öldürürüm."
Arkamdan gelen sakin sesi duyan yalnız bendim ve Keskin Karma namluyu Kılıç'ın sırtına doğrultmuş biçimde olanı izlerken de buzdan bir duvarın ardında kalmış gibi görünen camsı gözlerinde durgunluktan başka bir şey yoktu.
"İndir silahını!"
Babam arkasındaki duvarı aşıp kaybolmak isteyerek kendini geri atıp düz yüzeyde sürtünürken Kılıç'ın tutuşu biraz bile gevşememişti. Ceketinin altındaki kemeri buldum ve silahının kabzasını bulan elim teklemeden onu yerinden çıkardı. Bu süre boyunca ona yalvarırken sesimi duyuramadığımın da farkındaydım.
"Silahını indir," dedim Kılıç'ın silahını Keskin'e doğrulturken. Adamın ulaşılmazlık duvarı çatladı. Şaşkınlık, yüzünü boyarken "Babanı öldürecek," diyordu ve bir adımla bize yaklaşmaya cesaret edebilmişti.
"Eğer tetiği çekersen ben de seni öldürürüm."
Zaman ağır pençesini bastığım zemine geçirdi, tırnakları yeri kazıyordu kulak tırmalayan bir sesle. Bu oda dışında zaman gerçekliğini yitirdi, ne kadarını yitirdiyse o kadarını var etti burada. Cebimdeki saatte saniyeler akarken dördümüz arasında aylar, yıllar geçti; babam ölmedi, Keskin silahını indirmedi, Kılıç şeytanlarına yenik düşmek üzere bir ömür geçirdi.
Kılıç'ın fısıldayan sesi babamın kafasının içinde yankılanırken denizden gelen bir meltem gibi Keskin ve beni es geçiyordu. Babamı belki tehdit ediyordu, belki ona küfrediyordu, belki de babamdan son bir dua istiyordu onu öldürmeden önce.
Sonra babamı duydum, çarklar ağır ağır dönmeye, zemin yön değiştirmeye başladı, sanki Kılıç kaderi değiştirmişti. "Karnelyan." Boğulan bir adamın sesi zamanın pençesini huzursuz etti, bastığım zemini delerek hiçliğe karıştı ve zaman bu odada donarken tüm gezegende varlığını sürdürdü. "Özür dilerim."
Yere yığılan babamın tahta zemine çarpan sesi tok ve boğuktu. Dizlerim titredi, babamın yere çakıldığı yerde ayakta kalmam yanlıştı, ellerim titredi, babam ellerinden güç alıp kalkamazken bunu yapan ben olmalıydım. Ona yardım etmedim, dönüp ona bakmadım. Boğazımdaki elden kurtulmuş gibi rahatlasam da bu kez kalbimin hizasında yeni bileylenmiş bir hançer hisseder haldeydim şimdi de. Babamı Kılıç'tan kurtarmıştım fakat Keskin'i kurtarmanın bir yolu yoktu. Adam hala silahını indirmemişken Kılıç'ın kolunu sırtımı yalayıp geçerken hissettim.
"Kılıç, gidelim," dedim hemen ona dönerek. Namlu hala Keskin'in omzunun tepesine hedefliyse de benim odağım çoktan Kılıç'a kaymıştı. Ve Kılıç'ın odağı ise yeni hedefine yoğunlaşmış durumdaydı. Arkamı dönüp babamın ne halde olduğuna bakamıyordum, silahımı indirip Kılıç'ın karşısına geçip beni görmesi için ona dokunamıyordum. Aramızda santimler vardı ama benden hiç tanışmadığımız nefret dolu o zamanlarda bile bu kadar uzak olmadığına emindim, ona ulaşamıyordum ki Keskin Karma'nın üzerine atıldığında iki iri adamın çarpışma anı korkunç bir ses çıkardı. Kılıç adamın kolunu kavrayıp silahı bırakması için zorlarken ateşlenen silahtan çıkan kurşunun nereye denk geleceğini bilemeden bir çığlıkla ellerimi kendime siper edip kaçmaya çalıştım. Tavandaki avizeden gelen çınlama ve elektrik vızıltısı ile gözlerimi açmamla kapatmam bir oldu. Sahte elmaslarla döşeli avize ortadaki masanın üzerine çarparken cam kırıkları etrafa saçıldı ve Kılıç, Keskin'i arkasındaki duvara ittiğinde tehditkar sesi tüm gürültüleri kapının arkasında bıraktı.
"Seni şimdi öldürmeyeceğim," dedi. "Güvendiğin Kamer Mahver ağzını açıp her şeyi anlattığında ihanet ettiğin DYK önce seni süründürecek."
Sesini duysam da bir an için ışığı kesilen odaya gözlerimi alıştıramadım, odağımı bulamadım. Pencereden gelen site ışığının beyaz yapaylığı içeri dolmuştu, aralık kapıdan içeri turuncu ışık yayılıp tatlı ve tuzlu suyun ayrıştığı gibi beyaz ışıkla aralarında bir sınır oluşturuyordu. Fakat anlamıştım ki aydınlık da kör ediciydi karanlık kadar, karanlık da günahları açık ediyordu aydınlık kadar. Varlık ve yokluk kadar zıt ve iç içeydi aydınlık ve karanlık. Kılıç bana hep aydınlık bir Güneş gibi görünürdü, kendimi hep gece karanlığında can bulabilen Ay gibi görürdüm ve bu gece yıldızsız gökte parlayamıyordum çünkü Güneş sönmüştü.
