Yeni Üyelik
16.
Bölüm

bölüm16|"Düşmanın Kollarında Rastlanan Dost"

@almelia

 

Her zaman, göründüğüm gibi hissiz olmayı diledim. Ağlamamak için gülünecek günlerden vazgeçmeye her daim hazırdım.

 

Kızıla boyanmış gün ışığıyla bir ressamın en güzel eseri gibi uykunun güvenli kollarında, geniş yatağı ufak gösterecek cüssesiyle uzanan Kılıç bende yalnızca ve uzun süredir ağlama isteği uyandırıyordu. Sabaha karşı olanlardan sonra onun yanındayken dolan gözlerimin belli belirsiz de olsa hep yanan canımın benden önce ona kayıtsız kalamadığını anlamıştım. Ne zaman onun yanında olsam ağlamak istiyordum çünkü beni ağlatabileceğini biliyordum. Kalın bir battaniyeyle örtülü olan göğsünü hekim onu muayene ederken görmüştüm. Gövdesinin sol kısmı ömür boyu taşıyacağı, iyileşmiş fakat izini bırakmış yanıklarla tamamen doluydu. Sağ tarafı ise ne zaman, kimden ve neden aldığını bilmediğim yara izlerine bezenmişti. Vurulduğu da, beyaz sargılarla gizlenmiş açık yarası da soluydu. Solu tümüyle hasta olan bir adamdı o ve ben onu saatler önce öptüğüme, bunu acısını dindirmek için yaptığıma inanamıyordum. Bünyam Buhran onu bir daha öldürme fırsatı bulamayacağını söylemiş, fırsatı değerlendirememişti bense o fırsata tamamen sırtımı dönmüştüm.

 

Yangından sonra uyandığım ahşap evdeydik, bu kez yaralı halde, beyaz çarşafların üzerinde yatan Kılıç, tahta sandalyede oturup onun gözlerini açmasını bekleyen bendim.

 

Düşüncelerimi duymuş gibi titredi göz kapakları, acıdan değil ama uykuyla bile silinmemiş yorgunluğu onu boğuk sesle inletti. Her hareketini delici bir dikkatle izliyordum anlamsızca.

 

Derin bir soluk alıp yatağa gömüldü ve sonunda gözlerini açıp tavanı izledi birkaç saniye. Ne kadar durgun görünse de olan biteni hatırlatan çarkların zihnindeki yankısını duyuyordum. Gerginlikle dudaklarımı çiğnerken çenesini eğdi Kılıç ve gözleri tam orada olduğumdan haberdarmış gibi gözlerimi buldu.

 

"Buraya gel," dedi boğazını sıkan bir el varmış gibi. Sandalyede doğrulup kaygıyla omurgamı dikleştirdim ama yerimden kalkmak ya da herhangi bir şey söylemek mümkün görünmüyordu benim için. En azından şimdilik. Sağ tarafındaki eski, cilalı komodinin üzerindeki cam sürahiye baktım Kılıç beni izlerken. Sonunda dizlerim titrese bile yerimden kalktığımda metal bardağa su doldurup Kılıç'a içirmek ve bir nebze olsun boğazını rahatlatmak vardı aklımda. Ona yaklaştığımda Kılıç benim tarafımdaki sağlam kolundan destek alıp doğruldu, yaralı bir hayvanın bilinmez davranışlarını izler gibi yüzünü izleyip acıdan bir iz arıyordum. Yoktu, acının emaresi yoktu yüzünde. Göğsünden kayan battaniye hasar görmüş bir heykelin gövdesi gibi açıldığında yara dolu tenine bakmamak için gözlerimi kaçırdım. İçi su dolu bardağa iki elimle tutunup olduğum yerde donmuştum korkak gibi. Beni içine çekmeye niyetli bir kara delik varmış gibiydi karşımda, Kılıç'a yakın olmak bir kara deliğe balıklama atlamaktan daha tehlikeliydi bunu damarlarımda, iliklerimde hissediyordum.

