Yeni Üyelik
3.
Bölüm

bölüm3|"Cennetin İblisleri, Cehennem Meleği"

@almelia

Aradığını bulamazsan bulduğunu kaybetme, derdi babam hep. Ne demek istediğini anlamazdım çünkü zamanımın çoğunu onu duymak fakat dinlememekle geçirirdim. Şimdi sesi yokken sözleri kafamın içinde dönüp duruyordu. Sahtekar Kılıç Kül Seryum'u ve askerlerini öyle hemen buradan göndermeyeceğimi biliyordum bu sebeple ben gitmeliydim. Belki de babamın benim için döneceğini sandıkları için burada koz olarak tutuyorlardı, kozlarını közleri kalana dek yakacaktım. Eninde sonunda mahvolan yine ben olacaksam en azından onların da tadını kaçırmak iyi olmaz mıydı?

 

Masamdaki güvecin soğumuş kokusu ara ara burnuma geldiğinde iştahımı tümüyle yok ediyordu, gergin ve kaskatıydım. Haliyle midemin kapakları da sıkı sıkıya kapalıydı. Yatmak iyileşmeme yardımcı olsa da beni bir kurban gibi hissettirdiği için yemek tepsisini pencerenin mermerine bırakıp reçine kokan masama geçtim. Alnımı avuçlarıma dayamıştım ki yumuşak bir vuruşla kapım çalındı ve dönüp omzumun üstünden kapıya baktım. Nazik bir hareketle açıldı, ağır ağır aralandı ve geceye meydan okur gibi odamı aydınlatarak içeri Kılıç Kül girdi. Gözleri önce yatağımdaydı ardından hızla benim gözlerimi buldu. Büyük parmaklarının sıkı sıkı sardığı deri ciltli bir kitap ve kolunun altındaki orta boylarda, tahta bir sandık dikkatimi çekti.

 

"Yatakta olmalıydın." Sesinin kısıklığı belli ki yorgunluğundan, yorgunluğu ülkemi ve evimi işgal etme işine yoğunlaşmasındandı. Önüme dönüp açık avuçlarıma yasladım gözlerimi.

 

Odanın derinlerine daldı, soğuğu ve kokuyu dünyanın bir ucundaki bana taşıdı; sesin sahibi odanın orta yerine kök saldı ve dağ göğe doğru uzandı. Adım sesleri ve adamın kokusu yaklaşırken onu arkamda bırakıyor olmak sanki bana zarar vereceğini hissetmeme neden olmuştu. Anlık bir kararla sandalyemin taş zemine çarpacağı hızda ayağa kalktığımda bunun yanlış olduğunu anlayacak vaktim olmamıştı.

 

"Uyuyamadım."

 

Ani hareketim sesini duyduğum adamı görmeme izin vermedi, gözlerime kara bir perde indi uçları bedenimin içinde tutuşan. Tülün ağırlığını bile taşıyamayacak kadar yorgundum. Sahtekar ve aşağılık Kılıç Kül sanki ne kadar aciz olduğumu hissetmiş gibi beni iki yanımdan kavrayıp düşmekten alıkoydu. Muhtemelen beni tutarken iki elini de kullanabilmek için elindekileri hızla masaya bırakmıştı.

 

"İyi misin?" Endişeli fakat müdahale etmeye hazır bir sesti. Kafamın içindeki basınç yüzünden soğuk terler dökerken başım eğikti, sıcak nefesi alnıma değdiğinde göğsüne yaslanmaya ne kadar yakın olduğumu anlamıştım. Düşmanların en kötüsü önce iten sonra da kalkman için el uzatandır, babam söylemişti. Onun dinlediğimi bile farkında olmadığım sözleri artık heybemdeki ağırlığı açıklıyordu. Kamer Mahver kafamın içindeki sesi ele geçirmişti.

 

Gözlerim ışığı yeniden algılayana kadar elleri belimi iki yandan tutup iskeletimi devrilmemeye zorlayan adamı ittim bulduğum ilk güçle.

 

"Değilim."

 

"Yatağa geç," dedi yeniden endişesiz, yorgun olan sesiyle. Belime kolunu sarıp beni yatağa yönlendirirken aramıza olabildiğince mesafe koymuştu, onu yeniden ittim ve yatağa vardığımda bildiğim her şeyin yanlış olduğuyla yüzleşmişim gibi dalımdan bucağımdan ayrı düşmüş gibi hissediyordum.

 

"Neden bu saatte odamdasın?"

 

Bana sırtını dönmüş, masaya doğru ilerliyordu. Masaya vardığında durmadı, bir sandalye kavradı uzun parmakları. O yatağa doğru ilerlerken masanın üzerindeki cilalı, yeni sandığa baktım bir süre. Büyük gövdesiyle sarayın en büyük odalarından olan odamı ufaltıyordu ve ben buna rağmen tehdit olarak algılayamıyordum onu. Nasıl algılayacaktım, beni yangının ortasından alanın o olduğunu biliyordum, beni ölümün kıyısından çektiğini de biliyordum, yaşadığım binanın etrafı onun destekçileri tarafından sarılmışken beni onlara yem etmek istemediğini de duymuştum.

 

"Sarayın ilk temizlenen odası burası, sen bu temiz odada uyurken ben çalışacağım," dedi metalik sesiyle, çelik gibi mimiksiz ifadeyle. Alay edip etmediğini anlamak için aralık ağzım, çatık kaşlarımla yarım dakika kadar yüzüne baktım. Tüm bu süre boyunca o yalnızca gözlerimin hareketlerini izledi. Gözlerinde alay yoktu, daha önce gördüğüm hasret çeken bir adamın kızıllığı vardı, halimden hoşnut olmadığını gösteren hesapçı bir şeyler de vardı ve alayı bulmak yerine bulduklarıma şaşırdım.

 

"O sandık ne?"

 

"Yatağının altındaki tekerlekli sandığın yangında hasar görmüştü," dedi bu mantıklı bir yanıtmış gibi. Odamın bakır renkli duvarları ne kadar karanlıkta kalsa da üzerime yağıyordu sanki, odamın rengi, yatağım, kitaplığımın yanındaki kadife koltuğum değişmişti. Yalnızca kapıya yakın olan elbise dolabım ile yazı masam aynıydı.

 

"İçindekiler?" diye sordum onu test eder gibi.

 

"İçindekiler yangından etkilenmemiş," dedi kayıtsızca. "Onları olduğu gibi bunun içine aktardım."

 

"Eşyalarımı karıştırdın yani." Bir yanım koşarak içindeki mektuplarımı, gazete kupürlerimi kontrol etmek istese de kendimi zorlukla olduğum yere mıhladım.

