Yeni Üyelik
9.
Bölüm

bölüm9|"Güneş Yükselirken Alçalan Gece"

@almelia

 

Bugün Kılıç Kül Seryum uğruna biri ölmüştü, yarın bir ülke onun uğrunda harabeye dönebilirdi. Bu ülke, benim ülkem...

 

Serin eylül gecesinin ve saatler önce dizlerimde ölümle soğuyan adamın etkisi beni amansızca titrettiği için beni kontrol etmek için gelen Batın'dan şömineyi yakmasını istemiştim. Sönmeye yüz tutmuş alevin dışında odamda tek bir ışık kaynağı bile kalmamıştı, duvarlardaki şamdanları söndürmüş karanlığa meyleden odamda, pencerenin hemen önünde dikiliyordum. Gri duvar hiçbir şeyden etkilenemez biçimde orada duruyorken ve ben çiçeklerimi görmek için eğilmek zorundayken bugünden bir kez daha nefret ettim.

 

Haftalardır odamda yürümek, yemek, içmek, Batın'ı ikna etmeye çalışmak, Valof'a laf yetiştirmek ve uyumak için tek bir kelime bile etmeyi reddettiğim Kılıç'ın gelmesini beklemekle geçirmiştim. Bunun zıddı ölüm olabilir miydi, yani buna yaşam denebilir miydi?

 

Bileğimi az da olsa aydınlatması için odanın ilerisindeki şömineye uzattım. Saatin ibreleri 03.09'da donmuş gibi görünüyordu. Bileğimi geri çekip kollarımı gövdeme doladım kendimi bir tehlikeden korur gibi.

 

Odamın nazikçe daha da doğrusu sessizce açılan kapısını duyar duymaz kapıya öyle hızla döndüm ki bacağım pencere önü mermerine saplanınca acıyla irkildim.

 

Gayri ihtiyari "Kılıç," diye seslenirken sanki o olmasını diliyor gibi çıkan sesimi durduramamıştım. Karşı taraftan ses gelmedi ancak adım sesleri birbirinin üstüne eklendi. İlk aklıma gelen Kılıç ve iki arkadaşının saatlerdir ortada olmama sebebinin babamı bulmuş olabilecekleriydi ve bu kesinlikle benim için iyiye yorulacak türden bir fikir değildi. Tıpkı eylem günü binayı basan maskeliler gibi giyinmiş, iri adam şöminenin önünde durduğunda diğer düşündüğüm şey de babamı buldukları, istediklerini tabii ki alamadıkları ve bana gerek kalmadığı için bugün ölümden hallice yaşamıma son vermeye birini gönderdikleriydi.

 

Kendimi savunacak bir şey aradım karanlık odada, bir an içimden kendimi savunmak hiç gelmese de bu iç güdüsel bir şeydi.

 

"Benim Karnelyam," diyen yorgun bir ses geniş odanın duvarlarına çarptı, ağır ağır kulaklarıma daldı ve bilinçsizce Kılıç'a doğru koştum.

 

Ani ileri atılışımla çarptığım sandalye sessiz odada kulak tırmalayan bir sürtünme sesi çınlattığında dağınık dikkatimle Kılıç beni tutana kadar ilerlemeye devam etmiştim. Sanki onun için geliyormuşum gibi eli bileğimi kavradığında, öteki eli yüzündeki maskeyi sıyırmak için yükseldiğinde bir soluk aldım ve elim onun yüzüne çıkan eline kapandı.

 

Şömineden yansıyıp maskeli yüzü sahneye iten ışığın sayesinde zihnim günler, haftalar evveline savruldu. Dumanın ağırlığına rağmen babamın amberimsi kokusu burnuma sızıyordu, gözlerimin önünde gördüğüm adam "Uyan Nimfea," diyordu çaresizce emir vererek. Sesi şimdi daha tanıdıktı, yüzü daha tanıdıktı. Bana Nimfea demişti, bugüne dek anlamına dair tek bir şey bilmediğim bu ismi bana yalnızca Kılıç söylemişti. Kılıç bileğini çevirip üzerinde duran elimi çekmeme sebep olduğunda ve maskesini çekip çıkardığında "Sendin," demeye zorladım kendimi ihanete uğramış gibi çıkmayan bir sesle.

 

Siyah üniforması ve odada gölgeleri büyüten şömine ateşinin yardımıyla daha ürkünç görünse de ondan zerre korkamıyordum. Yangından beni kurtardığını kabul etmediği gibi reddetmemişti de ama daima aksine inanmamı sağlamaktı niyeti, bugüne kadar.

 

"Neden kabul etmedin bugüne kadar?" diye sordum hemen. Bana istediğim her şeyi verebileceğini iddia eden pislik herif belki bu kez gerçek yanıtı da verirdi. Fakat sessizlik kadim bir sır gibi kıpırtısızca aramızda asılı kalmaya devam etti.

 

"Bana neden burada olduğumu söylemeni istiyorum." Talebimde öyle ısrarcıydım ki bu beni ona bir adım yaklaşmaya itmişti. Beynim durumu anlayana kadar bedenim onun çekim alanına çoktan girmişti bile. "Söyle bana Kılıç. Babam için beni burada tuttuğunu itiraf et."

 

Aramızdaki birkaç santimlik boşluk bir uçurum kadar derindi. Onun yüce bir dağı andırması fakat benim yerin çok altına uzanan derin mi derin bir deniz gibi olmam ikimizi bir uçurum yapardı.

 

"Lütfen," dedim bu kez zorlanmadan. Zaten DYK'nin yardımına öyle muhtaçtım ki ondan uzaklaşmayacaktım fakat doğruyu bilerek yanında olmak istiyordum. Onunla olduğumda kiminle olduğumu bana hatırlatacak bir şeye ihtiyacım vardı.

 

Ve son kozum işe yaramıştı, Kılıç'ın kaşları hızla çatıldığında bu kelimeyi duymaktan neden nefret ettiğini de merak eder oldum bir anda.

 

"1946 yılının 17 ocak gününden beri aklımdan çıkmadığın itirafını kaldırabilecek misin Nimfea?"

 

Soru afallayıp bir adım geri çekilmeme neden oldu, bu kez beni durdurmadı, müdahale etmedi, zorlamadı. Beni sindirebilmem için rahat bıraktı.

 

"Radyoda senin doğumun bildirildiği ve benim bunu duyduğum andan beri Karnelyam," dedi dişlerinin arasından. Bu itiraf için tam yirmi yedi sene beklediği belliydi. "Benim doğduğum evde doğduğundan, benim yaşayamadığım sarayda yaşayacağını öğrendiğimden beri aklımın içine öyle yerleştin ki." Hırlayan sesi öfkesinin bana olduğunu düşündürtüyordu, fakat doğmak benim tercihim değildi. Bu adil değildi.

