Yeni Üyelik
5.
Bölüm

bölüm5|"Karanlığın İçinde Gün Yüzü"

@almelia

Kaçmak bir kurtuluş değildi fakat bile bile kaçtığın yere dönmek her ne niyetle olursa olsun aşağılık hissettiriyordu.

Kılıç'ın kolları beni saraya kadar taşıdıysa da içeri o şekilde girme ihtimali gururumu tümüyle zedeleyeceği için kendi kontrolümü almış ve kendimi odama kapatmıştım. Ben yatmaya fakat uykusuz bir geceye hazırlanırken odama giren yatağımın yanına çektiği sandalyeye kurulan ve beni yok sayıp kitabına gömülen Kılıç'a bir süre tek laf edemedim.

 

"Bana masal mı okuyacaksın?" diye dalga geçtim sonunda. Yatağa bastırdığım elime fazla yüklendiğim için ağrımaya başlayan bileğim yüzünden duruşumu değiştirip elimi yataktan çektim.

 

"Hayır," dedi bana bakmadan. Kitabın üzerinde yazan şeyi okuyacak kadar yakın değildim ona ve odadaki aydınlık da buna yetmiyordu. Işık onun arkasından vurduğu için sayfalarını muhtemelen yeterince aydınlatıyordu.

 

"Ne yapıyorsun?" O öyle durdukça şaşkınlığım artıyordu.

 

"Kitap okuyorum," derken diğer sayfayı çevirdi.

 

"Neden?"

 

Önce aldığı nefesin sesini duydum, ince bir rüzgar kapının altından geçip kaçmaya çalışır gibiydi.

 

"Kitap okumanın pek çok nedeni olur," diye başladığında benimle alay ediyordu.

 

"Neden burada okuyorsun?"

 

Kafasını kaldırmamakta ısrarcıydı. Bir bacağını öteki bacağının üzerine atıp kalçasını sandalyede öne doğru itti, daha rahat bir pozisyon tutturana kadar yerinde kıpraştı ve o değil de ben onun odasındaymışım gibi bir hakimiyet kurdu.

 

"Seni rahatsız etmeyeceğim, uyuyabilirsin."

 

Adamı izlerken gözlerimi bile kırpamıyordum, o kadar tehlikesiz duruyordu ki bu beni tehlike altına gömülmüş gibi hissettiriyordu.

 

"Ne?"

 

Sonunda gözlerini kaldırdığında ona o kadar uzun süre gözümü kırpmadan bakıyordum ki siyah bir sayfa gibi görünüyordu zihnime.

 

"Yalnızken uyuyamıyorsun değil mi?" diye sordu. Kitabını dizine indirmiş sayfasını kaybetmemek için orta parmağını kitabın arasına itmişti. "Kast ettiğin yalnızlık odada yalnız olmak değil miydi?"

 

"Bu senin sorumluluğunda değil?"

 

Beni duymamış gibi devam ediyordu. "Yatakta yalnız olmak mıydı yoksa sorunun? Eğer öyleyse buna da çare bulabilirim."

 

"Ne," diyebildim halisünasyon görüyor olduğumu düşünüp bunun için dualar ederek. Tepkime güldüğünde gerilen dudakları yüzündeki tek aydınlık yer oldu.

 

"Artık hasta ya da ilaca bağımlı olmadığıma göre yanında uyuyabileceğimi sana düşündürten ne?"

 

Duran kitabını dizlerine vurdu ve yavaşça ayağa kalktı, derin bir nefes alıyordu o esnada. Kapıya doğru ilerlemeye başladığında hiçbir şey söylemeden gidecek sandım.

 

"Yorgun olman ve yalnız olmaman seni uykunun kollarına kolayca çekecektir, direnme."

 

İlerlemeye devam etmesini bekledim ama kapının olduğu duvara yaslı olan yazı masamın önünde durduğunda masanın üzerinde bir şey arar gibiydi. Beni görmediği için şaşkınlığımı özgürce yaşayabildim bir süre ve sonunda "Uyu Nimfea," emri geldiğinde dirseğimin üzerindeki duruşumu bozup yatağa iyice, öfkeyle, çaresizce çöktüm.

 

🕑

 

En büyük düşmanım duygulardı. Onlarla yaşamayı öğrenemeyince ömrümü onlarla savaşarak geçirmiştim. Ne mağlup ne galiptim, ben zafere bir adım ilerlesem duygularım hemen orada bitip yoğun bir adımla beni ele geçirirdi. Psikoloğum buna yel değirmenine karşı savaşmak derdi ben babam için kendimle savaşmak derdim. O herifin yanında gösterdiğim her bir duygu kırıntısı aleyhime kullanılırdı bense açık vermekten nefret ederdim, babama karşı olsa bile.

 

Kılıç Kül Seryum bana kendim dışında bir düşman vermişken hissettiğim tehditten daha yüce bir şeyler hissediyordum artık, görmediğim bir şeye karşı savaşmaktansa gözümün gördüğünü düşman bellemek daha kolaydı çünkü. Onun sayesinde, birkaç gün içinde öğrenmiştim bunu.

 

Düşmanım yüzsüzce karşıma geçip bana bir şeyler söylerken uyuduğum on üç saatlik uykunun kafa ağrısından kurtulmaya çabaladım. Adam yüzüme bakıp tepki beklese de parmaklarımı şakaklarıma bastırıp her ne dediyse onu tepkisiz bırakmaya devam ediyordum. Sabah odama giren Kılıç'ın perdeleri açmak ve içeri güneşi almak yerine onu engellemek için zaten açık olan perdeleri çekmesiyle uyanmıştım. Aydınlıkla ilgili derdi yüzünden tüm Seryum'un çevresine bir perde çekebilirdi her an.

 

"Yaralarınla ilgilenmeliyiz," dediğinde bu kez onu netçe duymamın iyi bir nedeni vardı elbette. Ben yatağın ucuna tünemişken tam önümde diz çöküp bacaklarımı saran geceliğimin eteklerini sıyırmaya koyulmuştu Kılıç ve onu tekmelemek ilk aklıma gelen şeydi. İlk aklıma geleni yapıp onu tekmeyle savuşturmaya çalışırken havadaki bacağımı yakalayıp parmaklarını baldırımdan bileğime kadar indirdi elini hiç çekmeden.

 

"Aptal sapık! Ne yapıyorsun?" diye bağırdım gıcırtılı bir sesle. Girişimimi savuşturup öteki bacağımı da yakalayıp diz çöktüğü yerde kendi bacakları arasında sıkıştırırken " Tüm gece başının ucundaydım, sapıklık yapmak için beni tekmeleyecek kadar ayık olduğun anı seçmezdim."

 

Açıkçası bu iri, yalancı, inkar etmeye kalkışmayacağım oranda çekici, sahtekar herifin sapık olduğunu ya da en azından bana sapıklık yapacağını düşünmüyordum. Ama yine de "Ne gibi fantezilerin olduğunu bilemem sonuçta," diyerek omuz silkmekten kendimi alıkoyamadım. Yine de çırpınmayı kesmiştim. Evet, Kılıç Kül Seryum topraklarımı ve evimi işgal etmişti ben de onun elinde koz olmamak için kaçmış ve bir insana doğrulttuğum silahın tetiğine de basmıştım. Sonra işler daha farklı bir yöne saptığı için koşarak işgalci adamın kollarına atlamıştım ve bir de onu kesinlikle düşman olarak belirledikten sonra sırf odamda olduğu için rahat bir uyku çekebilmiştim. Yeniden...

