Yeni Üyelik
6.
Bölüm

bölüm6|"Avda Kurt Ağda Örümcek"

@almelia

Konuşmak, gülmek, ağlamak, yemek, içmek için kullanmayacaksam bir ağza hala ihtiyacım olur muydu? Yaşamak için hiçbir adım atmıyorsam ölmek sorun olur muydu? Arşivde üstüme çöken kara bulut iki gündür üzerimden dağılmamıştı. Tek bir ölüm tüm olanlara son verir gibiydi ancak ben bunu yapabilecek kadar cesur muydum?

 

Beni çok iyi tanımayanlar cesur olduğumu sanırdı oysa ben yalnızca korkak değildim, bu asla cesur olmakla aynı değildir. Karanlık bir ormanda yalnız yürümek için cesarete ihtiyacı olmazdı kimsenin, karşılaşılacak belirsizliğin korkusundan kurtulmak yeterliydi. Beni karanlık korkutmazdı çünkü düşmanın karanlığın içinden çıkacağına hiç inanmazdım, ormandan korkmazdım çünkü ağaçların, yaprakların ve rüzgarın bir düşmanlığını görmemiştim. Esasen bugüne değin hiç bir düşman ile karşı karşıya kalmamıştım.

 

"Bileğindeki babanın saati mi?" Sarayda çeşitli, en az yetmiş oda varken Kılıç ve tıynetsiz iki arkadaşı buldukları her boş vakitte benim odama geldikleri için pencerenin önündeki masada oturup karşımdaki aptal beton duvarı izliyordum. Yüzlerce kez önüne çiçekler ektiğim, bir kez bile oturduğum yerden o çiçekleri göremeyeceğim kadar yüksek duvar bir sahne, gözlerim birer sahne ışığıydı. Geçmiş ve geleceği o duvarın üzerinde görüyordum.

 

"Cevap verene kadar aynı soruyu sormaya devam edecek," dedi Valof arkamda bir yerlerden. Benden hoşlanmadığı kadar hoşlanmıyordum kendisinden fakat ısrarla oyun arkadaşı Batın'la odamda bitmesinin sebebi, Kılıç, bu kadar önemli miydi onlar için gerçekten? Arkamı dönüp neyle karşılaşacağıma dair fikir üretirken "Hayır, benim," diye yanıtlıyordum dakikalar önceki soruyu.

 

Batın, Kılıç'ın odamda olduğunda oturduğu tahta sandalyeye ters oturmuş, kollarıyla arkalığa yaslanmış, bir avcunda tutup diğer elinin parmaklarıyla sevdiği sincabıyla oynarken hemen dönüp Valof'un nerede olduğuna bakamadım.

 

"Neden elinde bir sincap var?" Anlam arayan bakışlarla Batın'ın parmaklarına meydan okuyup onu ısırmaya çalışan kahverengi hayvana bakıyordum.

 

"İsmi Sipsi, sincap değil," dedi oyun oynadığı hayvanını şaşı gözlerle izlerken. Israrcı bakışlarıma karşılık vermek için gözlerini eşit mesafeye getirip bakışlarını bana kaldırdığı esnada elini üzerinden çektiği sincap kolunu tırmanarak omuzlarında dolaştı ve sırtında kayboldu.

 

"Neden bir erkek saati takıyorsun?" Gerçekten bu sorunun cevabı benimkinden önemliydi onun için fakat benim için aynı kulvarda bile değillerdi.

 

"Kadınlar için dijital bir saat üretilmedi." Onu hızlıca yanıtladım çünkü aynı şekilde onun da bana bir yanıt vermesini istiyordum. "Neden bir sincabın var?"

 

"Neden dijital bir saate ihtiyaç duyuyorsun ki?" Artık Valof'un odanın hangi noktasında konuşlandığını tespit etmenin vaktiydi. Odanın diğer ucundaki yazı masasının sandalyesinde yönünü bize çevirmiş ve dizlerine sardığı siyah kumaşın üzerine koyduğu gümüş kabzalı silahının parçalarını yağlıyordu. Yağ ile kirlenmiş bezle elindekinin sırtını ovarken üzerinde yoğunlaşan bakışlarıma yalnızca bir saniyeliğine karşılık verdi. Fakat bu bir saniye sorduğum soruyu anlaması için yetmişti ona ve "Aylar önce yaralıyken buldu, hayvan ağaçla Batın arasında bir fark görmediği için doğaya geri dönmeye gerek görmüyor," diye anlattı duygusuz sesiyle.

 

"Senden daha uzun olduğum için beni kıskanmanı hoş görmek zor bir iş olmaya başladı," diyordu Batın ve ben onu değil kolunun altından geçip üniformasının cebine sızmaya çalışan sincabını izliyordum.

 

"Uzun boylu olmanın pek kerameti yok gibi görünüyor," diyen Valof'a döndüm bu kez de. Elindeki bir silah değil de kırılgan bir cam gibi nazikçe dizinin üzerine bırakıp başka bir parça seçiyordu. "Eğer öyle olsaydı benim yerime baş danışman sen olurdun."

 

Batın bu sözlere karşı sırıtarak dikleşti ve omuzlarını gevşetmek için sallarken "Ben askeri birlikleri koordine ederken sen kız gibi kralın arkasına saklanıp dedikodu yapıyorsun Diken," dedi gevşekçe. Diken belli ki bir lakaptı. Valof'un her zaman en huysuzları olduğunu tek görüşte bile anlamıştım, ona dönüp Batın'a savuracağı hakaretleri duymayı bekledim ama tek omzunu sarsıp erkeksi bir sesle kısa da olsa gülerken alnına düşen saçları yüzünden ifadesinden emin olamıyordum. Bu tartışmayı yüzlerce kez yaşadıkları ve çoktan aştıkları belliydi.

 

Batın bir anda başını bana çevirip " Kılıç eğer istersen sincabımla oynamana izin vermemi söyledi," diye konuşmaya başladı ve o an ikimizden birinin yaşının on dört altı olduğuna inanmama neden oldu. Aslında zeka yaşı bazında bakılırsa bu kişi Batın olmalıydı.

 

"Kılıç bir ebeveyn gibi oyuncaklarını paylaşmanı mı istiyor?" diye sordu Valof bana fırsat vermeden. Batın ona büyütmemeye çalıştığı tebessümle baktı kısa bir süre.

 

"Senin gibi cimri bir çocuk olmamdan korkuyordur belki." Bu konuda Valof'u yaralayacak bir şeyleri olduğu sinsi gülüşünden belliydi. Valof'un elleri dondu ve başını kaldırdığında kısık gözlerle Batın'a sabitledi bakışlarını.