 

Konuşurken sözlerini okumak için dudaklarına sabitlemiştim bakışlarımı. Cesaretimi toplayıp cılız alevin yansıdığı ve orada harlandığı göz bebeklerine baktım.

 

"Seneler önce seni canlı kanlı görene dek senden nefret ettiğime öyle emindim ki bir gün bu ülkeye hakim olduğumda bu odada senin tek bir izin bile kalmayacağına inanıyordum."

 

"Beni nerede gördün?" Sesimin güçsüz tınısından utanamadım, bir yarayı kaşıyor gibi hissediyordum, kendimi bundan alıkoyamıyor fakat kan görmekten korkuyordum.

 

"Serenyum'da, boktan baban seni bir çanta gibi yanında taşırken bile öyle gerçektin ki senin sandığım kişi olmadığını anlamam için göz göze gelmemize gerek yoktu."

 

Yutkundum, tekrar ve tekrar. Midem bulanana kadar dudaklarından çıkıp benim dilimi yakan sözleri sindirebilmek için yutkundum. Beni evvelden tanıyor olması şaşılacak bir şey değilken, ben onu doğmadan öldürülen bir hayalet olduğunu düşündüğüm zamanlardan beri tanıyorken gergin hisler ne diye derimin altına sızmıştı bilmiyordum. Yersiz bir titreme bedenimi sardığında gözlerine yine bakamıyordum.

 

Bir adım ilerledi ve kendimi yana öyle hızlı çektim ki şöminenin közlerine bulanmama ramak kalmıştı. Ancak o hiç duraksamadan masaya ilerlemiş, bir sandalyenin yönünü bana çevirmiş ve yara alan bir asker gibi üzerine yığılmıştı. Genişçe açtığı bacaklardan biri masanın altında kaybolurken diğer dizi duvarı zorluyordu. O aydınlık saçan enerjisine rağmen şimdi bir gölgeden ibaretti, bir silüetti tamamen. Yüzü, gözleri, şeftali tonundaki dudakları tek bir renkti.

 

"Ben büyürken senin bir hırsız olduğuna inandırıldım Karnelyam," dedi sesi resmiyete bürünse de sözlerindeki dramatik tona kapılarak. Kollarımı gövdemden sökemiyor, yürüyemiyor, oturamıyordum. "Bana ait olan yerde sen büyüdün, burada çocuk olmanın ne demek olduğunu sen biliyorsun, burada öldürülmemiş bir anne ve babayla hayat sürmenin ne demek olduğunu sen biliyordun."

 

Sesindeki düşmanlığa şahit olmak duvarlarımı sarstı, bana düşman olmaya hakkı yoktu fakat benim ona düşman olmam için tek bir neden yeterliydi.

 

"Senden nefret ettiğime inandırıldım tam on yedi sene." Ve şöminenin sıcaklığı donmuş çenemi söktü sonunda. "Ne demek bu?" diye sordum bir zerre soğuk hissetmesem bile titreyerek.

 

"Serenyum'a en son gittiğinde kaç yaşındaydın Karnelyam?"

 

Nefes almak ve yeniden konuşmak için gevşemeye çalıştım. Bana ne olduğunu anlayamıyordum fakat bunun korku olmadığına emindim.

 

"En son annemi aramak için oraya gittim." Sözler ağzımdan istediğimden daha sert, tükürür gibi çıktı. Fakat titreme bir kriz gibi beni tümüyle sardığı için kontrol edilemezdim. Babamla Serenyum'a son gidişimdi, daha doğrusu Seryum dışına son çıkışım annemi bulmak ümidiyle gittiğimiz Serenyum'aydı.

 

"Annenin nerede olduğunu bilmiyorsun değil mi?"

 

Örtülü dudaklar reddetmeme izin verdi. Bir anda ağzından dökülen itiraf altımdan zemini çekip almış gibi hissettirdi. "Babanla bir anlaşmam vardı Karnelyam." Başımı öyle hızlı kaldırdım ki gözlerim karardı fakat o karanlıkta bile gözlerimin gözlerine kenetlendiğinden emin oldum. "Ne anlaşması?"

 

"Eğer seni benden saklamazsa onu özgür bırakacaktım." Bu itirafı çok, çok uzun zamandır heybesinde taş dolu bir çanta gibi taşıdığı belliydi sesinden.

 

"Bu ne zaman oldu?" Karanlık ve ardımda kalan silik ışık bana kabuslarımı anımsatıyor, itiraflar gerçeklik algımı tahrip ediyordu.

 

"İsyandan önce," diye derin bir soluğun arasına yedirdi cümleyi. "Aslında baban senin benim için sıradan olmadığını çok uzun zamandır biliyor." Bu kez öfke vardı, tümüyle kaynayarak babama akan bir öfke

 

"Annenin nerede olduğunu biliyorum Nimfea, baban da biliyordu," dedi sırtında hiç bırakmadığı bir yükle yoğunlaşmış sesiyle. "Seryum'u terk ettiğinden beri nerede olduğunu biliyorum Nimfea."

 

Lanet titremeye rağmen şömineye dönük sırtımı bir hışımla kapıya, yüzümü onun karanlık silüetine çevirdim. "Ne demek bu?"

 

"Annen neden gitti?" diye sordu yumuşak bir sesle fakat benim kaskatı bedenimi gevşetecek kadar yumuşak olamazdı. Konuşmak bir an için imkansızdı ve bunu anlayan Kılıç "Annenin bir Seryum olduğunu bilmiyorsun."

 

Bu son damlaya minnettardım, titremem dinmese de dilimi çözdüğü için. "Palavralarından bıktım artık! Ürhen Mahver'in ailesi Sareliydi bir Saray soylusu değil."

 

"Fakat annen bir Seryum soylusuyla evliydi," diyiverdi hiç zorlanmadan.

 

"Sen," diye başlasam da ona karşı öyle derin bir tiksinti duyuyordum ki nefes almadan edeceğim tek bir kelime beni kustururdu. "Nasıl iğrenç bir adamsın sen? Nasıl böyle açıkça yalan söyleyebilirsin, neden?"

 

"Babanla hiç evlenmedi," dedi ısrarla. Yalan söylemediğini biliyordum, bu söylemesi gereken bir yalan değildi çünkü.

 

Bunlar bu kadar ağır olmamalıydı, hayat karmaşıktı zaten Karnelyan, bunu sana baban seneler evvel öğretti. Kahrolası piç herif tüm bunları başıma açacağını bildiği için mi beni çelik gibi yetiştirmekte takıntılıydı?

