@almelia
|
Bazen arkadaşımın bana Bataklık Çiçeği demesinin sırrını çözmüş gibi hissederdim. Bu topraklarda öyle çok hain, öylesi kalpsiz ve ruhsuz kişi vardı ki bir bataklık ve Seryum zaman zaman eş anlamlı oluyordu.
"Onu buraya getirmemeliydin," diyordu biri sessizce ama telaşla. Seslerinin odanın içine gelmediğini sandıkları belliydi. Örtülü kapının önünde konuşanların Mars'ın askerleri olduğunu hemen anladım.
"Hepimizi tehlikeye atacaksın. Sana söylemiştim kızı bulmak için saraydan bir ekip yollanmış," dedi başka bir erkeğe ait ses.
"Kız burada kalıyor, siz de siktir olup gidiyorsunuz." Tanıdığım tek ses buydu. Mars askerlere eğitim vermeye başladığımda ilk öğrencilerimdendi ve başarılı genç bir askerdi. Derslerden sonra sohbetler ettiğim tek öğrencim oydu belki de. Onu görünce bastırdığım güçsüzlük gün yüzüne çıkmıştı beni bırakmayacağına güvendiğim için. Haklıydım da, beni bırakmamıştı. Fakat hiç beklemediğim şekilde hakkımda konuşulanları duyunca o değil de bir başkasına rastlasaydım başıma gelecek şeyi düşünmek bile tüylerimi ürpertti.
Oturduğum yerde doğrulup yüzümü sıvazlama ihtiyacını bastırdım, hareketimle altımdaki deri kumaş gıcırdadığında yaşadığım her şey mide bulantısı olarak çöktü mideme. Beni kabul etmemek gibi bir seçenekleri olduğunu bile hiç düşünmemiştim çünkü onların tarafındaydım.
Dirseklerimi masaya yaslayıp konuşulanları dinlemeye devam ettim. Karargaha geldiğimde DYK'ye resmi bir telgraf çekilirken olan biten her şeyi anlatmıştım Mars'a, dinleme sırası şimdi bendeydi.
"Adam kıza bir şey yapmıyormuş ki. Zindana bile girmemiş." Bir an sessizlik oldu, örtülü kapının kulbunda bir hareket hissettim fakat kapı açılmadı. Biri muhtemelen Mars'ı odaya girmeden önce durdurmuştu. "Tehlikede değildi zaten ama şimdi hepimiz tehlikedeyiz. Yeterli asker yok Mars, gelirlerse savaşacak gücümüz yok. Ben psikopat olduğum için mi kızı gönderelim diyorum sanki? Burada hepimizi düşünüyorum."
Şaşkınlık damarlarıma sızıp yüzüme aktı, yüzümü buruşturdum. Kılıç Kül hiçbir şey yapmamış kabul edilse bile benim hayatımı baştan sona mahvettiği inkar edilemez bir gerçekti. Ülkemin askerleri beni korumak bile istemiyordu.
"Kızın peşine düştüklerine göre onların işine yarayacak bir şey var onda. Onların işine yarayacak şeyi kendi ellerimizle verelim mi yani?"
Mars arkadaşımdı, arkadaşını kendi askerine karşı savunmak zorunda kalıyordu. Onları ikna etmeye çalışması canımı yaktı.
"Bak," dedi kapımın önünden gelen ses. "Elli iki bin asker eksiğimiz var. Kalanlardan haber alamıyoruz ve burada en fazla beş yüz asker var. DYK'den birileri gelene kadar kızı geri verebiliriz. Nasılsa kurumdan geldiklerinde hepsini yollayacaklar. İşgale hiçbir yerde göz yummuyorlar Mars," dedi yalvarır gibi.
İşgalci olduklarını hepimiz biliyor olmamıza rağmen bunu kabul etmeyen azınlık yüzünden DYK'ye güvenemiyordum. İşgalci işgal esnasında orada olmadığını ispat edebilir miydi bilmiyordum. Hala yangından beni kurtaranın o olduğuna inanıyordum, ne yazık ki ben de bunu ispat edemezdim.
İnanmanın ispat edilmeden önceki aşama olduğunu bilirdim, kanıtlanmış bir şeye inanmak ya da inanmamak diye iki ayrı seçenek olmazdı.
"Kanıtlanmış hiçbir şey hiç kimsenin inancına ihtiyaç duymaz." Babamın sesi her an kafamın içinde depolandığı yerlerden çıkıyor ve beni kendime getiriyordu. Ayağa kalkıp odanın ortasındaki büyük masanın kenarından dolaştım.
"O adamın yanında bir dakika daha geçirmeyecek!" Bağıranın sesi sanki benim sesimdi. Kapıdan çıkar çıkmaz üç asker karşıladı beni. Beni gördüklerinde önce tiksinir gibi baktı bana ikisi ve tüm yaşanan felaketin içinde beni en çok üzen bu oldu. Simalarını çıkaramadığım iki asker birkaç saniye bana bakmaya tenezzül ettikten sonra çekip gittiler. Tek bir kişi kaldı bana bakmaya devam eden.
"Sana daha fazla yiyecek getireceğim, gidip biraz dinlen," dedi Mars mahcup ama açıklamaya gerek görmeyen bir ifadeyle. Onları duyduğumu biliyordu, ben de gizlemeyecektim.
Kapının kirişine tutunup ayakta kalmaya çalıştım. İnsanın dünyası bir anda alt üst olabilirdi, bunu hep duyardım ama yaşamayı hiç istemezdim.
Mars yüzümde iyi olup olmadığımı görmek için beklerken sordum. "Beni Bahran Ars'ın evine bırakabilir misin?"
Askerin yüzündeki düşüş gözle görülür şekilde belirgindi. Onu çaresiz bırakandı beni çaresiz bırakan da. Bu halde olmayı hak etmiş olmaktan çok daha acı veriyordu hak etmemiş olmak.
"Seni oraya götürmem ailesini tehlikeye sokar. DYK gelene kadar benimle kalacaksın." Sesi önce pek güçlü çıkmasa da son cümlede itiraz kabul etmediğini anlayacağım kadar sertti.
"Ben neden tehlikeye sebep oluyorum?" diye sorarken sanki ruhum saklandığı yerden çıkıp adamın yakalarına yapışmıştı. Ben bir şey yapmamıştım, suç işlememiştim yalnızca var olmak etrafımdakileri tehlikeye atıyordu.
"Saraydan ekip yollamışlar. Seni arıyorlar Karnelyan, babana karşı koz olarak görüyorlar." Yüzündeki solgunluk esmer teninde bile belliydi, öfkeden ve ne yapacağını bilememezlikten omuzları çökmüştü. "Burada olman daha güvenli." Daha sakin ve kendine güvenen bir sese geçti zor da olsa.
"Burada olmam sizin için tehlikeli ama değil mi?"
Hızla çözüm aramaya başlıyordum; düşünüyor, ölçüyor, biçiyordum ama sorunun kaynağı ben olunca çözüm bulmak öyle kolay değildi.
"Karargah etrafına barikat kuruldu, gözcü askerler yerleştirildi. Seni bulmak için içeri girebilmeleri gerekiyor ama buna izin vermeyeceğim Karnelyan."
Göğün kızıl ışığı ardımda kalan odayı aydınlatınca içeri döndüm. Pencerenin pervazına konan kuşun parlayan tüylerine baktım. İstese uçardı, istemese yürüyebilirdi; bir dal bulup yuva yapabilirdi, bir evin çatısına tüneyebilirdi. Batın sen bir kuş değilsin derken ne kast etti bilmiyordum ama şu an bu benim için bir hakaretti.