"Ama seni öldüren ben olacağım Karma."
"Senin bir gecede mahvedebileceğin kadar basit bir hayatım yok benim," dedi Keskin sanki Kılıç yakalarına yapışmamış gibi alelade biçimde.
"Kılıç burası DYK sitesi, silah sesi yüzünden bir sürü polis doluşacaktır eve birazdan," dedim siluetler belirginleşince. Fakat boğuşmaya devam eden adamların beni duyduğunu sanmıyordum. "Gitmeliyiz."
"Ama saniyeler içinde seni öldürebilirim ve herkes kadar basit bir yaratık olduğunla tam da cehennemde senin için bir kapı aralanırken yüzleşirsin."
Keskin Karma'nın babamdan daha güçlü olduğu belliydi. Kılıç'ın yakasına yapışıp onu sarsmayı başarabilmişti fakat Kılıç hissetmiyor gibiydi, şayet bir kurşun silahımdan çıkıp sırtına saplansa Kılıç bunu hissetmezdi. Sesimi duyamazdı, dokunuşumu almazdı, elimi uzatsam tutmazdı.
Keskin konuşmak için ağzını açtığında tükürükler saçmak dışında ses çıkaramadı ki midemi bulandıran görüntüden uzaklaşmak için başımı çevirdiğim yerde babamı sürünerek yerdeki silahı kavrarken gördüm.
"Baba sakın."
Beni duysa da duymazdan geldi. Silahı çoktan kavramış, arkasındaki duvardan destek alarak oturduğu yerde zorlukla doğrulmuştu ve üzerine yürüdüğümde namluyu öyle hızlı kaldırdı ki geri sıçradım. Göğsümün üstünde, boynumun altındaki hançer yarasının sızladığını, elbisemin altında gizlenen bandajın kaydığını hissettim ve elim yüreğimi yoklar gibi ansızın sol tarafıma kondu.
Beni yok saymaya devam ediyordu, görmezden gelmeye. Ömrümü Kamer Mahver'in yok saydığı ve görmediği biri olarak geçirmiştim. Bazıları görünür olmak için daha çok çaba sarf ederken bense babamın beni görmediği kadar onu yok saymaya uğraşarak geçirmiştim ama kimse bu konuda benim babam kadar iyi olamazdı. İşte tam da bu yüzden titreyen parmağı tetiğe asıldığında sakinlik damarlarıma yayılıp beni bulutların üzerine taşıdı ve aldığım derin soluğu henüz vermeden babamın silahının çelik sırtına bir kurşun sıktım. Babamın elinden fırlayan silah yerden bir metre kadar yükselip yeniden yere çarpana kadar babamın dehşet ve inanamaz ifade ile gözlerime bakan reçine yapışkanlığındaki gözlerine baktım. Gecenin ışığında daha parlak ve daha karanlıktı, babamın güneş tutulmasını andıran varlığı ay ışığına meydan oluyordu.
Silah yere çarptı ve onu yerden kapmadan önce Kılıç'ınkini cebime itmeye çalıştım.
"Seni korumak için yaptığım onca şeyden sonra... Nasıl?" Sessizlik ikimizi çeperleri arasına aldı, yoğun kıvamlı suskunluk elimi uzatsam dokunabileceğim kadar gerçekti. "Seni bir sarayda yaşattım ben..." Babamın sesi bile sessizliği bozamıyordu, suyun altından kurulan cümleler gibi çınlamaya dönüşmüştü kulaklarımda. "Pisliğini ben temizledim. Aptal bir çocuk, aptal bir katildin... Sana silah tutmayı bile ben öğrettim."
Babamın bir ömür inkar ettiği duygular yüzünü, bedenini ve geleceğini ele geçirirken kadim taş maskesi benim yüzüme oturdu. Babamla pek az konuşurduk, babam konuştuğunda benim başımı taşla ezer gibi konuşur, hakikatte ruhumu ezerdi, bir insan kızına bu sözleri nasıl ederdi? Babamdan nefret etmiyordum, babamın ölmesini istemiyordum, babamı bir daha görmek istemiyordum.
"Hasta bir orospu çocuğu yüzünden öz babana silah doğrultabilecek kadar aptalsın değil mi Karnelyan? Annen siktir olup gittiğinde senin şımarıklıklarını çekmek için orada ben vardım."
Duvardan itti sırtını, bana aşağıdan bakarken bile üstten bakan bakışları omuzlarımı bastırıp beni olduğum yerde iyice çökertirken babam omurgasını dikleştirip devam etti.
"O ülke bu adamı kabul etmeyecek ve sen de aptallığın yüzünden onunla birlikle yanacaksın. Sen çocuk gibi memnuniyetsizce etrafta atlayıp zıplarken ben o siktiğimin ülkesini senelerce bu adamdan korudum."
Sözleri tesir ediyordu, maskem yüzümden kayıyordu çünkü, elimi bir balığın kalbine saplamış da yerinden söküyormuş gibi tutunduğum yerden kayıyor, tırnaklarımı geçiriyordum zamanın sırtına.