 

"Ben?" diye sorduğumda ardında çok ama çok, bir gök dolusu geniş bir soru olduğunu o anladı ve gözlerimin ardındaki tüm renk çekildiğinde ben kollarımı gövdemden sökemeden yanan şömineye doğru meylettiğimi anladım. Kulaklarımın ardındaki uğultuya rağmen bir sandalyenin gecenin sessiz perdesini yırtar gibi gürültüyle yere çarptığını duyduğumda kendim için beklediğim o çarpma hiç gelmedi. Kollar canımı yakacak kadar sert bir şekilde beni sardı ve düşmek için zeminden kopmayan adımlarımı Kılıç'ın kolları bilinçli bir şekilde beni düşmekten korumak için yerden kesti. Göğsüne öyle sert şekilde bastırılıyordum ki odağım yerine geldiğinde bile göğsüne yaslı gözlerim karanlıktan kurtulamadı.

 

"Sen Kamer Mahver'in kızısın," diye yanıtladı beni her şeye rağmen. "Ve Ürhen Seryum'un."

 

Doğruydu fakat tümüyle yanlış. Eğer söyledikleri doğruysa Ürhen Seryum'un kızı ölmüştü, Ürhen Mahver'in kızı hala hayattaydı ve düşmanın kollarına sığınacak kadar ölü bir halde.

 

Nazikçe yatağa bırakıldığımda duyularım yüzlerce kat daha hassasken adamın esintili kokusunu almamak için ölü olmak bile yetmezdi. Beni bıraktıktan sonra doğrulmaya meyleden adamın göğsünü saran kumaşı sardı parmaklarım. Eli hemen elimin üzerine kapandığında, olduğu yerde öylece kaldığında "O senin neyin oluyor?" diye sordum. Bacaklarımdan kalan boşluğa oturduğunda bile üniformasını bir ölüm kalım meselesi gibi sıkıca tuttuğum için üzerime eğik kalmak zorundaydı. Dostunu yakın düşmanını daha yakın tut dediklerinde bunu böylece kabul edeceğimden bir haberdim bir zamanlar.

 

"Uzak bir akraba," dedi sanki ben onu kendime çekmemişim de o yüzüme yaklaşmak için oradaymış gibi yüzlerimizi karşı karşıya getirirken. "Çok uzak bir akraba Karnelyam."

 

"Şimdi nerede?"

 

"Ailesinin yanında." Yüzlerimizi bir hiyerarşi sırasına sokup çenesini alnıma çıkardı, nefesi hassas tenime dökülüyordu bir duman gibi.

 

Annemin bir ailesi vardı ve içerisinde ben yoktum.

 

"O nerede?" diye sordum yeniden ama bu kez anlamı daha başkaydı. Daha az can yakan bir cevap bekliyordum.

 

"Salta'da."

 

Son kralın danışmanına öylece tahsis ettiği bir toprağın şimdilerde ne halde olduğunu umursamam gerektiğini öğrendiğimde daha neleri bilmediğimi düşündüm. Hangi doğrularım içi boş kavlardı, hangi tutunduğum güçlerim mermisiz silahlardı, bir dayanak olarak seçtiğim ülkemi gerçekten Kılıç Kül Seryum daha çok mu hak ediyordu? Başka şartlarda evet ancak şimdiki düzende bu mümkün olamazdı.

 

"Neden orada?"

Hangi doğrularım içi boş kavlardı, hangi tutunduğum güçlerim mermisiz silahlardı, bir dayanak olarak seçtiğim ülkemi gerçekten Kılıç Kül Seryum daha çok mu hak ediyordu? Başka şartlarda evet ancak şimdiki düzende bu mümkün olamazdı.

 

"Çünkü ben oradaydım." Annem krallık fikrinden bile nefret ederken bizzat kral olduğunu iddia eden adamın yanına gidemezdi. Bu uğurda ne kaybettiğini ben bilirdim. Bu mümkün olamazdı.

 

"Neden sen?" diye sordum ağlamak isteyerek annem babamdan kurtulmak için bugün beni mahveden bu adamı bana tercih etmek zorunda mıydı? Cevabı Kılıç'tan beklemedim, başka bir cevaba ihtiyacım vardı. "Babam nereden biliyordu, senin varlığıma dair takıntını, o nereden öğrendi?"

 

Nefesi saçlarımın arasına karıştı, bana bir kez olsun dokunmadı, yatağa yasladığı eli bir gülle gibi yumruk halindeydi. Sanki dokunmaktan sakınır gibi, kendini men eder gibi duruyordu hemen yanımda.

 

"Annen Salta'ya geldikten sonra babanı Serenyum'a çağırdım. Seni özgür bırakmasını istedim."

 

Babamın annemi aramak için gittiği ilk yerin neden Serenyum olduğunu anlıyordum artık, ta o zaman bile bu adam yakınlarımdaymış ve ben onun bir hayaletten fazlası olduğunu bilmiyordum.

 

"Ben özgürdüm zaten, babamın aklını kraliyetle bozmuş bir hastaya kızını öylece vereceğini nasıl düşündün ki?" Bu kadar dürüstçe sormak için kendime ket vurmayı kesmiştim, bir hayaletten yıllar içinde bir hastaya dönüşmüştü.

 

"Babanın nasıl bir adam olduğunu biliyorum Karnelyam," dedi yalnızca. Bu yeterli bir cevapmış gibi sessiz kaldı ardından. Babamın beni saraya tümüyle hapsetmesinin nedeni Kılıç'tan uzak tutmaktı fakat bir zamanlar en büyük hayalim annem gibi çekip gitmekti. Babam Seryum'u ya da en azından sarayı terk etmeye dair her bir girişimimi öyle ustaca savuşturmuştu ki ailesinden kalan son bireyi de kaybetmek istemediğini bile düşündürtebilmişti bana. Beni işgal askerlerine bırakıp kaçtığına göre bu zaten yalandı, acı bir gerçekti...

 

"Ben neden buradayım?"

 

İşte bu soru, tüm bu yıkımın topu olan o soruydu. Gerçek cevabın beni ne hale sokacağından korksam da uzandığım yerde usulca doğruldum, sakalları saç diplerime battı fakat kendini hızla geri çekti. Öyle ki hızını alamayıp ayağa kalkmış dikiliyordu. Cevap onu benden daha çok korkutuyor gibiydi, kaçırıyor gibi.

 

"Seni zihnimin dışında gördüğümden beri Karnelyam, hissettiğim, sandığım her şeyden daha başka bir anlam ifade ettiğini anlamıştım."

 

Yatağın tahta başlığı enseme batarken titrek bir nefes aldım.