"Ben nereye gideceğim Mars?" Dönüp bakamadım, cevap bekleyemedim. "Evinin içine düşman giren hangi evde dost bulacağını nereden bilir?"
Yere çökmek ve sonsuza dek orada, gün batımının donduğu anda yaşamak istedim. Zamanı dondurmak ne güzel olurdu, geriye almaktan bile değerliydi şimdi.
"Burada güvendesin? Düşman buraya giremez. İstihbaratçılar adanın her yerinden haber yolluyor. DYK üyesi dört adam çoktan yola çıkmış bile, biri bizden önce işgali bildirmiş olmalı." Kirişe yaslı olan kolumdan güç alıp yavaşça yere çöktüm. Askerin eli kolumu hızla kavrayınca ona iyi olduğumu göstermek için dönüp gözünün içine baktım. Mars elini çekti, yanımda yere oturdu ve cesaret verici sözler etmeye devam etti."En geç bir haftaya tüm işgalciler çekilir. Dünya Yönetim Kurulu'nun bugüne kadar hiçbir sikime yaramadığını biliyorum ama işgale göz yummaz. Baban muhtemelen yeniden yönetici olmayacak ama en azından evinde o sikik herif değil, hak eden biri olacak."
"İşgal esnasında burada olmadığını ispat ederse ne olacak? "
"Yine de bir işgalci olduğunu kurum kendi gözleriyle görecek,"dedi yanıma çökerek. Yangın gecesi beni odadan çıkaranın o olduğunu Mars'a anlatmıştım. İspat edemeyeceğimin ikimiz de farkındaydık fakat Mars, Kılıç'ın isyan gecesi beni alıkoyduğunu düşünüp masaları yumruklayacak kadar öfkelenmişti. DYK'ye giden haberde bunu da yazmaya zorlamıştı beni. Durumun öyle olmadığını bilsem de bunun üzerine çok düşünmedim.
"Aralarında cumhuriyet askerleri de vardı Mars. Bilgileri çarpıtıp bunun bir darbe olduğunu da söyleyebilirler."
Kalın parmakları umutsuzlukla kararmış yüzüne çıktı, canını yakacak kadar sıkıyordu yüzünü. Gözlerini açtığında odağına beni almakta zorlandı bir süre. Kızıla çalan kahve gözlerini görebileceğim kadar aydınlıktı hava hala.
"Her şey yolunda giderken darbe yapamazlar. DYK bildirgelerini gayet iyi takip ediyorum. Belirlenen ihmallerden çoğunu yapmamışsa yöneticiye yapılan darbe yine işgal sayılır."
Kalçamın üzerinden kalkıp dizlerimi altıma aldığımda ona dönmüştüm.
"Kılıç Kül Seryum denen adamı gördüm, çok zeki bir adam. Bir şeyleri garanti altına almadan harekete geçecek birine benzemiyor."
Mars ağır ve yorgun hareketlerle ayağa kalktığında bana da elini uzatmıştı. Ayağa kalktığında onu görmek için başımı tamamen kaldırmam gerekmiş ve bu hareketle de ağrıyan boyun kaslarım kafamın içine akan kanı kesmiş gibi gözlerimi karartmıştı.
"Kamer Mahver'in her hareketi siyasi belge kapsamında dosyalanıp arşive gönderiliyor, sen tehdit oluşturacak bir şey gördün mü?"
Uzattığı elini tutsam da kalkmak için acele edemedim.
"Dikkatimi çekmedi. Babam yanlış bir şey yapmış olabilir mi sence?"
Mars omuz silkti huzursuzca. Göğün kızıl ışığı odayı birkaç dakika için turlamış şimdi de çekiliyordu. Gün akşam yedide kararırdı, günün kararmasına çok az kalmıştı.
"Geri dönmeli miyim?"
Arşivin anahtarının yerini biliyordum, eğer bulamadılarsa. Saraya dönüp arşivde babamla ilgili dosyalara bakabilirdim, bulduklarımı yakabilirdim; bir yolunu bulabilirdim.
"Kesinlikle geri dönmeyeceksin Karnelyan."
Karşısında dururken bana çareden yoksun umutla bakan adama karşı gelecek gücüm yoktu.
"Yönetimi devraldıklarına dair belge yayınlandı mı? Resmiyete döktüler mi?"
Avcunu dar alnına batırdı cevap vermeden önce. Nefes alışını dinledim, ıslıklı bir sesle geri verişini de.
"Hayır DYK gelene kadar bekleyecekler muhtemelen."
"Neden beklesin ki?"
"Sandığımızdan daha karışık bir şey var," diyordu gözlerine düşen gölgeyle masanın üzerindeki bakır, içi boş olan vazoyu izlerken. Ne o benden fazlasını biliyordu ne de ben ondan fazlasını biliyordum. Bu konuya ara vermek istedim.
"Afelya'nın nasıl olduğunu biliyor musun?"
Yanında durduğumuz kapıdan kafasını çıkarıp etrafı kolaçan etti sorumun hemen ardından. Ne gördü ya da neden bakma gereği duydu anlamadım. Parmak uçları koluma değdi beni odanın daha içine ilerletmek için. Ayaklarım harekete geçip ortadaki masaya doğru ilerledi.
"Afelya evinde ama babasının eve hiç gelmediğini söyledi. Sen zindandaki herkesin serbest bırakıldığını söylemiştin." dedi soru sorar gibi sesiyle.
Cevap veremeden "Seksen kişilik ekip karargahın yirmi kilometre ötesinde görülmüş," diyerek odayı çınlatan telaşlı ses yüzünden neredeyse sıçramıştım.
"Yönlerini bu tarafa çevirmişler. Yöneticinin zırhlısıyla geliyorlar. Yedi dakikanın sonunda hem yerimiz açık olacak hem de cephane kıtlığımızı öğrenecekler."
Sebep olabileceğim şeyleri dinledim ondan. Odaya öyle hızlı gelmişti ki sözleri nefeslerine karışmış haldeydi. Korku beni tahta zemine çivilemişti.
"Ne yapacağız?"
Sorduğu kişi ve baktığı kişi Mars'tı, ben de ona döndüm. Yüzünde telaş yoktu, sakin fakat huzursuzca ayaklarını bastığı yeri izliyordu.
"Barikatın önüne otuz asker yolla hemen. Silah kuşansın, hedef alsınlar. Ben gelene kadar tek bir kurşun sıkmayın."
Nefes nefese kalmış olan asker talimatları alır almaz koşarak çıktı odadan.
"Benim yüzümden karargahı görecekler," derken ağlayacak gibiydim. Eğer kolay ağlayan biri olsam şimdiye kadar çoktan ağlardım.
"Her birinin gözlerini sikerim," dedi ve sesinde hep duyduğum özgüven ya da öfkeden sıyrılmış kendine duyduğu inancın tınısı ruhuma işledi. "Gel benimle."
Harekete geçtiğimden emin olmadan çıkışa yönelmişti. Zorla ayırdım adımlarımı yerden ve peşine takıldım.
"Arkadaşların haklı, onlar buraya ulaşmadan ben onları bulup beni saraya götürmelerini isterim. Birkaç güne DYK buraya ulaşır Mars. O zamana kadar ben de arşivde neler olduğunu bulurum." Uzun bacaklarının adımlarına yetişmem mümkün olmadığı için arkasından koşuyordum, karanlık bir merdivenin başına geldiğimizde öyle keskin bir hareketle durmuştu ki adama çarpmak üzereydim.