 

Başı iki yana sallanırken "Tek birine bile fazladan dikkat ayırmadım," dedi sanki ona inanmam mümkünmüş gibi. "İsyandan önceki görüşmemizde sanırım bir şey düşürmüşsün. Onu da içine bıraktım." Neyden bahsettiğini anlamak için kaşlarımı çatıp yanıtı yüzünde görmeye çalışırken.

 

Sandalyeyi çekip yatağımın kenarına bırakmış ve oturmuştu. Onu sandalyeye otururken görmeseydim havada süzüldüğünü sanmama neden olurdu, sandalyenin tahta bacaklarını bile örtüyordu iri bacakları. Üzerinde kemik rengi keten bir tunik vardı, altında aynı renk bir binici pantolonu. Odanın karanlığına rağmen aydınlık görünüyordu. Ayaklarındaki siyah çizmeleri görünce bir yere gideceğini ya da bir yerden geldiğini düşündürttü bana.

 

Öfke damarlarımın arasına sızarken kanım çekilmişti, neden bahsettiğini anlatmasını beklerken yumruklarıma dolan öfke gücünü dizginlemem gerkmişti.

 

"Bana ait olduğuna emin misin?"

 

Başını iki yana salladı fakat ellerinin ceplerinde olduğunu gördüm. Ve cebinden bir şey çıkarırken izledim onu bu kez de. Ne söyleyeceğini duymadan önce anlamaya çalışırken şakaklarıma ağrı saplanmıştı. Şeftali rengi dudakları izleyip söylemediği tüm sözcükleri duymaya çaba sarf ediyordum, bana daha fazlasını vermesi için onu tüm dikkatimle süzüyordum. Avcuna hapsettiği şeyi bana uzattı, elimi açtım ve ona doğru eğildim otomatik olarak. Yumruğunu avucumun içine bastırdı ama hiçbir şey vermedi.

 

"İnsan evine doğardı, ben evimde öldüm."

 

Gözlerim yorgun bir çift diz gibi yumruğunun üzerine çökmüştü ki cümlesiyle gözlerini tırmandım. Göremedim ama baktım. "Bunu nereden biliyorsun?"

 

"Bu senin cümlen mi?"

 

"Annemin," dediğimde parmakları çözüldü ve avcuma bir kağıt düştü. Annemin günlüğünden düşmüş bir sayfaydı bu, onu hep sayfaların arasında saklardı, ben de öyle. Annemin yazısı, annemin cümlesiydi.

 

"Güzelmiş," dedi sakince, benim dudaklarım titrerken. "Kendisi için söylediği bir şey miydi?"

 

"Hayır, bazen böyle şeyler yazardı." Neden açıklama yaptığımı bile bilmiyordum.

 

Üst üste yutkundum, kolay kolay ağlamazdım fakat sanki herkesin kolayca ağlayabileceği bir söz olurdu, benimki aslında bu sözdüyse de ağlamadım. Kolay kolay ağlayabilsem muhakkak ağlardım, annem bu evde doğmamıştı ama bir yanım ruhunun bu evde öldüğünü bilirdi, bu söz bir cenaze içindi.

 

"Bunu nereden buldun?"

 

Kağıttaki yazıyı görüşüm bulansa da ışık yetmese de okudum, ezberimden.

 

İnsan evini seçebilirdi ama ben seçmemiştim, ömrüm bu evde geçmişti ve ben bunu isteyip istemediğimi düşünmemiştim. İnsan evine doğardı, ben evimde ölmüştüm.

 

"Koridorda," dedi yalnızca, bu kısa yanıt yeterli sanıyordu. Yeterliydi de, öfkelenmem için.

 

"Benden ne istiyorsun?" diye doğrudan sordum ama gözlerinde gördüğüm ifade bana bambaşka bir soruyu merak ettiriyordu.

 

Elleri dizlerine yaslanmıştı. Yine bir tiyatro izler gibi izliyordu beni. Bense yırtıcı bir hayvanın beni avlamak için yattığı pusuya denk gelmiş gibiydim, nereden ve nasıl saldıracağını görmek için telaşla süzüyordum her yerini. Onun yanında soğukkanlılığım ısınıyordu, ondan yalnızca bunun için nefret edebilirdim fakat ben edemedim.

 

"Senden ne istiyor olabilirim?"

 

İstediğim cevapları alamıyor ve yeni, bambaşka sorular sormak zorunda kalıyordum. Zihnimin berrak sularında bir kan akıtmış, oraya bir ceset bırakmıştı. Zihnimi bulandırıyordu.

 

"Neden bana böyle davranıyorsun? O ahşap evde seninle olmamın nedeni neydi, şu an bu odada olmamın sebebi ne, kapımda neden nöbet tutan bir çift asker var?" Bakışlarının yoğunluğu beni adanın etrafını saran serin sulara itti, ciğerlerim şişti ama içi hava dolmadı. Nefes almak için sustum. Yüzünde hiçbir ifade yoktu adamın fakat ben yine de izledim.

 

"Neden buradayım, neden aşağıdaki önemli adamların bile tıkıldığı o zindanda değil de buradayım?"

 

Hareketsizliğini ve göz kontağını bozmadan "Zindanda tek bir kişi bile yok," diye konuştuğunda gözlerimi bile kırpamayacak kadar donmuştum.

 

"Ahşap evdeyken konuşmalarını duydum, konsey üyelerinin orada olduğunu duydum."

 

Başını sağa doğru eğdi hafifçe, yüzünün sol yanındaki izlerin kızıllığı daha belirginleşti ve "Başka neler duydun Karnelyam?" diye sordu. Yatağımın tepesindeki aplikte yanan ateş rüzgarsız odada titreşti, Kılıç'ın yüzündeki gölgeleri artırdı izlerini görmemi istemiyormuş gibi. Sanki bu saray sahiden ona aitti ve sarayın ruhu ona hizmet ediyordu.

 

"Neleri duymam gerekmiyordu?" diye sorarken saldırıya geçmiştim.

 

"Benimle ilgili her bilgiyi duyabilir, öğrenebilirsin," diye bildirdi kendine güvenerek. "Zindanda bekletilen herkesi özgür bıraktım, isteyenler görevlerine devam edebilecek."

 

Önce içi cam kırıkları ile dolu bir şaşkınlık doldurdu göğsümü ardından gelen öfkeye tutundum, ona öfkeliydim. Bırakmış olsa da bir süreliğine o insanlar yalnızca onun için senelerdir bir kez bile kullanılmayan zindana hapsedilmişti.

 

"Görevlerine nasıl devam etmelerini planlıyorsun peki, her biri demokrasiye uygun adaylar, sen gelmeden önceki rejim için eğitildiler. Sen krallığını ilan edersen onlar senin sadık hizmetkarların mı olacaklar?"