 

"Öğrenmek istersen bu konuda bir şeyler yapabilirim," dedi kuru bir sesle. Karşı çıkmadığım için eteğimi sıyırmış, parçalanmış diz kapaklarımı izliyordu. Söylediği şeyin farkında olduğundan bile şüpheliydim. Öyle bir dikkatle yaralarımı süzüyordu ki tek düşündüğü o yaraların nasıl iyileşeceğiydi muhtemelen.

 

Bacağımı çekmeye çalışırken eteğim iyice yukarı sıyrılınca çok öfkeli bir nefes verdim dudaklarımı büzerek. "Terbiyesiz bir şey söylemişsin gibi hissediyorum ve bu hoş değil."

 

Parmakları yaralarımın üzerinde bir tüy gibi hareket etti, sanki şifacı bir ruhtu, yaralarıma kabuk bağlatıyordu. "Kesinlikle," dedi yalnızca, neyi onayladığını belirtmeden. Keten tuniği ve pantolonuyla askerlerinin üniformasındaki güneşi andıran adamın aydınlığa katlanamamasının tezatlığıyla yüzleştim bir an. Genişlemiş göz karaları her zamanki gibiydi, önümde diz çökmüşken de bir kral gibiydi. Bu kelime midemi bulandırdı, beni öfkelendirdi.

 

"Tıp o kadar ilerledi mi?" diye sordum huysuzca. Benimle ilgilendiği ve ben de ona izin verdiğim için yine bir tekme savurasım vardı. Gözlerini sağ dizimdeki yaradan ayırmakta zorlanarak başını kaldırdığında yüzünde soru vardı, kaşları az evvelki manzara yüzünden hala çatıktı, dudakları düşünceli bir şekilde büzülmüştü ve durumu gerçekten umursuyordu. Yüzüm iyice asıldı, öfke mideme vurdu ve bir an midemde ne kaldıysa onun üzerine bırakmak istedim.

 

"Uzun süre bakarsan iyileşecek mi?" Sesim az evvelkinden daha huysuzdu, yüzümün de ekşi ve bozuk bir şey yemişim gibi buruşuk olduğundan emindim. Alçak bir işgalci olmasa ona nazik davranır ve beni güzel bulması için belki poz da keserdim ama şartlar kurak topraklar gibi elverişsizdi.

 

"Sizi azat ediyorum Bay Seryum, ayağa kalkabilirsiniz." Bacaklarının arasında sıkıştırdığı bileğimi çekmeye uğraştım fakat sessizce beni alt edip yarama bakmaya geri döndü. Yaralanmış ve vahşi yani akıldan noksan bir hayvan gibi muamele gördüğüm çok açıktı.

 

Öfkeyle, huysuzca kurtulmaya çalışırken kapı çaldığında ben kapıya döndüm o yaralarımı dikizlemeye devam etti. Kapı açılıp içeri tüm endamıyla Batın girdiğinde ben arkasından giren koyu saçlı, gergin adamı izliyordum. İki siyah üniformalı adam odama girdi ve Kılıç omzunun üzerinden gelenleri gördükten sonra eteğimin uçlarını indirip bacaklarımı örttü.

 

"Pek mutlu görünmüyorsun prenses," diyene cevap verirken de onun bir adım arkasında kalıp kapıda dikilen adamın yüzündeki gizlemeye çalıştığı tiksintiyi analiz etmekteydim. "Siz buradayken nasıl mutlu görünebilirim?" dediğimde de ayağa kalkan Kılıç'tan başka hiçbir yere bakmayan memnuniyetsiz herifteydi bakışlarım.

 

"Hekimi çağır Batın." Kılıç ayağa kalkar kalkmaz bana sırtını dönüp kapıya ilerlemeye koyulmuştu. Batın ellerini önünde birleştirmişti, bir baş hareketiyle sessizce onayladı Kılıç'ı. Aralarındaki bağın neye dayandığını merak ettim. Bay Seryum iddia ettiği üzere hakkı olanı almaya gelmişti peki ya Batın ne niyetle ona bu kadar sadıktı. Sınırlı kelimelerle, zaman zaman yalnızca gözleriyle, belirsiz baş hareketleriyle anlaşacak kadar yakındılar. Bedenleri belki beyinlerinden bile hızlı tepki veriyordu birbirlerine, Batın odaya girdiğinde Kılıç'ın hiç fark etmediğim omuz gerginliği temiz su akıtılmış bir kir gibi akıp gidiyordu. "Birazdan burada olacağım," dedi yürümeye devam ederken ve Batın sanki bana söylenmiş gibi suratıma baktı. "Döndüğümde yemeğini bitirmiş ol."

 

Konuşan Kılıç'tı, Batın ve ben birbirimize bakıyorduk. "Sana diyor galiba," diye mırıldandım gerçeğin böyle olmadığını bilsem de. Düşmanım bakıcım olmaya karar verdiyse ya hala uyanmamıştım ya da çok ciddi bir kabusa uyanmıştım. Karabasanı buna tercih edeceğim kesindi.

 

Batın dişlerini göstere göstere, keyifle yüzüme baktı, başı iki yana sallanıyordu. Kılıç odadan çıkarken yanından geçtiği koyu saçlı, ondan on santim kadar kısa olan askerin omzunu sıktı dostça ve bu hareketle adam başını kaldırıp gözlerime baktı. Artık gizlemeye çalışmadığı rahatsız ifadesiyle. Tam olarak emin olamadığım o ifadenin ana kaynağını ben olduğum böylece kesinleşmişti. Kılıç'ın cesaretlendirici dokunuşu ile bir anlığına omuzları rahatlamıştı ve gözlerimiz buluştuğunda o rahatlık yağmurun arasındaki bir kar tanesi gibi yere çarpar çarpmaz dağılıp yok oldu.

 

"Bizi özlediğin için geri döndüğünü duydum." Batın'ın alayla söylediği sözler gözlerimin kısılmasına neden oldu öfkeyle, yönümü ona döndüğümde istemesem de daha rahat hissettiğimi inkar edemezdim. Batın ve kapıda dikilen adamdan yayılan iki zıt duman vardı, biri bembeyaz, gökteki bulutu andırırken öteki şimşeğin arlarında parladığı siyahlıktaydı. "Biz de seni özledik," dedi başını yana eğip bana masum bir sevinç numarası yaparak ellerini önünde şükranla birleştirirken.

 

İnceler gibi yana eğdim başımı ben de, odamın içinde bir hayalet gibi çökmüş ağır havanın sisli görüntüsünde kendime dost ve düşmanı hatırlatıp duruyordum. Onunla dost olmak gibi bir niyetim yoktu ama buraya neden geldiğimi de unutmamıştım. Arşive er ya da geç girip belgeleri bulacaktım ve gerçekleri, anlaştığımız üzere Batın'la da paylaşacaktım. Ben bir komutanı etkilersem o tüm orduyu etkilerdi.