"Onlar benim arkadaşım değil. Daha yüksek rütbeli kimse kalmadığı için şu an hepsinin komutanıyım ve ben ne dersem o olacak. Sen de emirlerime uyacaksın." Gitme ihtimalimin onda yarattığı fırtınayı gördüm ve duydum. Etrafın karanlığında bile yüzündeki kararlılık fazla aydınlıktı.
"Benim yüzümden karargahın yerini öğrenecekler, beni bulamazlarsa size zarar da verirler," derken yalvarıyordum aslında, beni bırakması ve durumun ciddiyetini anlaması için. Eliyle arkasında kalan merdiveni işaret ettiğinde bir gölge gibi karanlık ve büyüktü hareketleri.
"Aşağı," diye emretti ve önüne geçip taş merdivenleri inmeye başladım. Burnumdan geçip kafatasıma işleyen rutubet kokusu gerçeklikle aramdaki iplerden birini daha kopardığında artık kabusun içinde süzülüyordum. Düz bir koridordan geçiyorduk ve yolu göstermek için önüme geçmişti. Duvarların köşelerine yerleştirilmiş beyaz ışıklara rağmen karanlığın siyah rengini koridorda net bir şekilde görüyordum. Tıpkı kabuslardaki gibi.
"Nereye gidiyoruz?" diye fısıldadım nedenini bilmeden. "Buraya girerlerse ve beni bulamazlarsa tamamen size odaklanacaklardır."
Adım seslerim boğuluyor yalnız, onunkiler duyuluyordu; kendi sesim suyun dibine batmışım gibi uğulduyor, o göklerden bağırıyor gibiydi.
"Bize bir sikim yapamazlar Karnelyan. Ben ömrümü bu vatanı korumak için adadım, öldürmek kadar ölmeyi de göze alıyorum."
Adımları donduğunda benim beynim donmuştu. Ne demek istediğini alıyordum ama iyi hissetmemi sağlamıyordu. Mars paslı bir demir kapıyı söker gibi kendine çekti. Hareketlerinde tek bir duraksama olmadan, tüm bunları yüzlerce kez tekrar etmiş gibi davranıyordu.
"İçeri gir. Eğer silah sesi duyarsan bekle. İkinci atışa kadar sakın bir yere ayrılma. İkinci kurşun sesini duyarsan. Havalandırmadan çık ve arkana bakmadan koş. Hiçbir şey düşünme, kaybolmaktan korkma. Nereye saklanırsan nerede düşersen seni bulurum. Söz veriyorum, yemin ediyorum."
Gücümü duygularımı belli etmemek üzerine kurmuş bir insandım. Şu ansa dünyanın en güçsüz insanıydım.
Mars'ın sözlerindeki ciddiyet korkunun alameti olan titremeleri tüm vücuduma bir örtü gibi sardığı için olduğum yerde sayıyor, adım atamıyordum. Mars farkındaydı, her şeyin. Parmakları kolumu sardı, beni karanlık odaya iterken hiç kararsız değildi, ben titriyordum o gözlerini bile kırpmıyordu.
Bir kurşun sesi havaya bir fişek sıkılmış gibi ıslıkla yükseldi ve üzerimize yağdı.
"İkincisini duyana kadar bekle." Zihnimin oyunu sandığım sesi o da duymuştu.
"Dediklerimi unutma." Ve son söylediği buydu. Onun sesini yeniden duymayacağıma dair bir inanç vardı içimde, korku tek bir hücreyi ele geçirirse organizmanın tümünü yok edebilirdi. Yok olmaya razıydım fakat burada yokluk, varlıktan önce gelirdi. Var olan sonsuza kadar kalırdı.
Ellerimle yokladım karanlığı, karanlığın kokusu ekşiydi, dokusu soğuktu. Gözlerim karanlığa alıştığında tek görebildiğim tahta sedirin yaslı olduğu duvara açılan havalandırma olmuştu. En fazla elli santim genişliğinde olmalıydı. Sedirin üzerine çıkıp doğrudan göğe baktım, açık maviyi ele geçiren lacivertin içi yıldız doluydu. İçe doğru açılan pencerenin demir tutamacını sökmeye çalıştım. İkinci kurşunun sesini duymadım ama duyacağıma emindim. Gerginlikten buz gibi olan ellerimin parmak uçları demir tutamacı sökmeye çalışırken yanıyordu.
Bir ses duydum, ya ağır bir şey devrilmişti ya da kurşunun sesini net duymamıştım. Gitmeli miydim, beklemeli miydim? İnsanın kendi organları kendine ihanet ederse bir asker de vatanına pekala ihanet edebilirdi.
Tutamacın çivisi çakıldığı duvardan sökülünce içe doğru olan pencere üzerime düştü. Üzerimden savurup attım onu dev bir böcek gibi.
Kurşun sesini duymuş muydum, yanılıyor muydum; burası güvenli miydi, güveni bozan ben miydim?
Daha fazla düşünce beni olduğum yerde kalmaya zorladı, harekete geçmek için düşüncelerime güvenemezdim. Boşluğa açılan duvara tutunup bedenimi pencerenin boşluğuna ittim. Bir an oradan geçemeyeceğimi sansam da titremelerim işe yaramıştı, olduğum yerde tutunamamış ve toprağa çarpmıştım. Artık dışarıdaydım. Dışarısı içeriden daha aydınlıktı ve ben daha da kararmasını beklemeden koşmaya başladım.
Önce evimden kaçmıştım şimdiyse kendi askerimden kaçıyordum. Onlar kadar seviyordum bu toprakları, burayı işgal eden adam da bunu iddia ediyordu. Doğru hiçbir zaman bir değildir fakat keşke öyle olsaydı.
Hiç ses duymuyor hatta kendi hızımdan dolayı hiçbir şey görmüyordum. Tek bildiğim dalların arasında birazdan okyanusun güney kıyısını göreceğimdi. Ya kaçmak için okyanusa girmem gerekirse, bunu yapmam gerekirse yapabilir miydim? Hayır. Hayır bunu yapamazdım, okyanusla aram iyi değildi. İki düşmanın arasındaki bağı okyanusla aramda taşıyordum ben fakat bağdaki tek fark nefretle değil korkuyla örülmüş olmasıydı. Baldırlarım yakılanmış, ciğerlerim de yeniden bir yangının ortasında kalmış gibi yanana dek koştum. Adrenalin sadece kaçmam için bedenime uğruyordu savaşmam için değil. O yüzden hiç beklemediğim bir el hiç beklemediğim bir anda belimi sarıp beni yerden sökünce savaşamadım.
"Senin yüzünden burdakileri riske atamam," dedi beni durduran kişi doğrudan ciğerleri bir el tarafından sıkılıyormuş gibi hayvani bir sesle. Olduğum yerde çırpınırken ikimiz de soluk soluğaydık. Muhtemelen her kimse uzun süre peşimden koşmuştu.
"Bırak beni salak! Kimsin sen?" Nabzım tüm bedenimde atıyordu. Beni tutanın demir parmakları arasında tek bir yürek gibiydim.