 

Karşı çıkmasını öyle yürekten istiyordum ki alaycı sözlerim hiç de öyle çıkmamıştı. Bana hayır demesini istedim, krallıkla ilgilenmediğini söylemesi bile yalancılığına rağmen ona daha iyi bir gözle bakmamı sağlardı.

 

"Onları zorlamıyorum, kalmak isteyenlere uygun roller bulunacak," dedi resmi bir sesle. İki kirişli basit bir evdim ve karşımdaki adamın sözleri toprağın altından üstünü sarsan bir deprem, yıkılmıştım.

 

Hızla içimi dolduran öfke burnumdan taşarken hızlı bir soluk verdim. "Neden buradayım?"

 

"Krallık çökerken kaç yaşındaydın Karnelyam?"

 

Sorumdan kaçmıştı, yine. Sert bir rüzgar yüzüme esmiş gibi kırpıştırdım gözlerimi. İsmimi düzeltmeyi bile unuttum.

 

"Cumhuriyetin dokuzuncu yılında doğdum."

 

"Yani krallığın yok edilişinde bir katkın yok mu?"

 

"Krallığın izlerinin silinmesinde katkım var. Krallık sistemine ve geleneksel düzene ait her şeye karşıyım. Krallığı yok etmemem onu desteklediğimi, sizi destekleyeceğimi göstermez."

 

Dirseklerine yaslandığı yerde daha da eğildiğinde sanki bedeni bedenime değecekmiş gibi geri çekildim. Hareketimi gördüğünde bir süre öyle donup kaldı, beni korkuttuğunu sanmıştı. Fakat içgüdüsel bir davranıştan başka hiçbir şey değildi bu.

 

"Beni desteklemeni istesem de seni buna zorlamak için burada tutmuyorum."

 

"Seni desteklememi mi istiyorsun?" Alaylı çıkması gereken sesim daha çok dehşet içinde çıkmıştı. "Başımın arkasında on yedi dikiş olduğunu söyledin ve bunu bana senin için yaptılar. O yarayı sen açtın," derken sesimde kendimi küçümsememe neden olan duygu kırıntıları vardı. "Şimdi de tüm odaları isle kaplanmış evime yerleşip benim odamı da çalışma odası olarak seçiyorsun." Sözlerim dudaklarımdan çıktıkları an farkındalığım daha da artıyordu. Acımasız bir adam olduğunu yüzüne bakınca unutuyordum fakat söylediklerimden hangisi yanlıştı? "Seni hangi konuda desteklememi istiyorsun?" Artık duygulu çıkışlardan arınıp daha soğuk bir sese geçebilmiştim.

 

Batın'ın gözlerinde gördüğüm acı çeken parıltıyı gördüm, irileşmiş göz karaları ışık vuran bir ayna gibi oldu ve bu ifadeyi öyle hızlıca gizleyemedi. Tamam, masum olduğumun farkında olabilirdi, boş yere acı çekmemi barbarca bulmuş da olabilirdi, evet ama o ifadesizliği taştan bir maske gibi takan adama göre kendisini böyle açık etmesi için daha derin bir şeye gerek vardı.

 

Gözlerini yumup sesli ve derin bir nefes alırken sandalyede doğrulup sırtını gergince tahtaya yasladı. Yeniden gözlerini açtığında az önceki her bir zerrecik illüzyondan ibaretmişçesine donuklaştı bakışları ve mimikleri. "Bir daha aynı şey tekrarlanmayacak," dedikten sonra bana değil de kendine bir söz verir gibi "Asla," diye ekledi sertçe. Onca sözden yalnızca birini duymuştu.

 

"Senin için senin olduğunu iddia ettikleri sarayı yaktılar. Senin için ayaklandılar, beni bu odaya senin için kilitlediler. Yeniden yapmamaları için ne yapabilirsin?"

 

Gözlerime bakışında anlam veremediğim bir ifade vardı, göğsünde bağladığı kolları, kıpırdamayan çenesi ve varlığımı bir tuvale aktarıyor gibi uzun uzun usulca izleyişine bakılırsa ya cevap vermeyeceği düşünülürdü ya da beni duymadığı. Dudaklarını açtı yavaşça, ardından dilini üzerlerinde gezdirirken az önce söyleyeceği şeyden vazgeçtiğini hissettim.

 

"İsyan benim için değil babana karşıydı."

 

Bağlı olan kollarını çözüp oturduğu yerden kaydığında delice bir dikkatle onu izledim. ayağa kalktı ve bana sırtını dönüp odanın içinde ilerledi.

 

"Onlar senin adamlarındı."

 

Duvara yaslı yazı masama vardığında kitabını masanın üzerine bakıp masanın üzerine eğilmiş bir şey arıyorken cevap verdi. "Değildi," dedi babamın ağaç kökünden oyduğu minik kalemliğe uzanırken. "Kalemini kullanmam lazım," diye seslendiğinde otomatik olarak "Tabii," diyivermiştim. Onayımı aldıktan sonra mesleğe başladığımda babamın hediye etmiş olduğu divit kalemi kavradı ve masaya bıraktığı kitabın üzerinde gezdirmeye başladı.

 

"Senin askerlerinin giydiği tulumdan giyiyordular, beni odaya kilitleyen senin, önderleri olduğunu söyledi."

 

Kitaba eğilmiş omuzlarındaki kasların son cümlelerimde nasıl yılan gibi hareket edip kasıldığını görebilmiştim. Bu odaya kapatılmış ve bir yangının ortasında bırakılmış olmam tepkisizlik duvarını çatlatıyordu. Belki de beni kandırmak ve babama karşı saf tutmamı istiyordu ve bunun mümkün olmama sebeplerinin artmasından rahatsızdı.

 

"Askerlerimin her birini Seryum'dan gönderdim, sivillerle hiçbir işbirliği yapmadım." Doğruldu, bana bakmadan kitabının arasına az evvel bir şeyler karaladığı kağıdı sıkıştırdı. "Bu isyan beni Seryum'da görmekten cesaret bulan vatandaşların isyanıydı. Halk babandan nefret ediyordu."

 

"Askerlerinin üniformasını nerden buldular peki? Basbayağı senin düzenlediğin bir isyandı bu," dedim midem bulanarak. "Hatta bir işgal."

 

"Önce krallık yanlısı askerler örgütlendiler ve hareketi başlatan da onlar oldu," dediğinde ne kadar aciz olduğumla yüzleşiyordum. Var olduğu için bile nefret edebileceğim adam konuştukça öyle acizleşiyordum ki başımı dirseklerimi yasladığım dizlere yaslayarak ağlamak isteği içimde coşkun nehirler gibi taşıyordu.