 

"Gel Nimfea," dediğinde tekrar, etrafı ağlarla örülü bir örümcek gibiydi gözümde. Gözlerimi kırptım, gözlerini kıpırdatmadan benimkilere dikmişti ve yüzünde, olan her şeyi unutan memnun bir adamın ifadesi vardı. Memnundu çünkü buradaydım, memnundu çünkü onu öldürmemiştim, çünkü onu kurtarmıştım.

 

"Korkuyor musun?" diye sordu, gururuma yediremeyip hızla reddettim.

 

Tekinsiz yaralı bir hayvanın önüne su dolu bir tas bırakır gibi uzattım bardağı ve ağına adım atmış zavallı bir böcekmişim gibi bileğimden yakaladı beni. Kaçmaya çalışırken battaniyenin üzerine su sıçrattığımda Kılıç yaralı omzunu zorlayıp örtüyü çekmeye çalıştı hemen ve aptal çekingenliğimden bir düşten ayılmış gibi sıyrıldım bu hareketiyle.

 

"Hareket etme, ben hallederim." Boştaki elimle battaniyenin ıslak kısmını öteki tarafa sıyırdım, bunu yaparken Kılıç'a eğildiğim için tutuşu hafiflemişti. "Biraz su iç," dedim yarısı boş bardağı uzatarak. Bardağa uzanmak için bileğimi bırakmak yerine yaralı omzunu harekete geçirdiğinde yeniden beni tamamen çekimser ruh halinden çekip çıkarmış ve sinirlerimi beynime taşımıştı. "Omzun vurulurken ve yaraların sarılırken ayıktın Kılıç, neden unutmuş gibi her yere yaralı elini sokmaya çalışıyorsun?"

 

Öfkenin verdiği güçle dizimle yatağa yaslanıp bardağı eline tutuşturmaya çalıştım fakat nedense Kılıç bardağı tutmayı reddedip hasta olduğunu yeni hatırlamış gibi dudak büküp "Yaralıyım," diye sızlandı çocuk gibi, otuz altı yaşında bir çocuk gibi. Başımı sallayıp göz devirirken bardağı dudaklarına yasladım hırsla. Henüz dudaklarını açamadan bardağı kaldırdığım için çenesinden akıp göğsüne süzülen su damlaları dikkatimi yara izlerine çekti. Ayıp bir şeye bakar gibi gözlerimi kaçırdım, Kılıç dikkatle ifadelerimi izliyordu. Birkaç yudum aldıktan sonra bardağı çekmem için başını yana çekerken de bakışları kalın bir perde gibi üstümdeydi. Elini bileğimden çekmedi, ağır ağır keyifle süzülen damlaları silmek için elimin tersini çenesinde gezdirdim.

 

"Elini indirme." Fısıltısı avucumun içine süzüldü, başını elime eğmişti.

 

"Neden saraya gitmek yerine buraya geldik?"

 

Kılıç'ın parmağı bileğimdeki nabzı okşuyordu usul usul, karşısında olmama rağmen parmağının altında atan nabzımı izledi bir süre. Onu layığıyla anlayamazdım fakat senelerce hayaletini taşıdığı insanın canlı kanlı varlığı onu şaşırtıyor gibiydi. Huzursuz hissettirdi bu bana, davetsizce zihnine dalıp oraya yerleşmiştim resmen.

 

"Birbirimize güvenmemiz için." Sorumun yanıtında açıklayıcı hiçbir yan bulamadım.

 

"Sen uyurken seni öldürüp öldürmeyeceğimi mi test ediyorsun?" Şakacı bir tavır takındım ancak kesinlikle ciddiydim.

 

"Beni öldürürsen testi geçemezsin," diye şakayla karşılık verdi o da. Saatler önce birbirimizi vahşi bir açlıkla öpmemiş hatta birbirimizden nefret etmek için hiç sebebimiz yokmuş gibi rahatça konuşuyor olmamız beni bir an dehşete düşürdü. Bir boyutun kilidini açmıştık sanki dudaklarımızla ve artık onun düşmanı olamayacağımdan korksam da aklıma Seryum'un istikbali geldiğinde Kılıç yeniden bir düşmana dönüştü kolayca.