 

"Benim oyuncaklarımı paylaşmak için şansım olmuyordu sik kafa, onları çalıp seninmiş gibi gözümün önünde oynadığın için."

 

Odamdakilerin yaş toplamının yüze yakın olduğuna emindim ve ben henüz yirmi yedi olduğuma göre bu adamlar otuzdan kesinlikle büyüklerdi. Konuştukları konununsa en az on beş-yirmi yıllık bir mesele olduğuna emindim.

 

Batın parlak dişlerini gözümüze sokmak ister gibi gülerken cebinden sincabını çıkarıyor, metreler ötedeki Valof'a doğru uzatıp "Saldır kızım," diyordu sincaba. "Babana sik dedi bu herif." Sincap anlamış gibi odamın zeminine inip fare gibi Valof'a doğru koştuğunda nefesimi tuttum. Sipsi, Valof'un dizlerini tırmanırken Valof ona yardımcı olmak için bacağını ileri uzattı ve sincap kucağında sıçrayarak adamın omuzlarına yerleşti. Tuttuğum nefesi bırakıp olan bitenin anlamsızlığı yüzünden ellerimi izlemeye başladım en sonunda. İki adam ve bir sincapla ne halt ediyordum?

 

"Ee," dedi Batın ayağa kalkıp masaya ilerlerken. "Saatin kaçı gösteriyor?"

 

Sessizce bana yaklaşışını, kolumu yüzüne doğru kaldırıp bileğimdeki saati okuyuşunu izledim. "15.06," diye bildirdi hepimize. Kolumu kurtardığımda masanın üstündeki, antenini sonuna kadar uzattığım kırmızı boyalı minik radyomun tuşunu çevirip frekans yakalamaya karar vermiştim. Batın ve Valof'un tartışmaları arka planda dönerken parazitli sese odakladım kendimi, yalnız hissediyordum fakat bu ikisinin kalabalıklığı beni daha rahatsız hissettirebiliyordu. Cümlesinin başını yakalayamadığım bir kadın sesi duyduğumda radyonun ses tuşuna tümüyle abandım.

 

"-ve her ikisinin ceketine bir çengelle tutturulmuş, üzerinde Avcı yazılı bir not bulunduğu tespit edilmiştir," diye konuşan tekdüze sesten nasıl bir hikaye dinleyeceğimi anlamaya çalıştım. "Yirmi iki ağustos gecesi Seryum Kraliyet Ormanı'nda ölü bedenleri bulunan iki, değerli yüksek meclis üyesinin Avcı mahlaslı bir şahsın katline kurban gittiği düşünülüyor." Bir tiyatro senaryosu olmasını dilediğim sözlerdeki soğuk, haber sunan ses kanımı dondurdu.

 

"Yönetici Mahver'in kaçışının ardından yönetimdeki belirsizliğin vatandaşta uyandırdığı korkunun etkileri kötü yönde artarken bir seri cinayet korkusu da halkı sarmış durumda. İki maktül arasındaki ortak noktalar yetkililerce incelenirken yönetimdeki boşluk diğer meclis üyeleri için de tehdidi artırıyor."

 

Duyduklarım kesinlikle bir radyo tiyatrosu değildi, devlet yayınında bu kadar canice bir senaryo günler içinde yazılıp halka sunulamazdı.

 

Radyonun hoparlöründen gelen parazitli ses kulaklarımı tırmalarken ne zaman yanıma kadar geldiğini bilmediğim Valof ben uzanamadan omzumun üzerinden uzanıp frekansı tutturmaya çalıştı hızla. Başımı çevirip masanın yanında ayakta dikilen Batın'a baktım. Gözleri betonlaşmış gibi yere düşürmüştü bakışlarını. Eğik yüzünden ne düşündüğünü anlayamıyordum, burnunun düz uzantısına dudaklarının büzülmüş çıkıntısına bakarken onun da benim kadar habersiz olduğu belliydi.

 

"Avcı kim?" diye sordum ortaya. Valof parazitli sesten kurtulamayacağımızı anlayıp sakince anteni indirirken "Belli ki meclis üyelerinin oynayacağı rolden rahatsız olan biri," diye yanıtladı sorumu. Çekildiği için tam arkamdan geliyordu artık sesi.

 

"Seçtiği mahlasa bakılırsa cinayetlerin devamını da planlıyor."

 

"Sizce kim olabilir?" diye sordum korkak bir sesle. Eğer yüksek sesle konuşursam daha fazla duygu kırıntısı bulaştıracağımdan korkuyordum.

 

"Önce kim olamayacağını tespit etmemiz gerek," dedi Batın başını kaldırıp. Az önceki yayını sanki bu kez görebilecekmiş gibi kapalı radyoyu izliyordu. "Kimin kesinlikle olmadığını bilemezsek kimseye güvenemeyiz."

 

Tehlike hissi küçük dilimin etrafında donmuş gibi ağırlaştı dilim ve yutkunup korkumdan sıyrıldım.

 

"Sanırım kesinlikle güvenebileceğiniz tek kişi benim," dedim. "Odamın önünde çıkmamı engellemek için iki nöbetçi var ve Kılıç ben uyuyana kadar odamda oluyor." Son cümleyi sesli söylemek beni en büyük korkumla karşılaştırmış gibi yüzümde kahreden bir acı, ciğerlerimde dikenli bir hava hissettim. Sanki beni Seryum'un güneyindeki okyanusun ortasına çok ama çok ağır bir taşla bırakmışlar gibi bir an evvel ölme isteğiyle cebelleştim. Kılıç, ben uyuyana kadar odamda kalırdı çünkü ben yanımda nefes aldığından emin olduğum bir canlı olmadan uyuyamazdım.

 

Bazen babamın benim güçsüzlüğümden nasıl tiksindiğini çok iyi anlardım, şimdi olduğu gibi.

 

Bahçeden gelen boğuk insan seslerini dinlemeye zorladım zihnimi, kendi odamın içinde boğulmamak için. Odağımı içimden çekip çıkarmazsam Seryum'un o çok korktuğum derin okyanusunda değil kendi derin sularımda boğulurdum.

 

Kapı neredeyse tıklatılmadan bir hışımla açıldığında üzerime çöken ağırlık eski bir gazete yaprağı gibi yırtılıp zemini boylarken giren askerin soluk soluğa anlatmaya çalıştığı şeyi anlamaya çalıştım.