 

"Bugün burada olmamın sebebi babanın, askerlerini isyana itmesi Karnelyam. Evet bir gün burayı geri alacaktım ama bu şekilde değil, ordunun yarısı topraklarını terk etmişken değil." Başını hızla iki yana salladığını gördüm bir mırıldanış gibi "Çok önce gelmeliydim," dediğini duysam da artık soru işaretlerim yığın halini aldığı için hangi noktaya takılmam gerektiğini çıkaramıyordum.

 

O gün binayı yakan adamların yüzündeki siyah maskelerin sebebi belki de buydu, bağlı oldukları vatanın yönetimini gasp ederken başarısız olma ihtimaline karşın yüzlerini açık etmekten korkmuşlardı.

 

Duyduklarım duymak istediklerimin yakınından bile geçmiyordu. Gücümü kaybetmiştim, dudağımın ve çenemin titreyişi yüzünden duygularım açıkça ortadaydı.

 

"Babam onları isyana itecek ne yaptı?"

 

Gözlerini tamamen görmesem de gözlerime değil titreyen çeneme baktığını görebiliyordum. Kaşları çarpık duruyordu, memnun değildi fakat memnun olmaması gereken bendim.

 

"Eğer bunu ben planlamış olsaydım eğitimli askerlerimi ülkeden göndermezdim." Sonunda, aramızda metrelerce mesafe varken yine gözleri gözlerime hemen dibimdeymiş gibi kenetlendiğinde "Bu hareketin önderi ben olsaydım sarayın tek bir yerine bile zarar verilmezdi," dedi. Yatağa doğru ağır ağır yürürken konuşmaya devam etti. "Eğer babana karşı değil de benim için yapılsaydı bu isyan ," dedi bir yemin eder gibi. "Senin kılına bile zarar gelmezdi."

 

Hiçbir şey anlamadım, tek bir şey bile aklıma yatmadı ve başından beri sormak istediğim soruya daha fazla karşı koyamadığımda ağzımdan uçup gitti. "Yüzündeki izler bir yangında mı oldu?"

 

Yeniden maskesini yerinden oynatmıştım, sarsılsa da düşmedi ifadesizliği ama bu soruyu hiç beklemediği belliydi, hatta yüzündeki izleri bile yeni hatırlamış gibiydi. Dümdüz bir açıklığa bakar gibi baktı bana çenesini ağır bir itişle aşağı eğip beni onaylarken. Sandalyesine geri oturmuş, karşıma geçmişti yeniden.

 

"Ve bir yangından beni kurtardın," dedim fakat esasında bir soruydu bu. Oydu biliyordum ancak baygın ve bilinci sarsıntıda olan biri buna ne kadar emin olabilirse o kadar.

 

Tek bir kıpırtı olmadı, gözlerini bile kırpmadı. Onaylamadı, reddetmedi; açıklama yapmadı, nedenini bilmemi istemedi, bana yalan söylemedi fakat benden bir şeyleri gizledi.

 

"Babam kaçarken sen neden buradaydın?" Hiçbir şey. Tek bir iz bile yoktu cevaba dair. Günlerce sarayda babamla olan oydu, yönetimi devretmesini isteyen oydu ve sonunda kaçıp gitmesine izin vermişti. Neden? Cevap yoktu, yeni bir sorum vardı.

 

"Artık yönetimle sen mi ilgileneceksin?" Bir baş eğişle onayladı beni yine. Bu konunun gidişatından rahatsız olacağa benziyordu, kaşlarının arasındaki çizgi beni izlerken derinleşmişti.

 

"Neden uyuyamadın?" diye sordu aniden. Öyle ki kafam bir anlığına tümüyle karmakarışık oldu ve onda ne kadar ifadesizlik hakimse benim yüzümde de şaşkınlık büyük bir hakimiyetle çok açıktı.

 

"Eğer neden uyumadığımı söylersem bana neden burada olduğumu söyleyecek misin? Sorudan kaçmadan, farklı bir yere çekmeden."

 

Kabul etmeyecekti, yüzüne yeniden ifadesizlik üreten zanaatkarlarının yaptığı bir maske yerleşmişti. Orada yokmuşum gibi baktı yüzüme.

 

Yalvarmak üzereydim, kendimi aciz hissetmeme yol açıyordu.

 

"Tamam," dediğinde bana sunduğu bu ele avuca sığmaz şey için ona sarılacak gibiydim. Beni hak ettiğimden azına sevinecek duruma getirmişti.

 

"Yalnız uyuyamam."

 

Yüzündeki ifadesizlik maskesini biri onun yüzünden usulca aldı. Kaşlarının arasındaki iki çizgi yüzünü samimi göstermişti. Merak vardı fakat şaşkınlık yoktu, durumu yadırgamamıştı.

 

"Peki kiminle uyuyorsun?"

 

Bu kez cevap vermeyecektim. Onunla sohbet etmeyecektim.

 

"Anlaşmamız neden uyuyamadığımı açıklamamdı. Bu soruya cevap vermeyeceğim."

 

Dudaklarının içine biriken nefes yanaklarını şişirmeden onu yuttu ve kollarını göğsünde bağlayıp geri yaslandı.

 

"Sıra sende," diye mırıldandım dudaklarımın kuruyan kabuğunu dişlerimle çiğnerken.

 

"Buradasın çünkü burası senin evin." Malumun ilamı diye buna denirdi işte.

 

"Peki sen neden buradasın?" diye sorarken anlaşmamızı unutmuş ve alay ediliyormuş gibi öfkelenmiştim.

 

"Bu evde doğdun değil mi?" Soruma karşılık bir soru. Oyalanmadan, kararsızlığa düşmeden gözlerimle onayladım onu.

 

"Bu evde doğdun ve bu evde yaşamayı hak ediyorsun, bu evde doğup bu evde yaşamayı hak eden benim gibi."

 

Böyle aleni bir yalanı yüzüme karşı öyle gerçek gibi söyledi ki tiksinemedim bile.

 

"İddia ettiğin o adam değilsin," dedim ağlamak isteyerek. Herhangi biri olsaydı ve yine de şimdi aynı yerde, aynı konumda olsaydı ona yine öfkelenirdim ama en azından ona çok zıt görünse bile yalancı bir adam olduğunu düşünmezdim. Bu, nedense acı vericiydi.

 

Tepkisi tepkisizlik oldu yeniden.

 

"Arşivde Seryum soyundan tek bir kişinin bile kalmadığının kanıtları ve kayıtları var," derken sesim hüzünlüydü. Ona acıyordum, beni mahvettiği gibi kendisini de mahvedecekti. "Bir gün yalanın ortaya çıktığında tüm o sana inanan, ümit ateşlerini harladığın insanları yıkacaksın."

 

Beter olsunlar demek istiyordum ama onca insanın yalnızca Seryum Krallığı'na olan özlemleri yüzünden mahvolmasını adil bulmuyordum, her ne kadar benim bu halde olmama neden olmuş olsalar da. Boynumu saran kaslar öyle gerilmişti ki başımın arkasındaki yara kendini hatırlatmak ister gibi sızladı, sakinleşmek için nefes aldım.