"Baba," diye başladım dizimin üzerine çöküp yaralı, saldırgan bir hayvanla arama koyacağım mesafeyi koyarak tam karşısına konuşlanırken. "Eğer gittiğin gün yanarak ölseydim öldüğümden ne zaman haberin olurdu?"
Tiksintiyle buruşan yüzüne bile gözlerimi kırpmadan bakıyordum bir merhamet emaresini kaçırmak korkusuyla.
"Karnelyan gittiğim gün ölseydin," diye başladı sonunda. Gözleri zikzak çizerek tüm yüzümü turluyordu ve bir emare arıyordu bir şeye dair. "Babana silah doğrultabileceğinden haberim olmazdı."
Görünmez eller omuzlarıma dünyayı bıraktı ve çekip gitti. Bir yükle yaşamak zorsa da yaşanırdı, bir anda yüklenenle ayakta kalmak zordu. Sonra omzumda gerçek, sıcak bir el hissettim. Pencerenin arkasından nehir gözlerini üzerime akıtan, kirimi akıtan adamın avcu kaslarımı gevşetti.
"Bana bunu sen öğrettin unuttun mu? Afelya'yı babası korurken beni yine ben koruyacaktım."
Yüzüne bakmayı kestim, kafamın içine babama dair anılar akarken vanayı kestim ve geçmişimin balçık dokusu şimdi tozlu bir harabe gibi dokunulmaz bir hal aldı.
"Belki de öz babam değilsindir," dediğimde zaman tırnaklarım için etini gevşetmişti, zorlukla tutunup ayağa kalktım. "Belki de annemi dünyamın bir ucuna göndermeseydin aptallıklarımla uğraşmak zorunda kalmazdın. Belki bu silahı sana gittiğin gün doğrultmalıydım, tam sırtına hem de baba."
"Belki de değilsindir. Ne çocuk olmayı ne de yetişkin olmayı becrebildin Karnelyan, belki de doğmaman gerekirdi."
Eli kucağında garip bir biçimde duruyor, rengi saniye saniye kararıyordu ve çektiği acıyla birlikte buruşan yüzü tiksintiden de nasibini almıştı. İnsanlar hayatlarıyla ne halt etmek istediklerine karar verdiklerinde çevresindekiler yanlarında kalmayı ya da defolup gitmeyi seçerdi, babam hayatını mahvetmeye karar verdiğinde annemi yollamış, beni yanında tutmuş ve üçümüzün de hayatını mahvetmişti.
🕑
Çatısız bir evde yaşıyorsan toprağın üstünde yatmak altında yatmaktan daha beterdir. Babam ben henüz bir çocukken, elimi tutmanın onun için tiksinç bir mesele olmadığı zamanlarda demişti ki "İstersen duvarların arasında bir cennet kur kendine, tek bir çatın yoksa cehennem üstüne çökmek için an kollar."
O gün annem önden yürüyor, Süva'nın elini tutuyor ve yolun kenarından kopardığı çiçekleri ablamın saçlarına takıyordu, kızıl saç telleri arasındaki her çiçek ablamı bir peri olmaya daha çok yaklaştırıyordu. Annem bana dönüp benim için kırmızı beyaz bir zambak kopardığını söylemiş, önümde diz çöküp karmaşık, kestane rengi gür saçlarımın arasına yerleştirmişti. Babamın yüzüne bakmıştım beğendiğini görmek için. Dudağının köşesi görünmez bir şeytan tatafından aşağı çekiştiriliyorken gözlerinde de şeytanın kızıl boynuzları oradan oraya gidiyor, bir meleğin kanadı kadraja girecek olsa şeytan, beyaz kanatları anında kül ediyordu.
Zambağı saçımdan çekip çıkarmıştım, annemin yüzüne bakmadan babamı onun çevresinden dolaştırıp yürümeye devam etmeden önce çiçeği kavramaya zor vakit bulmuştu annem. Sonra zambağı Süva'nın saçlarında gördüğümde ve babam sıkılıp elimi bırakalı saatler geçtiğinde onu geri almak için ablama, anneme yalvarmak istemiştim. Babam için annem ve ablamdan uzaklaştıkça babama yakınlaşırım sanıyor, babam yüzünden dünyadaki tüm güzelliklerden, gerçek bağlardan, olası mucizelerden uzaklaşmakla kalıyordum. Kalmıştım. Babamla bir cennet hayali yüzünden ömrümü lanetli sarayın duvarları arasında geçirmiştim, tıpkı onun dediği gibi çatı üzerime çöktüğünde o cennet cehenneme dönmüş, babamsa çoktan kaçmıştı.
Merdivende çınlayan, gittikçe yükselen telaşlı seslerden kaçmak, kimseye yakalanmamak için Kılıç'ın sessizce açtığı yangın merdiveninin ağır çelik kapısından geçip demir merdivenlerden aşağı koşmaya başladım hızla. Tehlikeli hava bile etrafımda ağ ören kederin çelikten duvarını aşamıyordu. Düşüncelerden silkinerek sıyrıldım koşarken. Kılıç'ın soluğundan çıkan buhar göğe karışmadan önce başımın üzerinde bir hale oluşturuyordu. Dönüp arkama bakmak için vaktim olmamasına rağmen sık sık hala orada mı diye omzumun üzerinden bakıyordum.