 

"Sonra annen geldi, seni bana o kadar anlattı ki seni korumak için içimde sürekli yanan bir ateşi harlayıp duruyordu artık varlığın."

 

"Annem için mi beni koruyorsun yani?" Bir zamanlar Kılıç için babama karşı kullanabileceği bir koz olduğumu sanarken annemin devraldığı bu yeni şeye ne isim vereceğimi bilmiyordum. Beni bırakıp ailesine giderken onca sene Kılıç'ın onu benden daha fazla gördüğünü bilmek nasıl hissettirmeliydi? Kızgın değil, eğer benim de bir ailem olsaydı her şeyi bırakıp gideceğimi çok iyi biliyordum.

 

"Annen ya da babanın seni yanımda tutmak istememle zerre ilgisi yok Karnelyam." Cebindeki elinin hala bir yumruk halinde olduğunu görebiliyordum, diğer elini bir krampla sızlıyormuş gibi yumruk haline getirip çözüyordu devamlı. Karanlık odada bile çenesinin yeni bir cümle için çok katı olduğunu görebiliyordum, keskin çene hattı çıkacak her bir sözü bıçak gibi kesebilirdi. Bacaklarımı yataktan sarkıttım, kalkmak için harekete geçtiğimi fark eden Kılıç tek bir adım bile yerinden oynamadan cebindeki yumruğu çözüp elini omzuma bastırdı. Beni olduğum yere sabitlerken ve ben direnmek için sebep ararken hemen önüme diz çöktüğünde omzumdan kayan el bileğime kadar aktı ve orada nasırlı avcunun yüzeyini hissettim.

 

"Seni hiç kaybetmedim ama bulmuş gibi hissediyorum." Bu fısıltı sandığımdan daha gürültülüydü, göğsüme dolan soluk yarıda kesildi sesiyle. "Ve bırakmaya hiç niyetim yok." Bu kez keskin çenenin hakkını veren keskin bir ses ve sözdü bu, parmakları bileğimde sıklaştı. "Yirmi yedi senedir yalnızca iki şeye sahip olmak için yaşıyorum Karnelyam."

 

Yere sabitlenen dizini iki bacağımın arasına kaydırıp bana iyiden iyiye yaklaştırdığında yüzü tam yüzümün karşısındaydı. Ağzımı açamıyor, soluk bile alamıyordum. Aldığım soluk onunla dolu olacaktı ve sanki verdiğim nefes onu yaşatacaktı, onu teşvik etmekten korkarak hareketsizce, şokla duruyordum.

 

"Seryum ve seni benden alabilecek tek bir şey bile yok bu evrende."

 

Ağzım açıldı fakat bu ölmeden hemen önce son bir soluk almanın çırpınışı gibiydi. Onu yok etmeyi dilerken beni yok edebileceğiyle yüzleşmek ödümü koparıyordu.

 

"Ben ve Seryum," dedim çenemi dikleştirerek. "Asla sana ait olmayacağız." Ve bu keskin inanç gücümün bir kısmını ruhumla birlikte harekete geçirmişti.

 

"Peki," dedi burnu burnuma değecek kadar yakınıma gelince. Canlı bedeninin sıcaklığı beni her seferinde öyle sarsıyordu ki bir hayaletin ruhu olduğuna inanacak kadar aptallaşıyordum. "Seryum, bu ülke sana ait olsun fakat sen Seryum'la birlikte bana aitsin. Doğduğundan beri. Doğduğumdan beri."

 

Nefeslerim göğsümü ardı ardına şişirirken buna neden olan dehşetti, belki yalancı değildi fakat sağlıklı bir zihne sahip olmadığı da düpedüz meydandaydı.

 

"Sen hastasın."

 

Aniden çekilip ayağa kalktığında duraksamadı bile, odanın ışıktan yoksun köşelerine doğru çekilirken bileğimde onun tutuşunun maddesi gitmiş ruhu kalmıştı.

 

"Ve iyileşmeye hiç niyetim yok."

 

Kalkıp kaçmak seçenek bile değildi, kalıp savaşmak için çok, çok ama çok iyi bir silaha ihtiyacım vardı. Kılıç'a karşı kullanabileceğim en iyi silah içi mermi dolu olanların yanından bile geçemezdi. O silah bendim.

 

"Annem gittiğinde," diye başladım fakat bedenim ruhumdan uzaklaşıyor gibi bir soğukluk hissedince bacaklarımı yatağa çekip kollarımı dizlerime sardım ruhuma kaçacak yer bırakmamak için. "On yedi yaşındaydım."

 

Şöminenin etki alanına ağır ağır girdiğinde elindeki zarfın beyazlığı karanlığa meydan okuyordu.

 

"On yedi yaşında bir kıza mı aşık oldun?"

 

Seryum Krallığı 1937 senesinde düştü aynı gün ve tarihte ilan edildi cumhuriyet ve doğdu Kılıç. Dokuz sene, aramızda tamı tamına dokuz sene vardı.

 

"Sana hiç aşık olmadım Karnelyam," dedi bocalamadan. Beni bocalatan bu tek cümlenin devamı daha ağırlaştırdı ruhumu. "Sana öyle saplandım ki aşk için o derinlerden çıkmaya ihtiyacım var fakat bu hiçbir zaman olmayacak."

 

Bu cümleyi anlamak için ruhumun karnına kadar saplandığı bataklıktan çıkmasına ihtiyacım vardı, doğmadan öldüğüne inandığım adam karşımda gözlerimin içine bakarak konuşurken gerçek ve hayal arasındaki çizgiyi görmem mümkün değildi. Belki de bir rüyaydı bunlar. Hayır kabus. Karanlığa alışan gözlerle bileğimdeki saati kontrol ettim. Yalnızca on dakikaydı geçen süre. Yalnızca on dakika on senelik geçmişimi alt üst etmeye yetmişti. Bu gece öğrendiğim her şey ömrümden eksiltmişti, bu gece sanki ömrümün tüm son on dakikaları Kılıç Kül Seryum'a ait olacak, beni eksik bırakacaktı. Bugün sanki sonsuza dek tüm saatlerimin on dakikasını kaybetmiştim.

 

🕑

Berbat bir geceye rağmen, öğrendiğim her şeyin ağırlığına rağmen birkaç saat uyuyabilmiştim. Elimi ceketimin cebine attım gayri ihtiyari, sabah yastığımın altında bulduğum beyaz zarfı okumak için vaktim olmadığından onu yanıma almıştım. Gece Kılıç'ın elinde gördüğüm bu zarfın ne zaman yastığımın altına yerleştirdiğini, ne anlam ifade ettiğini öyle merak ediyordum ki bu korkutucuydu. Özellikle de ben uyuduktan hemen sonra ortadan kaybolduğunu sanarken aslında onun ben her bir şeyden habersiz uykunun kollarındayken beni görebiliyor, bana yaklaşabiliyor olduğu gerçeğiydi. Zaten Kılıç Kül Seryum'un kolay kolay yok edilemeyeceğini çok iyi anlamıştım.