 

"Bahçede Karnelyan Mahver için gelen üç Seryum askeri var efendim!" diyordu nefesini düzenlemeye çalışıp sesini duyurmak için cebelleşerek.

 

Valof, askerin konuşması bitene kadar parçalara ayırdığı silahının parçalarını yerleştirip kapıya yürümeye koyulmuştu bile. "Ve?" diye devam etmesi için teşvik etti askeri.

 

"Hanımefendiyi görmeden gitmeyeceklerini söylüyorlar, bir askerimizi rehin aldılar."

 

Kim olabileceği üzerine bir kez bile düşünmemiştim. Çoktan yerimden kalkıp bahçeye koşmaya başlamıştım bile. Valof ve Batın'ın bana engel olmak yerine peşime takıldıklarını da görmüştüm göz ucuyla. Sonunda kendimi yaldızlı çelik kapıdan dışarı attığımda tahmin ettiğim kişiyi buldu hemen bakışlarım.

 

"Mars!" diye bağırdım tüm gücümle. Aramızdaki mesafeye rağmen beni duyup etrafa baktığında yakasını tutup boğazına silahını dayadığı siyah üniformalı bir askeri de kendisiyle birlikte döndürüyordu. Kapının önünde olduğumu fark ettiğinde yakasını tuttuğu askeri tek bir hamlede döndürüp bir eliyle boynunu sarıp sırtını kendi gövdesine yasladı ve diğer elindeki silahı da adamın şakağına yasladı. "Karnelyan," dedi yalnızca, az önce sarayın bahçesini birbirine kattığı için hızlı soluklarına karışan sesiyle. Bir adım atıp iki yanımdaki askerin geçmemem için önümde çaprazladığı süngülü tüfeklerini itmek için duraksadım ve hemen arkamdan "Hanımefendinin geçmesine müsaade edin," diyen tehditvari sesle önüm anında açıldı. Mars'a koşmadan önce arkamda her yönüyle bir dağ gibi dikilen Kılıç'ın göğsüyle karşı kaarşıya kalmıştım, yamaçlarını tırmanan bakışlarım gözlerine vardığında sanki nefes nefeseydim. Bir an beni, bizi bu hale sokan o değilmiş gibi teşekkür edecektim ona sonra ise arşivdeki konuşmamızdan sonra onunla konuşmamak adına aldığım kararı hatırlattı zihnim bana. O bir düşmandı, her kim olursa olsun o düşmanım olmak için doğmuştu ve ben düşmanı olmak için doğmuştum. Onun düşündüğünü belli etmez gözlerine bakmayı kesip hızla Mars'a döndüğümde Mars hala tehdit unsuru olarak tuttuğu adamı savurmak için ona biraz daha yaklaşmamı bekledi.

 

Bana sarılmak istediğini hatta bir an evvel buradan çekip gitmemizi istediğini gardı düşmüş bakışlarında görsem de alışkın olduğu gibi toplum içinde bana karşı mesafesini koruyacağını çok iyi biliyordum. Yalnızca bir an için bileğimi saran karnelyan taşlı bilekliğimin etrafını sardı baş ve işaret parmağıyla ve gerçek olduğumu idrak edince elini geri çekip etrafı izledi tehlikeye hazırlıksız yakalanmamak için. Seryum üniformalı iki asker Mars'ın arkasında, omuzlarından asılan tüfeklerini tutuyorlardı sertçe. Kılıç'ın askerleriyse çevremizden uzaklaşmıştı. Mars da bunu fark edince kapının ağzında karanlık ile aydınlık çizginin hemen ortasında duran yerdeki Kılıç Kül Seyum'a çevirdi başını. Kılıç'ın ta uzaklardaki varlığı bile sırtımda, aldığı soluklarla şişen göğsü duruyormuş gibi ağırlık hissettiriyordu.

 

"Bu sikik yalancı sana zarar verdi mi?" diye sordu yüksek sesle Mars. Mırıldanarak "O yalancı değilmiş," diye yanıtladım onu. Bu gerçek benim kadar onun da canını yakacaktı o yüzden sesimi nazik tutmaya çalıştım.

 

"Ne?" dedi hezeyana kapılıp bana dönerken etrafımızda bir kasırga yaratan öfkesiyle.

 

"Arşivde," dedim ve ürkek sesimi yükseltmek için yutkundum bir an sonra. "Kendi gözlerimle gördüm."

 

Gözleri kaybettiği çok ama çok değerli bir şeyi arar gibi yüzümün etrafında koşturmaya başladı, onu hayal kırıklığına uğratmaktan ölümüne korktum o an. Aralık dudakları, birbirine yaklaşan kaşları ve bozgunla kararmış yüzüyle onun hissettiklerini ta ilk elden hissediyordum.

 

"Daha önce görmüş müydün?"

 

Başımı iki yana hareket ettirdim zorla.

 

"Sence de onları bu herif geldikten sonra görmen tesadüf mü?" Şaşkınlığı öfkeye dönüşmüştü ve bu onu daha çok rahatlatmıştı, bu tanıdık bir duyguydu onun için. Yine başımı iki yana salladım. "Belgeler babamın el yazısıyla doldurulmuş, onun imzasıyla kayıtlanmışlar Mars. Bu adam gerçek Seryum varisi."

 

Buna tümüyle inanmak benim için de zordu fakat iki gün yeterli olmuştu. Yeterli gelmesi için beni alt üst eden başka belgeler de bulmuştum. Kılıç Kül Seryum'un doğumuna dair kayıt bulamasam da annesinin o esnada hamile olmadığına dair kesin kayıtlar bulmuştum. Çünkü kimseye söylenmese de kraliçe öldürülmeden önce çocuğunu doğurmuştu. Belgeleri alt üst ettikten sonra Kamer Mahver'in 1946 senesinde Serenyum'a gidip son, kraliyet soydaşlarını ziyaret ettiği ilk kaydı bulmuştum. Fakat yalnızca dokuz yaşındaki bir çocuktu ziyaret ettiği. Kalan son Seryum soylusunun mağdur edilmemesi adına, çocuğun bakımını üstlenen Serenyum Kralı ile, Seryum Cumhuriyet hazinesinden maddi destek bağlanması için bir anlaşma imzalandığını gördüğümde bu çocuğun Kılıç Kül olduğuna emin oldum. Babam ben doğduğum sene kralın bir çocuğu olduğunu hatırlamıştı, belki de daha farklı bir amacı vardı. Ya da daha farklı bir şey, daha karışık.

 

"Senin beynini yıkayacak Karnelyan," dedi Mars kaygıyla üzerime eğilip. "Burada kalmana izin veremem, o adama inanmana izin veremem." Sakinleşsin diye parmaklarımı pazularına yerleştirip destek için sıktım, endişeyle bakmaya devam etse de bedenindeki gerginlik parmaklarımın altında çözülmüştü. "Onu destekleyecek değilim," dedim sessizce. "DYK gelene kadar burada olacağım Mars, bana zarar vermiyorlar." Söylediklerim doğru olsa da Mars'ın olduğu yerden duyduğumda kendimi, bir yalan gibi geliyordu kulağa. Parmaklarımı Mars'ın kolundan çekip etrafa baktım. Kılıç gitmişti, Valof ve Batın iki heykel gibi kapının iki yanında dikilip büyük dikkatle bizi izliyorlardı. Yüzlerinden ne düşündükleri anlaşılmıyordu, Mars'a baktığımda benim için duyduğu endişe yüzündeki her zerreyi ele geçirmişti.

 

"Haber alamadığımız, yaklaşık on bin askerin saf değiştirdiğini tespit ettik," diye bildirdi Mars bir anda, öfkesinden önce çaresizlik gözlerini kızartmıştı. Derin bir nefesle çaresizliğin hayaletini mezarına gömüp yeniden öfkeyle açtı gözlerini. "Bu adam hepsini tarafına çekmiş Karnelyan. Bu öyle bir haftada olacak bir şey değil."

 

Öğrendiğim bilginin yükü omuzlarımı çökerttiğinde heybesiyle birlikte günlerdir yürüyen bir göçebe gibi kavrulmuştu ruhum. Onun perişanlığını hissedeceğime onu ellerimle öldüreceğimi bilerek kendime geldim.

 

"Muhtemelen DYK bu akşam ya da yarın sabah burada olacak, onlarla konuşacağım. Bildiklerimi anlatacağım ve Keskin Karma'ya benim için ulaşmalarını isteyeceğim onlardan." Anlaşmalı kocamın ismini duyduğunda Mars'ın keyfi tümüyle kaçmıştı, öfkesi endişesine ağır bastığında dikleşip sinirle gözlerini yumdu birkaç saniye için. Sevgili kocamın ismi babam dışında, çevremdeki herkesin sinirlerini bozuyordu. Esasen problem ismi değil, sahte olmasıydı. Fakat bunu bilen yalnızca altı kişi vardı. Ben, Keskin Karma, babam, Afelya, Mars ve kuvvetle muhtemel Bahran Ars.

 

"Seni ve takımını tehlikeye atmak istemiyorum Mars," dedim bir adım gerileyerek. "DYK ile görüştükten sonra sana ulaşmanın bir yolunu bulacağım tamam mı? O zamana kadar Avcı mahlasını kullanan bir adamla ilgili öğrenebileceğin her şeyi öğrenmeni istiyorum." Bana uzanmak ister gibi titreyen elini yanında yumruk yaptı, onun gibi bir arkadaşa sahip olduğum için her zaman şanslı olmuştum ve onu kaybetmemek için bir süre görmemeye katlanabilmeliydim. "Git Mars Elzem," diye fısıldadım. "Yeniden görüşeceğiz."

🕑

"Seninle de görüşmek istiyorlar," dedi Batın gözlerini kaldırarak. Gözlerimi bulmakta epey zorlanmıştı, yorgun görünüyordu ve yalnızca fiziki değildi bu. Kılıç'la iletişimi kesişimin üçüncü günüydü bugün. Kılıç sanki onunla konuşmadıkça ikimizi de cezalandırmak için Batın'ı işinden gücünden alıkoyup odama yolluyordu. Gece olduğundaysa karanlık odamda duran yatağımda sırtımı dönüp onun gelmesini bekliyordum. Uyuyabilmek için. Uykunun güvenle yakın bir ilişkisi olduğu söylenirdi ancak bu benim için zerre gerçeklik payı olmayan savlardandı.

 

"Benimle mi?" Şaşkınlığımı gözlerimi kapatarak gizledim. "Benimle ne görüşebilirler ki, siyasi bir yetkim yok yalnızca bir öğretmenim."

 

Derin bir nefes alınca yükselen göğsüyle daha iri göründü, bir anlığına kendimi tehlike altında hissetmiştim. Kuruyan boğazıma rağmen üst üste yutkundum Batın'a bakarak. DYK ile eninde sonunda görüşecektim ama bu görüşmeye onların da meraklı olduğunu bilmek iç rahatlığından çok huzursuzluk bırakmıştı ruhumun ücralarına.

 

"Eğitim verirken askerler arasında bir gruplaşma sezdin mi diye sorarlar belki. Ya da başkanın kızı olduğun için bile konuşmak istiyor olabilirler. Babanın nerede olduğuyla ilgili bir şey biliyor olabilirsin," dedi, bir an sustuğunda söyleyeceğini yutmaya karar verdiğini gözlerindeki kararmadan anladım.

 

"Bilmiyorum," dedim gardımı yüklenerek. Saldırı altında hissetmeme gerek olmasa da hissediyordum.

 

"Onlara da böyle söylersin o zaman," derken masaya tutunarak ayağa kalktı. Başımı kaldırıp yüzüne bakmaya devam ettim. "Eğer daha iyi hissedersen haber ver, görüşmenizi ayarlayayım."

 

"Ben hazırım, konuşabilirim."

 

Dudakları kıvrıldı ama gözlerinde gülüşe dair bir iz belirmedi. "Onlara haber veririm. Sen hazırlanıp bekle, seni almaya geleceğim."

 

Başımla onayladığımda avucumun içine kurtuluşun közleri bırakılmış gibi hissediyordum. Ya onu canlandırıp harlayacaktım ya da küle dönüşerek parmaklarımın arasından akıp gidecekti.

 

Batın güçlü adımlarla kapıya vardığında oyalanmadan çıkıp gitmişti. Arkasından yuvasında dönen anahtarın mekanik sesini duyduğumda kalkıp hazırlandım.

 

Babam son zamanlarda kadın ve erkek arasındaki işe yaramaz farkları en aza indirmek niyetiyle yeniliklere gitmişti. Giyim konusunda kadınları daha resmi kıyafetler giymek ve takım elbise konusunda teşvik etmişti. Aslında pantolonlar, renkten yoksun kumaşlar ve hatları belli etmeyen modellerle kadınları erkeksi bir şekle sokmaya çalıştığını anlayabiliyordum. Kabul etmese de kadınlar ona göre duyguları temsil ederdi ve o duygulardan nefret ederdi. Yedi takım diktirmişti bana. En sevdiklerimden olan kül grisi takımı üzerime geçirirken umuttan çok kaygıydı hissettiğim. Siyah çizmelerimin içine pantolonumun paçalarını pot durmayacak şekilde ittim. Babam her zaman bir yere gitmeye hazır halde olmamızı isterdi, madden ve manen. Belki de bir gün kaçıp gitmeye hazır olmayı kastediyordu, tıpkı yaptığı gibi.

 

Odada bir aynam yoktu ama nasıl göründüğümü biliyordum. Odamdan çıkacak ve sınıfıma gidip ders anlatacakmış gibi görünüyordum. Özlem denen uzak his ara ara bana yakınlaşırdı, ondan nasıl kurtulacağımı biliyordum. Özlediğim şey her neyse onu kaybettiğimi inkar ederdim. İşgali reddedip nefes aldım. Odamın kapısı görev icabı tıklatıldığında saçlarımı ensemde birleştirecek bir toka arıyordum etrafta. Ama odamda tek bir toka bile yoktu ve bir yangında hayatımın büyük kısmını kaybetmemişim gibi tokalarımdan da olmuştum.

 

Bu kez kapım açılmadı ve yeniden tıklatıldı daha sert bir vuruşla.

 

"Gir," dedim saçlarımı ensemde sabitleyip kapıya bakarak. Batın açılan kapının ardından ihtiyatlı bir bakışla içeriyi süzerken "Hazırsın değil mi?" diye soruyordu.

 

"Hazırım. Tokalarım nerede?"

 

Odaya doğru ilerlediğini gördüğümde eğilip yatağımın altına bakıyordum, bulma ihtimalime karşın orayı es geçmek istememiştim.

 

"Sivri uçlu gümüş şeyler toka mıydı?"

 

Eğildiğim yerden doğrulamadan ona baktım, dizlerimi saran kumaşın kırışması ihtimali aklıma gelince iyice sinirleniyordum. "Ve altın renkli olanlar?" diye sorarken resmen hırlıyordum. Ağır, siyah postalları tam önümde durduğunda elini uzatmıştı gülerek, kalkmam için. Eline tutunduğumda beni kaldırmasına izin verdim.

 

"Bana birer suç unsuru gibi gelmişlerdi prenses, özür dilerim." Gamsızca silktiği omzuna baktım, gaddarca. Beni karşısına aldığında öfkemi belli etmemeye çalışıyordum, tokalarımı alanın o olduğunu bildiğimden bu zordu. Saçlarımı serbest bırakıp perçemlerimi ellerimle kıvırarak bir şekil tutturdum.

 

"Gidiyor muyuz?"

 

"Gidiyoruz."

 

Batın odanın çıkışına ilerlerken beklemeden ben de peşine takılmıştım. Odadan çıktığımızda odam öyle korunuyordu ki odadan çıkan ben olmama rağmen yine de kapım kilitlenmişti.

 

Sarayın duvarlarına yapışan is kokusu büyük ölçüde silinmişti. Yangının izlerinin silindiğini toplantı odasına giderken görebiliyordum. Bir zamanlar özgürce koşturabildiğim koridorlarda şimdi yanımda biri olmadan yürümem bile yasaktı. Esir olmak kötüydü ama insanın kendi evi hapishaneye dönüştürüldüğünde buna kötü denemezdi, acımasızcaydı.

 

Babamın odasının hemen karşısındaki odaya doğru döndü Batın. Adım başı siyah üniformalı askerler diziliydi ve yanlarından geçip gitmek huzursuz ediciydi. Çift kanatlı kızıl kapının önüne vardığımızda bizi orada bekleyen tehditkar bedenin sahibiyle göz göze geldim.

 

Kılıç tek kelime etmeden sanki Batın orada değilmiş gibi yalnızca beni izlerken kendimi bir şeyler söylemek zorunda hissediyordum. "Bildiğim her şeyi anlatacağım," dedim bir sohbetin ortasındaymışız gibi. Günler sonra ettiğim ilk cümle buydu.

 

"Kesinlikle öyle yapacaksın Karnelyam." Dudaklarının yukarı seğirişini engellemek için dilini dudaklarında gezdirdiğinde benim yüzüm iyiden iyiye asık bir hal alıyordu.

 

"Eylem günü beni yangından kurtardığını söyleyeceğim," dedim bu kez daha anlaşılır olmak için fakat Kılıç'ın tehditle gerilemesini beklerken gözlerinin ani parlayışına eşlik eden gerçek tebessümü bocalamama neden oldu. Üzerime doğru bir adım attığında gerilememek için ciddi bir irade gücü kullanmak zorundaydım. Yalnızca tek bir adımla tehditkar bir şekilde üzerimde yükselmişti, göz temasını bozmadan kafamı kaldırıp baktım bana yakınlığına. Dudaklarındaki gülüş silinse de gözleri ve birbirine anlam arar gibi yaklaşmış kaşlarından anladığım hala durumdan keyif aldığıydı.

 

"Beni, seni kurtarırken hiç görmedim Nimfea," diye konuştu kısık sesle. Benimle açıkça alay ettiği belliydi, o geceki yalvarır gibi çıkan sesi hatırlıyordum ve o çaresiz sesin Nimfea dediğini de. Ne kadar alçak bir adam olduğuyla yeniden yüzleştim bu sayede. "Haklısın," dedim hislerden arınıp. "Seni yok etmek için daha iyi bir şeye ihtiyacım var." Fakat bu onu korkutmamış, kızdırmamış ve güldürmemişti de, ben açık bir tiksintiyle bakarken yüzüne, gizleme gereği görmediği bir hüzün asmıştı o yüze. Onu yok etme fikrime bu kadar üzülüyorsa bir de yok ettiğimde görmeliydi beni.

 

"Sen miydin Kılıç?" diye sordum tüm hayatım buna bağlıymış gibi. Fakat başını iki yana salladı ve bu hiç ama hiç beklemediğim bir şeydi.

 

Batın'ın orada olduğunu "Pekala," diye mırıldanıp aramıza girmeye çalıştığında hatırlayabilmiştim. "Bence sohbetinize daha sonra devam etmelisiniz."

 

Kılıç bana eğik başını dikleştirdi, Batın'ın kollarımı kavrayıp ondan uzaklaştırışına müdahale etmezken "Benden nefret ettiğine onları inandır," dedi birden toklaşan resmi sesiyle. "O adamların seni babanın suçlarını sırtlanacak biri olarak görmelerine izin verme." Burada bizi beklemesinin nedeni beni DYK'ye karşı uyarmak mıydı? Kendisi bir işgalciyken nasıl böyle rahat rahat konuşabiliyordu aklım almıyordu durumu.