 

"Pek hırslı biri değilimdir," dedim omuz silkerek. "Bu testi geçemezsem önümdeki testlere bakarım." Teknik olarak onun ölümü üzerinden konuşuyorken ona söylediğim o sözler için özür dileme ihtiyacı hissediyordum ve bu kadar hassas olduğum için kendimden nefret ettim. Onun bir ölü olmasını tercih etmeliydim zaten, bu bir kabahat değildi.

 

"İlk testin yanımda uyumak," dedi ciddi bir ifadeyle. Odanın içindeki ufak pencereden yayılan ışık Kılıç'ın olduğu her yerdeki gibi zayıftı ve gündüzü geceye çeviren karanlık bakışları şakalaşmamızın bittiğini belli ediyordu. "Buraya gel." Emir verirken bir yandan yatakta diğer tarafa kaymaya çalışıyordu.

 

"Tabii ki yanında uyumayacağım, bu testi pas geçelim." Daha önce yanında öyle ya da böyle, bir şekilde uyumuştum evet ama yatağına girip uyuyacak kadar kafayı yememiştim.

 

"Bugün saraya dönmeyeceğiz Karnelyam," diyordu saçlarını geri atarken. Kol kasları tımarlı bir atın kasları gibi zarifçe kıvrılırken cüssesinin ne kadar geniş olduğuna her seferinde hayret etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Seryum'un ta kendisi olduğunu, bir kral olduğunu iddia etse bile daha önce Seryum'da ne böyle bir adam görmüştüm ne de dünyada böyle bir kral. Bir kraldan çok savaşçı gibi görünüyordu.

 

Karşı koymak için mantıklı bir yanıt aradım fakat tahta kapıya ardı ardına vurulmaya başlandığında bu dertten kurtulup koşa koşa geleni karşılamaya gittim.

 

Bir asker kapıyı açtığımda hızla geri çekildi. Siyah üniformalı başka bir asker saygılı bir baş selamıyla ellerindeki çantaları gösterdi kapıya varan dört basamağı tırmanırken ve içeri girmek için yoldan çekildiğimde "Bay Seryum ve sizin ihtiyaçlarınızı karşılayacak birkaç şey getirdim efendim. Batın Ak eğer başka bir ihtiyacınız olursa bana bildirmenizi söyledi, ben ve ekibim kulubenin çevresinde olacağız," diye anlatmaya başlamıştı bile. Poşetleri pencerenin önündeki tezgaha bıraktı ve "İsterseniz kontrol edin, bir eksik varsa sizin için temin edeyim," dediğinde gidip bez çantaların içindekileri bir bir kontrol etmeye çalıştım. Ufak bakır tencereleri dikkatle çıkarıp yandaki kuzinenin üzerine yerleştirdikten sonra diğer çantalardaki temiz çamaşırları şimdilik orada bırakmıştım.

 

"Hekim yeniden gelecek mi?"

 

"Akşam üzeri Valof Diren ile birlikte burada olacaklar efendim."

 

Sıkıntılı, çok sıkıntılı bir nefes aldım fakat içimdeki yoğun isteğe karşı koyamıyordum. Bir süre zihnimi sakinleştirmek için kuzinenin üzerine bıraktığım tencereleri açtım içlerinde ne olduğunu görmek için. Şimdi daha da sıkıntılı bir soluk verip "Senden birkaç malzeme istesem hızlıca getirebilir misin?" diye sordum emre aç bir halde bekleyen askerin yüzüne bakamayarak.

 

İhtiyacım olan malzemeleri saydığımda işgal askeri "Derhal efendim," demiş ve kendini kulubenin dışına atmıştı.

 

🕑

 

Saat 16.16'ydı. Hekim, sargılarını yenilediği Kılıç'a tüm direnişlerine rağmen Valof Diren emriyle yatıştırıcı ilaç enjekte etmişti ve şimdi düşmanım tek odalı bir kulubede uyurken ben usulca kapısını örtmüş girişteki kuzinenin üzerinde pişirdiğim çorbayı Kılıç'a nasıl servis edeceğimi düşünüyordum.