Sadece sözlerim güçlüydü, bedenim hiçbir zaman yeterince güçlü değildi. Kaslarım titrerken adam yüzünü görmeme izin vermeden beni kolayca omzuna atmıştı. İki kolu bacaklarımı acıtacak kadar sıkı sıkı sardı. Koştuğum onca yeri geri yürümeye başladığında ilk üzüldüğüm bu olmuştu. Kat ettiğim mesafeyi hiç etmesi canımı yaktı.
"Sana bir şey yapmayacaklarını söylediler. Sadece saraya dönmeni istiyorlar," dedi ezber ettiği şeyi okur gibi dümdüz. Kimdi bilmiyordum ama omzunda bir çuval gibi taşınırken onu görsem de tanımazdım. Bu omuz bir dosta bile ait olsa onu artık tanıyamazdım.
"Kimsin sen?" Bu kez az evvelki gibi saldırgan bir ton yoktu sesimde yumuşaktı çünkü hüzünlü bir merak vardı. Ezdiği toprak altında eziliyor gibi yalpalayan adımlarıyla ikimizi de sarsıyordu, tüm bu baskıya dayanmak zordu.
"Eğer seni vermezsek burayı yakacaklar, bizi hatta seni de. Seni onlara vereceğim ama ölmen için değil." Gayet ikna edici olduğunun farkındaydım, eğer yakacaklarını söyledilerse bu lafın gelişi olmazdı, daha önce o yangında bırakılan biri olarak iyi bilirdim bunu
Beni duymadığına emindim. Yalnızca iki gün kimseye güvenmemem gerektiğini öğrenmem için yetmişti. Bazen bir ömrün öğretmediğini bir an öğretiyordu. Böyle basit tezler hep sorunsuz işlerdi zaten.
Kendisini zor ikna etmiş ve etmeye de devam ediyor gibi aynı şeyleri söylemeyi sürdürdü asker. Hiç direnmedim. Hatta beni bıraksa kendi başıma düşmana yürürdüm, kaçmak için değil teslim olmak için.
"Sana zarar vermeyecekler, bize zarar vermeyecekler. Zarar vermeyecekler..." Girdiği transın titremesi beni de sardı.
"Zarar vermeyecekler," dedim onu inandırmaya yardımcı olmak için.
"Dünya Yönetim Kurulu birkaç güne gelecek, hepsini gönderecek."
Sesindeki titremeden anladığım kadarıyla transtan çıkmıştı. Birbirinden çok uzak olan ağaçların arasında zik zak çizerek ilerliyordu ve taş binanın çevresinde yanan beyaz ışıkların yansımasını gördüğümde yaklaştığımı anlamıştım. Belki ölüme, belki esarete...
"İndir beni," diye emrettim. Aynı şeyleri tekrar tekrar söylemeyi sürdürdü, her bir adımı her bir kelimeye denk geliyordu.
"Beni senin verdiğini görürse komutanın seni öldürür. Bırak beni, ben kendim giderim."
Hiç direnememiştim omzunda fakat söylediklerimde ciddi olduğum için artık direniyordum.
"Sana zarar verilmeyeceğine söz verdiler. Sadece sarayda olmanı istiyorlar."
"Beni bırak. Sana kızmıyorum, kaçmayacağım. Bırak." Sesim öyle yumuşaktı ki günlerdir yaşanılan kabustan uyanmış ve kendimi teselli ediyordum sanki.
"Arkadaşlarımı riske atamam. Zaten DYK'den gelecekler, sana," diyordu yeniden ama devam etmesine izin vermedim.
"Asker beni bırak. Beni senin verdiğini görürlerse onlara yaptığın iyiliğe rağmen seni affetmezler. Bırak ben kendim gideyim."
Sesini saran titreme şimdi tüm bedenini sardı, avuçlarım sırtına tutunmasa titreyenin ben olduğumu sanardım fakat oydu ve ben de öyleydim.
"Onlar için yapıyorum, senin için yapıyorum. Zarar vermeyecekler, söz verdiler."
Çarpık duruşuma rağmen bir elimi tutunduğum kumaştan çekip adamın göremediğim yanağına koydum. Sakalları çıkmak üzereydi ve elimin uyuşukluğuna rağmen diken hissiyle yandım.
"Seni anlıyorum. Sana hak veriyorum. Beni indir ve oraya tek gitmeme izin ver. Yoksa seni affetmezler." En azından Mars affetmezdi, bu tümünden daha tehlikeliydi onun için.
Gözüne yakın olan baş parmağıma sıcacık bir damla çarptı. Ben kolay kolay ağlamazdım, asker ağlıyordu. Tam o an vermiştim kararımı, Kılıç Kül Sahtekar Seryum'u öldürecektim, yalnızca bunun için olsa bile.
Sonunda dizlerimden tutup beni yere bıraktığında omzuna tutunup ayakta durmaya çalıştım fakat o ayakta duramadı. Tam karşımda dizlerinin üzerinde kalmıştı. Yalvarır gibi, doğru olanı yapmış olsa da büyük bir hatayla suçlanıyor gibi.
Kaçmak için içimi saran adrenalin az buçuk yerinde olduğu için tam olarak güçten düşmemiştim. Karşısında diz çöktüm. Binanın duvarına monteli beyaz ışık adamın gözyaşlarını parlattı, aydınlığı gözümü kısmama sebep oldu ve acısı. Elimi yeniden yanağına koyup yaşların toprağa düşmesine engel oldum.
"Sen doğru olanı yapıyorsun. Sana kızmıyorum. Kimseye söylemeyeceğim, sen de kimseye söylemeyeceksin. Bu hiç yaşanmadı tamam mı?" Tane tane, üzerlerine basa basa döküldü kelimeler dudaklarımdan. Yüzü tam karşımdaydı fakat gözleri uzun süre yerde kaldı.
"Beni affedin."
"Sizi affediyorum."
Onu tanıyordum. Tarih eğitimi daha yeni bitmişti, ona belgesini ellerimle vermiştim. Onu eğiten bendim bizi korusun diye, bizi korumak için beni düşmana vermesi gerekiyorsa bunun için ona kızamazdım.
"Bana yolu göster asker."
Gözleri oradan bir yük sırtlanmış gibi ağır ağır ve güçlükle yukarı tırmanıp gözlerimi buldu.
"Bana yolu göster."
Bir kolunun tersi yüzünü sertçe silerken diğer eli arkamda bir yeri işaret etti.
"Sol tarafta geçin ve sağa dönün. Orada sizi bekliyorlar." Boğazındaki yumrudan yutkunarak kurtulmaya çalıştığı belliydi, verdiği kısa talimatları tek seferde söylemekte zorlanmıştı. Onun ve kendim için derin mi derin bir soluk doldurdum ciğerlerime.
Daha fazla beklemeden, oyalanmadan tarif ettiği yere yürüdüm. Yaklaştıkça sesler duydum, önce dinleyemedim.
"Burada kimse yok, gidin başka yerde arayın," diyen bir ses duyunca doğru yolda olduğumu anlamıştım. Tüm seslere rağmen Mars'ın sesini tanıdım ve dinledim.
"Kızla arandaki bağı biliyorum asker," dedi yaşlı, vıcık bir ses bir ses, lakayt değilse de askeri intizamın izini iyi taşıyamıyordu. "Kaçtığında ilk geleceği kişi sensin, bunu ikimiz de biliyoruz."
Bir hırıltı duydum, tok bir ses duydum duvara çarpan. Boğuşmanın ve boğulur gibi hırıldayan erkek sesiyle adımlarımı hızlandırdım.
"Ya siktir ol git ya da seni kendi silahınla burada geberteyim."