 

"Hayır Karnelyan," dedi Batın oturduğu ön sırada bir öğrenciden çok müfettiş edasıyla. "Kurtardı diyemezsin. Krallığı yıktı daha doğru bir tabir fakat bunu kullanmayacağını ikimiz de biliyoruz. Tarafsız bir ifade kullan."

 

Kılıç'ın askerlerine sahiden ders vermeye başlayacaktım fakat Batın bana müfredattaki tüm konuları tek tek anlattırıp kendi doğrularını ekledikten sonra.

 

"Peki," dedim karşı çıkmak için fazla yorgun olduğum için. "Kamer Mahver ve Bahran Ars uzun soluklu icraatlerinin sonunda Seryum'daki rejimi değiştirerek yeni bir dönem başlattı."

 

Batın iznimi isteyerek eğer dikkatimi dağıtmayacaksa Sipsi'yi de yanında getirmek istemişti, söylediğine göre sevimli sincabı kafeste olmaktan hoşlanmıyordu. O sincabı öyle iyi anlıyordum ki kafese geri dönmemesi için çok şey feda edebilirdim.

 

"Pekala bunu kabul edebilirim." Sipsi ön sıranın cilalı yüzeyinde sıçrayarak kara tahtanın önüne bir sandalye çekip oturduğum yere kadar koştu. "Müfredata hangi tarihe kadar olan olaylar dahil?"

 

"Aslında güncel olayları da ekliyorum," diye yanıtlarken ürkek sincap sandalyemin etrafında temkinli bir şekilde daireler çizdi, potinlerimin ucuna kadar geldiğinde bacaklarımı tırmanacağını sanıp nefesimi tuttum fakat bana o kadar güvenmediğine karar verip kara tahtanın silgiliğine atlamayı seçti.

 

Yüzlerce kez ders işlediğim en az yüz kişiyi kabul edebilecek kadar geniş amfi sınıfıma baktım Batın sessizce beni izlerken. Bir ay öncesine göre cumhuriyetin askerleriyle dolup taşan sınıfı bir süre sonra krallık için eğitim görecek adamlar alacaktı. Bu kötüydü ancak daha kötüsü o adamlara eğitimi benim vereceğim fikriydi.

 

"İlgilenilmesi gereken işler var," diye boş sınıfı çınlatan ses kapının ağzında dikilen Valof'a aitti. Geldiğini hissetmemiştim. "Ders sonu Kılıç'ın odasına rapor vermeye gideceksin," dedi bana bakarken hızla. Ardından ayaklanıp Sipsi'yi çağıran Batın'a yöneldi. "Misafirimiz geldi," diye bildirdi ve ikimizi de beklemeden bir rüzgar gibi esip geçti kapı girişinden.

 

"Bugünlük bu kadar özet yeterli prenses." Sipsi uzun kollu üniformanın içine yerleşmişti hızla. Batın eli ile kapıyı işaret edip bana yol açınca beklemenin ya da konuşmanın bir anlamı olmadığı için tüm gecemi hatta son yirmi günümü rezil eden Kılıç'ın yeni, babamın eski odasına doğru yol aldım.

 

"O adamın ailesiyle görüştünüz mü?" Batın önümde hızlıca yürürken sorumla duraklamıştı. Kimi kastettiğimi biliyordu.

 

"Karısı cumhuriyet yanlısıymış kocasının kralı görmek için gitmesine izin vermemiş," dedi ben yanına varana kadar. Dahası vardı hikayenin o yüzden devam etmesini dileyerek suskunluğumu sürdürdüm. "Akşam yemeğinde çorbasına birkaç tutam lavzer karıştırmış, hastalanıp evde yatacağını düşünmüş."

 

Fakat kocası yine de gelmişti, ölmüştü.

 

"Zehirlendiğini söylemişsin," diye başladı Batın temkinli yaklaşarak. "Bunu nasıl anladın?"

 

Derin bir soğukla ciğerlerimi şişirirken dümdüz karşıya bakıyordum. "Daha önce de dizlerimde zehir yüzünden ölen olmuştu." Hikayemi sormaması için en kısa özeti yapmıştım. Bu hikayenin detaylarını Afelya bile bilmezdi.

 

"İkinci kez yaşamak zor olmalı."

 

Başımı salladım yalnızca Batın'ın da susması için. Bir kadın sevdiği adamı öldürmüştü krallığın uğurunda ve sanki kendimi görür gibi acıdım ona. Doğruyu yapmıştı ancak yanlış yollarla.

 

Suyun kaç derecede kaynadığını yanlış bilebilirdin, Sare' de dağların denize dik değil paralel olduğunu sanabilirdin yahut da evliliklerin bir peri masalı olduğu yalanına bile inanabilirdin fakat ben bir ailem olduğuna inanamıyordum, bir anne ve bir baba vardı bambaşka yerlerde ve en kötüsü ben kendi geçmişimi, yaşadığım şeyi bile yanlış biliyordum. Yanılmak, uçurumun hemen ucunda isen bazen yanlış bir adım atıp sendelemeye bazen ölüme yol açabilirdi, benim yanılgımsa bana her zaman olduğu gibi hiç doğmamayı diletti. İlk kez yanılmıyordum aslında, ben yanılgılar içinde yüzen bir aptaldım zaten.

 

Merdivenler indim, koridorlar geçtim ve maun kızıl kapının önündeki iki nöbetçinin karşısına geçene kadar ilerlemeye devam ettim. Zaten bekleniyormuşum gibi askerlerden biri uzanıp kapıyı açtığında durdurmaya, nefes almaya vaktim dahi olmamıştı.

 

Yine, en son olduğu gibi dikkatimi çeken gündüz vakti örtülü perdelerdi. Odanın zorlama karanlığına dalarken içeriden mırıltılar, kedilerinkini andıran sesler geliyordu.

 

Görmeyi beklediğim kişiyi odada bulamadan, kabarık kıvırcık saçlarıyla büyük masanın orta yerinde oturup ilgilendiği şeyin üzerine eğilen küçük bir kız çocuğu görmüştüm.

 

"Merhaba," dedim bir çocuktan çok bir yetişkine seslenir gibi. Kapı ardımdan nazikçe örtüldü ve tahtadan oyulmuş en fazla otuz santimlik bir ata tasma takmaya çalışan çocukla yalnız kaldım.