 

Batın yanıtsız kalacağını anladığında ellerini iki yanına indirip harekete geçmeye karar vermişti. "Denileni yap prenses," dedi Batın çıkışa dünyadaki tek erkek kendiymiş gibi geniş omuzlarını sallaya sallaya yürürken. Onu bir savaş meydanında bile böyle yürürken göreceğime emindim ve bu düşünce beni gülümsetti. Garip Herif. Cevap vermeyip ayağa kalktım ve banyoya yürüdüm, yürürken devamlı bahsettikleri Valof Diren olduğunu düşündüğüm adamın önünden geçip onu görmezden gelmiştim, o ise hala yatağın ucunda oturuyormuş gibi aynı noktayı izlemeye devam etmişti. Banyodan çıktığımda boş, bana ait olduğu kadar yalnızca benim olabileceğim bir oda bulmayı diliyordum.

 

Saçlarımı yumuşakça ensemde toplayıp hızlı bir duş alırken sağ omzumdaki sıyrığa suyu yavaşça değdirip ani acıdan kaçmaya çalıştım. Sonra içinde olduğum duruma dair bir dolu soru akın etti suyla birlikte bünyeme. Babam neredeydi, bir planı var mıydı? Afelya güvende miydi? Bahran Ars günlerdir eve gitmediyse neredeydi? Babamın zerre sevmediği fakat dünyadaki seksen bir devletin her birinin de beş senede bir asker yetiştirip DYK bünyesine katmak zorunda olmasına ayak uydurarak buna ses çıkaramayışını düşündüm. Sen DYK'yi beslerdin o da zor durumda kaldığında arkanı kollardı fakat günlerdir hangi cehennemdeydi?

 

Kurulandım, askıdaki geceliğimi yeniden üzerime geçirdim ve sabahlığımı almadığımı fark edince odanın boş olması için dualar ederek odaya girdim.

 

"Neden hala buradasın?" diye sordum Kılıç ve Batın gittikten sonra odada kalan adamı görünce. Dolabıma yürüyüp hızlıca, aldığım siyah sabahlığımı üzerime geçirirken pencerenin önündeki sandalyeye rahatça oturup bağladığı kollarını izleyen adamı inceliyordum. Kavruk bir teni varsa da esmer bir adam olduğunu söyleyemezdim, güneşin yakıcı olduğu bir memleketten geldiği belliydi. Kılıç'ta da aynı kavrukluk varsa da onun teni koyu sarı saçlarına eşitlenecek şekilde bakırımsı bir görüntü sergiliyordu. İkisi arasında en açık ten Batın'daydı, belki de Kılıç ile aynı yerden gelmiyordu.

 

Başını kaldırıp bana bakmadı, soluk gün ışığı onun koyu üniforması ve saçlarının arasında yok oluyordu. Sonunda Kılıç'ın odamda olduğunda oturduğu tahta sandalyeye oturup uzun sabahlığımla bacaklarımı tamamen örttüm. Sandalyemi o yöne çevirdiğim için uzak da olsa karşımda kalıyordu adam.

 

Sonunda başını çok ama çok ağır şekilde kaldırıp odağına beni aldı. "Bakıcıya ihtiyacım yok ve yeniden kaçmayacağım, gidebilirsin," dedim. Ondan yayılan karanlık enerjiyle baş etmek için ne yapmam gerektiğini ölçüp biçerken tüm dikkatime ihtiyacım vardı. Odanın karanlığıyla göz altlarının yorgun karası ve gözlerinin keskin siyahı iyice tehlikeli görünüyordu. Batın ve Kılıç'ın aksine hem iletişime hem de yeni bir dosta tümüyle kapalı görünüyordu. En azından ne olduğunu belli ettiği için ona saygı duydum. Bir düşman bir düşman olarak kalmalıydı.

 

"Kaçıp kaçmamanla ilgilenmiyorum." Sesi tok ve kısıktı, konuşmaya pek hevesli olmayan biri olduğundan ya da en azından benimle konuşmakla ilgilenmediği için sesini kullanmakta tasarruf ediyordu. Başını çevirip yanındaki pencereden göğü izlemeye başladı, oturuşu değişmedi, yerinden bir santim bile kaymadı. Masanın yanında kalan perdeyi aralamıştı, güneş sinsice o aralıktan içeri girmeye çalışırken taş zeminde ışık huzmeleri yüzüyordu.

 

"Neden buradasın peki?"

 

"Seni tanımam istendi."

 

Onun kadar soğukkanlı ve mesafeli olmaya uğraşsam da cümlesi ile uğraşlarım çürük temelli bir bina gibi ilk sarsıntıda yıkılmıştı.

 

"Bu konuda bir şey yapacak mısın?"

 

Başını yeniden bana çevirirken yüz yıllar geçmişti sanki, gözlerinin gözlerimle buluşması uzun sürmüştü. "Şu ana kadar stresle baş edemediğini öğrendim," dedi dümdüz bir sesle. Sesinden ettiği tasarrufu mimiklerinde de uyguladığı öyle aşikardı ki küçük bir kız gibi bu kayıtsızlığa karşı midemin düğümlendiğini hissediyordum. Fakat saldırıya geçmeyecektim, bu hiçbir zaman benim tarzım olmamıştı.

 

"Bu bilgiyle ne yapmayı düşünüyorsun?" Uzanıp komodindeki saatimi aldım, bileğime takarken saatimin durduğunu görmüştüm. Derin bir nefes aldım yersiz bir iç sıkıntısıyla daralan göğsümü genişletmek için.

 

"Bu bilgiyi kullanmam gerekirse ne yapacağımı görürüz."

 

"Heyecanla bekliyorum," dedim neredeyse bomboş bir sesle ve gözlerime anlam arar gibi baktığında ifadesi silinip atılmış boş bakışlarla baktım ona. Bu bakışı binlerce kez kullanmıştım, hiçbir uyarandan etkilenmez, hiçbir içsel mücadeleyi dışarı yansıtmazdı. Bu benim en güçlü silahımdı. Ve hiç beklemesem de bu silah karşımdaki adamı da vurmuştu. Düz bakışları karardı, kaşları birbirine yaklaşırken ortalarında derin iki çizgi belirdi ve ondaki taş maskeyi düşürdüğümü anladım, sinsice gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım hızlıca.

 

"Valof Diren," dedim dilimle bir baharatı tadar gibi, ölçerek, tartarak. "Bana saati söyleyebilir misin?"

 

"Karnelyan Mahver," dedi derin bir nefesin arasına yedirerek. Sıkkın, bıkkın ve yorgun olduğunu görebiliyordum. "On ikiyi beş geçiyor." Sol bileğindeki gümüş saatin kadranından gözlerini bir süre kaldırmadı.

 

Sessiz bir teşekkür mırıldanırken durmuş saati yine de bileğime takıp onu izliyordum.

 

"Babana benziyorsun," dedi hakaret eder gibi. Artık dudaklarımın tasmasını elimden kaçırmıştım ve tebessümle izledim onu.

 

"Sen de babama benziyorsun," dedim onunla aynı şekilde fakat daha sakin. Burnundan öfkeli bir nefes döküldü; burun kanatları genişlemiş, bağlı kolları çözülmüş, rahatça ayrılan bacakları bir tehdit algılamış gibi birbirlerine yaklaşmıştı. Ben bacağım diğerinin üzerinde ve kollarım bacaklarımın üzerinde oturmaya devam ediyordum.

 

"Tüm dünyaya sana iyilik borcu varmış gibi davranan şımarık bir kızsın değil mi?" Sakinliğini korumaya çalışsa da sık nefeslerini tam göğsünde görüyordum. Yüzümdeki tebessümü silmeden dudaklarımı büktüm.