Kılıç önüme geçip elimi kavradı, kapıdan geçip koridorda ilerlerken topuklarımdan çıkan tıkırtı gittikçe yükseliyor, bir bir boğazıma diziliyordu, Kılıç ise elimi tutan bir hayalet gibi sessiz hareket ediyordu ve sonunda bir koluyla beni kavrayıp ayaklarımı yerden kestiğinde kısık iç çekişimi bastırıp karşı çıkmadan kolumu boynuna sardım.
Şakağı ateş saçıyordu, yaşayan, nefes alan bir cehennemin dışına etten bir duvardı teni, beni cehenneminden, cehennemini benden koruyan saten tenine dokundum. Hiç yeri ve zamanı değildi ama soğuk, nemli, kaygıyla uyuşmuş parmak uçlarımı boynu ılık bir sobaymışçasına üzerine bastırdım. Kılıç binada avcunun içinde haritası varmış gibi dolaşırken onu merdiven ışıklarının altında, karanlık koridorlarda izlemek dışında bir şey yapamıyordum. Sağ köşedeki asansörün çınlayarak açıldığını duyana dek Kılıç'ın kararlı, güçlü ifadesini izledim. Ardından kapılar açıldı, Kılıç iki büyük adımla birkaç merdiveni aynı anda tırmanıp bizi sahanlığın karanlığında gizledi. Tırabzanların arasından güvenlik görevlisinin koridora yönelmesini, ağır adımlarla etrafı kolaçan etmesini izledik. Keskin Karma, Kılıç'ın buraya girmesine izin vermiş olabilirdi ancak çıkmasına izin vermek niyetinde olmadığı belliydi. Adamın sırtı sönen merdiven
lambasının altında kaybolduğunda Kılıç yeniden harekete geçti.
Binanın dışına yaklaştığımızda sitenin içindeki telsiz sezleri insan seslerinin arasına karışmış, kuru bir gürültü oluşturuyordu. Kılıç paniklemeden oyalanmadan bodrumun merdivenlerini indi, rutubetli koridoru geçerken karanlık, gözlerimin önünde beyaz noktalar uçuşturuyordu. Bir tahta kapı gıcırdayarak havasız bir yere açıldı. Talaş kokusu belli belirsiz yer edinmeye çalışıyorsa da berbat, pislik içinde bir yerde olduğumuzu anlayabiliyordum. Küçük sesler, sanki şampanyayın üzerindeki baloncuklar gibi etrafımızda patlayıp duruyordu. Çatırdayan plastik şişeler, genleşen tahta döşemelerin çatırtısı ve sanırım farelerin cızırtıyı andıran, hayal görüyormuş gibi hissettiren kayıp sesleri etrafımızı sarmıştı. Kılıç arka cebinden bir el feneri çıkarıp etrafı aydınlattığında kokusunu aldığım odanın görüntüsü de tıpkı kokusu gibi berbattı. Kullanılmayan eşyalar, talaş çuvalları, kömür paketleri, kırık dökük kapılar olan bina müştemilatındaydık ve Kılıç feneri içeride dolaştırırken bir şeyin ışıktan kaçarak tahtaların arasına girdiğini gördüğüme yemin edebilirdim.
"Kılıç," diye sızlandım fısıltıyla. Kolumu boynuna adamı boğacak kadar sıkı biçimde doladığım yetmezmiş gibi bir de ayağım yere değmemesine rağmen iyice uzaklaşabilmek için adamın koluna iyiden iyiye yerleşmiş ve kıçımı oturur gibi koluna yerleştirmiştim.
Kılıç feneri yere yönlendirdi, yüzünü boynuma gömüp soluklanırken vücudum ona doğru eğim aldı.
"Bebeğim?"
"Yakalanmayı buraya ayak basmaya tercih ederim. Havasızlıktan öleceğiz."
Sessiz kalıp talaş dolu, patlamış çuvallara ilerledi, ayağıyla birini devirdiğinde bir adım geri çekilip kalkan tozun yeniden yere çökmesini beklediğinde yüzümü saçlarına gömdüm, yüzü omzuma yaslanmıştı. Sonunda çuvalın üzerine çökerken feneri söndürüp kabanımın cebine itmiş ve bizi karanlığa gömerken çuvalın üzerine oturmuştu. İki kolu da beni yerden uzak tutmak için üzerime sarılıydı.
"Ben buraya oturmam," diye söylendim sessiz bir çığlıkla. Kısa bir kıkırtı ciyaklaklayan fareleri utandırdıktan sonra "Sen buraya oturmayacaksın Nimfea, sen benim kucağıma oturacaksın," dedi, başımıza bir orduya meydan okur büyüklükte bela açmamışız, rutubet ve toz kokusundan boğulmak üzere değilmişizcesine edepsiz, boğuk sesiyle.
Başımı kaldırıp soluklanamıyordum, Kılıç'ın gövdesine gömülmüş, gövdesi bana cennetin kapısını aralamış gibi onun dağ esintisini andıran erkeksi kokusuna kapılıyordum. Üzerine uyuşturan bir sprey sıkmış gibi sessizliğimiz uzadıkça, adrenalin damarlarımdan çekildikçe, dakikalar önce yaşananların ağırlığı üzerime teker teker yığıldıkça gözlerim de ağırlaşıyordu. Başımı çevirip boynuna sürterken dudaklarımı boşa çıkarıp konuştum.