 

"Yalan söylemediğimi er geç anlayacaksın Karnelyam."

Başını iki yana salladı ardından, bana öyle bakıyordu ki yanılgı içindeki aciz biriymişim gibi, benim için üzülür gibi, ona inanmamama hayıflanır gibi.

 

"Son kralın oğlu doğmadan öldü," dedim canını yakmak için. Acınası durumda olan oydu, ben değil. "Ve ismim Karnelyan!"

 

"Doğmadan öldürülmüş olmam şu an karşında oturmamdan daha az mı rahatsız edici Karnelyam?"

 

Yutkunamadım.

 

Bu kez yanıt veremeyen bendim. O, doğmadığını sandığım zamanlarda bile bir sorundu. Bir kadını bedeninde bebeğiyle öldüren bir baba benim için her zaman bir problemdi, bu konuyu düşünmeyi ne kadar reddetsem de işte gerçekler bir şekilde yüzüme çarpıyordu.

 

"Sen basit bir işgalcisin," dedim sesim duyulmayacak kadar kısıkken. Onu değil kendimi inandırmaktı niyetim.

 

"Ben başkasının hakkı olanı istemedim," dedi. Kalçasını ileri kaydırıp bir bacağını rahatça diğerinin üzerine atarak iyice yerleşiyordu sandalyeye. Sahiden bir süre daha odamda olacağı belliydi. "Bu ülke bana ait ve sahip, ben bu ülkeye ait ve sahibim. O nedenle işgalci olmam söz konusu bile olamaz."

 

Dizini yükseltti ve ona yasladığı kitabını açıp okumaya koyuldu ve sanki bu konuşmanın bitmesi için yeterli bir hamle olmalıydı. Olmamıştı

 

"İkimiz de bu eve sahibiz ve bu evde beraber yaşamamızda bir sorun yok mu?" Bu binaya ev demekten nefret ediyordum, dilimde ağır bir tat bırakıyordu.

 

Soracağım soruyu toparlayamamıştım, kafam öyle karışmıştı ki kafasının içindeki arşivi açmak ve gerçekleri satır satır okumak istiyordum. Başını ağırca iki yana salladı.

 

"Başka bir sebebi olmalı Bay Seryum."

 

Başını hızla kaldırdı ve dizini indirdi. "Bana Kılıç de," dedi önce ve "Dışarıda sana düşmanlık besleyen onlarca insan olacak, Kamer Mahver'in diktatörlüğü düştüğü için halk sana açıkça düşmanlık gösterecektir," diye ekledi.

 

"Beni koruduğunu mu iddia ediyorsun?" Babamı herkes sevmezdi evet fakat bana düşman olan kimse yoktu, ben düşmanlığı hak edecek hiçbir şey yapmamıştım. Aslında babam da öyle.

 

"Hayır, seni evinden kovmazsam seni korumama da gerek kalmaz."

 

"Peki ben gitmek istiyorsam ne olacak? Kapımın önünde askerlerin var üstelik kapı üzerime kilitlenmiş olmasına rağmen. Bu neden?"

 

"Bu soru anlaşma dışı," dedi benim yaptığım gibi. Anlaşmanın ne olduğunu bir an için tümüyle unutmuştum.

 

"Sana kiminle uyuduğumu söylersem soruma cevap verir misin?"

 

Kaşları saliselik bir süre için yukarı kalkıp eski yerine düştü. Başını sol taraftan sağa eğdi. Kalkıp gökten güneşi bulmak ve bir fener gibi yüzüne tutmak istedim o an, güneş yüzündeki gölgeleri silsin ve onu tamamen göreyim istiyordum.

 

Çenesini eğip eski pozisyonuna çektiğinde beni onayladığını anlaşmıştım. O kadar gönülsüzdü ki sözlü bir şekilde onaylayamıyordu bile.

 

"Önce sen."

 

"Sana zarar gelmesini istemiyorum," dediğinde onun hasta bir manyak olduğunu düşünüp dehşete kapıldım. Fakat sonra "Benim yüzümden," diye eklediğinde daha anlaşılırdı sözleri artık. "Bir süre için halk korkuya kapılıp bir suçlu arayacaktır, o kişi ben ya da baban yüzünden sen olmayacaksın."

 

Yüreğime çıkan kan buz kesti ve parmak uçlarımı öpen soğuk yüzünden elsiz ayaksız kalacağım sandım. Söylediği şeylerde anlam mı arıyordum yoksa onu anlamıyor muydum?

 

"Sana ne bundan?" diye sordum ama sesim maalesef öfkeli değildi, yanından bile geçmezdi öfkenin. Ağır bir merak ve şaşkınlıkla doluydu yorgun bedenim.

 

Hiçbir tepki vermedi, mimikleri bile oynamamıştı. Sessizce bana anlaşmamızdan bahsediyordu.

 

"Gitmek istiyorum," dedim gözlerinin içinde sözlerinden daha derin bir cevap arayışıyla

 

"Bir süre misafir olacaksın Karnelyam." Sesi öyle düz, manadan yoksundu ki sözleri bir buz dağıydı sanki ve suyun altında kalan kısmına kafa yormamı istemiyordu.

 

"Gitmeyi ısrarla istiyorsam ne olacak?"

Başını iki yana salladı ve kiminle karşı karşıya olduğumu iyice anladım. Ben bu odada tam bir esaret yaşayacaktım o ise buna misafirlik diyecekti. Kendi evimde misafir olmanın ağırlığı daha evvel hissettiğim balçıksı bir yoğunluktaydı, neyse ki aşinaydım.

 

"Peki." Ölümcül bir sakinlikle çıktı kelimeler ağzımdan. Eğer buradan gitmekse tercihim kesinlikle gidecektim, bu konuda ne kadar rahatsız olduğumu hissettirirsem o da o kadar konu üzerine yoğunlaşır ve önlemler alırdı. Şimdilik bu sorun değilmiş gibi davrandım.

 

"Son bir soru sormama izin ver ve bana ne istersen sor." Hala pek çok cevaba ihtiyacım vardı.

 

"Hayır," dediğinde sesi öyle keskindi ki duyularımdan işitmeyi değil hissetmeyi harekete geçirmişti. Etimi kesmiş gibi elimi koluma sardım. Her hareketimi izleyen adam bunu da izledi. Onun hakkında her şeyi öğrenmemi istiyordu fakat bunu kendisi yapmak istemiyordu belli ki. Aşağılık ve küstah olduğunu çok evvelden öğrenmiştim neyse ki.

 

"Sıra sende." Bu sefer sesi yumuşaktı, az önce kestiği yerin üzerini örtmeye çalışır gibi.