Bir öksürük sesi yankılandı etrafta. Binanın köşesine kadar gelip sağa döndüm hiç beklemeden. Gözlerim önce Mars'ın sırtını buldu, sonra ellerini, sonra ellerin tuttuğu yakayı, yakanın sahibini. Yerde yatan iki ayrı kişi ve onların üzerlerine eğili iki kişi daha vardı, Mars'ın burada bir kargaşa çıkardığı belliydi. Siyah üniformalı bir asker yerde gözleri kapalı yatan arkadaşını kollarından tutup toprağa doğru çekmeye başladığında artık izleyici olarak kalmanın zararlarına katlanamadım.
"Buradayım."
Mars ellerini gevşetmeden arkasına bir darbe yemiş gibi hızla bana döndü. Bir insanı ilk kez çaresiz bir ifadeyle görmüyordum ancak ilk kez böyle çaresizlik görmüştüm. Göz bebekleri tamamen çaresizdi, kızıl çeperleri öfkeye dönüşmüş ve çaresiz göz bebeklerini boğmaya çalışıyordu. Sanki ona ihanet etmiş gibiydim ama etmemiştim.
"Karnelyan sen-" Çok ağır bir darbenin altında ezilir gibiydi sesi. Üniformasının üst düğmeleri kopmuş, saçları kısacık olmasına rağmen dağınıktı. Beni onlardan korumak için burada bir savaş vermişti ama ben kendi irademle buraya gelip onun mücadelesini hiç etmiştim.
Elleri gevşedi, duvara yaslanan adam gürültüyle öksürdü ve kızarmış yüzüne rağmen onu tanıdım. Üniforması değişmiş bir askerdi, iki gün öncesine kadar bu ülkenin fakat şimdi bir işgalcinin askeri Alkan Varsol'du. Onda her zaman küçümseyen, üsten bir bakış olurdu bana karşı ve bir yanım Mars'ın onu iyice hırpalamasını istiyordu. Alkan Varsol'du bir eli yakasının düğmelerini söküyorken diğer eliyle ileriye doğru bir hareket yaptı.
"Mars, sorun yok." Bana doğru attığı adımları durdurmak için havadaydı elim.
Üzerime gelen iki adamı fark ettim gözlerimin kenarıyla. Kollarımı kelepçe gibi sarıp beni sürüklediklerinde de Mars'a baktım.
"Size zarar gelmesine izin veremem." Sesim çıktı mı yoksa yalnızca kafamın içinde miydi bilemedim.
"Neden yaptın Karnelyan?"
Sesi uzaklaşıyordu fakat ruhu da öyle. Beyaz ışığın altında yalnızca o ve ben vardık. Diğer herkes karanlığın daha karanlık gölgesi altındaydı.
"Sizi tehlikeye atamazdım," dedim ve ikimizi de ikna etmek için "Bana zarar vermeyecekler, yeniden görüşeceğiz," diye mırıldandım. Sesim bir dua ediyordu, sözlerimde izleri olmasa da.
Yanından geçen Alkan, radarına girene kadar öylece donup kalmıştı Mars. Az önce yakasını bıraktığı adamı yeniden yakaladı.
"Söyle, hemen kızı bıraksınlar."
Beni çeken her kimse adımlarını hızlandırmıştı, onunla yürüsem de yönüm arkamda olanlardaydı. Adımlarım birbirine dolandı, düşmekten korkmadım. Omzumun üzerinden Mars'ı izlerken onun kadar çaresiz hissediyordum ama öfkem onunki gibi alevli değildi.
"İyi olacağım." Tüm gücümü ses tellerime iterek seslendim ona, korkudan, acizlikten tek bir iz bile yoktu sesimde. Mars'a yeniden bakamadan ensemden iten el beni arabaya yerleştirmeye çalıştı. "Yaralıyım hayvan, kibar ol," dedim sakince. Öfkeli hırlamayla ve daha nazik tutuşla ödüllendirildim.
"Beni bırakmazsan burayı ateşe vermelerini emrederim." Hain Alkan'ın güçlü sesini duydum ama ışığın uzandığı yerlerden çekildikçe onları geride bıraktığımı daha iyi idrak ediyordum. Mars'ı izlemeyi bırakmazsam geri dönerdim, önüme döndüm bu kez tamamen.
"Hain orospu çocuğu!" Bu Mars'ın sesinden duyduğum son sözdü.
🕑 Bir insan nasıl güçlü olur? Sevdiklerini koruyabildiğinde, sevmediklerine de yardım edebildiğinde; ölmediğinde, ölümden korkmadığında mı?
Herkesin şahsi güç kaynakları olduğuna inanırdım, benimki duygularımı diğer insanların olduğu yerde samimiyetle yaşamamamdı. İnsanlar beni ağlarken görmediği gibi gülerken de pek sık görmezdi. Belki de bu duyguları yansıtacağım, yaşayacağım ortam olmamıştı.
Artık her şeyimi sorguluyordum. Bana ait olan neydi, benden çalınan neydi? Her şeyi bir bir önüme dökmek, karar vermek ve intikam almak istiyordum.
Arka koltuğunda olduğum araç sarsılana kadar huzursuz bir uyku uyuduğumun farkında bile değildim.
"Siktir! Belki de arkamızdan karargahı gerçekten yakmalıydık en azından peşimize düşmezlerdi."
Şoförün ettiği küfrü duyar duymaz karanlığı gösteren penceremden bir şeyler bulmayı bekleyip etrafı taradım. Huzursuz uykumdan hızlı ayılmıştım.
"Çok fazla adam yok elinde, bir şey yapamaz sürmeye devam et sen," dedi yanımdaki eski, cumhuriyet askeri.
Bir hain ve onun yardakçısıyla yolculuk ederken uyumuş olduğum için utanıyordum ama son saatlerimin nasıl geçtiğini hatırlayınca kendime hak vermekten başka çarem kalmadı.
Araç tekrar sarsıldığında Mars beni bırakmadı diye sevinmeli miydim yoksa başlarına benim yüzümden bir şey gelme ihtimaliyle üzülsem mi karar veremiyordum. Saraya geri dönmek zorundaydım, arşivde işime yarayacak belgeler bulmalı ve doğru ile yanlışı kendim ayırt etmeliydim. Alçak Kılıç Kül beni zorla saraya döndürüyor olsa da bana zarar vermeyeceğinden emindim neredeyse. Kendi evimde bir süre misafir olmayı ülkemin geleceği için kabul etmem işten bile değildi.
Alkan Varsol'un burnundan solumasına bakılırsa Mars'ın beni ellerinden alma ihtimali yüksekti, kırklı yaşlarının sonlarında olsa da yirmilerindeki Mars'la her karşılaştığında onun gücüyle sarsıldığını hep görmüştüm. Onun ne kadar kompleksli ve basit bir adam olduğunu anlamak için gözlerine bir kez bakmak yeterliydi, etrafındaki herkesi olası bir tehlikeymiş gibi sinsice izlerdi yaşlı hıyar.
"Ağaçlara yaklaş, ben söylediğimde aracı yavaşlat," diye direktif verirken kolumu kavrayıp beni camdan bir anda söküp üzerime eğilmişti. Kolumu savurup onu itmeye çalışmam fayda etmedi ve konuşmaya devam etti. Camımın aralığından tabancasının tetiğini nişan almadan rastgele çektiğinde kulaklarımın ardında sancı hissetmiştim.