 

"Klişe bir hakaretti, bundan daha iyisini tespit etmen gerekiyor."

 

"Karşı çıkmadığına göre tespitimde tamamen yanılmamışım." Saldırgan tavrı huzursuz ediciydi kabul ediyordum ama öyle haksız bir yerden saldırıyordu ki sıktığı kurşunlardan birini bile isabet ettirememişti.

 

"Sıra bende mi?" Bu soru yalnızca onu kızdırmak içindi. Beni yargılayan hiçbir puşta aksini kanıtlamaya çalışmazdım, beni nasıl algılıyorsa o role bürünmek savunma biçimim gibiydi.

 

Dolgun dudakları büzüldü küçümsemeyle fakat saniyeler içinde birbirine bastırıp çizgi haline getirdi onları.

 

"Tüm dünyayı tehdit olarak algıladığın için her zaman saldırgansın, muhtemelen olayları kişisel algılıyorsun." Bir durup parmağımla çeneme vurdum birkaç kez. Bir kelimeyi hatırlamaya çalışır gibi gözlerimi tavana dikmiştim. "Kompleksli bir kişiliğin var ve yalnızca senin ve yakınlarının problemleri senin için gerçek, diğerlerini küçümsüyor ve bunu yaparken gizlemeye bile çalışmıyorsun." İyi bir iş çıkarmış gibi gülümseyip kollarımı göğsümde bağlarken onun köşeleri aşağı seğirmiş dudaklarını, dizine belli bir ritimle çarpan parmaklarını, geniş göğsünü şişiren sık soluklarını izledim. Sonunda postalının ucunu yere çarpıp yüzündeki ifadeyi sildi. "Daha iyisini yapmak için birbirimize süre tanımaya ne dersin?" Gözleri ölü bir adamınki kadar boş baktı, yutkunup onayladım onu gevşek bir omuz silkişle.

 

🕑

Arşivin kapısındaki iki iri nöbetçinin yüzlerini izledim sınayarak. Daha önce arşiv korunmak için ekstra güce ihtiyaç duymamıştı, tarihimizi olduğunca şeffaf aktarmaya çalışırdık ve arşiv halka değilse de konsey üyeleri ile bana her zaman açık olurdu. Ve ben de gizlice halka açardım, bazen.

 

"Siz isteseniz de istemeseniz de bu odaya gireceğim," dedim adamlara tehditçil bir sesle. "Ya içeri girmeme izin verin ya da bana eşlik eden arkadaşınız gibi birer bacağınıza şimdiden veda edin."

 

İkisi de karşılarında garip hikayeler uyduran bir çocuk varmış gibi baktılar yüzüme, kirpikleri birbirlerine karışacak şekilde hızla göz kırptıklarında bakışlarım ikisi arasında mekik dokumaktan yorgun düşmüştü.

 

Biri, yangından sonra tümüyle beyaza boyanan arşivin çift kanatlı kapısının önünden çekildi, diğeri kanatlardan birini içeri doğru itip açarken "Arşive sınırsız giriş hakkınız var, Bay Seryum sizin için bir sınır koymadı," diye bildiriyordu bana. Elimle ağzımı kapatmak zorunda kaldım şaşkınlıkla aralandığını gizlemek adına. Bu hareketi iyiye yormamam gerektiğini bilecek kadar tanımıştım onu. Geçmem için açılan kapıdan geçtim tek kelime daha etmeden ama her ne ile karşılaşacaksam bunun pek de hayra alamet olmayacağını ta göğsümün ortasında, kaburgalarımın arasındaki boşlukta hissediyordum. Odanın ağır kokusu çarptı burnuma. Böyle siyasi biri isyanda çıkmış yangında o aptal sürüsünün yangını arşive taşımamasına şaşmalıydı. Ancak içimden bir his Kılıç'ın Batın ve Valof'u binaya yollamasının nedenlerinden birinin de bu olduğunu söylüyordu. Çoğu kata yangın ulaşmamıştı, muhtemelen Kılıç'ın güvendiği adamların yangına hızlı müdahale etmesi sayesinde. Açıkçası yalnızca kapı girişindeki sahanlık, son kralın tahta çıktığında yaptırdığı altın yaldızlı ,bol işlemeli giriş kapısı ve benim odam yangındaki en ağır etkiyi almıştı. Taş merdivenlerin tahta tırabzanları tümüyle değiştirildiğine göre oralar da yangından nasibini almıştı ama arşiv değil.

 

İçeri girip tüm Seryum yöneticilerinin sınıflandırıldığı belgeleri karıştırırken yalnız ve kaygılı olduğum için dosyaları titrek ellerle karıştırıyordum. Sanki ruhum geleceğe kadar gidip göğüs boşluğuma yerleşmiş ve ellerimi kukla gibi oynatıyordu. Ne aradığımı bile bilmeden S rafında Kamer Mahver'in siyasi kayıtlarından bir şeyler anlamaya çalışırken odanın tozlu kokusu ve yangından kalma ağır havası nefes alıp kendimi sakinleştirmemde bana zerre yardımcı olmuyordu. Babamın kendi doldurduğu, imzaladığı belgelere ait dosyası aldım elime, toplantı ve görüşmelere bakmamın pek anlamı olmasa da S rafında kayıtlandığı için bir karıştırıp başka bir dosyaya geçebilirdim. Gözlerimin odaklanmakta zorluk çektiğinin farkındaydım yine de ciğerlerimin tüm kapasitesini zorlayacak derin bir nefes alırken önümde açık olan sayfayı okumak için hazırladım kendimi.

 

Okuduğumda ciğerlerimde tıkılı kalan soluk zehre dönüştü, taze bir soluk için duyduğum ihtiyacı karşılamak için ciğerlerimde eskiyenden kurtulamadım bir süre. Rafa tutunup yere çöktüğümde ağzımdan almaya çalıştığım nefesi ciğerlerime iletmeye çalışıyordum.

 

Kılıç Kül Seryum ismi ayan beyan geçiyordu belgede, babamın sağa eğik el yazısı, babamın imzası tam bu kağıttaydı. Kılıç Kül Seryum ile planlanan görüşmenin içeriğinden tek bir şey yoktu, nedeni yoktu... Ama bunlar değildi beni soluksuz bırakan, isminin birden fazla belgede geçmesiydi. Ayağa kalkıp yeni bir şey aradım bana iyi gelecek olan.

 

Kılıç Kül Seryum'un isminin açıkça geçtiği ilk belge. Bir toplantı, Kamer Mahver ve Kılıç Kül Seryum'un ilk siyasi toplantısı... DYK tarafsız bölgesinde planlanan bir başka toplantı daha. Dünya Yönetim Kurulu, Kılıç Kül Seryum gerçekliğinden haberdardı. Ne zamandır?

 

27.08.1927

 

İlk kayıtlı toplantının tarihine bir kez daha baktım. Annemin gittiği sene aynıydı hatta ay. Hiçbir bağlantı bulamasam da bir bağlantı varmış gibi hissetmekten kendimi alıkoyamıyordum. Kılıç Kül Seryum, gerçekti. Bir hayalet değildi, Kamer Mahver onun katili değildi. Neydi, tüm bunlar nedendi? Yeniden yere çökme ihtiyacı hissederken mide bulantısı beni olduğum yere mıhladı. Gözlerimi kırpıyor, eğer bir kabustaysam uyanmaya çalışıyordum.