"Bizi burada bulabileceklerini biliyorsun değil mi?"
Dakikalar önce yersiz yurtsuz bırakılırcasına tükenmemişiz gibi gevşemiş, dudaklarıyla şakaklarımı okşarken konuşmuştu.
"Bu sabaha kadar buranın kapısı açılmıyordu Karnelyam, kimse bizi burada aramayacak."
Başımı kaldırdım yüzünü görmek için fakat karanlık ve boğan kokuyla birlikte elimin tersini yüzüme örtmek zorunda kaldım.
"Bu sabah geldiğin yer burası mıydı?"
"Öyleydi."
Yeniden yüzümü boynu ve omzunun köşesine bastırdım daha fazla dayanamayarak.
"Buradan çıkamayacağımızı nasıl tahmin ettin?"
"Buradan çıkacağız Karnelyam, sadece etrafın durulmasını bekliyoruz." Kısık sesi bir örtü gibi üzerime örtüldü, güvende hissedilmesi imkansız bir yerde kundaklanmış bir bebek gibi mayışmamı sağlayabiliyordu.
"Çıksak da bizi bulacaklar. Şimdiye kadar çoktan evin önünü polisler doldurmuştur."
Önce nefesini yanağımda hissettim, bir soluğun ardından dudakları ısıttığı yerin üzerine kapandı ve oradan ayrılmadan kelimelerle şekillendi.
"Kimse bizi aramayacak Karnelyam, polisler yalnızca silah sesini duyduğu için geldi. Şimdiye çoktan bir bahane bulup geri dönmüşlerdir bile."
"İki tane adamı tartaklayıp ortadan kayboldun Kılıç, polislerin bunu es geçeceğini sanmıyorum."
Kıkırtısı yanağımın içinde boğuldu, göğsü sanki gülüşü bana aitmiş gibi benimkinde bir keyif doğurdu.
"Tam da bu yüzden peşime düşmeyecekler. İki tane adam bir kişi tarafından etkisiz hale getirildiğini kabul etmeyecektir."
"Kılıç mangalda Kül bırakmayan Seryum," dedim alayla. Tenini titreten gülüşümün sıcaklığı dönüp kendi yüzümü okşarken adamın dudakları da tenimin üzerine minik öpücükler, boğuk kıkırtılar döşüyordu.
"O zaman neden saklanıyoruz?"
"Çünkü senin buradan çıkmanı istemiyorlar."
İçim ürpermişti, babamın sözleri kafamın içinde bir kirpiyi dürtmüş, dikenlerini etten duvarlarıma geçirmesine neden olmuştu.
"Nasıl anladın?" Üstü kapalı sorum benim içimde öyle açık seçikti ki yağlı bir tablo gibi onu ateşe vermek ve küle dönüşmesini izlemek istiyordum.
"Çünkü baban bugüne kadar ne kazandıysa seni benden gizleyerek kazandı Karnelyam. O koltukta oturdu çünkü seni bana karşı kullandı, kaçıp gitti çünkü seni bırakırsa peşine düşmeyeceğimi biliyordu, hala sağ çünkü sen onun zırhıydın. O zırhı delmek seni kırıp geçmek olur, biliyordu. Ve benim bunu asla yapmayacağımı da..."
Derin bir iç çekti, kirli hava ciğerlerini duman gibi doldurduğunda dudaklarımla o pislikten onu arındırmak için uyuşturucu bir arzu duydum. Belki de ona karşı duyduğum mahcubiyetten doğuyordu bu arzu.
"Bütün silahlarım karnelyanlarla işlenmiş olsa da onun karnelyandan zırhını incitmeye yetmezler."
Söylememem gerektiğini bile bile ona "İstersen senin için karnelyandan bir zırh olurum," derken buldum kendimi.
Kılıç'ın titrediğini hissettim ve ürperen benmişim gibi kabuklu dudaklarını enseme bastırdı dindirici bir merhametle.
"Asla benim ya da bir başkasının savaş aracı olmayacaksın Nimfea," dedi üstüne basa basa, kararlı bir kederle. "Asla bir savaşta seni kullanmayacağım, birinin bunu yapmasına bir daha izin vermeyeceğim."
Bu güvence ikimizin arasında gidip geldi çelikten ağlar örerek. Birbirimizle kurduğumuz ilginç pek çok bağ vardı, gün geçtikçe bağ artıyor, kuvvetleniyordu ve bir sabah uyandığımızda kendimizi birbirimize zincirlenmiş halde bulacağımızdan emindim. Ve yüzümü kaldırmadan kollarımı boynuna sarıp kaburgalarımı onun için araladım, on iki kemiğin arasında yer edinsin ve orada kurduğu yuvayı benimle de paylaşsın diye. Kelimelerin yetmeyeceği kadar derin bir hava sardı bizi, öyle ki tozlu, rutubetli hava bile ikimizin nefeslerinden doğan kutsal havayı dağıtamazdı. Ancak çelik duvarımız dışarıdan gelecek darbeye geçit vermediği gibi içimizdeki zehri de dışarı salamayacağımız kadar güçlüydü. Tek bir duvarın hem dosta hem düşmana fayda sağladığı bir andı bu. Sessizliklerimiz birbirlerine eşlik etti biz birbirimize dolanmışken. Az önce olanlara kayan zihnimin ipini tutan avuçlarım soyulmaya, kanamaya başladığında zihnimi bırakıp kaçmak, olanlardan uzaklaşmak istedim.