 

Düşmanım yüzünden uyku uyumamış, ahşap bir eve kendisiyle birlikte hapsolmuş ve yatacak başka yer olmadığı için o uyurken vaktimi masa, sandalyelerden başka hiçbir şey olmayan küçücük alanda geçirmiş bir de ona hasta çorbası pişirmiştim. Evet, ben bir ucubeydim. Babam yargılayıcı varlığıyla benden uzaklaştıkça ne kadar aciz bir ruha sahip olduğumla yüzleşmemek mümkün değildi. Bir zamanlar yanında olan, danıştığı adamlardan üçü tarafından açıkça kaçırılmış ve bilgi almak niyetiyle zorlanmıştım fakat babamın umurunda olacak nokta bu olmazdı. O bilgiyi verip vermediğim olurdu ve ben biliyor olsam o bilgiyi verirdim... Kılıç bana neler olduğunu hiç sormamıştı yalnızca kaçmadığımı söylemiştim, ona başka bir şey söylemeyeceğimi biliyor olduğu için soru sormadığı açıktı. Daha açık ve üzücü olan ise onun beni babamdan daha iyi tanıyor olduğuydu. Nedeni onunla vakit geçirmem ya da ömrünün büyük kısmını benim hayatımı kurcalayarak geçirmiş olması değildi, Kılıç'ı öne taşıyan babamın beni tanımak konusunda geride kalmayı tercih etmesiydi. Olabilirdi, durup ahşap evin duvarlarını izlerken buna ağlayacak değildim.

 

Kaseyi boşalttığım çorbanın tüten dumanı bekledikçe dinerken artık onu Kılıç'a yedirme vaktimin gelip de geçtiğini anlayarak, utancımdan sıyrılarak kaseyi tepsiye yerleştirip uyuduğu odaya ilerledim.

 

Dirseğimle kapıyı açtığımda odaya sinmiş merheminin ağır kokusu karşıladı beni.

 

Gözleri örtülü Kılıç ağır fakat huzursuz bir uykudaydı, çatık kaşları yüzünü karanlıklara rağmen daha gölgeli gösteriyordu. Gün henüz kararmamış olsa da Kılıç'ı uyandırmak için bir hamle olması ümidiyle ışığı açtım. Ampülden yayılan turuncu ışık bakır saçlarında parladı ve gözlerini sıkıp sıkıntılı bir nefes verdi adam. O gözlerini açana kadar baş ucundaki komodine tepsiyi yerleştirmiş, bir Azrail gibi tepesinde dikilmeye başlamıştım bile. Gözleri kapalıyken bile nerede olduğumu hissedebilirmiş gibi yüzünü bana döndü ve göz hizasında kalan bacaklarıma baktı önce. Üzerimi tırmanan bakışlar saçlarıma kadar tırmanıp gözlerimle buluştu sonunda.

 

"Rüya gibi." Ayıldığı konusunda şüpheye düşürecek şuh fısıltısı üzerime sis gibi çöktü.

 

Sersem bir gülüş dudağını yukarı çekiştirdiğinde "Güven testi!" diye şakıdım sahte bir enerjiyle.

Kendimi bu garip duruma ayak uydurmaya çalışırken fazla mı kaptırıyordum bilmiyorum.

 

Ne olduğunu sormadan önce yerinde doğruldu ve dünyada yalnızca ben varmışım gibi, kendisi ölümün ardına geçip parmaklıklara yapışmış gibi beni izlemeyi sürdürdü. Ne rahatsız edici bir adamdı!

 

Tepsiyi alıp kucağına bıraktım bakışları başka bir yere kaysın diye ve "Zehir mi şifa mı olduğunu asla bilemeyeceğin bir çorba," diyerek ellerimi önümde birleştirdim.