 

"Tavsiye için teşekkürler," derken kendimi Batın'ın koordinatlarına uymaya zorladım.

 

"İçeri geçebilirsiniz hanımefendi," dedi Batın resmiyetle, eliyle gövdemi çevirmeye çalışırken. Kılıç'ın gözleri üzerimdeydi, gireceğim odaya döndüğümde ve onu artık görmediğimde sırtımı izlediğini biliyordum. "Bir tavsiye değildi Karnelyam," dediğinde umursamadım. Sesinde sezilir bir endişe vardı. Belki de anlatacağım şeyler için endişeliydi çünkü her bir şeyi noktasına kadar anlatacaktım.

 

Odanın içerisine girdim Kılıç'ın bende bıraktığı duygu yoğunluğunu arkamda bırarakak. Ortadaki cevizden, cilalı masanın farklı yerlerine dağılan dört adamın gözleri doğrudan bana dönmüştü. Siyah takım elbiseli, tıknaz bir adam masanın başındaki sandalyesinden kalkıp bana ilerlerken kapı arkamdan kapandı Batın tarafından. An itibariyle, babamın nefret ettiği DYK karşımdaydı. Umudum onlardaydı.

 

"Karnelyan Karma," diyordu elini bana uzatarak, bu iki kelimenin birleşimiyle bir an sarsılınca üst üste yutkunmak zorunda kalmıştım. Elini sıkarken onayladım yeni ismimi. "Sizinle böyle tanışmış olmak," dedi ve duraksadı.

 

"Sonunda sizinle tanıştığımız için memnunuz Sayın Karma fakat keşke farklı şartlar altında olsaydı," dedi sırtını cama vermiş ve yönü tamamen bende olan adam. Ardındaki pencereden gelen ışık yüzünden yalnızca silüeti belirgindi, yüzünü göremedim.

 

"Şartlar değiştirilebilir," dedim hiçbirine ismini sormayarak. Önümdeki adam eliyle masayı işaret ettiğinde az önce oturduğu yere ilerleyip masanın başına oturdum. Odanın içi benimki gibi yeni boyanmışlığın acı kokusuyla ağırlaşmıştı.

 

"Bunun için bir öneriniz var mı?" diye sordu pencere tarafındaki adam. Sağ gözünün altında düğümlenen damarlar kanlı örümcek ağını andırıyordu. Gözleri parlak kahverengiydi.

 

"Babamın dosyasında yanlış bir şey bulabildiniz mi?" diye girdim lafa uzatmadan.

 

"Fazlasıyla Sayın Karma. Fakat saymamızı istemezsiniz," dedi bir başkası.

 

"Bulduğunuz şeylerin gerçek olduğunu tespit edebildiniz mi? Babamın kaçmış olduğuna dair kesin bir kanıt-" Duraksadım çünkü birazdan söyleyeceğim şeylere inanmakta zorlanıyordum. "Belki Bay Seryum tarafından etkisiz hale getirilmiştir."

 

Pencereye sırtını veren adam boğazını temizleyince hepimizi ona döndük, o bana.

 

"Bir kanıtımız yok, çoğunluğun ifadesindeki ortak ifadeyi kabul görmek zorundaydık."

 

Dudaklarımı ıslattım, çaresizlik kuru bir rüzgar gibi ağır ağır esince dilim damağım kurumuştu. Gözlerimi kapatmak ve yanağımı serin masaya yaslayarak dinlenmek istiyordum, karşımda duran dört umut askerine karşı daha farklı davranmam gerektiğini hissettiğim için sakince nefes aldım ve isteklerim silindi.

 

"Sayın Mahver'in annenizin gidişinden sonraki icraatlarında baskıcı bir tutum izlediğinin siz de farkında olmuşsunuzdur."

 

Hiçbir şey söylemedim ama söyleyecekmişim gibi uzun uzun göz temasını kesmeyen adama baktım. Günışığı soluk bir şekilde yüzüme vuruyordu, kara bulutların gölgesi odanın içine düşüyordu.

 

"Burada artık bir misafirsiniz, değil mi?" diye sorulduğunda sorana döndüm. Ne amaçla açıldığını bilmediğim konu değiştiği için rahatlamıştım.

 

"Sanırım Kılıç Bey beni kendi evimde misafir ettiğini iddia ediyor fakat ben bir misafir olduğumu iddia edemem. Odamdan çıkmam yasak."

 

"Sizce bu işin sonu ne olacak?"

 

"Er ya da geç işgal birlikleri bu toprakları terk edecek, krallık sempatizanı olan ve ihanet eden yaklaşık on bin asker sürgün edilecek, ve mevcut rejime uygun adaylar tespit edilip halkın önüne sürülecek. Babam değilse de birisi bu ülkeyi yönetecek fakat o kişi Kılıç Kül Seryum olmayacak."

 

"Bu bir işgal değil," dendi ülkem için hiçbir önemi yokmuş gibi. Kaburgalarımın en alt basamağına kadar sıçrayan öfkeden lavın gümbürdeyen sesini duydum fakat sakin bir nefes alıp konuşana döndüm. "Bariz şekilde işgal altındayız. Ayrıca monarşiye yatkın bir siyasi görüş uğruna yürütülmüş bir işgal. Geleneksel yönetim sistemlerinin ülkeye ne kadar zarar vereceği de çok açık."

 

"Üstündeki her baskı işgal değildir," dedi gözünün altındaki damar düğümü seğiren adam. "Belki de siz işgal üzerine kurulu bir hayat sürüyorsunuzdur."

 

Ağzımı açarsam sesimden çıkan bir küfür olacağı için sessiz kalmalıydım. Masanın hemen diğer köşesine oturmuş olan adam konuşmaya başlayınca yorgunca ona baktım. Onları ikna etmek zorunda olduğumu bile bilmiyordum, hazırlıklı olduğum şey nasıl yardımcı olacağım konusunda onlardan bilgi almaktı onların fikirlerini değiştirmeye çalışmak değil. "Kılıç Kül Seryum bu ülkenin vatandaşı Sayın Karma çünkü kendisi cumhuriyetin ilk günü doğdu. Askerlerinin çoğu Seryum Devleti'nin askeri ve Kamer Mahver ile çok uzun zamandır yönetim konusunda bir anlaşma yürütüyorlar." Devam etmesine izin vermedim.