"DYK kasasını açtım biliyor musun?" Ani çıkışım farelerin belli belirsiz ciyaklaması dışında sessizliği ucuz bir gazete kağıdı gibi yırtıp atınca fazla gürültülü geldi kulağıma. Çenemi omzuna yerleştirdim,ellerimi çenemin iki yanına.
"Tabii ki açtın," dedi alaysız, inanç dolu bir sesle. Ve bunun sevincini onunla çok evvelden paylaşabilmiş olmayı dilememe neden oldu, zihnim az evvel olanlar kadar kalp ritmimi bozan, huzursuz edici düşüncelere dalınca yeniden konuşarak kendimi bu kabusu andıran müştemilata çektim.
"İçinde minyatür bir kılıç vardı. Belli ki senin için koymuşlar." Çenemi etinden sökülen bir çivi gibi olduğu yerde sağa sola çeviriyordum sıkıntıdan. Güvende hissediyor olabilirdim fakat burada olmak hala keyif kaçırıyordu. "Sanırım Mizan odasına girildiğini yere düşünce pirinç kabzası çatlayan kılıçtan anladı." Derin bir iç çektim, bacaklarımı boşluğa sarkıtıp sallamak, göğün altında uzanmak, özgür olmak istiyordum. Onun yerine Kılıç'ın kucağına bir kedi gibi yerleşmiş ve uykulu gözlerime rağmen uyuyamıyor, ensesindeki saçları çekiştiriyordum. Sessizce beni dinlerken Mizan'ın ismini duyunca sertleşen kasları sayesinde bedeniyle diyalog kuruyordum, onu yatıştırmak için dudaklarımla çenesin altını bularak bir öpücük kondurdum.
"Oraya tek başına gitmemen gerekirdi Nimfea."
"Beni yakalasalar da bir şey yapmazlardı Kılıç. Hiçbir şey çalmadım ki."
Bir çocuğa laf anlatmaya hazırlanır gibi iç çekti.
"Dünya Yönetim Kurulu'nun binasına izinsiz girdin, bunun suç olduğunu biliyorsun değil mi?"
Sözleriyle üzerime rahatsız edici düşünceler üşüştüğünde bu kez kaçmadım ve "Sen de eski merkez binasına girmedin mi?" diye sordum. "Ki ben en azından hiçbir masum üyeyi kandırmadan bu işi tek başıma hallettim Kılıç."
Kılıç açılan konudan rahatsız olduğunu hızlıca belli etti. Dişleriyle yanağımı kıstırdığında çığlığımı bastırmak için dudaklarımı sıkı sıkı örtüp Kılıç'ı tartaklamak zorunda kalmıştım. Dişlerinin belirsiz izlerini silmek için yanağımı öpmeye başlamıştı bu kez fakat düşüncelerimi yatıştırmayı başaramıyordu.
"Senden hoşlanıyor." Sesim, sözüm kadar sönüktü. Yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi, Kılıç'ın yaptığı yanlışı kabullenmekte de zorlanıyordum. Sızlanır gibi ismimi mırıldandığında da onu durdurdum çünkü yanlıştı, bir kadın ona duygulardan bir iplikle umut, his, beklenti örerken Kılıç bir kedi gibi yumakla oynamış ve bu işten sıyrılmıştı.
"Ama ben ondan hoşlanmıyorum Karnelyam, bunu biliyorsun. Ben birilerinden hoşlanmam. Kadınlarla bağ kurmam, ilişkiler geliştirmem. Ömrümün büyük bir kısmı varlığımdan haberi olmayan bir kadını kafamda yaşatmakla geçmişken bir başkasına ilgi duyabileceğimi mi sanıyorsun?"
Sanmıyordum ancak sanmıştım, benden nefret ettiğini, benden vazgeçmeye çok yakın olduğunu sanmıştım. Yine de benden vazgeçmemiş olması Yuna'nın hisleriyle oynamış olduğu gerçeğini değiştirmiyor, alt edemiyordu.
"Hayır ama o kadının sana ilgi duymasına izin verdin Kılıç." Kaçtığım düşünceleri bir an kovalar oldum. Zihnimde dünyanın dönerken yarattığı ürkütücü çınlamayı duyabileceğim kadar derin bir sessizlik vardı. "Bir kadını kullandın."
Elleri koltuk altlarımdan kavrayıp beni doğrulttuktan sonra cebimdeki feneri çıkardı ve yere koyduğunda kirli tavana vurup üzerimize yağan ışığın altında bana baktı.
"Aşkım," diye başladı güçlü, kararlı bir ses ve ifadeyle. "Bir kadının iki hafta etmeyecek kadar kısa bir sürede bana yoğun duygular besleyeceğini düşünmen beni tahrik ediyor."
Soluk ışık gözlerimizi aydınlatıyordu ve adamın gözleri kendi yaydığı yeşil bir ışıkla yüzümü turluyordu. Sessizce onu bekledim, beni öpecek gibi duran dudaklarından yeni bir söz ya da bir hareket bekledim.
"Ama hayat öyle bir yer değil. Ona bir arkadaş olarak yaklaştım ve bunu da belli ettim."