 

"Yanımda nefes alan biri olmadan uyuyamadığım için Volfi benimle olur. Bazen binanın kordirorlarında dolaşmasına izin verdiğim için gelene kadar uyanık kalırım," dedim ve hemen düzelttim. "Kalırdım. binadaki yangında eğer başına bir şey gelmediyse kaçıp gitmiştir." Eğer ağlayabilen biri olsaydım hüngür hüngür ağlardım çünkü Volfi'nin gitmiş olması da başına bir şey gelmiş olması kadar canımı yakıyordu.

 

"Volfi?" dedi sorar gibi. Alnında satır satır çizgiler oluştu, odamın içini aydınlatan ateşin gölgeleri bir an için yüzünden çekildi gibi oldu ve hoşnutsuz merakını gördüm. "Arkadaşın mı?"

 

Düşman denen bir adamla dakikalardır hiçbir tehdit hissetmeden konuştuğumu fark edince huzursuzluk bir el gibi sarıldı boğazıma. Bakışlarımı kaçırdım, derin bir nefes aldım ve "Kedim," dedim çenemi omzuma dayayıp yüzümü saklama ihtiyacı hissederek.

 

🕑

 

"Bu kadar uzaklaşmamızın doğru olduğunu sanmıyorum," dedi Kılıç'ın peşime taktığı asker. O pislik herif tüm gece odamın içinde ben yokmuşum gibi dolanırken, kitabını okur ve bir şeyler karalarken tehdit altında hissederek uykumdan olmuştum. Gaddar, düşüncesiz pislik evimi işgal edip odamı çalışma odası belleyebildiğine göre belki de zihinsel sorunları vardı. Belki Seryum varisi olduğuna kendi de inanıyordu ve o yüzden gözüme hiç yalancı gibi görünmüyordu.

 

Sarayın birkaç kilometrelik mesafesinde yeşeren ormana doğru yürürken aklımda yalnızca yanımdaki askeri atlatmak ve kaçmak vardı. Ona cevap vermedim.

 

"Geri dönmeliyiz," dedi bu kez daha güçlü bir sesle.

Kılıç Kül Seryum'un zırvalarından birine bile inanmamıştım, ev benimse o gitmeliydi. Şayet onunsa ben, istemese de gidecektim.

 

Kolumu kavrayan asker beni durdurmaya yeltendiğinde çakıllı yolda kayan adımlarım yüzünden ona tutunmak zorunda kaldım.

 

"Geri dönüyoruz, Bay Seryum yalnızca yürüyüş yaparken size eşlik etmemi istedi siz sarayı düpedüz terk ederken değil."

 

Sarayı gizlice ya da düpedüz terk edecektim, Dünya Yönetim Kurulu'na işgali bildirecektim ve ne kadar göstermelik de olsa eşim olan Keskin Karma'nın askerleri ile bir an evvel gelip burada olan bitenlere son vermesini bekleyecektim.

 

"Onun bir sahtekar olmadığına nasıl inandın?" diye sordum ve birinin bana tatmin edici bir cevap vermesine karşı duyduğum ihtiyaç gün yüzüne çıktı.

 

Önce sessizce beni ilerlediğimiz yolda geri döndürmeye odaklıydı, ona karşı çıkmadığım hatta kolumu bile kurtarmadığım için bir süre sonra beni yavaşça bıraktı.

 

"Kamer Mahver'in bir sahtekar olmadığını bunca sene nasıl görmediniz?"

 

Değildi çünkü.

 

"Kılıç Kül Seryum bir işgalci değil." Düşüncelerimi okumuş gibi konuşmaya başladığında ürkmüştüm.

 

Ağaçlar ve yeşillik sıklaştıkça yüreğim göğsümde şişiyor gibi hissediyordum çarpıntısını.

 

"Ne o zaman?"

 

"Kral olarak doğdu ve öyle de ölecek."

 

Bu adamlar nereden geliyor ve bunlara nasıl inanıyorlar merak ediyordum. Ne zaman karar vermişlerdi buraya gelmeye ve nasıl? Aramızda bir hain olmalıydı.

 

"Onun kral olması sizi neden ilgilendiriyor? Sen yine bir asker olarak kalacaksın."

 

Adımlarımı hızlandırmak istesem de yavaşlamıştım, ormanın benim için beklediğini görmek başımı döndürmeye başlamıştı. Saatlerdir yemek yememiş, uyumamıştım. Belki Kılıç Kül odamda bir hayalet gibi icraat gösterirken onun varlığını unutup birkaç saat kadar uyumuş olabilirdim ama bu kez onunla uyumak ahşap evdeki gibi değildi. Bilincimi ve gücümün birazını geri kazandığıma göre karşı koymaktı görevim.

 

"Benim babam, onun babası ve hatta onun babası da krallığa hizmet etti. Bir kez bile hakkımız yenmedi, biz esir değil gönüllülerdik. Sonra baban geldi," dedikten sonra sesindeki tiksintiyi duydum. "Hepimizi kendi toprağımızdan kovmaya cüret etti o. Ve yalnızca krallığa hizmet ettiğimiz için."

 

Dönüp adamın yüzüne baktım, anlattıklarını biliyordum. Hayır anlattıklarının doğru versiyonlarını biliyordum. Rejim değişikliğinin oturtulmaya çalışıldığı ilk zamanlarda kralın öldüğünü kabul edemeyen ve yeni sisteme ayak uydurmayanlara Serenyum'a gidebilmeleri için şans verilmişti. Hala kralı olan ve bir zamanlar Seryum yönetimine bağlı olan topraklarda yabancılık çekmeleri en düşük düzeyde kalırdı.

 

"Kendi doğduğumuz yere dönmek için Kılıç Kül Seryum'a ihtiyacımız var. Kendi evinden kovulmanın ne demek olduğunu o da çok iyi biliyor. O bizi anlıyor ve biz onu anlıyoruz," dedikten sonra yüzüme baktı dikkatle. İsmini, yaşını, nereden geldiğini bilmiyordum ama yüzümün karşısında kendi yüzüm varmış gibi baktım ona, acımayla.

 

"Bize anlaşılmayı vaat ediyor, evimize dönmeyi vaat ediyor. Bu cevap sizin için yeterli mi?"

 

Önüme döndüm tekrar, onu ben de gayet anlıyordum Kılıç Kül'den tek farkım bu aslere hak vermememdi. Anlamak hak vermek zorunluluğu yaratmıyordu sonuçta.

 

"Krallık zaten çökmüştü, DYK'nin bizim için uygun göreceği kaderi beklemek yerine kendi kaderimizin iplerini elimize aldık, böylece yeni bir sisteme geçiş yapıldı ve bu da senin dönmek için can attığın vatanın hala var olmasını sağladı," diye açıkladım öğretmen sesimle.