"Sakın aracı durdurma." Sustuğunda onu ittiğimi yeni fark etmiş gibi beni bıraktı. "Mars'a gidersen neler olacağını biliyorsun değil mi?"
Tehditkar ve kendini beğenmiş hallerinin altındaki korkuyu öyle iyi görüyordum ki yüzümü ekşitmekten kendimi alıkoyamadım bir an. Mars'ın yanında kalmaya karar vermiş olsaydım şu an bu araçta olmayacağımı anlayamıyordu.
"Uzatma Varsol, planı söyle," dedim karanlık aracın içine arkadaki aracın farlarından gelen ışığa göz kısarak. Alkan Varsol'un karşı çıkmamı beklediği belliydi, kolay ikna olduğum için vakit kazanmasına sevinip "Baban seni iyi eğitti değil mi?" diye sordu ima dolu sesiyle. Düşünmeme fırsat vermeden "Zirveye seni öyle alıştırdı ki şimdi de orada kalabilmen için müstakbel kralına gitmekte acele ediyorsun," dedi zevkle. Seryum için çok şey yapmıştı Kamer Mahver fakat Seryum'un erkeklerine bir kadını küçümsememeleri gerektiğini asla öğretememişti. Ne kadar ilerici olduğunu iddia etse de babam da kadınlar konusunda toplumun bu görüşüne inandığındandı belki de.
"Çenenin yayını sikmeden önce ne söylemek istediğini açıkla, Varsol." Fakat ben de diğer kadınlar gibi topluma hizmet etmek için doğmamıştım; ülkem için ölmeyi göze alır, toplum için bir öğle uykumdan bile vazgeçmezdim. Öğle vakitlerinde uyuma alışkınlığım olmasa bile...
Şaka yapmışım gibi patlayan kahkahası arabanın içini çınlattı, midemi çalkaladı. "Hizmet edeceğin adamın senin pis ağzından hoşlanacağını sanmıyorum, o ağzı başka şeyler için kullanmayı öğrenmelisin."
"Bana fahişe demek miydi istediğin?" diye sordum nefeslerimi kontrol edemeyerek. Öfkelenebilirdim ama bunu ona belli etmek timsah dolu bir suya dalmaktan farksızdı benim için.
Parmakları ceketinin yakasını çekiştirip boynundan uzaklaştırmaya çalışırken arsızca gülümsüyordu, başını sallayıp sorumu onaylarken de nefes almaya çaba harcadığı belliydi. Astım krizinin eşiğinde olduğunu görünce ona bakmak rahatsız edici bir hal aldı.
"Tavsiyelerine kendin de uy Varsol," dedim ceketimi kaçarken unuttuğum için ince askılı elbisemin eteklerini düzeltirken. "Planı söyle, Mars peşini bırakmayacağa benziyor."
Sadece bir dakika içinde planı anlattı ve yeteri kadar olmasa da yavaşlayan aracın kapısını açtım atlamak için. Cesaret için derin mi derin bir nefes alırken Alkan Varsol son kez planın üstünden geçmek için "Ağaçların arasına dalar dalmaz kuzeye doğru koş, Bay Seryum seni karşılayacak," diye anlatmaya başladı. Açık kapıdan içeri motorun güçlü sesi dolduğu için bağırarak, omzumun üzerinden "O herif ormana koşacağımı nerden biliyordu?" diye sordum.
"Bay Seryum seni başından beri kaçtığın ormanda bekliyordu." Bu en az iki saat ederdi.
Ve kuru parmaklarını omzumda hissettiğimde beni itmeden önce "Hadi!" diye bağırdığını duydum Varsol'un. Arabanın koltuğundan sert zemine doğru süzülürken kollarımı başıma ve yüzüme siper etmiştim. Dikişlerimin gevşediğini, zorlandığını çok iyi hissedebildim ama acıya ayıracak vaktim yoktu. Çarpma ve sürtünmeyle yırtılan diz kapaklarımdan son bir güç alıp ayağa kalktım ama tutunacak bir ağaç gövdesi olmasa yere devrilmem an meselesiydi. Dengemi bulmam vakit bulsa da yürümek için zorladım kendimi. Ayaklarımda kurumuş beton varmış gibi hissetsem de, zorlansam da ay ışığının aydınlattığı dalların aralarında yürüdüm.
Yürüdüm, ormanın karbondioksitinin yüzüme çarptığını sandığım acı nefesler aldım, yürüdüm, avuçlarımın üzerine düştüm, kalktım, yürüdüm. Göğsümü yumruklayıp kaçmak ister gibi çırpınan yüreğimin sesinden başka bir ses duyana kadar yalpalaya yalpalaya yürümüştüm. Sonunda ağaç yapraklarının arasında boğuklaşan, bana gelmemesi için rüzgarın ıslıkla kulak kenarlarımdan geçmesine rağmen duyduğum insan seslerine dair tek bir korku duymadan ilerledim.
Uzun otları tekmeledim, yüz hizamdaki dalları cezalandırır gibi savurdum ve küçük bir açıklıkta sırtları bana dönük iki adam gördüm önce. Uzun birkaç ağacın kısa dalları sayesinde ay ışığı orayı ormanın geri kalanından daha iyi aydınlatıyor gibiydi. Sahne ışığı onların üzerindeydi, ben tekinsiz bir seyirciydim.
Sarf ettiğim efordan gözlerim kararsa da maskeli yüzü bana dönük bir adam gördüğümde kararsızlıkla gözümü dört açmak zorunda kalmıştım. Nefes seslerim sanki bir mikrofonla Seryum'daki herkesin duyması için gürültüyle yankılanırken dalların arasından baktığım maskeli adam tek eliyle yüzündeki ağzı ve burnunu örten siyah maskeyi indirene kadar ne hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum. Konuşma sesleri kesilmişti. Adam sanki onun için gelmişim gibi bana doğru bir adım attı, benim için kollarını açtı ve "Gel Nimfea," dedi. Böylece tüm kararsızlığım az evvel durduğum toprağa gömülmüştü tepesine dikili bir mezar taşıyla.
Kılıç Kül Seryum aramızdaki mesafeyi kapatmama yardım etmek için kontrollü adımlar atarken beni baştan aşağı inceledi hasar tespiti yaparcasına. Kaçtığım için kızgın olmasını beklediğim bakışlarda döndüğüm için duyduğu memnuniyet öyle açıktı ki sarsılmamak için adımlarıma odaklanmak zorundaydım. Sanki beni almak için onca insanı peşime takmamış, pek çoklarını tehdit etmemişti. Saatler önce aynı ormanda ondan kaçmamış gibi ona koşarken düşündüğüm şey bu değildi. O etrafta kimse yokmuş gibi yalnızca bana bakarken ben de yanındaki üniformalı adamın kim olduğuna hiç bakmadım.
Kılıç Kül'ün göğsüne çarpana kadar durmayı becerecek dengem bile kalmamıştı. Düşmemem için gövdemi gövdesine yapıştırmadan önce "Hoş geldin Nimfea," dediğini duyabilmiştim. Adam belimi iki yanından kavrayıp ayakta kalmam için uğraşırken ona karşı çıkmadım ve ellerimle yakasını saran kumaşa sarılıp düşmemek için tüm gücümle düşmanıma tutundum. "Söyle, Mars'a zarar vermesinler," dedim bir solukta. Bakışlarındaki kararma ay ışığına rağmen üzerime gölge düşürse de bunu analiz edecek gücüm yoktu.
