♪Chris Grey/Give Me Your Love♪
Annem demişti ki insanlar ve tırtıllar hayal kurarak yaşarlar. Kurduğum yumuşak hayallerin uçları keskinleşip sırtıma saplandıkça hayal kurmayı bırakmıştım ve annemin günlüğünde okuduğum yazıyla bir tokat yemişçesine sarsılmıştım.
Hayal kurmayan tırtıl kelebek olmadan ölür, kanatla doğmadıysan hayalsizliktir ölüm...
Bir sabah uyanıp gördüğüm düşün hayalini kurmaya devam ettiğimde yeniden yaşamaya başladığımı anlamıştım. Ölmekten korkmuyor olabilirdim ancak artık yaşamak da istiyordum. Özgür olmak, babamın her uzvuma kilitlediği zincirleri kırmak ve yumuşak iplerden güçlü bağlar kurmak istiyordum.
"Bana nerenin acıdığını göster bebeğim," diye fısıldadı Kılıç üzerimde koruyucu bir melek gibi yükselip. Bacaklarım yataktan sarkarken üst gövdem yatağa serilmişti. Kılıç beni otelden almaya geldiğinde fiziksel bir dağılmışlıkla beni kollarına almış, eve taşımıştı. Gecenin yarısı, ertesi günün tuğlaları üst üste dizilip sabahın iskeletini çıkarırken uyumamak için direniyorduk ikimiz de. Onunla aylardır yan yanaydım ancak onunla hiç vakit geçirememiştim. Şimdi ise uyanık her anımı onu keşfederek geçirme arzusuyla dolup taşıyordum.
Parmak uçlarım boynuma değdi işaret edercesine. Uğradığım saldırının üzerinden kırk sekiz saat geçmiş olsa bile acısı bir şekilde orada olmaya devam ediyordu fakat fiziki sızının aksine ruhumda tek bir leke bırakmamıştı.
Dudakları boynumun her milimine öpücükler sıralamaya başladı. Dakikalar sonra kapalı gözlerimi açmama neden olan boğuk sesi duydum.
"Bana nerenin acıdığını göster Nimfea."
Parmak uçlarım karnıma uzandı bu kez, bana saldıran adamın güçlü kolu organlarımı ezecek kadar sıkı biçimde beni hapsettiğinde tenimde iz bırakacağına emindim ancak belli belirsiz acısı kalmıştı yalnızca.
Kılıç gecelik niyetine giydiğim gömleğin uçlarını kaburgalarıma sıyırıp tenime yumuşacık öpücükler sıraladı yeniden. Sonra aynı soruyu yeniden sorduğunda bandajıma dokundum, altındaki yara asit dökülmüş de etim eriyormuş gibi yanıyordu zaman zaman. Kılıç'ın kuru dudakları yaranın etrafında daireler çizerken "Öpünce yaram iyileşecek mi?" diye sordum.
"Acın dinecek," dedi hiç düşünmeden. Ve haklıydı, acım dinmişti; acımı dindirmişti. Bunu ona bir kez verdiğimi hatırlıyordum, hiç düşünmeden onun acısını dindirmek istediğim o zaman Kılıç'ın hayatımda bir düşmandan daha fazlası olarak yer ettiği ilk zamandı, tenim ona değdiğinde ona karışmış, orada yok olmuştu. Şimdi de aynı hisler, aynı düşünceler vardı ancak bu kez hiç pişmanlık yoktu.
Beni yatakta ileri taşıyıp örtüyü üzerime örttü fakat yatağa girmek için bir harekette bulunmadı.
"Mizan sana ne söyledi?"
Karnıma yaklaştırdığım dizlerimin yanına oturup şilteyi ezerken vücudum ona doğru eğim aldı. Şöminenin çıtırtısı aramızdaki boşluğu doldurmak için bir sürü çaba sarf ettiyse de sonunda Kılıç konuştu.
"Sana saldıran adamın yerini."
Bu kısa cümle balyoz ağırlığıyla ince buz tabakasını andıran huzur duvarımızı parçalara ayırınca doğruldum ve Kılıç'ın kolu göğsüme değene dek ona yaklaştım.
"O nereden biliyormuş?"
"Adamları onu kaçarken yakalamış."
Kafamda dönen girdabı dağıtmak için başımı salladım bocalayarak. Mizan'ın yine bambaşka birine ceza kesmiş olabileceği ihtimali girdabın kaynağıydı.
"Emin misiniz?" diye sordum endişeyle. "Doğru adam olduğunu nereden biliyor, adam itiraf etmiş mi?"
Başını sıkıntıyla iki yana salladığında gözlerindeki karanlık dağılır sansam da Kılıç daha öfkeli, yoğun bir yok edici enerjiyle yanı başımda an be an büyüyordu.
"Yeterince kanıt vardı."
Gözlerindeki öfkenin bir kısmı benden kaynaklanıyordu, büyüyen göz bebekleri, kısılan gözleri solgun yüzümü kısa bir an için esir ettiğinde bunu anladığımdan emin olmuştu ve sonunda "Bana söylemeliydin," dedi düşük bir sesle. "En başından bilseydim bu noktaya gelmesine izin vermezdim."
Sözleri beni ondan istemeden uzaklaştırdı. Ferforje yatak başlığının sert demirleri sırtımda izini çıkarırken dizlerimi karnıma çekip kollarımı etrafına sardım.
"Elimde ilk çiçeği gördüğünde yüzüme bile bakmadın. Arkanı dönüp giderken sana sesimi duyurmam zor olurdu."
Geçmiş ne kadar çürük olsa da sırtını yasladığında orada olmak zorundadır, en kirli geçmiş bile yarına bakmak, durup soluklanmak için bir sandalyenin arkalığı gibi yaslanmanı bekler. Sırtım boşluğa kaydıkça boşluk göğsüme doluyordu, Kılıç ve ben geride bıraktıklarımıza yaslanıp geleceğe bakmakta zorlanacaktık çünkü yüreğimde bir oda tamamen paramparçaydı ve iki balyozun eseriydi bu. İki aynı amaç uğruna tek bir kalbin aldığı hasar kolaylıkla toparlanamazdı, yine de tüm bu enkazın arasında tutunduğum bir umudum vardı.