Yüzüm bir uçurumun köşesinde usul usul soluklanırken aniden itilmiş gibi düştü, Kılıç dudaklarını büzüp beni inceliyordu ve düşen yüzüme el uzatıp onu öfkeyle şekillendirdim.
"Yeterince belli etmemişsin demek ki Kılıç ve yine de o kadını kullandığın gerçeği hala bir kaya gibi sert, sağlam bir gerçek olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor."
Benim toy öfkeme olgun ve ağır bir baş sallamayla eşlik etti önce. Dakikalar önce babamın boğazını saran eli nazikçe çeneme çıktı ve yüzümü kendininkine çekti. Konuşurken nefesiyle şekil alan kelimelerin kılıflarını yüzümde hissedeceğim kadar yakındık.
"Karşıma bir fırsat çıktı ve büyük bir amaç uğruna bu fırsatı değerlendirmek zorundaydım Karnelyam. Bu fırsatı yaratmak için... O kadını kullanmak için yanaşmadım ona. Davet edildim ve gittim."
Meselenin bu kadar basite indirgenmesi içime dokunsa da bir arbededen çıktıktan sonra Yuna ve Kılıç hakkında konuşmayı sürdürmem zordu, ben de sustum. Kılıç ise bu sessizliği çok yanlış yorumlamış olacak ki yüzümü iki yanından kavrayıp dudaklarını dudaklarıma sürterken ondan uzaklaşmamdan korkar gibi sıkıyordu beni.
"Onunla hiçbir şey yapmadım Karnelyam," diye fısıldadığında inandırıcı fısıltısı kederliden halliceydi. "Ona dokunmadım, senden başka kimseye..."
Ve Kılıç'a ne kadar öfkelenmiş olsam da bir kez bile Yuna'ya bana dokunduğu gibi dokunduğunu düşünmediğimi fark ettim. Ona güvenmediğimi iddia ederken bile bir başkasına bana verdiğini vermeyeceğini hep biliyordum. Kılıç'a sahiden güveniyordum, bu bir ay önceki Karnelyan'ın imkansızı iken şimdi mümkünüydü.
🕑
"Nasılsın Karnelyan?"
Oturduğum koltuğun önünde ve arkasında dikilerek etrafı avcı gibi sessiz ve sinsice gözleyen iri yarı korumalarım yüzünden huzursuzca kıpırdanarak İzel'in sorusuna vereceğim yanıtı düşündüm.
"Ölü değilim," dedim sonunda omuz silkerek. "Ama sanki evimin kirişleri yıkılmış gibi hissediyorum. Sanki geçmişim dönmesem bile orada olduğunu bildiğim bir dünyaydı ve son iki günde geri dönüp ulaşmaya çalıştığımda elimi attığım her anı elimde kalıyor."
İzel bardağını etajere bırakıp parmaklarını iç içe geçirdi ve dizlerine yaslanarak bana eğildi. Dikkatle dinliyordu, sırasını beklemiyor yalnızca anlamaya çalışıyordu ve bu işte de iyiydi. Serhan Ala'nın ne kadar şanslı olduğunu düşündüm, iyi bir eşe sahipti ve birbirlerini tamamlayan çiftlerden oldukları belliydi. Bu kavramın benden çok uzak olduğunu hissetmek onları takdir ettiğim kadar kendime acımama da neden oluyordu fakat. Yirmi yedinci yaştan çok evvel bir aile kuracağımı sanırdım eskiden, şimdi ise içine doğduğum aile bile şaibeliydi.
İzel'in yumuşak sesini dinleyerek bir saat kadar eşiyle kaldığı otel odasında vakit geçirdikten sonra kapının tıklatılması bizi yer yüzüne çarptı ve oturduğum yerden doğrulup korumalardan birinin kapıyı açmasını bekledim. Tenimdeki yara iyileşiyor olduğunu belli ederek yanıyor ve huzursuz bir kaşıntı veriyordu. Elimi üzerine bastırıp İzel'in kapıdan çıkıp geleni bizden gizleyen korumanın arkasından ilerleyişinin ardından gelen sesiyle ayağa kalktım.
"O burada," dedi İzel. "Evet, gayet iyi."
Erkek sesinin boğuk gelmesi nedeniyle sözleri çıkaramıyor, korumamın önünde dikildiğini anlıyordum.
"Gelip bakabilirsin." İzel'in davetinin ardından kapı açıldı. Göz göze geldiğimizde gözlerinde siyah bir parlaklık çakan Mizan'ın kapının ortasında duraksamasına şahit olmuştum. İzel omzuna dokunup yoldan çekilmesi ve içeri girmesi için teşvik ettiğinde Mizan dudaklarını ıslattı ve beni baştan aşağı süzerek bana yaklaştı. Onun güvenli alanında saldırıya uğradığım için kendini suçladığını biliyordum ve o günden beri onu görmemiş olmamda bir şekilde Kılıç'ın parmağı olduğunu da biliyordum.
"Artık orada kalmıyor musun?" diye sordu keskin bir hareketle karşımda durduğunda. Kılıç'la kaldığımız evden bahsettiğini varsaydım.
"Kalıyorum. İki gündür çoğunlukla evdeydim."
Babamla buluşmamız konusunda konuşamayacağım bir adam karşımdayken daha fazla detay veremiyordum.