 

Senelerdir derste anlattığım bu değildi, Kamer Mahver ve Bahran Ars şafak sökmeden saraya sızdığında son Seryum Kralı Esteran Seryum ve eşini yataklarında etkisiz hale getirip Seryum için yeni bir çağ başlatmıştı. Anlattığım ve inandığım buydu, müfredatımda olan buydu, müfredatı kontrol edense Kamer Mahver'in ta kendisiydi.

 

Arşivin içindeki ağır hava gittikçe artarken yeniden yere çökmemek için kendimi zor tutuyordum. Bugüne dek milyonlarca kez bu odaya girdim, babam bunun için bana bir kez bile engel koymadı. Bir aptal olduğuma o kadar inanıyordu ki belgeler gözümün önündeyken bile onları görebileceğimden şüphelenmemişti ya da benim öfkem, yapabileceklerim o kadar umurunda değildi ki görmemden hiç korkmamıştı.

 

Kapının gıcırdayarak açıldığını duyduğumda rafların arasında, yerde biriktirdiğim onlarca dosyanın arasında tamamen kayıp vaziyetteydim. Gelen her kimse karşılaşma ihtimali beni ölümüne korkuttuğu için odanın içindeki genişliği en fazla iki metre olan kağıt deposuna koştum. Sanki öğrendiğim şeyler ben de bir yara açmıştı sanki gelenin elinde bir avuç tuz vardı, sanki gelen o tuzu yaramın içine itip beni tümüyle etkisiz hale getirmek amacıyla buradaydı. Aptalcaydı ama ben zaten bir aptaldım.

 

Evimdeydim, evimin ortasındaydım ve evimi öyle özlüyordum ki diz çöküp ağlaya ağlaya Tanrı'dan benim için şefkatli bir anne ve merhametli bir baba dilememek için tüm irademi kullanmak zorunda kaldım.

 

Havası az öncekinde daha ağırken açıkça havasız olan kağıt deposunda bir yere yaslanmak ihtiyacıyla titriyordum. Daha bilmediğim ne vardı? Kılıç Kül benim için hala bir işgalciydi, babam hala şerefsizin tekiydi ama dozajın bu kadar artmasına damarlarım iyi tepki vermiyordu.

 

"Karnelyam," diye seslendi tanıdık bir ses hemen arkamdan. Yumuşak sesinin bile yerimden sıçramama neden olacağı kadar hassaslaşmıştım. Kafamın içindeki fırtına öyle büyümüştü ki adım seslerini duymamıştım bile. Ona doğru döndüğümde yalnızca bir adımlık mesafe vardı aramızda. Yüzüne bakmadan yanından geçip gitmek için omzumla omzunu iterken "İsmim Karnelyan, kıt herif," dedim boğuk sesimle. Geçmişin içinden gizli bir el birden çıkıp boğazıma sarılmıştı sanki.

 

Kılıç geçmeme izin vermeyip arkasına bile dönmeden minicik odanın kapısını kapatıp bir eliyle beni kendine çektiğinde nefesimin kesildiğini ve sadece bir saniye içinde öleceğimi sanıyordum.

 

"Kapı bozuk," dedim ağlar gibi. "Kapıyı kapatmayız." Yüzüne bakıp pişmanlık, kaygı ya da mücadele ruhu görmeyi beklerken hiç duymamış gibi yüzümdeki ifadeye anlam vermek için beni izleyen gözlerle karşılaşmıştım, zar zor görebilsem de. Kapı genelde kapatılmadığı ve içeride kağıtlar olduğu için içeriyi aydınlatacak aplikler bu alanda yoktu, karanlıktaydık. Bu adamla hep karanlıktaydım.

 

"Ne gördün?" diye sordu fakat bir tehdit altındaymış gibi değil tehdit benim içinmiş gibi. Duyguları gizleme işini siktir edip ellerimi acı içinde saçlarımdan geçirip tavana baktım. Odanın içinde tek bir mum bile yoktu, lanet elektrikse alt yapısı uygun olmayan beş yüz yıllık sarayın içine uğramamıştı bile. Medeniyetin uğramadığı bir yerde, yalnızca kapının altındaki büyük aralıktan sızan ışıktan ve kilit boşluğundan giren minik ışık huzmesinden başka bir aydınlatma yokken bile adamı az çok görebilmemin nedeni tamamen dibimde olmasıydı.

 

"Fikirlerimi değiştirecek bir şey değil," dedim zorlanarak. Boğazımın dört bir yanını saran çeperler şişmiş gibi acıtıyordu konuşmak canımı. Nefes almak, kaçmak, babamı bulmak ve onu lanetlemek istiyordum, annem neredeyse peşine düşmek ve babamı da alıp ikisini en en ama en acı verici cehennem hangisiyse oraya kapatmak istiyordum. Yalnız bırakılmak ne demekmiş öğrensinler diye iblisle dost olmak istiyordum. Hiçbir zaman çok iyi bir insan olmamıştım, belki de duygusal olmayan herkes kötü diye yaftalanıyordu sadece. Oysa siktiğimin duyguları beni bir canavar yapıyordu.

 

"Ne gördün?" diye sordu yeniden. Ondan uzaklaşabildiğim kadar uzaklaşıp kapıyı paslı kulbunu çekiştirmeye başladım. Yerinden hareket etmeyen kulbu öyle sert çektim, ittim ki kapının kendine bıraktığı minik boşlukta kendi kirişlerine çarpa çarpa boğulduğunu sandım. Acı çekti ama açılacak kadar değil. Çıldırmış gibi kapıyı sarsmaya devam ederken hareketimden değil içimdeki fırtınadan boğulmak üzere olduğum için nefes nefeseydim. Minicik alandaki oksijeni tek başıma tüketecek kadar sık soluklanırken başımın döndüğünü ve oksijenin zehir gibi başımı döndürdüğünü hissettim. Kontrolümü kaybetmek beni mahvederdi, düşmanım olan ve sonsuza dek öyle kalacak olan Kılıç Kül Seryum'un yanında kontrolümü kaybetmek kıyametimi getirirdi. Herkes yaşamına devam ederken ben ölür, yeniden dirilir ve mahşerde bile yapayalnız kalıp Tanrı beni bir kez olsun görsün diye beklerdim.

 

Belimi saran bir çift el beni kapıdan uzaklaştırırken ben beni tutandan uzaklaşmak için deli gibi çırpınmaya başladım bu kez de. Küçük odada delirmiş gibi kendimi ve beni tutmaya çalışan adamı sarsarken Kılıç'ın tek bir adımına tekabül eden mesafeyi kapatması sonucu arkamızda kalan kağıt rafına büyük bir gürültüyle çarptığımızı hissettim. Kılıç'ın sırtını çarptığını, sarsıntıyla rafından uçan yaprakların üstümüze düştüğünü, Kılıç'ın beni üzerime bir şey düşmemesi için kolları arasına alıp bedenimi tümüyle muhafaza ettiğini...