Sessiz kaldığında başı omuzlarının arasına düşmüştü, omuzları, arkasında fakat bir de aklında kalan bir felaketin ağırlığıyla çökmüştü.
"Seni her zaman duyarım Karnelyam," diye iddialı bir laf ettiyse de sesi kısıktı, o da bu vaadi daha evvel yerine getirmediğinin bilinciyle eziliyordu.
Sırtını izledim, onunla bütünleşen keten tuniği tenine yapışmış, loş ışığın altında teni içi yanan bir et parçası gibi parlak görünüyordu. Ona dokunsam sıcacık olacağını biliyordum, bir ateş gibi koktuğunu biliyordum, elleri kuru ve sıcak olurdu ve içim yumuşacık.
"Adam şimdi nerede?"
"Muhtemelen cehennemde," diye yanıtladı beni başını kaldırmadan. Tenim buz kesti, üzerimdeki Kılıç'a ait gömlek tenimi kaşındırmaya başladı.
"Onu öldürdün mü?"
"Hayır," dedi uzun sessizliği bıçak gibi kesip ayağa kalkarak. "Kendini öldürmenin bir yolunu bulmuş."
Ben yalnızca bir araçtım bu hikayede Kılıç'a ulaşmaya yarayan ya da bir silahtım Kılıç'ı vurması gereken ve o adam da benden pek farklı değildi. Ne uğurda öldüğünü bilmiyordum bile.
Kılıç şöminenin karşısındaki koltuğa yerleşip kitabını açtı ve okumaya başladı saniyeler evvel bir insanın hayatından olması önemsiz bir meseleymiş gibi. Şayet hayatı benim için değersiz olan adamın ölümü değildi beni etkileyen de, boyumu aşan bir suda yürümeye zorlanıyor gibi hissetmemdi. Kılıç neydi, neden bunca düşmana sahipti, çevresindekiler hep mi tehlike altındaydı? İki haftanın sonunda anlaşma bitip de özgür olduğumda ben onun çevresindekilerden biri olmayacaktım ve ne kadar güvende olacaktım?
"Bir gün uyandığında beni bulamayacaksın," dedim kendimi durduramadan. Kılıç hareketsiz biçimde kitabına eğikken donduğunu hissettim, sanki başını çevirip bana bakamıyordu. Fakat sonra omuzlarını geri attı, parmağı köşesini kıvırdığı sayfayı çevirip kağıdın üzerinde dolaştı ve "ama sen her aradığında beni bulabileceksin Nimfea," dedi günlük bir sohbetin içindeymişiz gibi rahatça.
İkinci kez düşünmeden ayaklandım ve çıplak ayaklarım zeminin soğukluğunda yanarken hızla Kılıç'ın aralık bacaklarının arasına yerleşip kafasını kaldırana kadar şöminenin, kitabını aydınlatan ışığını kestim. Sonunda parmağını sayfanın arasına sıkıştırıp iki kolunu kolçaktan sarkıttıktan sonra başını kaldırıp bana bakabildi. Tek bir iz yoktu yüzünde, kocaman bir yanık izine rağmen. Gözlerinde çekip çıkarabileceğim duygu yoktu, dudaklarında seğirme yoktu, yalnızca izliyor olduğunu gösteren bir parıltı vardı bakışlarında o kadar. Ve neden ben adamın yatağında yatarken yanıma gelmek yerine burada kitap okuduğunu düşünerek aciz duygulara kapıldım, kalkıp ona yanaşarak ne amaçladığımı bile bilmiyordum.
"Anlaşmamız hala devam ediyor," dedim sonunda sanki o bunu bilmiyormuş gibi. Kirpikleri titrese de tepkisizliğini sürdürdü. "Senin yatağında yatarak, sen kokan, sana ait kıyafetleri üzerime geçirerek, seninle uyuyarak bu gerçeği unutmana neden olduğumu düşünmeye başladım. Bir gün ben özgür olacağım ve hiç ama hiç tanışmadığımız o zamanlara döneceğiz. Mektuplar olmayacak, birbirimizin odasına girip yatağının baş ucuna oturamayacağız, bana dokunamayacaksın."
Gözlerinde aradığım bir şey vardı, o orada yoktu.
"Anlaşma bittiğinde ben de sana dokunmakta özgür olamayacağım. Sen bir kral olduğunda ben yitip giden son devrimcinin kızı olarak belki Seryum'da bile olmayacağım."
Kılıç'ın sabrını taşırmak istiyordum sanki, elini uzatsın ve beni tutsun istiyordum, yüzündeki taş maske çatlasın ve bana, söylediklerimden duyduğu acıyı salt biçimde göstersin istiyordum. Oysa bir kez bana duyduğu acıyı çelik maskesini indirip gösterdiğinde kahrolmuştum. Fakat yine de aramızdaki isimsiz o şeyin bitmeye mahkum olduğunu ikimiz de görmek zorundaydık. Sevgili değil, arkadaş değildik ve bu böyle devam etmez, edemezdi. Bir kralın yanında bir metres olamazdım.
"Ne istiyorsun Nimfea?" Sesinde bir ima, bir his dalgası yoktu, ufuk kadar düzdü sesi.
"Böyle devam edemeyeceğimizi anlamanı. Birkaç hafta sonra bitecek bir anlaşmamız varken sonsuza dek birlikte uyuyacakmışız gibi davranamayız."
Gözlerini bir kez, usulca kırptı, ardından bakışlarımız iki kılıcın çarpıştığı gibi çarpışınca kollarımdaki kaslar seğirdi.
"Bitecek olması yaşanmaması gerektiğini mi gösterir?"
Parmağı kolçağın üzerinde sert bir ritim tuttuğunda bunun farkında değil gibi gözlerini kırpmadan bana bakıyordu, bense her şeyi fark ederken gözlerimi ondan ayıramıyor, esir alınmış gibi bakıyordum ona.
"Yaşam bitişin üzerine kurulmuş derler ve bir gün ölüm, yaşamın ardından gelecek Karnelyam."
Bir gün bitecek olduğunun farkındaydı ve bunu inkar etmiyordu, bu ruhuma ağır gelmişti fakat gerçeklerin hayaller kadar hafif olmadığını bilirdim.
Ağırlığımı bir ayağımın üzerine bıraktım, huzursuzdum, çekip gidemiyordum, kalsam sanki Kılıç beni tutmayacaktı.
"Ne istiyorsun Nimfea?" diye sordu yeniden. Ve düşünmeden "Benimle yatağa gel," diyerek eline uzandım. Bir gün kendimi bulmak için, kendim aramaya çıkmam, gerçek özgürlüğü tatmam gerekiyordu. Bunu kendime borçluydum ve o gün gelmeden evvel mektup arkadaşımla sonunda buluşmuş gibi Kılıç'ı sarmak istiyordum.
🕑
"Toplantı gününe kadar onu Rastaban'da tutabileceğinden emin misin?" diye sordu Serhan oturduğu deri koltukta rahatsızca kıpırdanarak.
"Eminim." Kılıç masanın arkasından arkadaşına bakarken sesi kadar kararlı görünüyordu.
"Ya konuşmazsa."
Babamın ne bildiğini, daha doğrusu benim ne bilmediğimi merak ediyordum ve Kılıç'a o, babamı arkamızda bıraktığımız geceye dair tek bir soru bile sormamıştım. Merak olduğu yerde büyürken temelini çürüten bir kaygı tenimin altında parazit gibi türüyordu, Kılıç'tan yanıt alamama kaygısı. Birkaç gün öncesine geri dönüp beni karşısında tutmaya devam ettiğini görmekle yüzleşme korkusu ona soru sormamı engelliyordu.
"Konuşacak," dedi yine kısaca. Serhan'ın gerginliği beyazlamış ellerinden belli oluyordu. Gergindi çünkü bir savaş açmıştı, çünkü kaybedecek çok şeyi vardı, çünkü daha önce yenilmez, savaşılmaz sanılan DYK'nin karşısındaydı ve karşısında tek bir örnek bile yoktu. Doğayı yenmeye çalışıyorduk sanki, yanımızda savaşmaya korkan çok devlet vardı çünkü onların gözünde biz gök taşıydık, DYK ise koca bir sisteme sahip Güneş. Sahiden de öyleydi ancak savaşmadan kaybetmişlerden olmak etimin buz kesmesine neden oluyordu fakat kaybetme ihtimali ise bana göz bile açtırmıyordu. Gecenin bilinmez bir vakti gözlerim ansızın açıldığında Kılıç'ı duvarı izlerken bulmamın müsebbibi de buydu, bana göz açtırmayan savaş onun gözünü kırpmasına izin vermiyordu. Savaşıyordu ve zırhındaki ezikler kimsenin görmediğini sandığı zamanlarda yüzünde zuhur ediyordu, ben onu görüyordum.
"Raxeria'nın dosyalarını hala bulamadık, mahkemede bir delilim olmazsa görevimi DYK üyelerinden birine devredecekler Kılıç. Her şeyi göze alarak buraya geldiğimi sansam da ülkemi bu adamlara doğrudan teslim edemem."
Şimdiye dek sessizce dinleyen İzel'in nefesini tuttuğunu duyduğumda göğsümde büyük, delici bir sızı başladı ve büyüdü.
"Bulacağız," diyen Kılıç'ın bu kez sıkıntısı belli oluyordu, bulacağından emin olduğu için değil, bulmaktan başka çaresi olmadığını bilerek söylemişti bunu. Serhan'ın yumruğu çenesindeki sakalları sıvazlarken Kılıç'tan daha çaresiz görünüyordu ve bir şeyler yapabilmek için delice bir arzu duymama neden oluyordu.
"Eski merkez binasında bir şey bulabildiniz mi?"
Serhan başını kaldırıp bana baksa da beni yanıtlamak yerine benimle birlikte yanıtı Kılıç'tan beklemek için ona döndü.
"Evet ama yeterince değil."
Sandalyesinin arkasına yaslanıp derinin zorlanarak gıcırdamasına neden oldu, gücünü ne kadar baskılasa da rastgele bir anda kendini belli ediyor olduğunu biliyordu. Bir an sanki ilk kez görüyormuş gibi baktım ona. Birbirimize benziyorduk, ikimiz de ifadesizlik maskesiyle bir şeyleri gizliyorduk fakat bu benzerliğin altında düpedüz bir zıtlık olması ironikti. Benim sakladığım zayıflığımken o gücünü gizliyordu. Yanında savaşmayı daha çok istememe neden oluyordu.
"Bir kasa daha var," dedim elimde o kasanın anahtarını tutuyormuşçasına.
"Evet var," dedi Kılıç şüpheyle bakarak.
"Ve ihtiyacımız olan şantaj dosyaları o kasada duruyor olmalı."
İzel parmaklarını çıtlatıp beni süzerken saatli bir bombanın nabzını sayar gibiydi.
"Biz de öyle düşünüyoruz ama lanet kasayı cehennemde saklıyor olmalılar çünkü hiçbir yerde yok."
Serhan sıkıntılı bir soluğa yedirdi cümleleri, Kılıç'ın tehlike sezen gözleri üzerime balçık gibi yapışmaya devam ederken başımı çevirip ona bakamadım fakat yine de konuştum.
"Mizan'ın yatak odasında."
Ve bomba patlamıştı, İzel sanki patlamadan uzaklaşırcasına koltuğa gömüldü, Serhan soluğunu tuttuğunda odayı boğucu bir sessizlik kapladı ancak Kılıç'ın yükselen nabzı davul gibi kulağımda çınlayıp düzensiz bir ritimle boğazıma tıkıldı.
"Karnelyam." Uyarı dolu sesi tüylerimi diken diken etse de dönüp ona bakma cesaretini buldum. "Bu bir varsayım."
Kendini ve beni inandıracak derecede çelikvari ses yine de beni ikna edemezdi, gözlerimle gördüğüm gerçeği göz ardı edemezdim.
"Hayır, orada olduğunu biliyorum." Sözüm iddialı olsa da sesim uzaklardan geliyordu, Kılıç'tan çok uzak bir yerden.
Sandalyesini itip kalkarken gölgesi ile birlikte yükseliyor, tehdit her yanından saçılıyordu.
"Emin misin?"
Serhan'ı onaylarken gözlerimi Kılıç'ın boyunduruğundan kurtaramadım. Başını iki yana salladı, bunun bir uyarı olduğunu biliyordum ancak geri döneceğim eşik parçalara ayrılmıştı.
"DYK binasına gizlice gidebildiğine göre her gün evine gittiğimiz adamın yatak odasına da girmiş olabilir pekala. Karnelyan'ı tebrik etmeliyiz."
Kadının yumuşak sözleri odanın tepesinde asılı kalan yağmur yüklü bulutları dağıtmayı başaramadı, zaman yoğunlaşıp bizi olduğumuz yerle bütünleştiriyordu. Bu yalnız Kılıç ve benim için geçerliydi.
"Köşkün hangi köşesinde kaldığı bile tahmin edilmez o adamın, hangi oda olduğunu nasıl bulabildin?"
Serhan bizi boğan havayı daha da ağırlaştırmayı başarabilmişti.
"Belki de bunu önce Kılıç'la konuşmalıyız."
İzel'in beni anlayacağını hissederek söylemiştim bunu, Kılıç'ın sol eli bir yumruğa dönüşse de titreyişini gizleyemiyordu ve kontrolünü kaybetmemek adına verdiği savaşı görebiliyordum.
"Gitmeliyiz Serhan," diyen İzel'in yerinden kalktığını gözümün ucuyla görebildim. "Daha sonra bir plan yaparız, olur mu?" Bu ortaya atılmış soruyu kimse üstüne alınamadı.
"Şimdi yapalım, kasa odanın neresinde, neye benziyor? Bir an önce harekete geçmeliyiz."
"Karnelyam, sakın o kasayı yerinde gördüğünü söyleme." Sarmaşıklar dolanmış hırıltılı ses ikimizin arasında yankılandı, odada ikimiz vardık, sesini yalnız ben duyuyordum.
Kılıç ve ben bir müsabakaya hazırlanıyor, birbirimize saldırmak için en uygun anı kolluyorduk, ancak İzel zorla kocasını çekiştirerek odadan çıkarken onların peşine takılıp kaçma isteği saldıramayacak kadar korkak olduğumu vuruyordu yüzüme.
"Gördüm ama sandığın şekilde değil."
Serhan kalmak için diretirken İzel'in sorduğu soru kocasını ikna etse de Kılıç ve benim bileklerimize ulaşan bataklıkta belimize kadar saplanmamıza yol açtı.
"Kasanın adamın yatak odasında olduğunu bilen ben olsaydım ne hissederdin?"
İzel'in kısık, yumuşak sesi bize ulaşmasın isterdim ya da Kılıç'a. Bir duvar aştıkça yenisiyle burun buruna gelmekten bezmiştim.
Oda sessizlik ve yalnızlığa gömüldüğünde masanın arkasından çıkıp bana gelmesini bekledim fakat sırtını dönüp benden uzaklaşıyordu, saçları parmaklarının arasında kül olup uçuşacak kadar sıkı bir baskı altındaydı.
"Yatak odasının yerini bile bilmemen gerekirken kasanın içeride olduğunu nasıl bilirsin?"
Sakin, tane tane söylenmiş sözlerin ağır kılıfları bir bir yere çarpıp odada tepecik oluşturuyordu, çıtalar dizili bir ateş çadırına dönüşüyordu. Bir kibritin çakılması, minik dumanını odaya yayması ve Kılıç'ın öfkesinin fitilini ateşlemesi an meselesiydi. Bunun ne denli yorucu olduğunu tatmış olmak umutsuz hissettiriyordu, güven duyarken gözlerime güvenin zerresi kıpırdamayan karanlığıyla bakan bir adamın karşısında, arkasında olmak azapla oyulmuş bir cehennem çukuruydu. Şahsi bir cehennem bana kapısını aralamış ve ben ilk adımı kendi irademle atmıştım.
"Biliyorum işte. Sen Yuna'nın evini, hobilerini bilirken ben de bir adamın yatak odasını biliyor olabilirim."
Bana döndüğünde yüzündeki her kasın parçalara ayrılacakmış gibi seğirdiğini görebiliyordum, yerimden kalktığımda etini sızlatan gerginliği azaltmak için bir şey yapmaktı niyetim fakat müsaade etmedi.
"Nasıl?" Sandalyesinin deri sırtı parmakları arasında feryat koparır gibi gıcırdadığında Kılıç'ın sesi göğsünü yumruklayan ilkel ruhundan geliyor, boğuk çınlıyordu.
"Uyuyakalmışım," diye başladım çekinerek. "Beni yatağına taşımış. Ama uyandığımda yalnızdım Kılıç."
Dizlerinin bükülmek üzere olduğunu düşündüğümde beli büküldü, iki eliyle sandalyenin tepesine tutunduğunda başı omuzlarının arasına düşmüş, yüzü kadrajımdan çıkmıştı.
"Ne zaman?"
"Onun ofisinde konuştuğumuz gün. Sen çıktıktan sonra kütüphaneye geçmiştim. Uyuyakalmışım."
Başını tümüyle kaldıramasa da gözlerini gözlerime dikecek kadar yukarı kaldırdı, gözlerinin akını kızıl damarlar kaplamıştı, alnındaki dalgayı andıran yanık izi kararmıştı; boğazını sıkan bir el vardı damarlarını kabartan fakat bu el teninin üzerine konmamış, altından kavramıştı.
"Sen uyuyakalmazsın Karnelyam."
Gözlerimi kırpamayacak kadar dondum, Medusa gözlerini açıp benimkilere kenetlemiş gibi taş kestim. Kılıç'ın arkasından DYK'yle el sıkıştığımda adam buna ihanet dememişti, nefret ettiği adam benimle aynı odadayken uyuyabildiğimde bunu haince bulur muydu?
"Kalmışım işte." Zayıftım, kendimi savunmam gerektiğini hissediyor fakat işlemediğim kabahatin yükü sırtımı yakarken sesimi duyuramıyordum.
"Yanında bir soluk olmadan uyuyamayan Karnelyam..."
Elinde bir balyoz varmış gibi doğruldu, tuğlaları çürümüş bir duvarmışım gibi bana yaklaşırken gömleğinin kollarını katlıyordu. Titreyen eli bir illüzyon yaratsa da Kılıç farkında değildi, farkındalığını yitirmişti.
"Kılıç sandığın gibi bir şey değildi. Kalabalığın arasına karışacak kadar cesur değildim, kırılmıştım, güçsüzdüm, saklanıyordum ve adamın evindeydim. Onun kütüphanesiydi, onun kitaplarını karıştırıyor, onun koltuğunda otururuyordum, yorgundum ve kaçtığım yer ona aitti. Ben öylece otururken o da oradaydı ama ben bir süre sonra orada değildim çünkü uyumuştum, uyanırsam daha iyi hissederim sanmıştım."
"Her yerde seni aradım Nimfea!" Gök gürültüsünü andırdı sesi, fırtına yaklaşıyormuş gibi çok uzaklardan gelen bir yarılma sesi gibiydi. "O şerefsiz herifi bulduğumda sordum, seni ona sordum Karnelyam. Seni yatağına taşıyan orospu çocuğu bana yerini bilmediğini söyledi."
Sandalyenin arkalığı çıtırtıyla yerinden kopup Kılıç'ın elinde kaldığında gözlerimi kırpıştırarak kendimi korumak için bir süre yüzümü gizledim ve alabileceğim en derin soluk ciğerlerime ulaşamayınca bir adım geri çekildim.
Kılıç elinde kalan parçayı masanın üzerinden fırlatıp odanın ortasında sürüklenmesine neden oldu, nazik krala dair izler yok olmuştu öyle ki yanık İzleri bile silinmiş karşımda bir yabancı varmış gibi onu göz hapsine almama neden olmuştu. Detay arıyordum, dizlerinin üzerine çöküp af dileyen Kılıç Kül'e dair bir iz arıyordum.
"Onun hayatını sikeceğim!" Sarsılmaz görünen ağır masayı hiddetle ittiğinde yere çarpan sayfalar zemine bir halı gibi uzandı, kulak tırmalayan sürtünme sesinin şiddeti yüzünden gözlerimi yeniden kapatmak zorunda kalmıştım.
"Seni kullanmaya çalıştığı için, seni bu plana soktuğu için... O herifi öldüreceğim, önce hayatını mahvedeceğim. Seni hiç tanımamış olmayı dileyene kadar durmayacağım!"
Ona bunu yapamayacağını haykırmak istiyordum, başkalarının benim hakkımdaki planları ya da düşünceleri yerine benimle ilgilenmesi gerektiğini söylemek istiyordum ama onunla zıtlaşarak kömürüne yel tutup ateşini harlamaktan başka bir şeye yaramayacaktı bu.
"Kılıç lütfen bu konuyu büyütmeyelim. Geride kalsınlar ki önümüze bakabilelim."
"Karnelyam," dediğinde öfkesi kapsayıcı biçimde benim çevremi de sarıyordu. "Bana yerini bilmediğini söylediğinde seni kendi yatak odasına götürmüş, başına bunlar gelmeden evvel engelleme şansı varken bana tek bir şey bile söylemedi, seni korumama izin vermedi, sana ulaşmama engel oldu. Onu yok etmeden önüme bakamam."
Sakince kollarımı kendime doladım, kendime siper oluyordum herhangi bir saldırıya karşı.
"Bana yardım etmesini de, başıma gelenleri sana anlatmasını da ben istemedim. Ve nedenini biliyorsun Kılıç, eğer muhakkak duymak niyetindeysen sana neden senden yardım istemeye gelirsem yüzüme çarpılan bir kapıyla karşılaşacakmış gibi hissettiğimi anlatırım ve başladığımızdan daha kötü bir noktaya döneriz. Bırak artık bunu, göz göze geldiğim, selamlaştığım erkekler yalnız bunun için ölüm listene eklenemez."
Histerik biçimde başı iki yana sallanıyordu, duyuyorsa da dinlemiyor, anlamıyordu sözlerimi.
"Yatak odası Karnelyam," derken sahici bir elin hayaleti boynundan süzülüp soluk borusunu sıkıştırmaya başlamıştı. "Seni yatağına götürdükten sonra yüzüme bir zafer kazanmış gibi bakan adam listemin en başında olmayı hak eder!"
Odanın içinde attığı voltaları takip ettim huzursuzca, yine ulaşılmaz görünüyordu, laf anlamaz, dinlemez duruyordu. Zihninin kapıları sıkı sıkıya örtülmüş ve ben kapının dışında kalmıştım, yine, yeniden.
"Bu kez beni durduracak tek bir şey bile yok, bu kez onu öldüreceğim ve bu konu kökten çözülecek."
Kendi kendine söyleniyor, varlığım bir camın ardında kalmışçasına izliyordum onu.
"Onu öldürürdüğünde kurul var olmaya devam edecek, bunu biliyorsun."
"Ama sana bakmaya bir daha devam edemeyecek!"
Keskin bir rüzgar gibi sözleri yüzümde oyuklar açtı, kulaklarım şiddetli sesi ile çınlarken gözlerimi sıkı sıkı örttüm.
"Öfkeli halinden nefret ediyorum." Beni duymasını imkansız kılacak homurdanışıma yerimden sıçramama neden olacak kükreyişi ile karşılık verdiğinde damarlarım adrenalinle doldu, bir an evvel harekete geçmem için yalvardı kaslarım. Ona delice bir güçle vurmak için kaşınıyordu avuçlarım, sızlıyordu kaslarım.
"SAKİNLEŞTİR O ZAMAN!"
Yerinden kayan çarpık masanın etrafını dolaşırken öyle hızlıydım ki adımlarım damarlarımdaki süratli akışa uyumlanamayıp birbirine dolanıyordu. Saniyeler içinde karşısına geçtiğimde bile durmadım ve göğsüm göğsüne çarptığında geri tepmemek için gömleğini avuçlarıma hapsedip dudaklarımızı birleştirdim.
Sert öpücüğün etkisiyle dişlerim etime gömüldü, Kılıç'ın kuru dudakları yılanın derisi gibi kabarmış, ateş gibi yanıyordu ve saniyeler içinde dilimi üzerlerinde gezdirip dudaklarını ıslatırken nefes almak için aralanan dudakların arkasına yerleşip çıkmamak üzere ağzının içine konuşlandım. Kılıç'ın öfke ve arzuyla fokurdayan göğsü ellerimin altındaydı, kaburgalarını sarsan yürek gümbürtüsü, hırlayan solukları avcumun içindeydi.
Başlatan bensem de durdurulamaz noktaya getiren oydu bu öpücüğü, elleri beni havaya kaldırdığında bir an bile beklemeden beline dolandım. Tüm uzuvlarımla sarıldığım adam kendinden emin, güçlü adımlarla odanın içinde ilerlemeye başladığında sıkıca tutundum omuzlarına, karnımın içinde cayır cayır yanan yangın Kılıç'ın teninden akıyordu bana ateşten bir şelale gibi.
"Sanırım seni sakinleştirdim." Beni taşıyan o olmasına rağmen kilometreleri koşarak tepmişçesine soluk soluğa kalmıştım. Alt dudağım dudaklarının arasına bir sigara gibi yerleşmişti, Kılıç sanki beni içiyor, ciğerlerine hapsediyor, dışarı salmamak üzere kendine saklıyordu ki verdiği haz beni bastıramayacağım şiddetle inletti.
"Sanırım beni mahvettin aşkım "
İş başa düşmüştü, Kılıç'ı harlı öfkesiyle dünyaya salmak felaket olacağı için onun canavarını zapt etmeyi kendime görev bildim ve deri koltuğa yığılırca yerleştiğinde kucağındaki pozisyonumu sağlamlaştırıp boynuna ıslak öpücükler sıraladım.
"Bana bir daha bağırırsan senin kafanı koparmak zorunda kalırım," dedim mırlar gibi. Açlıkla sürtündüğüm, gömleğini sıyırıp tenini öptüğüm adamın arzudan sıyrılamamış kıkırtısı ikimizi de titretti.
"Asla bunu yapmak zorunda kalmayacaksın bebeğim."
"Artık insanları öldürmekten bahsetmeyeceğiz, anlaşıldı mı?"
Pantolonumun fermuarını indirirken başını kaldırıp bana bakmayı reddediyor, sessiz kalıyordu. Ona ayak uydurup kazağımı çekip çıkardığımda yine de diretiyordum.
"Unutma Kılıç, birlikte hareket edeceğiz."
İpek, şeffaf denecek kadar ince gömleğimin inci tozlu düğmeleri koca parmakları arasında kaybolurken işine odaklanan adamın yanıtı bu kez huysuzca homurdanmak oldu.
"Duvarları yıkmışken yenilerini örmeyi keseceğiz, savaşacağız. Beraber."
Konuyu unutmamı sağlamak amacıyla boynuma, çenemin altına, kulağımın üzerine ve arkasına sert öpücükler diziyordu ve bu, konuyu unutturmasa da dili hassas tenim üzerinde kayıp, dişleri kulak mememde durduğunda susmama yetmişti.
Belime konan el beni havalandırdı, üzerimdeki yüklerden kurtulmam için bulduğum bu fırsatı soyunmak için kullandım ve hızlıca olmam gereken yere gömüldüm. Bir dakika kadar ikimiz de hareketsizce birbirimizin ateşine alışmayı bekledik soğuk suya dalmadan evvel vücudumuzu ve beynimizi hazırlar gibi. Kılıç belimin iki yanından sıkıca tutuyor sanki kaçmamdan korkar gibi olduğum yerde tutuyordu beni, arzuyla kısılmış gözleri gür kirpiklerinin arasından benimkilere nakış nakış işlendi. Gözlerimin koyuluğu onun nehirleri ile açılıyor da onunki her geçen saniye karanlığa gömülüyordu.
"Bana ait olduğunu kabul etmedikçe cinsiyeti erkek olan bir kediyi sevmen bile beni çıldırtıyor Karnelyam."
İçime gömülmüş, yiyip bitirir gibi süzen gözlerle bana bakarken sesi durumun aksine ciddi, karamsar, çıldırmaya ramak kaldığını belli eder gibiydi.
"Ama bana ait olduğunu kabul ettim."
Hareket etmek için duyduğum çıldırtıcı istek ve bu istek doğrultusunda kıpırdanmam Kılıç tarafından kesintiye uğradı. Beni yerime sabitledi, içimde olmak onu etkilemiyordu sanki ve özgüvenim yavaş yavaş geri çekiliyordu.
"Şimdi de benim olduğunu söyle, bunu da kabul et."
Bu tehditvari ton kanımı yeniden kaynattı, içimi saran titreme hareket etmem içindi ancak Kılıç dirayetiyle beni harap ederek olduğum yerde tutmaya devam ediyordu.
"Hareket etmeme izin ver." Bu açık bir yalvarıştı, alt gövdem onun tutuşuyla kontrol edilse de serbest olan üst gövdemi onunkine yaslayıp kollarımı omuzlarına doladım. İç kaslarımı sıkıp bırakıyor, içimi zorlayan sertliğinin etrafında nabız gibi atıyordum ve gittikçe büyüdüğünü hissettiğim aleti benim nabzımla eşlelip bir ritim tuttu olduğu yerde.
"Karnelyam kabul et, benim olduğunu söyle."
Bunu yapamazdım, bir gün çekip gitmek kendime verdiğim sözü tutmaktı ve gideceğimi bile bile ona bunu söylersem Kılıç'a iyilik etmiş olmazdım.
"Kabul et ki dünyayı düşman olarak görmekten kurtulayım. Bana aitsin, benimsin Karnelyam, bunu söyle ki nefes alabileyim."
"Hareket etmeme izin ver," diye sızlandım sözlerini kulak ardı ederek. Üstünde kıpırdanıyor, omuzlarını bir okşuyor bir tırmalıyordum. "Lütfen Kılıç, hareket et." Fısıltım doğrudan kulağından içeri çekildi, dünyanın çevresini dolaşan yollar gibi kabarmış damarları süratle dolaştı.
"Benim olduğunu söyle aşkım." Ve gerçek yalvarış buydu, sonunda terleyen alnım omzuna çarptığında sert elleri beni hareket ettirmeye başladı. Dayanamamıştı, direnci kırılmıştı, söz konusu ben olduğumda böyle olduğunu görüyordum, görmüştüm de. Fakat sanki benim en çok o söz konusuysa direncim artıyordu. Onun olamazdım, onunla kalamazdım bu yüzden de onu bir yalanla kandırıp ona ihanet edemezdim.
🕑
Son geldiğimde, yara aldığımda, dizlerimin üzerine çöktüğümde, çökmüş bir adamı kucaklayıp onu içime aldığımda nasıl görünüyorsa şimdi de aynı görünüyordu Rastaban Köşkü.
Mizan'ın beklenen bir felaket yokmuşçasına düzenlediği atış yarışmasına katılabilmemiz için Kılıç'ı ikna etmek zor olmuştu. Katılması için onu ikna etmekti zor olan, o katılacak ve ben evin boş olmasından faydalanıp Mizan'ın odasına gitmenin bir yolunu bulacaktım. Başarısızlık riskimiz epey yüksekken bir de Kılıç'ın huysuzluğu ile bir adım geride kalmamız yorucuydu, onun zihnine hastalık gibi çöktüğüm günlerin üzerine şimdi de benim ona ait olduğumu kabul etmiyor oluşum yara gibi yerleşmiş açıldıkça açılıyor, mantığını devre dışı bırakıyordu. Fakat bu gerçek üstü bir şeydi, birbirimize ait olmamız. Biz layığıyla birbirini tanıyor bile değilken nasıl bir olabilirdik ki?
"Atış alanında değil de burada olduğuna göre hiçbirimizi kendine rakip olarak görmüyorsun."
Mizan'ın sesiyle pencerenin önünde dikilen bedenim kasıldı ve arkamı dönerken kabarık halının üstüne düşürdüğüm vazo sekmeden yere gömüldü. Hayret nidasıyla birlikte yere uzandığımda Mizan "Sorun yok, bırak görevliler kaldırsın," diyerek havadaki elimi yakalamıştı. Gömleği sıyrılınca görünen saati 12.40'ı gösteriyordu, saat erkendi, zaman yavaş akıyordu, kanımsa damarlarımda süratle akıyordu.
Boğazımı temizleyip normal davranmaya çalıştım fakat Mizan'ın çekik gözlerinde, kısık bakışlarında her zamanki şüpheciliği dışında başka bir emare yoktu. Ne planladığımı bilemezdi, odasına girmek için uyuyor gibi davranacağım anı kolladığımı tahmin edemezdi.
"Beni korkuttun."
Elimi parmaklarının arasında mahcupça sıktı ve bıraktığında yumruklarını cebine yerleştirip dalgınca önüne döndü.
"Affedersin. Bu köşkün üzerinde böyle bir etki bırakmasını istemezdim."
Mizan'ın kurnaz zihni pek çok planla, tuzakla birlikte işliyor olsa da sahiden suçluluk duyduğunu görebiliyordum, benim için en baştan her ne planladıysa sanki ondan çoktan vazgeçmiş gibiydi. Sanki ben de artık bir düşmana yaklaşır gibi tetikte yaklaşmıyordum ona. Ve suçluluk beni de usul usul ele geçiriyordu, yaptığım değil yapacağım bir şey yüzünden.
"Senin bir suçun yok Mizan, biliyorsun değil mi?"
Yerdeki vazoyu kaldırmak yerine parlak ayakkabısının ucu ile çini işlemeli porseleni top gibi dürtmeye başladı.
"Bu ülkede olup biten, bilgim dahilinde olmadan işlenen her günah beni suçlu yapar."
Hastalıklı düşüncesi ile dudaklarım aralansa da onu ürkütmemek adına abartılı bir tepki vermekten kaçındım.
"Her şeyi kontrol edemezsin."
Mizan ayağının altındaki değerli vazoyu tekmeledi, halıdan kayıp tahta döşemenin üzerinde gürüldeyerek kayan vazo duvara çarpıp çatladığında Mizan hiçliğe bakar gibi dalıp gitmişti.
"Dünyayı yönettiğimi iddia eden sendin, bu, dünyadaki her günahtan sorumlu olduğumu göstermez mi?"
Alaycı sesi tam anlamıyla hakimiyet sağlayamamıştı, Mizan'ın sorumlulukları onun dik omurgasını, geniş omuzlarını bile çöktürmüş olmalıydı. Arkasını dönüp yürümeye başlamadan önce eliyle yaptığı hareket onu takip etmem içindi ve yanıtımı peşine takıldığım an verdim.
"Göstermez. Senin de dediğin gibi, dünyayı yönetmiyorsun Mizan. Yönetimlerdeki usulsüzlüklere müdahale ediyorsun."
Tırmandığımız kadife kaplı merdivenler adım seslerimizi yutuyordu, nereye gittiğimizi bilmesem de bir yere gitmeyi umuyordum.
"Buna inanan tek bir kişi bile yok."
Mizan'dan duyacağıma asla inanmayacağım sözün devamı da başlangıcı kadar ağır geldi.
"Esas usulsüzlük bu kuruluşu ele geçirdi ve ben bir harabenin anahtarları elime tutuşturulduğunda saraya sahip olmuşum gibi davranma iki yüzlülüğünü göstermekten usandım."
Ruhu donuk adamın hisle dolup taşan sözleri de onun tarzında tekdüze biçimde ifade ediliyordu ancak sözleri öyle delice etkiliydi ki ofisinin kapısında durup beni bekleyen adamın kısık bakışlarıyla buluşana dek koridorun ortasında donup kaldığımın farkında bile değildim.
"Gel."
İtaatle ardından ilerledim, içeri girdiğimde Mizan bronz kalemliğini tepetaklak edip içindeki her şeyi masaya ve zemine yaydığında şaşkınlığım bir kat daha arttı.
"Mizan."
Bu dehşetin beni ele geçirmişliğinin sesiydi.
"Buraya ne için geldin Karnelyan?"
Masanın üzerine saçılmış kalemleri aralayıp bir şey seçti ve yumruğunun içine sıkıştırıp daima gizemli görünen gözlerini beni yerime sabitler yoğunlukla üzerime dikti.
"Anlamadım?"
Aslında anladığıma emindim.
"Herkes atış alanında, bir yarış uğruna aptalca hırslanırken Karnelyan, sen neden buradasın?"
Boğazıma batan tırnaklar sesimi pürüzlendirmişti, huzursuz elim boynumu kaşımaya başladı.
"Bir şey mi arıyorsun? Bir yarış uğruna değil bir amaç uğruna mı buradasın? Beni bitirmek, yok etmek için inime girecek kadar cesur musun?"
Kök salacak kadar sert biçimde bastırdım ayaklarımı yere, sözleriyle geri adım atıp kaçacaktım çünkü belli belirsiz bir tehdit beni icraate dökülmeden alt etmek üzereydi.
"Neden seni bitirmek isteyeyim?"
"Ben DYK'yim."
Tek bir cümle, tek bir düşman, tek bir dostu içine çekmiş derin bir bataklık, siyah bir boşlukta gri bir nokta; asla beyaz olmayacak bir varlık asla siyah olmasına gönlümün razı olmayacağım parlak bir çift göz...
"Seni yok etmek istemiyorum Mizan?"
"Neden?" diye sordu hızla. Yüzünde, ikimizin arasında sallanıp duran yıkım topu yokmuş gibi mimiksiz, rahat bir ifade vardı.
"Çünkü," dedim ancak devamı hemen gelmedi. Sükunetle beklemeyi sürdürüyordu adam, ben olduğum yerde kıpırdanıp dururken. "Sen Mizan'sın DYK değil."
"Beni ondan ayıran ne?"
"Beni mahvetmeye çalışmaman," diye yanıtladım kısaca.
Başı iki yana salkanırken yüzünde eğreti bir gülüş vardı, karanlık yanı yüzünü o yanını ele geçirmiş de tüm vücuduna usul usul yayılıyor gibi görünüyordu.
"Başından beri arkanda bir gölge gibi süzülmemin nedeni neydi Karnelyan?"
Boğazıma tutunan yumruya bırakması için yalvardım, lüks ceketinin etekleri taşlarla dolu adam onları bir bir döküyor ve her biri yerden sekip boğazıma doluyordu. İtirafların ihanetlerden daha vurucu olduğuna inanırdım hep, şimdi olan bu muydu?
"Ben DYK'yim." Yeniden aynı sözcükler bir araya geldi fakat bu kez bende aynı hüznü yaratmadı, bir yas doldu göğsüme. "DYK bozar, ben üstünü örterim, DYK yapar ben üstlenirim, DYK kırar parçalarını ben toplarım, DYK uyur. Ben hep uyanık kalırım."
"Sen bu değilsin."
Neye dayanarak söylüyordum bunu, koca bir muammadan başka bir şeye değil.
"Olmak istemiyorum."
Avcunu açtı. Bir anahtar soluk Güneş ışınlarının altında Ay gibi parladı. Oksitlenmiş gövdesiyle minik anahtarı daha evvel görmüştüm, bir kez daha görmeyi ummuştum, onunla bir kilidi açmaktı hedefim.
"Olmayacağım da."
Masanın arkasından çıktı, ağır ağır yürüyordu ve ilk kez bu ağırlığı kendinden eminliğine değil de taşıdığı yükün altında eziliyor oluşuna yordum. Yine de yarattığı Mizan Taban çizgisinden bir santim bile kaymamıştı adam, yaydığı güç yerli yerindeydi, kusur aratmayan yüzü sahnede sergilenmeye layıktı, karşımda duruyor ve anahtarı bana uzatıyordu bocalamadan.
"İstediğinin bu olduğunu biliyorum, başından beri."
Her güçlü hareketine, her sarsıcı sözüne karşın daha da zayıflıyordum ve bu bileklerimde azalan güçle alakalı değildi.
"Ben başından beri bunu istiyordum ve sen başından beri bunu biliyordun."
Başını salladı, duvardan başının tepesine iliklenmiş bir ip hareketlerini kesmeye çalışıyor, Mizan kukla olmamak adına baş kaldırıyormuş gibi zorlukla başardı bu hareketi.
"Fakat planın değişti?"
Teyit etmeye çalışıyordum, onu savaştan çekilmeye itenin ne olduğunu öğrenmek istiyordum ama Mizan göremediğim bir eşikte güç bela duruyor olduğu için onu sınırını geçmeye teşvik etmeye korkuyordum. O da korkuyor olmalıydı ki onayı ölüm sessizliğiyle geldi.
"Seni olmadığın kişi olmaya zorlayan kimdi Mizan?" Sesim meraklı, sessiz, galeyana düşmüş haldeyken ona doğru hızlı bir adım attığımı da fark ettim. Yaralı bir hayvana alan tanır gibi kendimi durdursam da adama daha yakından bakarak düşüncelerini okumak için karşı konulmaz bir istek duyuyordum.
"Eski başkan."
Bu acımasız bir hiyarerşi savaşı olmalıydı, biliyordum, onu anlıyordum. Bazen şeytanı yenmek için melek olmak gerekmiyordu, bazen şeytan Tanrı'nın huzurundan kovulan iblis tarafından alt edilirdi.
"Al," dedi ve anahtarı elime tutuşturdu. Nedense Mizan alt edilmiş gibi görünürken, bir eli bana onu yücelten gücü verirken öteki eli bir zafer nişanesi gibi yumruktu ve Mizan kaybediyor görünürken kendini bir gördüğü DYK ona karşı kaybediyordu. "Ben olmasam da onu elinde tutacaktın fakat güç kaybedildiğinde can yakar, takas edilen bir şeyin ardından yas tutulmaz."
Ve Mizan ofisinden çekip gitti, beni onun heybetli köşkünün duvarlarıyla baş başa bıraktı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
4.03k Okunma |
894 Oy |
0 Takip |
40 Bölümlü Kitap |