"Sanırım ben hep evde olmadığın o azınlık süresince seni görmeye geliyorum."
Elime uzanıp parmaklarımı kavradıktan sonra "İyi olduğunu görmek güzel Karnelyan," demiş ve elimin üzerine yumuşak bir öpücük kondurmuştu.
"Seni görmek de güzel Mizan. Beni görmeye geldiğinden haberim yoktu."
Elimi çekip önümde birleştirdiğimde Mizan dalgınca izlemeyi bir süre daha sürdürdü ve sonunda kendininkileri bir yumruk şeklinde ceplerine yerleştirdi.
"Lütfen otur Mizan," dedi İzel adamın arkasından. "Benim yapmam gereken birkaç arama var, sizi baş başa bırakıyorum."
İzel çıktıktan, iri korumam hemen kapının önünde dikilip Mizan'ı göz hapsine aldıktan sonra Mizan az evvel İzel'in oturduğu koltuğa yerleşip odada sahiden yalnızmışız gibi düşünceli bir biçimde beni izlemeye başladı.
"Seni burada bulmayı beklemiyordum."
Karşısındaki koltuğa yerleşirken "Ama yine de beni burada aradın," diyordum. Mizan her zamanki Mizan olsa da buzun yaydığı duman gibi parmak üşüten her zamanki enerjisinde bu kez bir değişiklik vardı. Huzursuzluğu buzdan maskesini çatlatmış gibi.
"Benim evimde saldırıya uğradın Karnelyan. Gerçekten iyi olduğunu görene dek seni Seryum'da bile arardım."
Huzursuz omuzlarımı silktim, köprücük kemiğimdeki dikişlerin zorlandığını hissettim ve ellerime baktım mahcupça. Onun alanında saldırıya uğramak benim hatammışçasına bunun altında eziliyordum. Babamla yüzleştikten sonra anlamıştım ki ben babam için problem kaynağından başka bir şey değildim ve ne zaman yüz üstü düşüp dizlerimi yaralasam babamdan gizlemek zorunda hissederdim, sonra yaralarımı dünyadan gizlemek zorunda kaldım çünkü yara almak hatalı bir davranıştı ona göre, sonra da bana göre oldu. Demiştim, ben babamın çığlığının yankısından ibarettim, kendi sesimi bulmam yirmi yedi yaşımı almıştı.
"Nereye gittin?"
Tok sesi yumuşak bir tınıyla kafamın içinde ılık meltem estirince başımı kaldırdım ve beni izleyen Mizan'la bakışlarımı buluşturdum.
"Dedim ya, vaktimin çoğunda evdeydim."
Yüzünü yalayıp geçen hızlı gülüş bir illüzyon gibi kaybolunca "Düşüncelerin Karnelyan," dedi. Dirsekleri ile dizlerine yaslanıp aramızdaki mesafeyi azalttı. "Seni nereye götürdüler."
"Buradan çok uzağa değil." Gülümseyip arkama yaslandım ve Kılıç'la aştığımız duvarı sahiden aşıp aşmadığımızı merak ettim. Mizan ve beni burada otururken görseydi iki gün evvel olduğu gibi gurur kırıcı biçimde davranmaya devam eder miydi? "Burada olduğumu nasıl tahmin ettin?"
"Aslında tahmin değildi. Bay Seryum'dan önemli bir bilgi karşılığında öğrendim."
Şaşkınlık dudaklarımı araladığında soluğumu tıslayarak ağzımdan aldım ve bakışlarımdaki dalgınlıkla Mizan'a bakakaldım.
"Önemli bilgi mi?" Aslında şaşırdığım Kılıç'ın yerimi Mizan'a söylemiş olmasıydı, bunu söyleyecek kadar önemli ne öğrenmiş olduğunu delice merak ediyordum.
Ben merakla ona doğru eğilmişken bu kez zarafetle ve dolu bir özgüvenle geri yaslanan o oldu.
"Öyleydi," dedi yalnızca, bu konuda detay vermek istemediğini belli ederek "sahiden iyi misin?" diye ekledi samimiyetle.
Bocalasam da kafa salladım. Etajerin üzerindeki vazonun yanındaki antika saat 15.39'u gösteriyor ve bana iyi olduğumu söylüyordu. Ben de öyle söyledim.
"İyiyim. Hatta senden isteyeceğim şeyi bile buldum."
Mizan sanki içi boşalmış kuru bir kabuk gibi kalakaldı, rüzgar haddinden sert esse sureti küle dönüp etrafa uçuşacak ve adam karşımdan yok olacak endişesi ile bir süre onu izlemeyi sürdürdüm.
"Benden ne istiyorsun?" Sonunda konuştuğunda derisinin altından başlayıp tenini kaplayan buzdan maskenin erimeye başladığını görüyor, adamın kaymasın diye verdiği çabaya şahit oluyordum.
"Boşanmak. Keskin Karma'yı görmeden boşanmak. Onu mahkemede bile görmeyeceğim bir şekilde beni yeniden Karnelyan Mahver yapabilir misin?"
Gözlerinde tanımlayamadığım hisler geçidi vardı, ikimiz de her bir hissin şuh biçimde yürüyüp geçişini izledik ve sonunda parlayan bir çift kara göz kaldı.
"Bunu yapabilirim."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
4.03k Okunma |
894 Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |