@almelia
|
Seryum'un en güzel şehri Sare'de evlerin gök mavisi kapıları olurdu. Sanki şehrin arkasını korumak için orada nöbet tutan koca bir dağın önündeydi şehir ve şehir öyle güzeldi ki insan manzara için denize sırtını çevirip o güzel evlere bakmayı tercih ederdi. Ne zaman o kapıların sık olduğu mahallelere girsem mavi kapılı evlerden birinin içinde olmayı hayal ederdim. O kapıların arkasında beni bekleyen biri olsun, o kapıya hayranlıkla bakan değil sahibi olayım isterdim. Başkentten, babamın yanından ayrılıp Sare'de bir hayat kurmak için çok şeyimi ortaya koyabilirdim o zamanlar.
Bir gün kapılardan biri açıldığında onu öyle uzun süre izlemiştim ki kapı benim için açıldı sanacağım kadar heyecanlanmıştım. Elinde renkli bir battaniyeyle çıkan yaşlı kadına "Kapılarınız çok güzel, sürekli bu mahalleyi dolaşıyorum onları görmek için," demeye yanına gitmekten alıkoyamamıştım kendimi. Bazen sadece görmek hayatımızı sürdürmeye yeterli olmalıydı fakat gerçek sadece görünenlerden ibaret olmuyordu.
"Bu kapıların yalnızca sokak tarafları böyle," dedi bana kadın. "İç yüzü hiç de öyle değil." Yüzünün derin çizgilerinde yaşlılıktan çok derin bir kederin keskin izleri vardı, gözlerinin altında şişmiş torbaların ve kırmızı gözlerinin bana anlatmaya çalıştığı bir şeydi ancak ben o esnada tek bir şey anlayamamıştım.
İstersem içeri geçip kapının diğer tarafına bakabileceğimi de söylemişti bana, bu benim hep istediğim bir şeydi fakat ondan öğrendiğim bilgiyi duyana kadardı bu. Kapıların rengi öyle içimi açardı ki ardında yaşayan kimsenin mutsuz, umutsuz olabileceğini aklıma getiremezdim. Fakat evin içinden görülmüyorsa dışarıdaki manzaranın güzel olmasının ne anlamı vardı? Yaşlı kadın bana tek bir cümle edene kadar bunu düşünmemiştim. Bazen tek bir cümle insanı hep gittiği sokaklara bir daha adım atmaktan alıkoyuyordu, bazen insanın yüzü ardında kalanı iyi gizliyordu.
O gün beni bir gerçekle yüzleştiren kadın ölümle yeniden tanışmama sebep olmuştu. Pek çok şeyi unutmak kolaydı, ölümü de öyle fakat ölümüne şahit olduğun kişiyi bütünüyle unutmak mümkün müydü? Var olan insanları unutmak kolaydı oysa ölen artık bir ölümsüz olurdu, yeniden ölmeyecek olmanın nasıl bir his olduğunu merak ediyordum.
Sahip olduğum tek bir çöpü bile göğsümün içinde saklardım; bırakılır, terk edilir fakat ağlamayı kendime yasaklardım. Gözlerimi kırpıp göz pınarlarımı dolduran yaşlardan kurtulmaya çalıştım. Kılıç'ın günler önce masama bıraktığı sandığımı sonunda açma cesareti göstermiştim. Her bir özel eşyam içindeydi, mektuplarım, gazeteden kestiğim yazılarım, annemin günlüğü ve birkaç parça özel, şahsi şey daha. Dikişlerim alınmış, yaralarım iyileşmiş ve işgalin dört bir yanımı tümüyle sardığını kabul etmiştim. DYK elimdeki tüm ümidi önce almış sonra harçlık toplayan çocuğunun parasını alıp azar azar vermeye niyetli bir ebeveyn gibi minik dozlarla ödüllendireceğine dair zırvalar türetmişti.
Sanki ölmüş ve yeniden doğmuştum, sanki eski hayatıma dair bir şeye bakıyordum. Ve doğduğum bu hayatın öncekinden bile beter olduğuyla yüzleşiyordum. Sandığın kapağını özenle kapatıp yatağımın altına yerleştirdim yeniden. Batın'ın kahvaltı tepsisiyle birlikte masanın üzerine bıraktığı begonvil fidanını kaptığım gibi bahçeye gittim ekmek için.
Aptal gri duvara doğru yürürken onlarca askeri orada değillermiş gibi yok saymakta iyiydim fakat tam duvarın önünde diktiğim, ezilmemiş çiçeklerimi özenle kesip sepetine atışını izlediğim küçük çocuğu görünce yok saymak mümkün değildi. Donduğum yerden "Çiçeklerime ne yapıyorsun?" diye seslendim. Hiç ürkmeden omzunun üzerinden bana baktıktan sonra işine geri döndü ama beni yanıtsız bırakmadı. "Annem için güzel birkaç çiçek topluyorum."
"Kaç yaşındasın?" diye sordum öfkeyle onu kovmamak için.
"On dört," dedi dönüp bana bakarken, sesi daha toktu şimdi ve yaşıyla ilgili bir problemi olduğundan bunu sahte bir özgüvenle saklamaya çalışıyordu. Ona doğru hareket etmeye başladım ağır ağır, kolumdaki sepeti indirip elime aldım.
"Epey büyükmüşsün," diye yalan söyledim. Yüzü ya kirden ya da güneşin altında orantısız yanmaktan kararmıştı, üçgen bir burnu, özensiz kesilmiş saçları, koyu çilli bir yüzü vardı. Cılız çocuğun çöktüğü yere, yanına çöktüğümde sepetimi kenara bırakırken "Annen için benim çiçeklerimi seçmen çok gurur verici ama onlar benim," diyordum çocuğu ürkütmemek için uysalca.
"Bunlar kralın," dedi kesip atarak. Bir şamar istiyorum der gibi geldi sesi bana. Ona uzun uzun bir kral olmadığını anlatmak yerine "Bunları ben ektim, ben büyüttüm," dedim doğrudan. Cevap vermeden işine devam etti bu kez biraz aceleyle. "Buraya nasıl girdin?"
Göz ucuyla gri duvara bakıp duraksasa da cevabı omuz silkmek oldu. Duvar en az beş metre vardı ve bu çocuk o duvarı tırmanıp bahçeye girebildiyse onu tebrik edebilirdim ancak.
"Kralın bahçıvanı mısın?"
Elindeki paslı makası ile pembe güllerimden birini dalından keserken kendi bahçe makasımı aldım ve onunkine vurdum durması için. Kaşlarını çatıp bana dönse de durmuştu.
"Evet, öyleyim. O yüzden benden izin almadan çiçeklerime dokunma."
Makasıyla makasımı iterken kahve gözlerinde çocuksu öfkenin şimşekleri çaktı, kolunun tersiyle alnında biriken teri silerken "Kral benim sahip olduğum her şey sizindir, dedi. Daha dün radyoda duydum," diye meydan okudu açıkça.
Kılıç'ın başıma açtığı işler gün geçtikte artarken iyiden iyiye hayatıma da yerleşiyordu. Onunla konuşmaktan nefret ediyordum, benimle konuşmasından da aynı miktarda. Sanki onun için önemliymişim gibi, sanki ona karşı kayıtsızlığım onu yaralayabilirmiş gibi onu kendimden mahrum bırakmak için delice bir istek duyuyordum... Onu bensiz bırakmayı bir ceza olarak seçmiştim ve kendim için bir kurtuluş yoluydu bu.
Söyleyeceklerim bir çocuk için uygun olmayacağı için her birini yutkunarak yok ettim. "İsmin ne?"
"Esteran," dedi gururla. Birkaç adım uzaklaştığı yerde kırmızı güllerimi de sepetine ekliyordu. "Babam koymuş ismimi."
"Son kralı seviyormuş demek ki," dedim tiksintimi bastırmaya çalışarak.
"Şimdiki kralı da seviyor babam," dedi. "Sonunda doğru düzgün yaşayacakmışız. Kralların halkı zengin olurmuş." Bir an durduğunda aklına bir şey gelmiş gibi baktı gözlerime ve konuyu değiştirdi. "Kral gelmeden önce, olan tüm kötülükleri Kamer Mahver kralcıların üstüne atıp işten sıyrılıyormuş. Babam söyledi, bana da çok mantıklı geldi hem. Babamın dükkanı kapandığında kraliyet sempatizanı ve terör yanlısı olduğunu söylemişlerdi polisler. Ama babam öyle olmadığını kanıtladı, dükkanı hala kapalı yine de. Babam hep 'Suçlusu olmayan bir suç gördü mü hemen hesabı kralcılara keser Kamer Mahver' diyordu."
Saçma sapan konuştuğunu söylemeyip onu azat ettim ağlama krizinden ve "Tamam Esteran, çiçeklerimi kesmeyi bırak. Benden izin almadan onları annene götürmene izin vermiyorum," diyerek ayağa kalkıp duruma müdahale etmeye koyuldum. Kalkıp ona yürüdüğümü fark ettiğinde tedirgince dizlerinin üzerinde geri çekilmeye çalışırken kalçasının üzerine düştüğünde adımlarım sekteye uğramıştı. Onu ürküttüğüm için kendimden öyle tiksindim ki elimdeki bahçe makasını otların arasına atıp çocuğa elimi uzatırken "Eğer ara ara gelip benimle kahve içmeye gelirsen çiçeklerimi almana izin vereceğim," dedim ve yüzündeki fiziksel bir darbe bekleyen kaş çatış zorlu bir düğüm gibi zar zor açıldı. "Kahve mi?" diye sordu altında başka bir anlam ararmış gibi.
"Sadece birkaç yıl daha büyük olsaydın meyve likörü içerdik tabii." Elime güvensizce baksa da sonunda onu kaldırmama izin verdiğinde boyunun neredeyse benim kadar olduğuyla da yüzleşmiştim. Pantolonunu ve elindeki toprakları silkelemeye koyuldu hızla. "Bugünlük annem için bu kadar çiçek yeter, sonraki gelişimde kahve içeriz," diye anlattı ama onu öyle kolay kolay bırakacak değildim. Yerden sepetini almak için eğildiğinde ondan hızlı davranıp sepeti kaptım.
Meydan okuma isteği ve sebebini çözemediğim bir endişeyle baktı yüzüme. Bazı konularda benden bir şey gizlediğini anlayabiliyordum. Koluna girip onu sarayın kemerli kapısına doğru çekiştirdim.
"Kahve içmeden hiçbir yere gidemezsin, Esteran."
"Saat kaç?" diye sordu hala direnerek. "Tam 17.08. İstersen kendin bak," diyerek bileğimi göz hizasına kaldırdım. Sonunda saate kendi gözleriyle baktı ve uzun bir soluk verdi. Karşı çıkmayı kesip gergin, kemikleri elime değen ince kolunu tutmama da müsaade ediyordu. "Annen çiçekleri çok seviyor herhalde." Bir soru sormuş gibi dönüp yüzünün yan duruşuna baktım. Gözünün ucuyla bana baktı çocuk, ince dudaklarını hoşnutsuzlukla bükse de başını salladı onayla.
Kapının önündeki nöbetçi askerlerin ifadesizce karşıya bakan gözleri bir an için ikimizin üzerinde memnuniyetsizce dolaşsa da içeri girip binanın küçük mutfağına varmıştık bile.
Ben kahvesine bolca süt ekleyip önüne koyana hatta kendiminkinden bir yudum alana kadar çocuk yuvarlak masanın üzerine koyduğu sepetini gergince izlemeye devam etmişti. Başta neden bu kadar huzursuz olmayıp şimdi olduğunu anlamak için "Kahveni beğenmedin mi?" diye girdim konuya.
"Yoo," dedi önce. Sonunda sesini çıkarabildiğini fark etmiş gibi daha cesur bir sesle "Sen nasıl bahçıvansın, burada istediğin gibi dolaşmana izin var mı?" diye sordu art arda.
Yalanı dallanıp budaklandırmamaya özen göstererek onun güvensizliğini giderecek cevaplar verdikten ve sonunda soruları tükendikten sonra Esteran paçalarını kestiği eskimiş kumaş pantolonunun arkasından bir kitap çıkarıp masaya koydu.
"Okuduktan sonra bunu okuman için sana getireceğim," dedi heyecanla. "Bitkilerin Nasıl Erkenden Çiçek Açar." Masanın üzerinden bana doğru sürdüğü kitabı elime alıp ismine güldüğümü görmesin diye yüzümün önüne kaldırdım.
"O tarz bir kitap okumuştum," diye seslendiğinde biri mutfağın kapısız boşluğundan gülüşüm hiç var olmamış gibi silindi, dudaklarım aşağı seğirdi.
Dönüp bakmadan Esteran'ın tepkilerini izlemek için dikkat kesilmiştim. Çocuğun göğsü yükselip inmeyi bırakmıştı kapı boşluğunu dolduran Kılıç'ı izlerken. "Nefes al Ester, kendisi sadece taçsız bir kral," diye fısıldadım ve çocuğun aralık dudaklarından giren nefesi şişen göğsünde gördüm.
"Ester," dedi Kılıç yüksek sesle. "Güzel bir isim."
"Esteran," dedi çocuk gururla ama onunla konuşana duyduğu hayranlık ve korkudan dolayı sarsılmış kısık sesiyle.
Kılıç'ın yaklaşan adım seslerini, boş bir sandalye çekip sağ tarafıma otururken sandalyenin ezilen gıcırtısını, Esteran'ın hayranlıktan kesilen nefesinin yüksek sesini dinledikten sonra kafamı kaldırıp Kılıç'ın çocuğa doğru dönük yüzüne baktım. "Daha güzel bir isim," demişti Esteran'a.
"Ne tarz bir kitaptı okuduğunuz?" diye sordu çocuk Kılıç'ın insanın içindeki sırları gören bakışlarından kurtulduğunu, masanın üzerindeki kitabı incelediğini görünce.
"Evde Nasıl El Bombası Yaparsın? adlı bir cep kitabıydı. Deneyimlerimden yola çıkarak söylüyorum Esteran," derken kafasını kaldırıp çocuğa bakınca Esteran'ın hayranlığa galip merakı gözlerini ele geçirmişti. "Bu kitaplara güven olmaz."
"Neden ki?" diye sordu hemen. "Bombayı yapamadınız mı?"
Kılıç'ın sağ yanağı dudağının yukarı yükselmesiyle hareket etti, onun sarımsı sakallarının güneşe meydan okur ışık oyunlarıyla gözlerimi kıstım ve onun yolundan ne kadar nefret ettiğimi hatırlattım kendime.
"Denerken her şey elimde patladı, gerçek anlamda hem de," dedi gülerek. "O kadar sinirlendim ki yazarını bulup hesap sormaya bile karar verdim."
"Buldunuz mu peki efendim?" diye sordu Esteran kucağında birleştirdiği ellerini masanın üzerine çıkarıp Kılıç'a doğru eğilirken. Kılıç sinsi bir gülüşle başını salladı olumsuzca.
"Kendisi yeni bir bomba icat ederken ölmüş," dedi ve kendimi, baskıyla susturan nefretimin örtüsü rüzgarla uçmuş gibi hikayesine kahkaha atarken buldum, özgürce, keyifle, nefret bir anlığına dünya topraklarından silinmişçesine. Fakat ne kadar yanlış bir şey yaptığımla yüzleşmek Kılıç ile göz göze gelmekti. Minik penceresinin önü demirlikle kısıtlanmış mutfağın içerisine girmekte zorlanan güneş onun yüzünü bulmakta da zorlanırken sanki güneşin tüm ışığı beni teşhir etmek için yüzümü aydınlatıyordu. Nasıl da gülüyor kaygısızca, ülkesine hiç saygısı yok, diyordu Güneş.
Kılıç'ın zorlu bir kazı sonrası önünde beliren bir hazineyi izler gibi beni izleyen gözlerinden kaçmak için Esteran'a dönüp "Hadi çiçekleri annene verelim ufaklık," diyordum duygusuz çıksın diye iyice boğuk çıkan sesimle.
Esteran'ın neredeyse korkudan sıçramasına neden olan sözlerimden sonra sandalyesini ittiğini gördüm, huzursuzca elini masadaki hasır sepetin kulbuna sardı.
"Hayır eve bir yabancıyla gidemem, onları kendim verebilirim."
"Yabancı sayılmam, sonuçta onlar benim çiçeklerimdi."
Çocuğun bakışları ya yardım dilenmek için ya da varlığını yeni hatırladığı için Kılıç'a döndü huzursuzca. Sonunda masanın üzerindeki kitabı aldı, tişörtü belinden sıyırıp kitabı beli ile pantolonun arasına sıkıştırırken "Onlar kral beyefendinin çiçekleri," dedi, sesi beklediği kadar güçlü çıkmadı. "Onun çiçeklerini almama izin vereceğini sanıyordum."
Kılıç dikkatle çocuğu izlediğini ve sessiz kaldığını görünce çocuğun önündeki sepetin kulbuna parmaklarımı sarıp ayağa kalktım. "Evet ama onları ben yetiştirdiğim için benim çiçeklerimi izinsiz alamazsın. Annene onları beraber verebiliriz hem arkadaş olabilmemiz için annenden izin de isterim." Esteran'ın nefesleri sıklaştı, yerinden kalkıp sepeti kendine doğru çekmeye çalıştı. "Kahve içersek izin vereceğini söylemiştin." Kusacak gibi görünüyordu, parmaklarımı sepetinden çektim bir nebze rahatlaması için.
"Haklısın ama yeniden geleceğinden emin olmak için ailenle tanışmak istiyorum."
Çocuk sanki bir darbe almış gibi sepetiyle birlikte geri kaçtı, o esnada Kılıç parmaklarını bileğime sardığında donup kalmıştım. "Yeniden geleceğinden eminim, burada onu görmekten her zaman memnun olacağız," dedi çocuğa güvence vermek ve beni bir nedenle susturmak için.
Esteran'ın rahatlayan nefesi, yumuşayan yüzüyle anlamıştım Kılıç'ın doğru bir adım attığını. İkimiz de sessiz kalınca Kılıç çenesini kaldırıp yüzüme baktı, bileğimin hala hapsinde olduğunun farkında değil gibi "O büyük bir çocuk Karnelyam, kendisi için doğru arkadaşları tek başına seçebilir," dedi garip sesiyle. Çocuğa bakıp onay bekledim ondan.
"Yeniden geleceğim, babam kralla konuştuğumu öğrenince çok sevinecek zaten."
Yüzümü buruşturup Kılıç'ın kral falan olmadığını haykırmamak için dilimi ısırdım.
"Efendim eğer ," dedi ve mahcup şekilde bana baktı bir saniyeliğine. "Yeni bir bahçıvana ihtiyacınız olursa ben size yardımcı olmak isterim. Çiçek yetiştirmekten iyi anlarım. Gerçekten."
Hain, küçük ucube resmen gözlerimin önünde işimi elimden almaya çalışıyordu ve ben ona özenle yetiştirdiğim çiçeklerimi sıcak bir kahve eşliğinde verirken.
"Yani bahçıvanınız," derken elinin ucu hafifçe beni göstermeye kalkmıştı. "Biraz ilgisiz bırakmış bahçeyi."
Kılıç'ın bakışlarını üzerimde hissettim ama yalanımı açığa çıkarmadı. Onun konuşmasına fırsat vermeden "Senin dişlerini sökeyim mi küçük?" diye sordum sessizce ama Kılıç da duymuştu, o bileğimdeki tutuşun baskısını artırırken Esteran yüzüme bakıp mahcup fakat edepsizce gülümsüyordu.
"Yeniden geldiğinde buna karar vermiş olacağım Esteran." Kılıç'ın sözleriyle umutlanan çocuk garip, acemi bir reveransla onu onurlandırmaya uğraşırken az önceki öfkemin en azından birazını çıkarabilmek için "Seni sümüklü, sen reverans yapmak için doğmadığına şükret yoksa gerçek bir kral senin dizlerini keserdi," diyiverdim.
Kılıç sandalyesini itip ayağa kalktığında bileğimi tuttuğu için onun hareketiyle yere sabit adımlarım sarsıldı. "Dizleri kesilmeyecek, o saygılı bir çocuk," derken Esteran'a güvence verir gibi bakıyordu ancak sonunda bana dönüp "Senin aksine," diye eklediğinde bakışlarında güvencenin tatlı sularından tek bir iz kalmamıştı. Gözlerimi kısıp ona meydan okuduğumda Kılıç da düz bakışlarla beni izlemeyi sürdürüyordu.
"Onun dilini kesecek misiniz?" diye bir soru yükseldi Esteran'dan. Kocaman açılmış gözlerle ona döndüğümde Kılıç'a bakıyordu kaygıyla. "Eğer benim yüzümden kesecekseniz buna gerek yok. Biz onunla arkadaş olduk."
Sonunda bakışlarımı ele geçiren dehşetten sıyrıldım.
"Onun diliyle ilgili başka planlarım var Esteran ve merak etme arkadaşın seninle böyle konuşmaya devam edebilecek."
Yeni bir dehşet dalgasıyla irileşti gözlerim yine, altında bir anlam olduğuna neredeyse emin olduğum sözlere tepki dahi veremedim. Esteran saygıyla ve tıpkı bir ucube gibi eğilerek teşekkür edince gitmek için izin de istemişti. Peşine takılıp Kılıç'tan kurtulmak için bir bahane olarak kullanmaya hevesliydim ancak çocuğun ardından attığım adım durduruldu. Kılıç bileğimi bırakmadan beni kendine çekti, düşmemek için tuniğinin keten kumaşına tutundum ve ayakta durabileceğime karar verdiğimde tutunduğum yerden ittim onu öfkeyle. Yerinden kıpırdamadı, çekmeye çalıştığım bileğimi bırakmadı, öylece beni izlemeye devam etti gözleriyle.
"Bahçıvanlığının bir çocuk tarafından eleştirilmesine bu kadar öfkelenmemelisin."
Sana ne kütük kafa diyip çocukça yüzüne tokatlar atmak istesem de donmuş gibi hareketsizce beni bırakmasını bekledim.
"Benimle konuşmayacak mısın Nimfea?" diye sordu bu kez muhtaç bir sesle. Sahiden anlayamıyordum, Kamer Mahver'i ağına çekmek için oltanın ucuna taktığı ölü bir solucandan farkım yoktu ama ısrarla benimle konuşmakla uğraşıyordu. Tarafında olmamı istemesinin bile hiçbir anlamı yoktu eğer eski yöneticinin kızı olarak onun tarafında olduğum için pek çok insanı kendi tarafına çekmeyi planlamıyorsa. Kendimi bunu için kullandırtmayacaktım.
"Pekala," dedi beni göğsüne çekerek, göğsüne çarpmamak için elimle çarpacağım yere tutundum ve elimi orada tutmak için büyük elini üzerine koyup elimi eliyle göğsüne bastırdı. Parmaklarımı zorla yumruk yaptım göğsünün sert kaslarını, sıcaklığını hissetmemek için.
"Akşam seninle konuşmak istiyorum," dedi resmi bir sesle. Beni zorla kendine yapıştırmamış gibi...
Başımı masaya çevirmiştim, yarısı içilmiş bardakların yüzeylerindeki kahve lekelerini saymaya başladım. Beni bırakana kadar ona bakmamaya, cevap vermemeye öyle kararlıydım ki bunu hissetmiş gibi elimi yanıma indirdikten sonra beni serbest bıraktı tümüyle. Bir saniye bile beklemeden acelesiz adımlarla bahçeye yürümeye başladım. Bahçeye dönecek, begonvil fidanımı duvarın önüne ekecek ve yabani otları söküp çiçeklerime büyümeleri için alan açacaktım.
Keşke Kılıç'ın askerlerini de yabani otlar gibi söküp atabilseydim ülkemden, aptal gibi Batın'ı ikna edebileceğimi ve o vasıtasıyla da askerlerini aydınlatacağımı sanmıştım fakat gerçeklerle yüzleşecek tek kişi ben olmuştum bu süreçte.
Yabani otları söküp atarken DYK ile konuştuğum şeyler aklımda dönüp duruyordu. Ümitlerimin çoğunu DYK'ye bağladığım için pişmandım, biraz çaresizdim ama tümüyle değil.
Onlara yardım edecektim onlar da bana edecekti. Beni Kılıç'ın kişisel adımlarını izlemekle görevli bir ajan ilan ettiklerinden beri Kılıç'ın yüzünü görmek bile istemiyordum. Her nedense Kılıç'ın kişisel verilerine ulaşabileceğimi sanmışlardı ancak ben koca saray bozması binanın içinde dolaşabilecek kadar özgürlüğe sahip bir hayalettim yalnızca. Yeni bir şeyler öğrenmekten ziyade bildiğim, şahit olduğum eylem günündeki olayı bile ispat edemiyordum. Öyle ki beni kurtaranın Kılıç olmadığına, yalnızca ahşap evde uyanıp da başımda onu görerek başından beri benim için oradaki adamın o olduğunu sandığıma daha çok inanıyordum. Tüm bunlar Kılıç Kül Seryum'a dair her şeyden nefret etmeme sebebiyet veriyordu.
Uzun süreler geçmişti DYK toplantısının üzerinden ve sıradaki toplantıda onlara ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Kılıç'ın benimle kişisel bir şeylerini paylaşacağını onlara ne düşündürtmüştü bunu da anlamamıştım. Nefret ettiği adamın kızıyla hayat hikayesini kim paylaşırdı ya da kim ondan nefret ettiğini düşündüğü bir kadına kendisi için değerli olan bir şeylerden bahsederdi? Belli ki Kılıç değil ve belli ki ben de onunla sohbet etmeye hiç ama hiç meraklı değildim. Günlerdir onunla tek kelime bile konuşmamıştım. Odamın duvarları dışında konuştuğum pek kişi yoktu son zamanlarda. Oysa bir zamanlar her günüm konuşarak, anlatarak geçerdi.
Kılıç'ın aydınlık nefreti sanki öyle yoğundu ki Seryum'a kışı erken getirmişti. Eylülün ilk günlerinde güneş battıktan sonra sertleşen hava yüzünden tüylerim ürperdi ve belime bağladığım dokuma hırkamı çözüp omuzlarıma attım. Annemin son doğum günü hediyesiydi bu hırka, bir ağustos vakti çekip gitmeden günler önce on sekiz yaşın için dediğinde güldüğümü hatırlıyorum. Doğum günüme aylar kala, yazın tam da ortasında bir hırka almak o gün komik gelmişti. Şimdiyse hırkadan öyle nefret ediyordum ki sırf bu nefret beni alaşağı edemesin diye senelerdir yıpranan, ipleri kaçan hırkayı kullanmaya devam ediyordum. "Çocuk yetiştirmek de tıpkı bir hırka örmek gibi," demişti annem. "Önceleri büyük bir umutla şişe ipleri sıralıyorsun, kafanda neye benzeyeceğine dair güzel planlar yapıyorsun, rengini seçiyorsun, belki cep koymak istiyorsun senden bir parça sıkıştırsın o cebe diye..." Annemin yeşil hareli mavi gözlerinde derin bir şeyler kıpraşırken gülüşüm kesilmişti. "Fakat eğer seçtiğin ip Karnelyan," demişti çatık kaşları bir anıyı karşısına almış hesap sorar gibiyken. "Eğer hırkan için iyi bir ip seçmemişsen hayalini kurduğun o hırkayı asla elde edemezsin, muhakkak göze batan bir yanı olur."
"Sen," diye başladığımda annemin bana bakarken beni görmesi uzun sürdüğü için bir süre bekledim. "İyi bir ip seçmiş miydin anne?" diye sordum kendimi kast etmeyerek.
"En iyisiydi," diye yanıtlamıştı beni benden tamamen kopup geçmişin içine gömülerek.
Düşüncelerin dağıttığı dikkatim yüzünden kuru yapraklarını budadığım gül ağacından elime bir diken saplanınca transtan çıkar gibi sancıyla inledim. Dünyanın sesleri yerine oturdu tüm acıları, sevinçleriyle. Eşyalarımı toplamaya bile gerek duymadan yalnızca kolumun altına sıkıştırdığım birkaç kuru çiçek ve makasımla kalkıp gitmeye karar vermiştim. Bir damla kanın elimin ayasında süzüldüğünü izlerken kanı durdurmak ve dikeni çıkarmakla uğraşıyordum. Kendimi bahçedeki işlere öyle kaptırmıştım ki hava kararmış taş duvara monteli gece ışıkları yanmaya başlamıştı.
"Görmeme izin verin, yıllardır onu görmek için bekliyoruz biz burada."
Binanın ön tarafından gelen sese ilerlerken buldum kendimi. Avcumdaki dikeni kazıyarak çıkardım sonunda ve adımlarımı hızlandırdım.
"Ben de sizin gibi krallığı destekliyorum," dedi az önceki ses heyecanla.
"İçeri giremezsiniz." Askerin sesi dümdüzdü, adamın heyecanından etkilenmiyordu. Bahçe kapısına doğru ilerledim. İki askerin, önünde tek bir barikat gibi durduğu cılız bir adam askerlerin kollarına yapışmış içeri girmeye çalışıyordu. Yüzünü görecek kadar yaklaştıktan sonra daha fazla ilerlememiştim. Alnında biriken ter, üzerine yapışmış keneler gibi duruyordu, adam da ısrarla orada duruyordu. Göz bebeklerinin titrediğini ama odağını bulmak için çaba sarf ettiğini de görmüştüm.
"Onu görmeyi hak etmiyor muyuz biz? Otuz yıldır gelmesini beklediğimiz adamı görmek yasak mı bize?"
Yüzündeki aciz ifade içimi burksa da sözleri derimi aleve verdi, otuz yıldır burada krallık beklemesine öfkeliydim. Bir zamanlar kolaylıkla girebildiği yönetim binası saraya dönüşmeye yüz tutunca kapısından alınmıyordu fakat bu bile anlamasına yetmiyordu.
Halkın arasında onun gibilerinin olduğunu düşünmekse öfkemi harlamak yerine onu derimin altına gömdü ve tenimin üstündeki harlı alevi söndürdü. Umutsuzluk her türlü histen kat be kat daha ağırdı. Bu yükü taşımak istemiyordum.
"Binaya giremezsiniz," dedi yine aynı düz ses.
Beyaz ışığın altında yüzü yeşile dönüyordu adamın, askerleri itmek için onları tuttuğunu sanmıştım fakat o düşmemek için onlara tutunuyordu. Hasta görüntüsünde daha evvel gördüğüm emareler belirdikçe dikildiğim yerde soluklarım hızlandı.
"Yıllar sonra gelen kurtarıcımızı görmeden ölmek istemiyorum," dedi ekşiyen yüzüyle. Rengi iyiden iyiye çekiliyordu, siması silikleşmeye başladığında adamın sözleri geri planda kaldı benim için. Çok ama çok kötü görünüyordu.
Kolumun altındaki çiçekleri ve makası toprağın üzerine bırakıp yanlarına ilerledim koşar adımlarla. "Ayakta zor duruyor, en azından bahçeye girip oturmasına izin verin," dediğimde askerlerin bakışları bana döndü ama tepki vermediler.
"Beni içeri alsınlar söyleyin. Kralı görmek istiyorum, ölmeden önce göreyim bir kere."
Derin bir nefes alıp adamın yüzüne iyice bakmak için yaklaştım fakat onu içeri almayan askerler beni de dışarı tek bir adım atmayacak şekilde etkiledi.
"Kral falan yok burada. İşgalcinin teki için hasta halinle kalkıp buraya mı geldin?"
Adamın bir eli boncuk boncuk terlerle ıslanan yüzünü kurulamaya çalışırken diğer eli askerin üniformasını öyle sıkı tutuyordu ki yüzü kadar beyazlamıştı elleri de.
"Asıl işgalci Kamer Mahver'di," dedi nefesleri hızlansa da tükürür gibi. "Bu kadın bile içeride ama Seryum Kılıçı'nın yolunu gözleyen halkın içeride yeri yok mu? Görmek istiyorum, ölmeden önce bunu istiyorum!"
Uzun konuşması sınırlı gücünü tüketince dizlerinin üzerine doğru düşüyor ve sıkıca tuttuğu askeri de çekiştiriyordu.
"Git sahibini çağır çabuk!" diye bağırdım adam düşmesin diye boş duran askeri itip müdahale ederken. Kuvvetle muhtemel saygı göstergesi olarak giydiği kadife ceketin üzerinden, omzunun altından kavradığım adamın bedeni olduğu gibi titriyordu.
Asker yana kaymak zorunda kaldığında yere çöken adamla birlikte diz çöktüm. Elini, askerin üniformasının kumaşından zorla söktüğümde sonunda kendisini tamamen yere bıraktı, başı dizime kaymıştı. Terli ensesi ipek eteğimin içine süzülüp tenimi ıslattıysa da ceketini üzerinden sıyırmak için oyalanmadım.
Omzumun üzerinden "Biriniz Kılıç'ı çağırsın, biriniz de haber verin hekim yollasınlar," diye bağırdım arkamda duran askerlere.
Sağ tarafta dikilen yanındakine baktığında "Benim çağırdığımı söyle. Çabuk ol!" diye bağırmış ve düşünme sürelerini ellerinden almıştım.
Askerin koşarak içeri ilerlediğini görünce dizimdeki adamın kesik kesik yükselen göğsünü izledim. İnce kumaş gömleğinin üst düğmelerini çözerken ona neden yardım ettiğimin farkında bile değildim.
Haftalar önce kaçmak için bir askeri vurma cesareti ve gaddarlığını gösterdikten sonra ondan hiçbir farkı olmayan bu adama yardım etmemin sebebi basit bir merhamet olamazdı. Sebebini ben de bilmiyordum bir başkası da.
"Onu gördün mü?" diye sorduğunda canhıraş görüntüsünün tam zıddı sakinlikteydi sesi. Neredeyse uzun süredir yatmakta olan yaşlı bir adam gibi hışırtılı sesle sorduğu soruya başımı sallayarak cevap verdim.
"Kusman gerekiyor," diye bağırdım sırtından tutup onu yan çevirmeye çalışırken. Son gücünü bana direnmek ve öylece yatmak için harcadığında bir an ne yapacağımı şaşırıp kaldım.
"Anlat bana."
Yakasındaki elimi tuttu ve canımı acıtmasa da yanmış gibi sıçradım. Elimi çekmeme izin vermeden tutuyor ve yukarısında olan bana bakıyordu. Dikilen asker müdahale etmek için adamın üzerine eğilince boştaki elimle durdurdum onu.
"Sorun yok, çekil." Bir adım geri gitti temkinli bir şekilde. Yeniden, yere yığılan adama döndü bakışlarım.
"Anlat bana," dedi talepkar ve hevesli sesiyle. "Nasıl görünüyor, güçlü mü?"
Kırışan alnı, seyrek kirpikleri, taş kenarlıkların tepesinden düşen beyaz ışıkla bembeyaz görünen terli yüzü sanki canı yanan benmişim gibi hissetmeme sebep oldu.
"Sare Dağı'nı hiç gördün mü?" diye sordum soğukkanlılığımı koruyarak.
Gözlerini kırptığında uzun uzun örtülü tuttu göz kapaklarını.
"Tıpkı öyle görünüyor," dedim derince düşünmeyerek, aklıma onunla ilgili gelen ilk benzetme buydu. "Dağın yamaçlarında rüzgar esince temiz bir duman kokusu gelir insanın burnuna. Sen de o kokuyu daha önce aldın değil mi?" diye sorduğumda adamın yüzüme bakmıyor olduğunu fark ettim. Gözlerimi çenesine indirdim cevap beklerken. Kasında bir seğirme yakaladım, dudağının yalnızca bir köşesini kaldıracak kadar enerjisi vardı. Cevabımı almıştım. "Tıpkı öyle kokuyor, öyle görünüyor. Seryum'da öyle bir adam daha önce hiç görmemiştim."
"Bizi kurtaracak değil mi?" diye sorduğunda baş gösteren merhametin yumuşak yüzü kırık cama dönüşüp dilime batmıştı. Dilimi ısırdım, cevap vermedim.
"Ona iyi bak, benim yerime bir kez daha bak."
Nefes sesleri gürültülü bir hal aldı. Hırıltılarının daha duyulur olması için dudaklarını araladığında tükürüğü genzinde kaynamaya başlamıştı. Gözlerini açtığında hemen gözlerini yakaladım, göz bebekleri nokta halini aldığında rengi belirsiz gözler içe doğru döndü. Beyaz köpük ağzını ele geçirmiş, gözünün beyazı da gözlerini ele geçirmişti ve bu sahneyi daha önce yaşadığım için kusma isteğiyle onu izlemeye devam ettim.
"Hekim çağrıldı mı?" diye bağırdı yanımda diz çöken asker gerisine doğru. Dizimdeki ensesi sarsılışlarla kaymak üzere olan adamın yanağına sapladım parmaklarımı. Tükürük ve terle kayganlaşan teni elimden kayıyor gibi olsa da başını yere çarpmasına izin vermeyecektim.
"Çekilin ben tutayım, ne kadar süreceğini bilmiyoruz," diye bir teklif sundu asker. Gözümü dizimdeki adamın şakağında atan damardan almayarak "Zehirlenmiş, beş dakika içinde ölecek," diyebildim.
Birilerinin zehirlendiği bir dünyanın gerçek olduğuna inanmazdım bile ta ki yedi yıl önce buna ilk şahit olduğum o ana kadardı bu.
"Nereden anladınız?" Askerin sesi artık uzaktan geliyordu, uzaklaşan sesi değil benim zihnimdi. Adamın sarsılan bedeni havaya aç bir şekilde can çekişiyordu, ben ona rağmen başı yere düşmesin diye diğer elimi de yüzüne çıkarıp onu korudum.
"Daha önce de karşılaştım," diye yanıtladım onu dilim donmuş, hislerim donmuş, dünyam donmuş gibi.
Babam Sarbar Cezaevi'nin idari işleriyle sık sık meşgul olduğu için ne zaman hapishanenin olduğu Sare şehrine gitsek ben hep gök mavisi rengindeki kapıları arar, bulur ve önlerinde dolaşırdım. Bana açılan ilk mavi kapının arkasından çıkan yetmişli yaşlardaki kadının alnı boncuk boncuk terle kaplıydı. Nefes almak için çıktım demişti bana.
"İstersen içeri girip kapının ardındaki renge bak, boyayı kustuğu için devamlı cila vuruyoruz. Eğer kapının içi de dışı gibi göğe benzese belki evimde huzur olurdu," demişti güç nefes alarak. Elindeki renkli battaniyeyi taş merdivene sererken hasta görünüyordu.
İçeri girmek istememiştim, öğrendiğim şeyi bir de görmek istememiştim. Kapıya varan beş basamaklı taş merdivenden ikisini inip yere çökmüştü kadın. Gözleri bir türlü odağını bulamıyordu. Geri kalan basamakları tırmanıp yanına koştuğumu hatırlıyorum. Eskiden şimdikinden daha merhametli bir insandım çünkü.
"İyi misiniz?" diye sorabilmiştim ama tek düşündüğüm ona nasıl yardım edebileceğimdi.
"Ben bir türlü ölmüyorum biliyor musun?" diye sormuştu sakince, beklediği şey bir cevap değildi. Gözlerini açamıyordu, açtığında göz bebekleri titriyor ve odağını bulamıyordu. "Çocuklarım vardı yıldızlar gibi, eşim vardı Ay gibi, ailem vardı Güneş gibi, gök gibi kapım vardı," dedi ve battaniyenin diğer ucuna oturup katılaşmış kolunu tuttum. "Fakat hepsi öldü." Kadının sesindeki telaştan yoksun acı sözler her düşündüğümde göğsümde düğümler oluşturuyor, içime oturuyordu. "Ben bir türlü ölemedim. Dünyanın içinde yaşamak da pek matah değil ama dışında kalmak çok acı. Yalnızlık beni dünyanın dışına itti, dünyanın dışında insan bir türlü ölemiyor." Zor konuşsa bile sesindeki öfkeyi hemen kavradım. Nefret, öfke duyuyordu dünyaya ve bu hisler hararetle konuşmasına yardım ediyordu sanki.
Defalarca kez ne olduğunu sormuştum, bir hastalığı, bir ilacı var mı diye sormuştum, başı dizime düştüğünde kalkmaya çalışması ve yük olmama çabası sırtıma döşenen kaburgalarımı büzüştürüp beni iki büklüm yapmıştı. Dizimde kalması ve bana, ona yardım etmem için ne gerektiğini söylemesi için yalvarmıştım.
"Ahududuyla," diye başladığında genzi tükürükle dolmuştu kadının. "Lavzerin kuru tozlarını karıştırınca insan kolay ölürmüş diye duydum," demişti bana sadece. O an hiçbir şey anlamamıştım. Tam yirmi yaşındaydım ama ölümden hiç bu kadar bahsetmemiştim. Mahver ailesinin ölümden bahsetmesi yasaktı, yazısız, sözsüz bu kurala uymayan görmezden gelinmekle cezalandırılırdı.
"Ne oldu, niye durdu?" diyen sese paralel alnımdan tek bir damla düştü dizlerimdeki adamın şakağına. Ellerimi onun yüzünden çekemiyordum.
Askerin telaşlı sorusuyla uzaklara dalan zihnimi o derin kuyudan çıkardım ve şu anın derinliğine daldım. Ellerimin arasına tüm ağırlığıyla kendini bırakmış güçsüz başı çekip dizime tam yerleştirdim ve dakikalardır onun alamadığı nefes için derin bir soluk aldım. Yüzünden çektiğim ellerimi kulağının birkaç santim altına yerleştirdim hareket yakalamak için. Bu üçüncüydü.
"Ölmüş," dedim yutkunamadan.
"Ne oluyor?"
Nefesler arasında sorulmuş olsa da soranın sesini tanımıştım. Yüce bir dağ belirdi gözümün önünde, eteklerini süsleyen ağaçların dalları denizden esen rüzgarla hışırdıyordu ve sesin getirdiği koku insanın başını döndürüyordu.
Üstüme birkaç asker koştuğunda dizimdeki adamın kollarını ve bacaklarını tutup üzerimden kaldırıyorlardı.
Kılıç'ın gölgede kalan gözlerine baktım, gölgede parlayan siyahlıklar beni ölümün ağırlığından kurtardı.
"Gel buraya," dedi teselli eden sesiyle, ellerini açarak ve bana yürüyerek.
Islak ellerimi kapatamıyor, indiremiyordum; kalkmak için yerden destek alamıyor ve dizlerimle taşlı toprağa iyice gömülüyordum.
"Efendim. Ölmüş," dedi biri duraksayarak.
Kılıç Kül Seryum gelmişti fakat onu görmeden ölmek istemeyen adam öldükten hemen sonra. Beni dirseğimden yakalayıp ayağa kaldırdı. Karşısında hiçbir şey hissetmeden, hiçbir duyguya izin vermeden durdum. Gözlerimin içinde tek bir canlılık emaresi olmadığını biliyordum, ölenle ölünmüyordu fakat insanın gözlerinin önünde ölüm galip geldiğinde her canlı biraz ölüme yeniliyordu.
Kolumdaki elini çekmedi, elimi indiremedim, parmaklarımı kapatamadım. Hala ter ve tükürükle ıslaktılar. Kılıç'ın sıcacık ve tertemiz dağ kokulu avcu yanağımı kavradı.
"İyi misin Karnelyam?" Yüzünü yüzüme yaklaştırınca gözlerim kapandı. Diğer eli diğer yanağıma çıktı, sıcak avuçlarının içine kıvrılmak istiyordum. Havanın soğukluğu ve başka bir his kemiklerimi korkunç derecede titretiyordu. Belimi sarıp beni kendine çekti. Şimdi sıcak gövdesine gömülmek istiyordum, kocaman ve sıcacık gövdesini hissettiğim saniye tek istediğim ona daha yakın olmaktı. Yağmurda ıslanmış bir kediydim, şöminenin hemen önüne serilmiş battaniyeydi o, yakınlık niyetim yalnızca ısınmaktı.
"İyi misin Nimfea?" Fısıltısı hemen saçlarımın arasından geçip kafamın içini doldurdu, sesi ve nefesi de sıcaktı.
Tam üç kez ölümü izlemiştim. Önce bir ölüm görmüştüm benim için tüm ölümlerden farklı olan, bir türlü ölmediğini iddia eden kadın gök mavisi kapının karşısında, gözlerimin önünde ölmüştü sonra ve en son bu adam, öleceğini hisseden adam son dileğini bile gerçekleştiremeden ölmüştü ellerimin arasında. Bir çift gözüm vardı, tam üç ölüm görmüştü.
İyi değildim.
"İyiyim Kılıç."
|
0% |