 

Bana küçümser gözlerle baktı, onu anlayacak kapasitem olduğunu dahi düşünmediği aldığı sesli nefeslerden belliydi.

 

"Babam krallık sisteminin son verildiğine resmiyet verdi yalnızca." Önüme döndüm, benim için duyduğu küçümsemeyi ona karşı duyuyordum. "Başkalarının gelip bizim topraklarımızın hakkında karar vermesini mi tercih ederdin? Serenyum'u DYK baskısı yüzünden kaybettik. Eğer adadan bir parça toprak vermiş olsaydık Seryum'un yüz yıllardır övündüğü en büyük ada ülkesi olması artık mümkün olmazdı."

 

Ellerimi ceplerime ittim güç kazanmak için, cebimdekiler parmaklarıma değdiğinde daha rahat hissetmiştim."Bir insanın ülkesinden uzak kalmış olmasına üzülebilirim ama bu senin ve senin gibiler için geçerli değil. Yurdunda kalmak istiyor olsaydın burada kalır savaşırdın, babam hem senin hizmet ettiğin krallığa hem de toprağımızı ele geçirmek isteyen onlarca safa karşı savaşırken size üzülmemi beklemezdin zaten. "

 

Cümlem bitmeden dirseğimin üzerine saplanan parmaklar beni kendine döndürdü sertçe. Canım öyle yanmıştı ki parmağının olduğu yerlerde kan akışı durmuş gibi elektriklenme hissettim.

 

"Senden bize üzülmeni bekleyen yok! Burada, asıl işgalci olan Kamer Mahver'in seni inandırdığı peri masalı için biz sana ne üzüleceğiz ne de acıyagağız. Günü geldiğinde ölüp bittiğin çürük rejimin elinde patlayınca bu üstten konuşmalarından eser kalmayacak. "

 

"Elini çek yoksa seni burada ağlatmak zorunda kalacağım," dedim ve tümüyle sakindim.

 

Hiç bırakmayacak gibi öfkeyle gözlerime baktı, öfkesi öyle yoğundu ki gözlerime akıyor ve görüşümü bulandırıyordu. Beni savurarak bıraktığında düşmemek için birkaç adım geri gitmem gerekmişti.

 

"Komik olmak için mi bunca şey saçmaladın?" diye sordu önce. "Beni ağlatabileceğine gerçekten inanmıyorsundur."

 

Aslında inanıyor olduğumu söyledim ona mırıldanarak.

 

Madem konuşma pek de iyi gitmiyordu artık planıma giden yolda ilk adımı atmalıydım. Ellerimi ağustos ayında giymiş olduğum uzun kollu ceketimin cebine soktum. Bileğime değil cebime yerleştirdiğim saati çıkarıp saati kontrol ettiğim esnada askerin büyük dikkatle durup beni izlediğinin farkındaydım. "Saat 17.03," dedim gözlerimi saatten sağ elimi de diğer cebimdeki tabancanın kabzasından ayırmadan. "Seryum'da güneş genelde yedide batar."

 

Sonunda saati cebime koyarken sağ elimdeki tabancayı çıkarıp askerin yüzüne doğrultuyordum. Her şey öyle hızlı oldu ki bilinçsizce önce bana doğru bir adım attığında elimdeki tehlikeli aracı sallayıp onu kendine getirdim. Attığı adımı geri çektiğinde söylediklerini dinlemiyordum bile.

 

"Hava karardığında sahibine benim karanlıktan faydalanıp kaçtığımı söyle," diye bir çıkış yolu sundum ona. "Ağlamak için en az iki saat özgürsün."

 

Geri geri yürümeye başladığımda biraz sonra koşmam gerektiğini, koşarsam henüz iyileşmekten çok ama çok uzak olan yaramın kim bilir ne hal alacağının farkındaydım. İyi bir uyku çekmeyen yaralı bir insan olarak kovalanma riskini göze alamazdım.

 

"Sen o silahı ateşlemeyeceksin ve ben de seni her halükarda saraya geri götüreceğim." Kolları sanki beni yakalayabilecek mesafedeymiş gibi havadaydı, yaralı bir hayvanı ele geçirmek ister gibi kirpiklerinin altından izliyordu beni gözleri.

 

Çok inandırıcı bir özgüven örneğiydi fakat yalnızca kendini inandırmış, en sonunda bana doğru çok yanlış bir adım atmıştı.

 

Adımı yere vurduğunda namlunun hedefini saniyeler içinde sağ ayak bileğine sabitledim ve ikinci adımını bitirmeye fırsatı kalmadan tetiği çektim.

 

Büyük bir bağrış, birtakım sinkaflı küfürler ve iri bedenin yere çarpan sesi eşliğinde arkamı dönüp koşmaya başlamıştım bile. Büyük bir risk almıştım, Kılıç Kül'e hizmet eden silahlı askerin bana karşı o silahı kullanmayacağına inanmıştım. Çünkü ne olursa olsun kaçmalıydım.

 

Askerin acı dolu sesleri hayvani bir hal almışken patlayan silah sesi duydum ve korkuyla bedenimi yere attım, başımı çevirip baktığım yerdeki askerin namlusu beni değil göğü hedef alıyordu.

 

"Dur!" diye haykırdı. Nefretini, öfkesini aramızdaki mesafeden bile hissedebiliyordum, nefret dolu olması gereken benken hem de. Dur emri beni harekete geçirmişti, ayağa kalkıp daha hızlı koşmaya başladım.

 

"Dur yoksa ateş edeceğim!"

 

"Göz yaşlarının tadını çıkar!"

 

Ona meydan okumak için, hakaret etmek için ya da hesap sormak için durmadım. Ormanın içine daldığımda, dizlerim birkaç kez toprağa çarptığında, ağaçların dalları yüzümü çizip başımın ardında kalan yaraya çarptığında yine yürümeye devam ettim. Uzun süre koşacak kadar sağlıklı değildim, yalnızca birkaç günde sağlığımdan, evimden, ülkemden, özgürlüğümden, babamdan olmuştum. Kaçmak için ihtiyacım olacak her türlü nedene sahiptim ve o sahtekardan intikam almak için. O herifi bir gün alt edecektim.