 

Kağıtlar düşmeyi bıraktı, Kılıç kontrollü bir şekilde gövdemi tamamen saran kollarını çözüp iki elini belimdeki kemiklere yerleştirip ileri bir adım attırdı. Dönüp bakmak için kollarından kurtulduğumda kapının altından vuran ışığın yerdeki beyaz kağıtların üzerinde dinlendiğini gördüm. Yeniden kapıyı açmak için atıldım ve bu kez çıkmak için gerekirse bir kolumu feda edecektim. Bunun farkında olan Kılıç omzumdan çekti beni ve kapının kulbundaki elimi zorla söküp kendi elini yerleştirdi. Birkaç saniye izin verdim kendime sakinleşmek, yaşamak için. Kılıç beklediğim gibi kapıyı zorlayıp açmak yerine kulbu tamamen çekip çıkardığında yarım bir dönüşle bana bakıp elindekini bana uzattı. Şaşkınlık dilim şişmiş gibi kelimeden yoksun bir ses çıkarmama neden oldu, kapıyı açmak yerine bizi buraya tamamen hapsetmiş olmasına verebileceğim en uysal tepki buydu, fakat pek sürmeyecekti.

 

Elindekini ondan söker gibi çekip aldıktan sonra göğsüne öyle sert fırlattım ki burnundan kaçan nefesin kesildiğini duydum. En fazla iki metrelik boş alanı olan bir odada düşmana yapılacak en kötü şeyi yaptıktan sonra korkuyla geri bir attım, adımımla sırtım başka bir kağıt rafına çarptığında Kılıç'ın kolları saniyenin yarısı kadar bir sürede beni oradan uzaklaştırdığında kaçmak için verdiğim uğraş az evvelkiler kadar güçlü değildi. En azından başımı geriye atıp gözlerimi sıkıca kapattım ondan gelecek bir darbe ya da bir öfke patlamasına belki de sinkaflı bir küfre karşı.

 

"Sana zarar vermeyeceğim Karnelyam," dedi anlamam için hızla ve sesli şekilde konuşarak. Yüzünü yüzüme yaklaştırmaya çalışırken ben ağlamamak için dudaklarımdan dökülen acı dolu iniltilerle onun yüzümü görmesini engellemeye çalışmaya devam ediyordum. Başımı geriye atıp çenemi omzuma bastırıyordum kendimi korumak için.

 

"Zarar vermeyeceğim." dedi tekrar bu kez daha tesirli bir sesle. "Sakin ol, güvendesin." Kısık çığlıklarla ondan kaçmaya, kendimi korumaya odaklıydım ki bocalasam da duramadım.

 

Omzumdaki eli sürünüp tüm sırtımı sardı, bir eli başımın ardını nazikçe tutup kendine yaklaştırdı ve ben ilk kez bu adamla karanlıkta yan yana olduğum için şükürler ettim. Eğer ışık yeteri kadar iyi olsaydı eğer yüzünde bana karşı bir acıma ifadesi görseydim yıllarca uğraşıp yapamadığım ağlama işini o tek seferde yapıp kendime olan saygımı yitirmeme neden olacaktı.

 

"Güvendesin," dedi yüksek bir fısıltıyla.

 

Karşı koymayı bırakıp alnımı sertçe göğsüne bastırdım, alnımla onu itmeye çalıştım, içimdeki tüm aciz duyguları onun göğsüne doldurmaktı niyetim. Bir kez ölmediyse bu kez de ölmezdi, beni bu acıdan kurtarsa ölür müydü?

 

"İyiyim," derken kusacak gibiydim, kaslarım öyle gergindi ki konuşmak için çenemi oynatmak bile canımı müthiş boyutta yakmıştı. "İyiyim, ben bir şey görmedim."

 

"Tamam ," dedi sakince, bir planı varmışçasına. "Sadece bir süre benden nefret ettiğini unut, rahatla Nimfea." Eli başımın ardından meleksi bir naziklikle aktı ve belime yerleşti, hiç beklemeden diğer eliyle dizlerimin altını kavrayıp beni kaldırdığında ayaklarım hangi tarafta olduğunu anlayamadığım raflardan birine çarptı ama Kılıç durmadı ve kapıya doğru bacaklarını uzatarak oturunca beni kucağında sıkı sıkı tutmaya devam etti.

 

Karşı çıkmak yerine "Nefret etmiyorum," diye bildirdim ona. Ondan nefret etmem için muhakkak sebebim vardı fakat kendimden etmem için daha iyi sebeplerim vardı, sanırım hiçbir zaman ilk sırada olmayacaktı.

 

"Evet," diye konuştu sesiyle saçlarımı titreterek. "Buradan çıkana dek benden nefret etmiyorsun." Ona açıklamak istiyordum, ondan şimdi ya da sonra nefret etmeyecektim, onun planlarından, çizdiği yoldan nefret ediyor ve edecektim ama ondan etmeyecektim. İnsanlardan nefret edemezdim, bu beni yok ederdi. Başımı iki yana salladım, saçlarım çenesindeki sakallara karıştı. Nefeslerim düzelene kadar bekledi ve dakikalar sonra "Konuş benimle Karnelyam," dedi.

 

"Senin yalancı olmadığını biliyorum," dedim ruhsuz bir sesle. Şu anda ruhuma hiç ihtiyacım da yoktu zaten. Gözlerim dolmuşsa da ağlamamamın nedeni ruhumun hızla geldiği kuytulara geri dönmesiydi. Karanlığın içinde düşman bellediğim adamın kolları gövdeme dolanıkken neden ruha ihtiyacım olacaktı ki? Neden düşman kolunu gövdeme sarıp beni sakinleştirirken ondan nefret etmem gerekiyordu? Küçük bir kız çocuğu gibi terk edilmiş ve ihanete uğramış hissetmemin sebebi sahtekar diye küçümsediğim Kılıç Kül Seryum muydu sanki. Son kralın doğmadan öldürülen oğlu beni doğuran annemden daha kötü olabilir miydi? Babam onun katili değildi, babamın katlettiği o değildi ben ve içimi saran tüm insansı duygulardı. Ondan nefret ederken bile aciz biri gibi onu memnun etmek için bir robota dönüşmem onun hatası mıydı? Babamın? Tamamen benim. Şu birkaç günde kollarında olduğum adama o kadar karşı koymuştum, babama karşı koyamayacak kadar aptal mıydım? Tamamen öyleydim.

 

"Ama hala işgalciyim," derken soru sorar gibi şekil almıştı sesi. "Hala işgalcisin," diye temin ettim onu. Şakağım göğsüne yaslıyken ellerimle karanlığa rağmen yüzümü örtüp tümüyle ışıksız bıraktım kendimi ve nefessiz.

 

"Ama yalancı değilim." Yeniden teminat istiyordu, istediğini verdim örtülü dudaklarımdan çıkan onay sesiyle. Göğsü kısık ve kısa bir kıkırdayışla sarsıldı beni de yanında götürdü. Ellerimi yüzümden indirdim ve yüzünü görmeye uğraştım. Karşısında kalan kapıya dönüktü yüzü ve bakışları, sanki ben orada değilmişim gibi odaklıydı.

 

"Seni bir gün öldürecekmişim gibi hissediyorum," dedim varlığımı hatırlatmak ve kucağında olmanın utancı beni yiyip bitirmesin diye.

 

"Ben de bundan korkuyorum," dedi ama sanki arkasında başka bir şey ima ediyordu.

 

"Kork zaten." Silkelenip ondan uzaklaşmaya başladığımda "Kabının kulbunu yerinden sökecek kadar güçlüysen bu gücü kapıyı açmak için kullanamaz mıydın?" diye soruyordum tamamen küçümsemeye bürünmüş bir sesle.

 

"Eğer gitmene izin verseydim yalancı olmadığımı kabul etmeyecek gibiydin."