 

Kucağındaki tepsiye bakarken yüzündeki dünya tüm derdinden arınmış da gülmeye nedeni varmış gibi tebessümünü sürdürüyor, eğik yüzünün profili dağınık saçlarıyla gölgenirken göğsümün ortasına ince ince işliyordu bir kanaviçe gibi. Ucube ve alçak olabilirdi, düşmanımdı sonuçta fakat çekici bir adam olduğunu inkar etmek için kör olmak bile yeterli gelmezdi.

 

"Hasta çorbası," diye mırıldandı uzun süredir uykunun kilidiyle kullanmadığı için boğuk çıkan sesiyle. Hiçbir şey söyleyemedim önce. Kaseyi, yanındaki gümüş kaşığı yoksayıp eliyle kavrayıp dudaklarına taşıdığında tepkisini izliyordum anbean. Gözleri titreyerek kapandı yutkunurken ve gözlerini açmadan hemen önce konuştu. "Bunu daha önce de içmiştim."

 

Sormama gerek bile yoktu, içtiğine hasta çorbası diyen kişi annemdi ve bunu bana öğreten de annemdi. Belli ki Kılıç'ın şifa bulmasını o da bir zamanlar istemişti benim gibi, bu düşünce yıllardır kalın bir örtü altında uyuyan bir hissi uyandırdı, his bir canavar gibi hırlayarak ayılırken o hisse bir ad koymamak için yutkundum.

 

"Onunki kadar iyi mi?" diye sordum sesimi umursamıyormuş gibi yansıtmaya uğraşarak.

 

"Her şeyden daha iyi," diye karşılık verdi gözleri yeniden eski hayranlığıyla yüzüme bakmaya dönünce.

 

Rahatsızlık hissi tenimin altında büyürken kendimi durduramadan "Vücudundaki bu izler nasıl oldu?" diye sormuştum ürkek bir sesle. Sanki ona o izleri açanmışım gibi huzursuz oldum, pişman olsam da merakım köklü bir çınar gibi yerinde duruyordu.

 

Eli sanki hala yerlerinde duruyorlar mı diye yoklarcasına göğsünü tırmandı. "Bunlar bir yangında oldu, sağ taraftakileri bilmek istemezsin," dedi yumuşak sesiyle. Teselli eder gibiydi, teselliye ihtiyacı olan benmişim gibi.

 

Göğsünün hemen altında kabarmış, gümüşi bir ize dikkatle baktığımda bir dövme gibi serenyum yazdığını gördüm, bu onca yara izi arasında en rahatsız edici olandı. Biri sanki içinde mürekkep olmayan iğnelerle derisine bu kelimeyi kazımıştı.

 

"O," diye başladım dokunmaya cesaret edemesem de elimi yaklaştırarak fakat Kılıç elimi nazikçe yakalayıp beni durdurduğunda lafımı da kesti. "Bilmek istemezsin."

 

Gözlerindeki minik alevlerde öfkeden başka bir şey vardı, bilmiyordum belki hüzün ya da benzer bir şeydi.

 

"Çok kavgaya giren bir gençtin sanırım." Ortamı yumuşatmak için kendimi gülmeye zorlarken de iyileşmiş kesikler gibi görünen pek çok ya açık pembe ya da kahveye çalan renkteki izlerine bakıyordum.

 

"Pek çok suikastçıyla uğraştım diyelim."

 

Cevabı buz kesmeme neden oldu. Onu öldürmek isteyen insanlar olduğunu, bunu benden başka isteyen olduğunu fark etmek karnıma bir ağrı yerleştirmişti.

 

"Kaç tane?" Sorum bilinçsizce, eksik çıktığında Kılıç netleştirmek için "Kaç kez öldürülmeye çalışıldığımı mı merak ediyorsun?" diye sordu yine nazik bir sesle. Başımı salladım çünkü sesim çıkmıyordu.

 

"Özellikle tutulan adamlar yedi kişiydi ancak kimseden emir almadan bunu demeye çalışanlar bu sayıyı beşe katlar."