"Mars," dedi dağların eteklerini uçuşturan rüzgarsı ses, ismi tartar gibi. Ellerden biri düşen elbise askımı yerleştirirken terden nemli tenim o dokunuşu sanki içine çekti. Dokunuşu tenimden kaybolur kaybolmaz bir rüzgar beni kollarından savurmak için esince meme uçlarımdaki kabarmayla onun göğsünü dürttüğümü de anladım.
"Ona zarar verirlerse yeniden kaçacağım ve bu kez beni bulamayacaksın Bay Seryum." Çok hızlı konuşmuştum zamana karşı savaşır gibi. Sesimdeki alayı umursadığını sanmıyordum, takıldığı başka bir nokta vardı. Çatık kaşlarla "Seni bulamayacağım hiçbir yer yok," dediğinde tehdit eder gibiydi. Hayır, buna takılamazdım, tartışıp vakit kaybedemezdim. Burnumdan aldığım soluklar yetmedi, ağzımın içini hava doldurup yuttuktan sonra "Söyle onlara," dedim sızlanan bir sesle. Bakışları yeniden yumuşasa da tamamen güveni sağlamamıştım. Arkamda kalan adamlardan birine baktı hiçbir mimik yapmadan, gücüm yettiğince yakasından tuttuğum ellerle sarstım onu dediğimi yapması için. Hissettiğini bile sanmıyordum. Başını yavaşça yüzüme eğdi, dikkatli gözleri beni sınıyordu. Eski yöneticinin kızına güvenmesi için bir nedeni yoktu zaten, aslında dediğimi yapmak için de nedeni yoktu. Ben Kamer Mahver'e karşı bir kozdum yalnızca, tek bir kart...
"Eğer saraya kadar seni kollarımda taşımama itiraz etmezsen o herife zarar verilmemesini sağlarım."
Soluklarım düzelmeden kesildi, gözlerimin büyüdüğünü, şaşkınlığımı görmesin diye gözlerine değil çenesindeki seyrek sakallara baktım. Ancak düşünmek için vakit yoktu, vakit her zamanki gibi aleyhime işliyordu. Açıkça kabul etmeye gururum razı değildi, reddetmeye vicdanım. Başımı bir kez aşağı yukarı salladım ve Kılıç yeniden arkamda kalan adamlara dönüp baş hareketi yaptığında koşan adım sesleri duyana kadar rahatlayamadım. Artık adamın çenesini izlemeyi kesip umutsuz bir ruh haliyle göğüslerimizin birleştiği yere, aşağı baktım.
"O kadar yolu bu elbiseyle mi koştun?" Sorusunun ardında bir azarlama sezsem de öfkeyle yüzüne kaldırdığım gözlerimin gördüğüyle koşmaktan al al olan yüzüm tamamen kızarmıştı. Gözleri göğüslerimizin birleştiği yeri izliyordu, ikimizin arasında sıkışıp da açılan elbisemin muhafazakar görüntümü bozduğu açık tenimde bakışlarının yakıcı dokunuşu dolaşıyordu. İki ayrı düğme gibi göğsünü dürten meme uçlarım her hızlı soluğumda ritmik bir şekilde ona iyice bastırılırken kendimi bunun doğal olduğuna ikna etmeye çalışıyordum. Bedenim rüzgara tepki veriyordu, onun sıcaklığına tepki veriyordu yalnızca, ona bir erkek olarak tepki vermek olamazdı bu.
Değil mi zeka geriliği hat safhaya çıkmış Karnelyan?
Evet ben de öyle diyorum işte.
"Sana ne bundan," derken utancımı öfkeyle bastırdım. "Mars'a ya da askerlerine zarar gelmemesi için kaçtığım bu yolu aptal gibi geri koştum. Eğer onlarla ilgili kötü bir haber alırsam yemin ederim seni öldürürüm." Gözlerinin içine baktım meydan okumayla, iri göz karalarında kendimi görebilirdim ama ben ne düşündüğünü görmeye çalıştım. Tehditten etkilenmiş gibi görünmedi gözüme. Taze reçine kokusu bir an için ciğerlerimi doldurup birbirlerine yapışmasına neden olmuş gibi tıkandım kaygıdan. Karşımdaki adamın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyordum.
"Beni öldürmeyeceksin," dedi. Ne anlama geldiğini anlayamadığım için yüzüne bakmayı kesip sorguladım sözleri kendi içimde. Onu gerçekten öldürebilir miydim? Bunu yaparsam çoğu problem ortadan kalkardı. En azından krallık yanlıları geleneksel düzene geçmek için ihtiyaç duydukları tek kişiyi kaybettikleri için güçten düşerdi. Doğmadan ölmemiş olması şu an karşımda olmasından daha az mı rahatsız ediciydi?
Derin bir soluk aldı birleştiğimiz noktadan. Belimi yandan tutan ellerden biri sürünüp arkama dolandı ve adam beni kendine o kadar yaklaştırdı ki alnım göğsüne değdi, ne yapmaya çalıştığını anlamak için başımı kaldırdım. Çatık kaşlarının altındaki dikkatli gözler hızlı adımlarla yüzümün her yerini turluyordu, ne aradığını ya da ne bulmak istediğini anlamak mümkün değildi. Kendi başıma ayakta durup durmayacağımı görebilmek için tutuşundan kurtulmaya çabalıyordum bir yandan.
"Dünya Yönetim Kurulu'na haber verdim," diye konuşmaya başladım bakışlarının baskısına dayanamayarak. "Yola çıkmışlar, yakında burada olurlar." Ellerimi omuzlarından indirmiştim, göğsünü hafifçe iterken bana karşı koymadan yapışık göğüslerimizi ayırdı fakat eli bileklerimi sarıp kollarımı boydan boya okşadı. Ürperen tüylerimle ve dikleşen meme uçlarımla ellerimin yaptığı gibi onu itmeye çalıştım fakat o saten elbisemin altından beliren görüntüye bakarken beni bırakacak gibi durmuyordu. "Yani beni bulduğun için geri dönmedim. Nasılsa en geç bir hafta sonra DYK seni ve destekçilerini buradan gönderecekler." Benden uzaklaşması için aklıma gelen her şeyi söylüyordum artık.
Yorgundum, zihnim bulanıktı, son gerçek uykum ne zaman uyuduğumu hatırlamayacağım kadar geride kalmıştı ve adamın dağların güney yamaçlarındaki, güneşin altında esen ılık bir rüzgarı çağrıştıran kokusu insanda garip bir etki yaratıyordu. Demem o ki hala yüzüne tokadı geçirmemiş olmamın, hala ona öfkeyle bağırmıyor hatta uysalca bir şeyler anlatıyor olmamın sebebi vardı.
Sessizce ve ifadesizliğinin altındaki keyifle beni dinlemesinden keyif alıp az evvel yumruklarım arasında kırıştırdığım yakalarını düzelttim. Bir yandan da "Bir hafta seninle ve diğer işgalci dostlarınla aynı çatı altında kalabilirim," diye zırvalamaya devam ediyordum. "Ben güçlü bir kadınım," dedim ve hemen saatime baktım.
"Öylesin," diye mırıldandı ben saate bakarken, sanki beni biraz olsun tanıyormuş gibi. Onu duymazdan geldim. Saat 21.04'tü ve evet hayatımın altının üstünün yerine geçmesinin üzerine doksan dört saat geçmişti. Bir ömür, doksan dört saatlik...
"Yaklaşık doksan dört saattir mahvolmuş haldeyim ama farkındaysan ölmedim."