 

"Babam daha gelmedi ki," dedi bir soru yanıtlar gibi, yüzünü kaldırıp onu görmeme izin vermiyor ve bana bakmıyordu.

 

"Sen nereden geliyorsun peki?"

 

"Salta," dedi gururla. Bu kez başını kaldırıp iri ceylan gözleriyle yüzüme baktı. Konuşmama izin vermeden "Bana bugün nasılsın diye sor?" diye bir direktifte bulundu elleriyle saçlarını rastgele geriye atarken. Niyeyse yetişkin bir psikopat beni tuzağına düşürmeye çalışır gibi hissederken sesimi çıkarmadım.

 

"Bugün nasılsın Asen? diye sor," diyerek cümlenin tonlamasını bile vererek benden talimata uymamı beklemeye başlamıştı. Sordum, tam da istediği gibi.

 

Dizlerinin üzerinde kalktı, kahverengi tam olarak onun için dikilmiş kuyruklu redingotunu sanki bir saray elbisesiymiş gibi uçlarından tuttu ve dizlerini kırarak "İyiyim efendim, peki ya siz?" diye sordu çalışılmış, taklit edilmiş yetişkin sesiyle.

 

İlk sorduğum "Bunu yeni mi öğrendin?" olmuştu. Tek dizin üzerine çöküp demir bir ipi atın gövdesi üzerinde burmaya çalışırken "Annem dün öğretti. Sarayda böyle davranılır," yanıtını verdi.

 

Kılıç odada yoktu, gelmek bilmiyordu ve ben bir çocukla sohbet etme zorunluluğu hissediyordum.

 

"O üzerindekini severek giyiyor olmalısın." Tam bir ucube işiydi, nasıl bir anne çocuğun bu şekilde insan içine yollardı ki. Reveranstan önce nasıl giyileceğini öğretmeliydi zavallı kıza.

 

Muhtemelen terli olan elini pantolonuna sildi, atın boynuna geçirmeye çalıştığı demir tel elinden kaydığında kapının ağzında aval aval dikilmekten vazgeçip onu yerden aldım.

 

"Batın korsanlara benzediğimi söyledi." Kıkırdayarak elini uzattı teli ona vermem için. Ona atını sıkıca tutmasını söyleyip ipin ucunu tahta boyna dolayıp sabitlemeye girişince "Bir dahakine sen de ona bir işgalciye benzediğini söyle," diye homurdanıverdim.

 

"O ne ki?"

 

Oyma bir ata neden bir tasma taktığımı bilmesem de işim bitince atı masanın üstünden kıza doğru sürdüm. Yakınımdayken çilek kokusunun nereden geldiğini anlamak için baktığımda yanaklarının pembe izlerle kaplı olduğunu da görmüştüm. Annesi çocuğunu koca odada bir başına bırakırken en azından ağzını silip saçını toplayamaz mıydı?

 

Masanın üstünde ayaklanıp demir tasmanın ucundaki at kaçan bir köpekmiş gibi onu iterek kovalarken saçları yüzüne yapışıyor, çevresinde fırtınaya kapılmış gibi uçuşuyordu.

 

"Saçlarını örebilirim, atın nereye kaçtığını saçların yüzünden göremeyeceksin." Bunu neden söylediğimi anlamamıştım bile. Bana neydi tam olarak?

 

"O ne?" dedi, bir anda durunca at masanın üzerinde yan yattı.

 

"E o işte," diye işaret ettim. "Köpek mi sanıyordun onu?"

 

"Örebilirim ne?"

 

Uzaydan gelmiş bir adet çocukla ne yapıyordum bir fikrim yoktu ama ellerimle onu çağırıp yaklaştığında da omuzlarından tutup sırtını çevirdim. Saçlarını olabildiğince yumuşak bir şekilde örerken beklediğim kişi aniden kapıdan girdi ve saçlar avucumda kalıverdi bir süre. Kılıç ellerime, saçların sahibine ardından bana, yalnızca bana baktı iri göz bebeklerin karasıyla.

 

Çocuk sessizliği neye yorayacağını bilemeyip omzunun üzerinden eğilip kapıya baktı. "Baba!" diye çınlayan sesi önce beni sonra duvarları yerinden oynatınca saçlarını nazikçe sırtına bırakıp bir adım geri çekildim.

 

Kılıç bakışlarını benden çekip kızında yoğunlaştırdığında kızıl loşluğa gömülü odayı aydınlatıyordu gözleri. Çocuk tırmanır gibi Kılıç'ın kollarına yerleştiğinde "Karnelyam'la tanışmışsın," diye mırıldandı kaçan birkaç saç tutamını yüzünden iterken kızına.

 

"Karnelyam?" dedi kız sorar gibi. "Karnelyan," diye düzelttim boğazımı temizledikten sonra. "İsmim Karnelyan."

 

"Bana ismin ne diye sor." Babasının kollarında geriye doğru sarkıp yüzüme bakıyordu.

 

"İsmin ne?" Boğulur gibi çıktı sesim, çocuk farkına varmadı.

 

"İsmim Asen, memnun oldum," dedi ve gözleriyle reverans yapar gibi göz kapaklarını ağır ağır iki kez kırptı. Gülmek istesem de kendimi durdurup memnun olduğumu söyledim ona, istediği tepkiyi alınca babasının sağ yanağına dokundu sol yanağına çıkan elini yanmış gibi geri çekip adamın kulağına sardı. O esnada "Küçük hanımın ayakkabılarını getirdim," diyerek odaya giren saçları ak kadın hiçbir mimik kullanmadan ikisine bakıyordu.

 

"Hadi bakalım, sana odanı göstersinler," diyerek kızı gelenin kollarına bıraktı. Çocuğun isyanını dindirmek için bir süre uğraştıklarında kendimi öyle büyük bir fazlalık gibi hissediyordum ki kaçmak, görünmez olmak ve yeniden, hiç doğmamış olmak fikirleri cirit atıyordu kafamın içinde.

 

Kapı kapandı, bir baba olduğunu öğrendiğim Kılıç bana bakmadan masanın ucuna doğru ilerledi ve baştaki sandalyeye yerleştiğinde derin soluğuyla odanın perdelerini titretti gibi hissetmeme neden oldu.

 

Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemeden öylece, kollarım gövdeme sarılı halde beklemeye devam ettim. Çocuğun olduğunu bilmiyordum diye başlamak istesem de onun hakkında ne biliyordum ki?

 

"Güzel bir çocuk," dedim ve bu adama tek kelime etmeme bile değmeyeceğini unutmuş gibiydim. Beni ona ait bir mal gibi gören ve ülkemi işgal edip yavaş yavaş aile bireylerini yerleştiren aşağılık biriyle konuşmamalıydım.