 

"Krallığın son günü doğdu diye düzeltiyorum," dedim hızlıca "Fakat öyleyse bile bu neyi değiştirir? Yalnızca tek bir gecede hiçbir resmiyet olmadan bu binayı ele geçirdi diye ülke ona boyun eğmek zorunda mı?" Sakinliğimi korumak zor değildi, zor olan küskün umudumu korumaktı ve bu adamlar işleri benim için hiç de kolaylaştırmıyordu."Yıllardır krallığın izlerini silmeye çalışırken bir anda sırf son kralın oğlu diye ülkemin ince ince işlediği bir resmi söküp atması adil değil. Adil olmayan bu yöntemse bir işgal."

 

Adam başını sallarken neyi reddettiğini bile anlamamıştım. "Senelerdir cumhuriyet yanlısı gibi görünen fakat Kılıç Kül Seryum için çalışan pek çok insan var ülkenizde," dedi adam. "Pek çok kişi ülkelerinden gönderilmekten korktuğu için yeni sisteme ayak uydurmak zorundaydı, belki de bu yüzden Kılıç Kül Seryum için büyüyen destek hep gizli kalmıştır. Ve bu yüzden babanızdan memnun olmayan kalabalık dağ gibi büyümüştür."

 

"Korktukları için fikirlerini gizli tuttular," diye mırıldandım onları sınamak için.

 

"Onlar ülkelerini seviyordu fakat yönetimi değil."

 

"Onlar haindi ve öyle korkaklardı ki savundukları şeyin arkasında durmak yerine gizlenmeyi seçtiler."

 

Şimdi gerçekten gözlerim kapanacak ve başım masaya düşecekti. Hain kelimesini romanlarda okur, derslerde işler, şiirlerde dinlerdim fakat bu kadar yakından bu kelimeye şahit olunca hangi kategoriye gireceğini bile bilmiyordum. Bu ülkenin iyiliğini düşünen Kılıç'ın fikrini destekleyemezdi.

 

"Eylemi başlatan Seryum halkıydı, Kılıç Kül Seryum'un askerlerini ülkeden göndermesinden sonraydı eylem Bayan Karma. Bu işgal değil belki Bay Seryum adına bir ayaklanma bile diyebilirsiniz."

 

"Siz onun yapmayı hedeflediği şeyi destekliyor musunuz?" Umutsuzluğa kapılmamaya ve kapılınca beni mercek altına almış olan dört adama belli etmemeye çalışıyordum. İnancım azalsa da yıpransa da asla bitmeyecekti.

 

Merak ettiğim tek şeyi sormuştum. Artık saldırıya da savunmaya da gücüm kalmamıştı.

 

"DYK görüşü gizli tutulacaktır."

 

"Ama?" Devam etmelerini bekledim. Duruma öfkelendiği belli olan öfkeli sesle cevabımı almıştım.

 

"Kendisi yönetimi ele geçirirken ülkenin başkanı olmayı değil kralı olmayı hedefliyordu. Rejimi tamamen değiştirecek ve meclisin onayından bu rejim değişikliği fikri geçerse dünyadaki on iki krallığa bir yenisi daha eklenecek," dedi adamlardan biri ama ben kararan gözlerimin savrulan odağını belli etmemek için başımı eğip gözlerimi kapatmıştım. Otuz altı yıldır cumhuriyet sistemini oturtmaya çalışırken bu olamazdı. Krallıktan kaçarken ona doğru koşuyorduk ve ben bunu durdurmak için siper olmaya hazırdım.

 

"Hangi meclis?"

 

"Seryum Devleti Yüce Meclisi. Onlar rejime değil ülkeye hizmet eder. Eğer Bay Seryum kırk beş üyenin en az otuz sekizinden onay alırsa rejim değişikliği kaçınılmaz olacak." Bu tekdüze bilgiyi aktaran adamın da durumdan zerre hoşnut olmadığı sakalla gölgelenmiş yüzünden, kara gözlerinden belliydi.

 

"Açık konuşalım Karnelyan Karma. Biz ülkelerin tekelleşmesi hususuna pek sıcak bakmıyoruz, biliyorsunuz ki tüm dünya düzenini sağlamaya çalışan bir kuruluşuz fakat meclis onayından geçerse buna yapabileceğimiz hiçbir şey yok."

 

"Geçmez," dedim başımı hızla kaldırarak. "Geçemez. Meclis dediğiniz şey vatandaşın ve toprak bütünlüğünün güvenliğine hizmet eder. Meclisten krallık için tek bir onay oyu çıkmaz. Geleneksel sisteme geçtiğimiz an diğer krallıklar için bir fetih noktası olarak görüleceğiz."

 

Söylediklerime inanıyordum ama ispat edemeyecek olmak içimi ürperiyordu. İnancımın kırılmasından korkuyordum. Seryum'a hizmet etmek demek krallığı reddetmekten geçiyordu, Kamer Mahver her şeyi kötü yapmış olsa bile bunu doğru yapmıştı.

 

"Yerinizde olsam buna fazla güvenmem. Meclis üyelerinin her biriyle konuştuk, aralarında buna sıcak bakanlar da var."

 

"İsim verin," derken avcum masanın üzerinde yumruk olmuştu istemeden. "Söyleyin bana. Onlarla yüzleşmek istiyorum, nedenlerini öğrenmek istiyorum."

 

Babamı özledim, annemi özledim, kedimi ve Afelya'yı özledim. Derslerime girmeyi özledim. Ders bitiminde Mars'la sarayın arka bahçesinde meyve likörü içmeyi ve dünya üzerine havadan sudan konuşmayı özledim. Yabancı mektup arkadaşımdan gelen mektupları okumayı, heyecanla yanıtlayıp postalamayı özledim. Normal olmayı özlemiştim. Bu ülkenin yükü belimi bükmeden önceki Karnelyan olmak istiyordum. Karnelyan Mahver...

 

"Gizlilik yasaları buna izin vermiyor ne yazık ki Sayın Karma," dedi sağ tarafımda oturan adam. "Eşiniz Keskin Karma ile irtibata geçtiniz mi bu süreçte?" Sorusundaki kavramlar zihnimdeki yerlerini bulamadı bir süre. Bir eşim oluşu, o kişinin Keskin Karma oluşu benim kabullenişlerim arasına henüz girememişti.

 

"Hayır. Kendisiyle irtibata geçmedim."

 

"Sizce eşinizin babanızın ortadan kaybolmasıyla bir ilgisi var mıdır?"

 

Odayı doldurmaya yüz tutan güneşin önüne yoğun bir bulut geçti duyduğum sorunun ardından, yağmur dolu bulut göğsümdeki umudumun önüne geçmiş gibi tıkandı nefesim. Kendi kurullarına hizmet eden müthiş derecede önemli bir adamı sorguladıklarına inanamıyordum.