 

"Yanılmışsın," dedim tamamen haklı olduğu için kendimi savunmak için. Bir kriz geçirmiştim fiziksel değilse de manevi birkaç tokat yemiştim, sahte geçmişimin sillesi beni düşmanın kollarına kadar düşürmüştü. Bu boşlukta bana her şeyi itiraf ettirebilirdi fakat o bunu kullanmaya çalışmamış tek bir şeyle ilgilenmişti.

 

Ayakta durmak için yer yoktu, ondan uzaklaşamaya çalıştığımda etrafa saçılmış kağıtlar ayaklarımın altından kayıp dengemi bozduğu için oturduğu yerden beni tutmak zorunda kalmıştı Kılıç. Sonunda ayakkabımın ucuyla bacağını itip yer açtım kendime ve iki bacağı arasında ayakta dikildim. Bir bomba patlamıştı odada, manevi bir bombanın tesiriydi bu kargaşa. Ellerim belimdeyken yerde oturan, kollarını göğsünde bağlayıp rahatça oturan adama üstencil bir bakışla baktım. "Mahsur kaldık," dedim çünkü fakında değil gibiydi. Sadece başını salladığını görebildim, ışıktan ne kadar kaçarsa kaçsın yere olduğu için ışık onu benden daha fazla aydınlatıyordu. Hemen yanına düşmüş kapı kulbuna uzandı eline almak için ve "Bu vakti değerlendirmek için bana merak ettiklerini sorabilirsin," diye konuştu kendine güvenen sesiyle. İki bacağının arasında dikili kalmanın anlamsız olduğunun farkındaydım, oturmalı ve onunla konuşmalıydım. Bacağının içini dürtüp "Yer aç," dedim klasik Karnelyan donukluğuyla. Elindeki kulbu incelemeye devam ederken beni yok saydı. "Kucağına mı oturayım?" dedim sinirle, soruyu sorduğumda olumsuz yönüne dikkat çekmeye çalışıyordum fakat kafasını hızla kaldırıp bir heykel gibi yüzüme bakarken gözlerinin içindeki karanlık umudu gözden kaçırmamıştım.

 

"Retorik bir soruydu," diye mırıldandığımda hiçbir şey olmamış gibi bakışlarını bir yağmur damlası gibi düşürdü gökten yere.

 

Sakince elindeki saçma şeyi evirip çevirmeye, izlemeye geri döndüğünde bıkkın bir nefesle bacaklarının arasındaki taşa çöktüm. Bacakları iki yanımı saran çitler gibiyken ben dizlerimi karnıma çekip kollarımı da etrafına sarmıştım.

 

"Babam bana hatta halktan kimseye senin var olduğuna dair bir şey söylemedi," dedim babamın kalpsizliğinden utanarak. "Sen de daha önce çıkıp gelmedin ya da var olduğunun dedikodularını güçlendirecek bir şey yapmadın." Bana bakmadı. "Neden?"

 

Omuzları öne doğru çökmüşken, başı omzuna eğikken aslında ne kadar yorgun olduğunu ilk kez görür gibiydim ya da gerçek bir insan olduğuyla yüzleşmek onu gözümde bir hayaletten et ve kemikle şekil almış insana dönüştürdüğü için detayları fark edebiliyordum. Tam karşısında oturduğum için kapının kilidinden sızan ışığın önünü kesip onun yüzünü aydınlatmasını engellemiştim bu sebeple yara izleri orada değildi.

 

"Var olduğumu bilenler beni buldu," dedi gözlerime bakarak. "İnsanları var olduğuma ikna etmeye çabalamak iyi hissettirmiyor Karnelyam." Oksitlenmiş bakır renkli kulbu tek eliyle tartarken tekrar onu izledi. "İkna etmeye değil bana inanlara ihtiyacım vardı."

 

"Neden şimdi geldin, neden daha önce değil?" diye sordum ısrarla. Bu kez elindekinden daha ilgi çekici olduğuma karar vererek yüzüme baktı daha uzun süre. Cevap ondaydı, niyeyse benim yüzümde aradı onu.

 

"Babanla bir anlaşmam vardı," dedi ve oda üstüme çökmüş, enkaz altında kalmış gibi hissetmeme neden oldu. Devam etmesi için bekledim, amacım bu olmasa da hemen konuşabilecek kadar sağlıklı hissetmiyordum kendimi. "Zamanı geldiğinde hakkım olanı almaya geleceğimi biliyordu ama o hile yapmayı seçti."

 

"Neden şimdi doğru zaman olduğunu düşündün ve o hile ne?" Sesimin titrediğini duymasam da boğazımda titreşimi hissettim, onun hissetmemesini umuyordum. Bu duygudan yoksun maskeyi babam bana zorla takmıştı ve şimdi onun düşmesine neden olan da oydu.

 

"Doğru zamanı kaçırdım," dedi aldığı nefesle kelimeleri eş zamanlı çıkardığı için hırıldayan bir sesle. "Daha önce gelmeliydim." Benim bilmediğim bir şey vardı ve sesinden, verdiği soluktan bile öfkesi taşar gibi akıyordu.

 

"Ama işler böyle ilerledi ve ben Kamer Mahver'in bıraktığı enkazın orta yerine bir taht koymak zorundayım."

 

"Gerçekten kral mı olacaksın?" Çocuksu bir merak ve sesle sorduğumu anlayınca "Geleneksel monarşi mi ait olduğun ve geri kazanmak istediğin şey?" diye düzelttim hemen.

 

Başıyla onayladığını görebiliyordum. "Halk şimdiki gibi devam etmesine dayanamaz." Babama karşı bir eleştiri olduğunu anladım ancak hak verdiğim için değil.

 

"Babam iddia ettiğin gibi bir diktatör değildi," diye savunmaya geçtim, kendimi savunmak aciz gibi hissetmeme yol açsa da babamı savunmak farklıydı. O yalnızca bir baba değil bir ülkeyi kurtarıp yönetendi. "Daha önce de kraliyet adına pek çok isyan oldu, bunları bastırdı ancak bu düşünceye sahip olanları astırmadı. Babam kötü bir yönetici değildi."

 

"O isyancıların nerede olduğunu biliyor musun?" Sorunun cevabında acımasız bir yan olduğuna neredeyse emindim, inandığım tek bir şey yıkılınca tüm inançlarımın içi boş gibi hissettiriyordu. Elimde kalan sağlam dayanakları tespit etmeli ve onlara sıkı sıkı tutunmalıydım, şimdi ise bildiğim yanlışların doğrusunu öğrenmekteydi sıra.

 

Ben sessiz kalınca devam etti Kılıç Kül. "Kaçabilenler beni buldu ve himaye talep etti. Kaçamayanlarsa," derken cümlenin sonu için beni sessizce hazırlıyordu sanki. "Çeşitli nedenlerle bir süre sonra ölü bulundu."

 

Ona baksam da gördüğüm o değil anlattıklarıydı, sanki bahsettiği her bir insanın siması karşımdayken onların son nefeslerinin sıcaklığı etrafımı sarıp daha acı verici bir yangın, bir cehennemle sarıyordu etrafımı.

 

"Son iki isyanın her birinde isyan sonrası ölü bulunan vatandaşların yakınlarıyla görüştüm. Bazen gerçek kimliğimle, bazen yetkili bir kişi gibi bazense yalnızca bir dost olarak. İsyandan sonra her biri yakınlarını tekrar görmediğini söylüyordu oysa gazetelerde bazılarının günler sonra intihar ettiği yazıyordu. Bazılarının ailesi tarafından ölü bulunduğu, gizemli bir katil tarafından bir köşeye atıldığı ya da korkak gibi kaçtıkları sunuluyordu radyolarda."