 

Ormanın güneyinde sıklığı azalan ağaçları, görünür hale gelen evleri bulana dek soluk almak için bile durmamıştım. Ciğerlerimin içi hava değil asitle doluydu sanki, yerleşim yerlerini gördüğümde adımlarımı yavaşlatmak ve ağaçlardan salınan reçine kokusunu almak için kendime izin verdim. Kılıç denen işgalcinin benim gittiğimi öğrendiğinde ne hissedeceğini, nasıl tepki vereceğini düşünmek için de biraz zaman verdim kendime. Babama karşı bir koz kaybettiği için muhakkak öfkelenecekti. Sonuçta Kamer Mahver kaçarken peşine düşmek yerine kızına koşmuştu. Esasında öyle küçük düşürücüydü ki durum benim için, durum çok farklı olsa ve yalnızca olay bundan ibaret olsa bile benim kaçmaktan başka şansım olmazdı. Babam beni uyarmaya bile gelmeden kaçtığına göre benim için geri dönmesinin mümkünatı yoktu. Tamam, evet yirmi yedi yaşındaki bir kadının ebeveyne ihtiyacı yoktu sonuçta, beni korumak zorunda değildi fakat nedense babamın beni bırakıp kaçtığını asla sesli söylememeliymişim gibi geliyordu bana.

 

"Gerektiğinde kaçmak da savaşmanın doğasındandır," derdi. "Yalnızca dövüşmek savaş değildir, dövüşmek dövüşmektir, sen savaşmayı bilmelisin."

 

Seryum'un temiz havasına zehir atılmış gibi içime her çektiğim nefes ciğerlerimi yaksa da insanların arasına karıştım yavaşça belki de sürüklenerek.

 

Sokaklarda pek insan yoktu, sarayda ne olup bittiğini bilmedikleri kesindi. Oradan gelmeme rağmen ben de bilmiyordum. İnsanların korkusu beni kendi korkumdan kat kat daha üzdü. Ben kaçmıştım fakat onlar ne yapacaktı?

 

Birkaç gün evveline kadar özgürce girdiğim çoğu dükkanın kepenki kapalıydı. Belki hiç açmamışlar belki de çok erken kapatmışlardı. İçi sıkıntı ile bunalan herkese söylemek istiyordum halledebileceğimizi, gerekirse bir yalan üzerine yaşayan o adamı ellerimle öldürebileceğimi. Umarım gerekmezdi.

 

"Sana hain de diyecekler kahraman da. Senin bunlardan hangisi olduğunu belirlemen gerekir, duyduğunu kabul etmen değil," demişti bir kez Kamer Mahver.

 

Krallık sempatizanları bana ve benim gibilere hain ve işgalci bile diyordu. Babam ve silah arkadaşlarının namlunun ucundan aldığı ülkeye yeniden soğuk namluyu doğrultan onlar değilmiş gibi.

 

"Her insanın bir savaşı, bir yalanı vardır. Her insan bir yalancı ve bir savaşçıdır." Babam hep ben güçlü biri olayım isterdi. Babam ülkedeki tüm kadınların güçlü olmasını isterdi. Babam bugünün geleceğini hep bilirdi. Bu işgali şu an beklemiyordum ama ömrüm bekleyerek geçmişti. Zaman zaman krallık yanlısı örgütler tarafından zor günler gördüğümüz olmuştu. Bu ilk değildi ama umarım son olurdu. Hiçbir isyan babamı korkutup kaçırmaz sandığım zamanlara geri dönebilseydim babama o atamadığım afili tokadı atar, bugüne geri dönerdim.

 

"Elinde bir silah olmayabilir, seni savaş meydanına çıkarmayabilirim; sen bir asker değilsin ama Karnelyan sen benim savaşçı kızımsın."

 

"Ne işiniz var burada?"

 

Konuşanın kiminle konuştuğunu anlayamadan bir el beni kendine çevirdi. Korkmuştum, öyle ağır hareket ediyordum ki kaçtığımı unutmuştum.

 

"Mars Elzem," diyebildim sadece o olduğunu teyit etmek için. Tanıdık bir yüz görmek öyle iyi gelmişti ki savaşı bitiren beyaz bir bayrak çekildi göndere. Korkunun kara yüzü ak yüzünü döndü, neredeyse mutluydum.

 

"İyi misiniz?" Zorlukla yüzündeki endişeyi görebildim. Sanki bir savaş kitabının kahramanıydım ve yazar kitabını bitirirken bana sonsuz uyku yazmıştı. Mars endişesine rağmen toplum içinde bana mesafeli yaklaşma çabası göstermeye devam ettiği için minnettadım.

 

Bitiş çizgisinde beni bekleyen soğuk bir suymuş gibi bir ihtiyaçla kendimi kollarına bıraktım topluma bir an lanet ederek. "Bina ele geçirildi Mars," diye bildirdim sanki bunu bilmiyormuş gibi. O bir askerdi ve şükürler olsun ki sayılı arkadaşlarımdan biriydi.

 

"Karnelyan," dedi yüzüme eğilip sessiz bir tonda. "Babanla birlikte olduğunu sanıyordum," diye devam ettiğinde gözleri yüzümün her köşesinde endişeyle geziniyordu. İfadesini dürten korku da alnını kırıştırmıştı. "İsyan gecesinden beri neredeydin?"

 

Duyulmamamız için kısık sesle konuşuyor ve insanlardan uzaklaşmak için beni en yakın binanın köşesine doğru yürütüyordu. Mars, ben ve Afelya iyi arkadaşlar olsak da insanların etrafta olduğu zamanlarda Mars bir asker, ben ve Afelya birer öğretmendik. Kamer Mahver'in gazabına Mars'ı maruz bırakmamak için böyle davranmak zorundaydık. Aslında artık değildik...

 

"Karnelyan," diye konuşmaya başlamadan önce binanın arkasındaki duvara yaslanmama yardım etmiş ve gövdesiyle beni meraklı gözlerden koruduğundan emin olmuştu Mars. "Sana bir şey yaptı mı, yangında binada değildin, değil mi?" Ve bunun gibi bir sürü sorusu vardı ki bir noktada önünü kesmek durumunda kaldım.

 

"Karargaha gidelim. DYK'ye işgali bildirmeliyiz. Sana her şeyi anlatacağım."

 

Mars sözlerimi duymuyormuş ve içinde mücadele ettiği çok azılı bir düşmanı varmış gibi acı içinde yüzüme baktı, bir savaş veriyordu. Ne olduğunu anlamak için parmaklarımı çenesinde nabız gibi atan damarına dokundurduğumda savaşın o an bittiğini anladım. Mars sırtımı duvardan çekti, göğsümü göğsüne bastırdı. Kollarını etrafıma sarıp çenesini de omzuma yaslarken bana sarılmak için kendisine izin verdiğinin, bunun ne denli zor bir savaş olduğunun farkındaydım. Mars ve Karnelyan'ın arkadaş olması Kamer Mahver'in en az bir öfke nöbetine denk düşerdi, ikimizin insanların gözlerinden uzaklaşsak bile kolayca görebilecekleri bir meydanda sarılmamız Kamer Mahver'in sonsuz gazabına denk gelirdi.

 

Kamer Mahver siktir olup gidebilirdi.

 

 

Loading...
0%