 

"Buraya gel Karnelyam," dedi iç gıdıklayan tonlamasıyla. Aşağılık olduğunu kabul etmiştim fakat ahlaksız olmak zorunda mıydı? Karısı kim bilir nerede çocuğunu büyütürken geceleri odama sırf ben uyuyayım diye kamp kurmasına izin vermişken ben de ondan daha az ahlaksız hissetmiyordum. Olduğum yerde kaldım, bacaklarım öfkeden titrese de direndim.

 

İç geçirerek ayağa kalktığında, koca cüssesiyle üzerime yürüdüğünde dağ bile olsa yerimde ürküp bir adım geri çekilirdi. Fakat benim ondan kaçmama sinirli bir soluk verip ben taraftaki sandalyeyi çektiğinde "Otur Karnelyam," diye emretti.

 

"Neden buradayım Kılıç?" Dün verdiği cevap umurumda bile değildi, eğer cevap bir gün sandığı gibi ona ait olacağıma dair inancıysa avucunu yalayıp üzerine de soğuk bir su içebilirdi, kızı ve karısıyla.

 

"Otur Karnelyam," dedi tane tane. Öfke ayak diremeye sevk etse de bir an evvel çekip gitmek için önce oturmam gerekiyordu. Sandalyeyi dizlerime itti ve oturduğumdan emin olduktan sonra bana dokunmadan yönetici masasına yürümeye başladı.

 

Masanın üzerinden aldığı kağıtları ve kalemi sıkıca tutarak yanıma döndüğünde omzumun üzerinden eğilip önüme bıraktığı kağıtların üzerine kalemi yerleştirdi ve sesi sanki somut bir rüzgarmış gibi kulağımı gıdıkladı. "Ne olduklarını sorma, her şeyi açıklayacağım."

 

Onunla ilgili her bir şey beni rahatsız etmeliydi evet ama artık rahatsızlığım devasa boyutlara ulaşmıştı. Avuçlarımı dizlerime bastırırken odanın içerisine düşmüş bir güneş gibi aydınlatan koca cüssesini çaprazımdaki sandalyeye yerleştirdi.

 

"Bir çocuğun var, bir ailen," diye başladım dayanamayarak. Fakat yemin ederim onun dışında kimseye bu çıkışı yapmazdım. Yoğunluğu öyle derinlerime işliyordu ki babamın senelerdir inşa ettiği benliğimi kağıttan bir kule gibi yıkıyordu, yalnız o ve yalnız bunun için bile nefreti hak ettiğini biliyordum. Bordo perdelerin ardına bir gölge düştü, etraf güneşin önünü kesen bulut yüzünden iyice kararırken küfürsüz konuşabilmek için derin nefesler alıyordum o ise tüm odağını bende toplamıştı.

 

"Zaten sahip olduğun güzel bir ailen var. Bir ülke sayılabilecek Salta'ya sahipsin!" Sabah Batın'ın ve Valof'un da Salta'dan geldiğini öğrenmiştim, özerk topraklar senelerce Kılıç'ın boyunduruğundayken ben adamın varlığından bir haberdim. "Bizden ne istiyorsun, bırak Seryum bu halka kalsın. Annem bile seninle Kılıç."

 

Yutkunduğunu gördüm, odağını sarsan göz kırpışları benimkiyle eş zamanlıydı.

 

"Sana bir gün kendi isteğimle geleceğimi düşünüyor musun hala?" Yalnızca yanında oturuyor tek bir hareket yapmıyordum fakat zihnim öyle hızlı çalışıyordu ki panik sanki deliler gibi koşuyormuşum gibi soluk soluğa kalmama neden oluyordu.

 

Yüzüme bakmaya devam etse de çenesini çok milimetrik bir kaymayla aşağı eğdiğinde onayladığını anladım.

 

"Evli olduğumu biliyor musun peki?"

 

Bunu birine, gerçek anlamıyla söylemek ruhumun göğsümün orta yerinde hep var olan bataklığa düşmesiyle sonuçlanmıştı. Çırpınmasını ve daha da batmasını engellemek için nefes aldım derince.

 

Hakkı varmış gibi çattı kaşlarını, göz kapakları göz bebeklerinin ortalarına kadar düştü. Kafasını hızla önüne çevirdiğinde alnındaki dalganın nasıl kızardığını daha iyi görebiliyordum. Yara izlerini her seferinde ilk kez gibi görüyor, ilk kez gibi izliyordum, yüzünde yara olan birinin yara izleri her defasında en son gördüğüm şey oluyordu.

 

"Orospu çocuğu baban için bu kadar ileri gitmemeliydin," derken çenesi neredeyse oynamıyordu. Dişlerinin arasından çıkan sözlere anlam yüklemekten kaçındım.

 

"Beni bırakıp gitmeyen babam için ileri gittim, annemin aksine," dedim ama o yüzüme vurmadan önce bir gerçek yüzüme öyle sert çarptı ki zeminin altımdan kaydığı yanılgısı da o an gerçek gibi gelmişti. Sandalyeye sırtımı yaslayıp aralık dudaklarımdan aldığım nefesle babamın da beni bıraktığı fikrini aşmaya çalıştım. Sen çocuk değilsin Karnelyan. Babalar kızlarına başlarının çaresine bakmayı öğretir, kurtarılmayı beklemek mahvolmanın ilk adımıdır.

 

"Bir kocam var ve kendi isteğimle gideceğim tek kişi o." Canım öyle yanmıştı ki bir an onunki de yansın istemiştim. Oysa bir ailesi zaten vardı, onu cezalandırmak için kendimden mahrum bırakabileceğimi sanmam ne kadar da ucuzdu.

 

Sanırım değildi, masanın üzerindeki eller hava geçirmez şekilde sıkı yumruklara dönüştüğünde hızla inip kalkan geniş göğse bakmaktan kendimi alıkoyamadım.

 

"Böyle konuşmaya devam edersen seni cezalandırabilirim Nimfea," dedi hırlarcasına. Yanık izinin hemen yanındaki, alnının tam ortasındaki damarın nasıl attığını görebildiğimde gerçekten elimde bir güç olduğunu bir kez daha idrak ediyordum. Dün gece tamamen yaşanmıştı, her bilgi gerçekti ve Kılıç Kül Seryum geri döndürülemez biçimde bana saplanıp kalmıştı.

 

"Bence senin karın," diye başladım rahatça masanın üzerine eğilerek. Bir sır verir gibi devam ettim. "Ve benim kocam bu ceza olayından hiç hoşlanmayacak."