 

Yazdığı senaryoyu izlemeye daha fazla dayanamayıp gözlerimi kapattım, böylesi daha parlak ve gerçek bir sahne serdi bana. Parmaklarımı göz pınarlarıma bastırarak kurtulmaya çalıştım her şeyden, gördüğüm, duyduğum, bildiğim, bilmediğim her şeyden.

 

"Söylediklerin doğru olsa bile bunun babamla bir ilgisi olduğu sonucuna varamayız."

 

"Onları öldüren baban olmayabilir mi?" diye sordu açıkça. "Haberler doğru olabilir, intihar etmiş ya da öldürülmüş olabilirler," diye ekledim onu başımla onaylarken.

 

"Ve krallık özlemiyle ayaklandıkları için bu şekilde ölmeyi hak ettiler." Bunun bir soru olduğuna emindim. Ne onay ne de ret sundum ona, bastırılma şekillerini onaylamasam da Seryum'un yeniden monarşinin savunmasız ellerine geçmesini reva gören her bir insanın görüşleriyle beraber yok olması beni sanıldığı kadar rahatsız etmezdi. Buna bu görüşün ana savunucusu olan Kılıç Kül Seryum da dahildi.

 

"Baban başından beri baskıdan güç alıyordu," dedi öfkeyle. Bildiği şeylerin onu öfkeyle dolup taşırdığını tahmin edebiliyordum. Fakat "Bugünün geleceğini hep biliyordu, onu hep uyardım ama en azından kızını korumak için bir plan yapmak yerine her şeyi mahvettiğini bilen rezil bir adam gibi çekip gitti," derken sesine yansıyan öfkeyi bastırıp beni bir gerçekle yüzleştirmenin nazikliğine bürünmüştü. İhtiyacım olan bir düşmanın nezaketi değildi, babamın boktan olması ülkenin de boktan bir sistemle kaderini karartması anlamına gelmezdi sonuçta. Bu ülke için bu adam benim düşmanım olarak kalmaya devam edecekti.

 

"Belki de beni kurtarmak için bir plan yapmıştır," derken sesim onun bilmediği ve bilemeyeceği güçlü bir şeyle kendinden emin çıkıyordu.

 

DYK'den nefret ederken beni DYK ordusunun baş komutanı ile zorla da olsa evlendirdiğine göre bugünün yakın olduğunu gayet iyi biliyordu, beni bırakıp gittiyse bile sanki elime kendimi korumam için bir silah tutuşturmayı da ihmal etmemişti.

 

Arka bahçedeki atış alanındaydık babamla, cam kapının önündeki beyaz masada oturup bize sırt dönen Afelya camdan yansıyan manzarayı tuvale aktarmaya çalışırken benim elimde babamın verdiği talim silahı duruyordu. Afelya sandalyesinin yönünü rahatça çevirip odağını değiştirirken ben de olduğum yerde kıpırdandım rahatsızca.

 

"Elindekini gevşek tutmayı kes," diye seslendi iki metre ilerideki üç kütüğün üzerine cam şişeler yerleştirirken babam. "Sana güven vermesi için güvenli bir elde olduğunu hissettirmelisin." Elimdekinin saf tehlike olduğu bu kadar açıkken tanımlayış şekliyle dudağımı büzmekten başka şey yapamadım. Ellerini birbirine vurarak silkeleyip olduğu yerden bana baktığında işine verdiği odakla şekillenmiş yüzü öfkeli bir ciddiyet aldı. Bir dudak büküş, kaş çatış, biraz gülüş yahut öfkeyi yansıtan bir bakış babamı çileden çıkarırdı. Ben eli silah tutan bir heykel olmalıydım ona göre.

 

Uyarmasına gerek kalmadan bakışlarımdaki tüm anlamı boşaltıp ölü hiçliğiyle kirpiklerimi indirdim. Memnun olmuş olacak ki kütüklerin önünden çekilip yanıma yürümeye başladığında "Yerinden kıpırdamadan üçünü de etiketlerinin ortasından vur," dedi kuru, içinde duygu barındırmayan bir sesle. O yanıma gelene kadar başımı çevirip Afelya'yı izlemek için izin verdim kendime. Sarı buklelerini bir kalemle ensesinden uzaklaştırmış olsa da kaçan birkaç tutam profilini benden gizliyordu. Tam o an Bahran Ars cam kapıdan çıkıp doğrudan Afelya'ya yürüdüğünde arkadaşım başını kaldırdı ve geri düşen saçları yüzündeki tebessümü görmem için bakışlarıma yer açtı. Bahran Ars sanki babamın olmamı istediği, ifadesizlikte herkesi en az bir adım geride bırakan bir adamdı, kızı ona sevgiyle gülümseyene dek. Afelya'yı çenesinden tutup dudaklarını alnına bastırırken "Odaklan," diye tısladı babam yanı başımda.

 

Hedeflerimin yerini bir bir belirlemek için önümde döndüğümde "Bunu neden yapıyoruz?" diye soruyordum. Ben de bir tuval için bir fırça tutsam fena mı olurdu? Bir düşman için silah tutmak çok mu gerekliydi gerçekten? Bu cümleler çok fazla duygu barındığı için babama bunları soramazdım. Annem gittiğinden beri duygularım ve babam arasındaki tampon ortadan kaybolmuştu, artık babam yanımda değilken bile ağlayacak kadar duygulara teslim olmak yanlış bir şey yapmışım gibi hissettiriyordu. Hem artık on yedi yaşındaydım, yetişkin olmak için kalan sınırlı süremi iyi çalışarak geçirmem gerekiyordu, babamın dediğine ve benim inanmak durumunda kaldığıma göre.

 

"Kendini korumak için," dedi yalnızca. Kütüklerin ortasındaki şişeyi hedef aldığımda üzerindeki sarı yeşil yazılarla döşeli meşrubat etiketinin tam ortasına denk gelen kelimeyi vurmuştum. Dağılan cam parçalarının sesiyle gözümü kırptım fakat yerimden kıpırdamadım. Arkadaşım beni tebrik etmek için bağırıyordu, ona teşekkür etmek için henüz erkendi o yüzden sol taraftaki şişeyi hedefledim fakat tetiği çekmeden hemen önce "Afelya neden bu dersi almıyor?" diye sordum elimden geldiğince kayıtsız tutmaya çalıştığım sesimle. Babamın yanıt vermek için aldığım hedefi vurmamı beklediği belliydi. Adımlarımı olduğum yere iyice sabitledim silahın itişiyle sarsılmamak için ve saniyeler sonra cam parçaları öyle sert uçmuştu ki son sağlam hedefime uçan bir parça onu yerinden sarstı. Ben öylece durmaya devam ederken babam sırtını dönüp onu düzeltmeye gidiyordu ki "Onu babası koruyacak," diye yanıtladı dakikalar önceki sorumu.

 

O ,son hedefi düzeltirken silahımı indirmemiştim, yalnızca bir milim kaydırsam namlumu babamın beni korumak için kullanmaya tenezzül etmediği elindeki kasları dışarı uçacak şekilde vurabilirdim.

 

 

 

Loading...
0%