Kolu yeniden sırtımı sararak beni göğsüne çekti, bu kez izin vermeyerek ellerimi ikimizin arasına yerleştirip göğsünü ittim fakat o diğer elini de dizlerimin altından geçirip ayaklarımı yerden kesince itmek için duran ellerimle onu tutmaya koyuldum hemen. Bir anlaşmamız vardı ve Mars için katlanmam gereken bedel kollarda taşınmaksa buna katlanabilirdim.
"Ölmeyeceksin de," dedi geri dönüp yürümeye başladığında. "Ve DYK'ye senden önce haber verdiğime emin olabilirsin. Beni göndermek için değil, duruma resmiyet kazandırmak için gelecekler."
Bir kolu bacaklarımı sarmışken sırtımdan geçen eli göğsümün hemen altında bitiyor rahatsız bir iç gıdıklaması yaratıyordu. Söylediği şeyler de aynı etkiyi uyandırıyordu ne yazık ki.
"İddia ettiğin kişi olsan bile bir işgalcisin," dedim kendimle konuşur gibi. Adamın kollarındaydım ama ruhum ondan kilometrelerce uzaktı. Olduğunu iddia ettiği kişi olsa da olmasa da onun bambaşka biri olmasını isterken buluyordum kendimi.
Cevap vermek yerine başını boynuma doğru eğip derin bir nefes aldı, burnu boynuma ya da saçlarıma değmese de hareketlerindeki tutarsızlıkla ürperdim.
Yola ya da kucağında olduğum adama bakamıyordum, bana cevap vermedikçe onun varlığını unutuyordum, ruhum bir bataklıktaymış gibi ağırlaşmıştı. Beni kaldırırken sıyrılan eteğim dizlerimin üzerine çıkmıştı, sıkı tutuşu yüzünden düzeltemeyeceğimi bildiğim için bunu yapmaya tenezzül etmedim bile. Rahatsızlığımı hissettirip zayıf görüneceğim her türlü hamleden her şeye rağmen kaçındım. Yeniden mutsuz ve yorgun, hasta ve umutsuzdum her biri de sahtekar bir herif ülkeme gelip babamı topukları kıçına vura vura kaçırdığı içindi.
Sert adımlarının toprağı ve otları ezerken çıkardığı sesi dinlerken "Odana götürüp seninle ilgilenmeli miyim yoksa sana caydırıcı bir ceza mı vermeliyim?" diye sordu bir anda. Ve ben ona karşı çıkabilmek için bataklıkta iyice derine gömülen ruhumu tek bir hamleyle çıkarıp birlik oldum.
"Ceza mı?" diye sorarken çemkiren bir ses ormanın duvarlarında yankılandı. "Seni öldürmek yerine saraydan gitmeyi tercih ettiğim için ben de kendime bir ceza düşünüyordum, evet."
Göğsü kısık bir gülüşle sarsıldı ve çatık kaşlarla izlediğim yüzde gülüşüne rağmen ifade yoktu.
"Yoksa zavallı askerinin uzun süre aksak yürümesine neden olduğum için mi beni cezalandırmayı düşünüyordun?"
Başını iki yana salladı ağır ağır, dudağının sağ köşesinde bir seğirme eşlik ediyordu ona. Kaldırdığı çenesini, beni görmek için geriye attığı başını, kısa fakat gür kirpiklerini izlerken hareket eden ben olmamama rağmen soluklarım sıklaştı. Ona kızıyordum ve o sanki onunla konuşmam bir mucizeymiş gibi karanlıkta parlayan bir çift gözle izliyordu beni. Anlam veremiyordum, mantıklı tek bir yan yoktu. Neden bu kadar önemli olduğumu öğrenmem lazımdı ve tam olarak ne kadar.
"Babamın benim için geri döneceğini mi sanıyorsun?" diye sordum dilim ele geçirilmiş gibi, bunu söylemek değildi niyetim.
"Ben olsam dönerdim," diye yanıtladı boğuk bir sesle.
Söylediklerine inanmam için bir neden yoktu, kimliği bile yalandı ama ona yine de inandım. Kızı olsaydı onun için geri dönecek bir adam olabilirdi, işgalci kimliğiyle baba kimliği paralel olmak zorunda değildi bilirdim. Babam da iki kimliği aynı anda ilerletemezdi.
"Benimki dönmeyecek." Sesimde hayal kırıklığını çağrıştıran tınıyı alır almaz "Ben de istemem zaten," diye ekledim hemen. "Senin kıçını tekmeleyip buradan gönderme görevini halledebileceğimi bilir." Babamı bir düşmana karşı kötüleyecek değildim. Bir drama yaratacak kadar duygusal da değildim, en azından dışarıdan öyle değilmiş gibi davranmak benim dünya geliş amacımdı.
"Kıçımı tekmelerken babanın yanında olması gerekirdi," dedi doğrudan karanlık yolu izleyerek. "Seni burada bırakıp kaçan bir babaya sadık kalmak zorunda değilsin, bana onun bir şerefsiz olduğunu söylersen bunu ona söylemem." alnının ortasına kadar uzanan, kızıl bir dalgayı andıran yarasını, alnının izsiz kısmında satır çizgilerini andıran düşünce çizgilerini izlerken yalnızca tek bir an ona olan düşmanlığım dindi. İzlerinin sebebini öğrenmeyi, babamın gerçekten de bir şerefsiz olduğunu ona söyleyebilmeyi istedim. Bu vakur görüntüye yalancı bir karakter hiç yakışmıyordu, arkadaşı Batın gibi kendi güzelliğine ihanet ediyordu.
"Babam çok iyi bir adamdır," diye yalan söyledim gözümü kırpmadan, sesim bile titremeden. Yanıt olarak başını çevirdi, düz burnu saçlarıma değdi ve alaycı bir nefes verip içimi titretti.
Kolumu omzuna atıp tamamen tutundum ona, yürüdükçe karşımıza çıkan dalları itmek için kullandım diğer kolumu da. Adım sesleri, ezilen dallar, tok toprağın ezilen sesinden başka gürültü yoktu. Kulağımın dibindeki nefes sesleri ise ninni gibiydi, eğer bana az önce bir şey yedirmiş olsaydı içerisine kesinlikle uyku hapı kattığından şüphe duymazdım. Üzerimdeki ağırlık, ağır kalkanımı indirtti bana, ilk kez kanlı canlı bir düşmana sahip olduğumu fark ettim. Zihnimin dışında bir düşmanla yalnız savaşacak kadar güçlü olmayı umarken bir yanda da düşmanımın o değil bir başkası olmasını diliyordum.
"Seninle böyle tanışmak istemezdim," dedim gözlerimi kapatıp. Tamam düşmanın kollarında uyumayacaktım ama gözlerimi de daha fazla açık tutamıyordum.
"Aynı insanla yeniden tanışmak mümkün." Dudakları kulağıma değiyordu, nefesinin sıcaklığı ve gözlerimdeki ağırlıkla ona doğru eğilme dürtülerim ayyuka çıkmıştı. Kahrolası pis düşman, acımasız bir savaşçı olduğu beni soktuğu halden bile belliydi. "Yeniden tanışalım," dediğinde yanağım alnına yaslanmıştı. Zor da olsa gözlerimi açıp ondan durum el verdiğince uzaklaştım.
"Zamanı geri al, sırtlandığın o yalandan kurtul ve babamın odasında sana kendimi tanıttığımda bana gerçek sen ile karşılık ver."
|
0% |