 

"Hayır bu mümkün değil. Kendisi eşim olabilir ama onu benden daha uzun süredir tanıyorsunuz, sizce sizden ayrı hareket edebilir mi?" diye sorarken ensemi saran acı titremeyi dindirmek için elimi boynuma çıkardım.

 

"Eşinize kefilsiniz yani?" diye soruldu diğer söylediklerim göz ve kulak ardı edilerek. Kelime içimde bir yerlerde sonbaharın sahipsiz yaprakları gibi savruldu, avcuma hapsedip ona sahip çıktım.

 

"Kendim dışında tek bir kişiye bile kefil değilim."

 

"Buna babanız da dahil mi?" Nedense gözünün altında damardan düğüm olan adam sorusunu sorarken altında daha gizli bir soru sorar gibi sessizce bir miktar bana doğru eğilerek konuşmuştu. Dudaklarım düşünceyle büküldüğünde onları konuşarak bozmayıp çenemi eğdim keskin bir onay için. Adam rahat bir nefesle geri yaslandı. Anlamak için vaktim olmadan konuşmaya başlayan kişiye odaklandım.

 

"Kendinizi umudunuzu yitirmiş gibi hissediyorsunuzdur." Karşımda oturan adamın hüzünle çatılan kaşlarını samimiyete yormadım.

 

"Hayır hissetmiyorum.

 

İspat edilene kadar inanç en güçlü dayanaktı. Hala ülkeme dair umudum vardı.

 

"Bundan önceki yedi darbe girişimini biliyoruz ancak hiçbiri bu kadar etkili değildi. Bunu atlatsanız bile ilerleyişinizi senelerce geriye atar. Ki yalnızca otuz altı yıllık bir rejiminiz var."

 

Bir şey söylememe fırsat verilmedi. Çaprazımdaki adam farklı bir şeyle üzerime geldi. "Sizi hapseden adamdan kolay kolay kurtulmanız da mümkün görünmüyor. Açık konuşalım işgale DYK'nin hiçbir üyesi hoş bakmıyor ancak bu bir siyasi eylem, bir darbe gibi görünüyor Bayan Karma. Ve gerekli bir darbe. "

 

Şah damarımın üzerini saran ince derinin üstündeki umut hançerinin sivri yüzeyi nefesimi kesince, tutmakta direndiğim umudum benim için bir tehlikeye dönüşür oldu.

 

"Bu darbenin gerekli olması için toprak bütünlüğü zarar görmeliydi, tehlikelere açık hale getirilmeliydi," derken artık devam edemedim. Ben hep pencerenin dışındaki manzaraya bakarken ardımda kalan odanın içindeki kaosu görememiş bir kadındım, yüzleşince yüzüm düştü. Güç bir maskeydi ve ben onu kaybettim. Cama sırtını veren adam yerinden kalkıp başımın ucuna dikildiğinde kafamı kaldırıp ona bakamadım.

 

"Babanız süreci iyi yönetemedi," dedi karşımdaki adam, ilk kez gerçek bir mimik sarmıştı yüzünü. "İkimiz de biliyoruz ki Sayın Mahver, DYK ile ilişkisini güçlendirmek konusunda hevessizdi ve bakın bu, sonunu getirdi."

 

Kendini beğenmiş sik kafalı herif! Babamın hep dediği gibi DYK sana yardım ederdi ve sen, seni yardıma muhtaç bırakanın o olduğunu bilirdin. Babamın bu salaklardan neden hoşlanmadığını bir kez daha çok iyi anladım.

 

"Eğer bu yalnızca şartları iyileştirmek için başvurulan bir darbe olsaydı bugün sizi buraya çağırmazdık," dedi tepemde dikilen adam sesine gizem katarak. Damarımı zorlayan umut hançerinin keskin yüzeyi tersini döndü, nefes aldım. DYK'de beyni olan birkaç adamın var olduğuna inandım o konuşunca.

 

"Reddetmek için yeterli argümanımız yok ama krallığı açıkça desteklemeyeceğiz," dedi bir başkası. Eğilen başım yükseldi heyecanla. Yeniden başımda dikilen adam konuştuğunda masanın üzerindeki elimin hemen yanına koyduğu elini izledim çenem yukarıda, başım karşıma dönük olsa da.

 

"Bu adama karşı koymak için yeterli gücünüz olduğuna inanıyor musunuz? Sizi bir yangının ortasında ölüme terk eden adama..."

 

"Beni ölüme terk eden Kılıç Kül değildi," dedim başımı kaldırarak. Gördüğüm bir çift şaşkın göz ve çatık kaş oldu.

 

"Bunu nereden biliyorsunuz?"

 

"Eylem günü saraydaydı, beni odamdan çıkaran ve güvenli bir yere götüren oydu."

 

"Kılıç Bey sizi kurtardı mı?" diye sorduğunda bileğimde bir güç kırıntısı hissettim sonunda. Fakat sorması gereken ilk sorunun bu olmasını da beklemiyordum.

 

"Evet. Bu bilgiyi sizinle de paylaşmadı mı?"

 

Adam cevap vermeden önce eski yerine dönüyordu, tüm şaşkın gözler onun üzerindeydi. Hepsi onun bir cevap vermesini bekliyordu benim gibi.

 

"Hayır biz eylemin detayları sorduk, kişisel detayları değilz," dediğinde hızla oturup bana bakmaya başlamıştı. "Sizi temin ederim bu kişisel bir kahramanlık değildi, babamın benim için geri dönmesi ihtimalini gözden kaçırmak istemiyor yalnızca."

 

"Kılıç Bey sizinle bir şey paylaştı mı?"

 

"Nasıl bir şey duymak istiyorsunuz?" Omuzlarım düşüyordu, arkama yaslanıp göğsüme taze bir nefes için yer açtım.

 

"Önce bize Kılıç Kül Seryum'a karşı koyabilecek gücünüz olup olmadığını söyleyin."

 

"Var," dedim kendimden emin bir şekilde.

 

"Sonuna kadar yetecek kadar mı?"

 

"Sonuna kadar."

 

"Bize yardımcı olmayı ve karşılığında yardım görmeyi kabul ediyor musunuz?"

 

Ensemi titreten hisleri bastırmak için kürek kemiklerimi sandalyenin sert yüzeyine sertçe bastırdım, duyduğum fiziksel acıyla beynim aktif bir hal almaya çalıştı.

 

"Nasıl yani?"

 

 

Loading...
0%