 

Çıldırıp kendini kaybetmesini beklemiyordum tabii ama benim gibi masanın üzerine eğilip yüzünü deli gibi yakan sıcaklığıyla benimkine yaklaştırdığında "Cezan kocanı öldürmem olsun ister misin?" diye sorması ve şaka yaptığına dair tek bir damarın bile oynamadığı yüzle beni izlemesi de değildi beklediğim.

 

Geri çekilmeye meylettiğim anda yüzünü yerinden oynatmadan çenemi kavrayıp olduğu yerde tuttu. "Eğer haberim olsaydı önce babanı sonra o adamı gebertirdim."

 

Cümlenin tokat etkisiyle gözlerimi açık tutamadım, Kılıç hüsranımı özgürce yaşamam için çenemi serbest bıraktığı anda dirseklerimi masaya çekip ellerimi yüzüme kapattım.

 

Delirecektim, belki de delirdiğim için bunlar benim şizofrenik sanrılarımdı. Gerçek olmanın ucundan bucağından geçmeyecek saçmalıklardı bunlar.

 

"İğrenç bir adamsın." Sesim boğuk ve ellerimle kendimi boğmaya çalışır gibi çıktı.

 

"Kızımı DYK'ye peşkeş çekecek kadar değil."

 

Ve Karnelyan Mahver'in gerçekten de yok olduğunu, o kişiye ait buzdan duvarın yerini Karnelyan Karma'nın alev alev yanan çiftlerinin aldığını anlamıştım. İkimizin de hiç mi hiç beklemediği bir anda yüzüne avcumu zonklatacak bir tokat geçirdiğimde Kılıç yalnızca gözlerini kapatmıştı.

 

Günlerce koşmuş, dağları aşmış ancak yine de istediğim yere varamamış gibi nefes nefese bir hüsran yaşarken yaptığıma karşı tepkisizliği yaptığım şeyin hayal olduğunu düşünmeme neden oldu. Avcumun içerisine yüzlerce diken batıyormuş gibi hissetmesem düşünceme inanırdım fakat avcumu açtım, içerisinde Kılıç'ın açık renkli kısa sakallarından tam beş adet vardı. Eğer o değil de bir başkası olsa zevk alırdım bundan, eğer o değil de bir başkası olsa belki de avuçlarımı silkeler ve kalkıp giderdim. Fakat gözlerimin buğusu elimdeki dökülen sakalları bulandırdığında sadece af dilemek vardı içimde.

 

Elimi yeniden kaldırdığımda Kılıç bileğimi hızla kavradı ve beni kendine öyle ısrarla çekti ki sandalyemden kalkıp ona yaklaşmak zorunda kaldım. Direnmeye gücüm yetmiyordu. Ağlamak istiyordum ve bir düşmanın yanında bir düşmana tokat attığım için ağlamaktan ödüm kopuyordu.

 

Kılıç diğer elini belime sarıp beni kucağına çektiğinde bile öyle ağırlaşmış hissediyordum ki üzerine çökmüştüm.

 

Bileğimi bıraktı ancak eli çok uzaklaşmadan yüzüme çıktığında korku gözlerimi kapatıp başımı çevirmene neden oldu.

 

"Güvendesin Karnelyam," dedi ona tokat atmama rağmen, yine. "Sana zarar vermeyeceğim, güvendesin."

 

Elini enseme yerleştirdiğinde bana fiziksel zarar vermeyeceğine kani olmuştum ancak ruhu ruhumu parçalara ayırmadan bırakmayacaktı, buna canı gönülden inanıyor ve karşı koymak için içimde itici tek bir güç bulamıyordum.

 

Titreyen bedenim eğer aynı güçle titremeye devam ederse çok sürmeden parçalara ayrılacağıma emindim. Kılıç'ın güçlü tutuşu beni dağılmaktan alıkoyuyordu. Çenesi başıma yaslı, kollarım ve dizlerim bükülü halde onun büyük kolları ile gövdesi arasındaydı. Ona karışmıştım tümüyle ve bu bana babamı ne kadar özlediğimi hatırlattı. Yedi yaşına dönmek ve babam beni kollarına alsın diye sapanla bir kuş vurmak istiyordum yeniden. Babam beni sevsin diye acımasız bir insan olmayı göze alıyordum, hep almıştım.

 

Güvende olduğumu fısıldarken gözlerimi omzuna bastırıp sakinleşmeye ve göz yaşlarımdan kurtulmaya uğraşıyordum. Tek damla akmamıştı, bu kollarda akmasına izin vermeyecektim.

 

"O adamla gerçekten evli olmadığını biliyorum." Dudakları saçlarımın arasındaydı, sesi kafamın içinde. "Ve ben de hiç evlenmedim."

 

Kucağımdaki elimi kaldırıp kolunun altında geçirdim, omzuna sardığım parmaklarımın uçlarını alnımın altına itmiştim. Derin bir nefes aldırdı bana bu yakınlık, rahat bir soluk almak bu olsa gerekti.

 

Gözlerimi açmadan başka bir zamandaymışım gibi düşünmeye çalıştım. Babam elimi tutuyordu, boyum kısaydı ve eline uzanmak için kolumu sonuna kadar kaldırıyordum. Annem önümüzden yürüyor ve ağaçların aralarındaki çiçeklerden en farklı olanlarını seçip topluyordu. Üzerinde siyah kadife, küçük kırmızı çiçekler döşenmiş bir elbise vardı. Güneş en çok annemi aydınlatıyordu.

 

"Eğer bazı kötülükler yapmazsak bazı iyi şeylerden mahrum kalırız," diyordu babam bir yetişkinle konuşur gibi. Kaşından göz kapağına kadar uzanan yara izi kısık gözünü daha kısık gösteriyordu. Koyu teni hep gölge altında pusuda bekliyor gibi tehlikeli gösterirdi babamı.

 

"Annen o çiçekleri koparma kötülüğünü yapmasa vazolarımız hep boş kalır Karnelyan," diye açıklıyordu. Babamı babam olarak sevmek zordu, bana hep bir öğretmen gibi davrandığı için yanında hep bir öğrenci olmak zorundaydım.

 

"Çiçekler güzel," dedim yaranmak için, onlara bakmamıştım bile. Tüm odağım, ilgim babamdaydı o ise "Annen de öyle," dedi gözünü ondan bir saniye ayırmadan, bir santim bile kıpırdatmadan.

 

Büyük bir el başımın tepesine değince sanki babamın eli burada sanmıştım, her şey bitti ve tehlike yok oldu.

 

"Sakın o adamın gelip seni kurtaracağını ümit etme Nimfea," dedi saç diplerimi gıdıklayan ses. "O adamı tüm ordusuyla beraber yakmamı istemiyorsan bir kez bile o adama dair düşüncelere kapılma."

 

 

 

Loading...
0%