 

Sesinde hiçbir duygu yoktu; korku, öfke, nefret olmadan bunları söylemek için kaç fırtınadan sağ çıktığını düşünmek bile istemiyordum.

 

 

Dilim tutulmuş gibi sessizleştiğimde, yaraları ilginç bir müsabakaymış gibi odağımda olduğu için Kılıç kendini topladı ve dikkatimi dağıtacak şeyi söyledi bir çırpıda. "Ben testi geçtim Karnelyam, sıra sende."

 

Karşı çıkmanın mantığı her yanımı sarsa da gözlerimin uykusuzluktan nasıl yandığını ve bu uykusuzluk kuruluğundan kurtulmak için inatla yaşlı olduğunu bildiğim için kepaze bir görüntü sergilediğimi biliyordum. Uyumam gerekiyordu.

 

Otomatik olarak "Hayır, seninle uyumayacağım," dedim fakat o uyurken gün boyu içerideki sandalyeleri birleştirip uyusam çok mu garip olur diye düşünüp durmuştum.

 

Yüzündeki hayranlığı ciddiyetle örttü, kararlı bakışları bu kez karanlık değildi. Aksine gözleri öyle yeşildi ki bir aydır onu ilk kez gölgelerin arkasından çıkmış haliyle görüyordum. Bilinçsiz bir sürüngen gibi yatağın kenarına çöktüm çatık kaşlarla. "Senin gözlerin yeşil," diye bildirdim, alıklaşmış zihnim bunun doğru olduğuna karar vermiş olduğu için kendimi durdurmaya vaktim olmadı. Elimle yaslandığım yatakta yüzüne yaklaştı yüzüm. Sessizce onu izlememi izledi. Sanki geçmişimden bir anın mektubunu cebinden çıkarmış ve okumamı beklermiş gibiydi, sanki geçmişten bir an bir ansızın karşımda belirmiş gibiydi. Gözlerimi kırpıştırdım illüzyonu dağıtmak için.

 

"Seni hiç aydınlıkta görmemiştim."

 

Neredeyse haresiz nehir gibi durgun yeşil gözlere parmaklarımı daldırsam sanki nehir içime dolacaktı, bu güzel adam pek çirkin bir yolda yürüyordu ve benim gücüm onu döndürmeye yetmiyordu ya yanında yürüyecektim ya da arkamı dönüp çekip gidecektim. Ya da...

 

"İstediğin bu muydu?" diye sorup beni bir rüyadan uyandırdı. Yerimden kalkamadım fakat omurgamı doğrulttum. "Hayır," diye cevap verdim bir çırpıda. "Çorbanı iç, henüz testin bitmedi."

 

"Yanımda uyuyacaksın Karnelyam." Gözlerime bakarak kavradığı kaseden bir yudum daha aldı. İlkel yaratılışı içimde de ilkel hisler uyandırıyordu, o çorbayı yuttu ben sis perdesinden sıyrılmak için yutkundum. Başımı iki yana salladım sırf inat olsun diye.

 

"Seni bu yatağa zorla sokmayacağımı biliyorsun, kendi isteğinle gireceksin."

 

Kaseyi bıraktığı tepsiyi komodine bırakmak için uzandığında bu kez yardım etmemekte kararlıydım. Zaten niye en başta yardım ettiğimi bile anlayamıyordum ki. Omuz silktim yalnızca ve hiç tepki vermeden bekledi.

 

Sessizliği beni şüpheye düşürdüğünde şüphelerime yenilerini eklemek için yatakta kayıp bacaklarını aşağı sarkıttı adam.

 

"Nereye?"

 

"Bu gece bu yatakta uyuyacaksın." Kalkabilmesi için ona yer açıp ayağa kalktım.

 

"Neden kalkıyorsun?"

 

"Testi pas geçelim istemiyor muydun?" Ayağa kalkmadı, sanırım uzun süredir yattığı için gücünü toplamaya çalışıyordu. Oysa hiç güçsüz görünmüyordu gözüme. Cevap vermedim bir an evvel sadede gelsin isteyerek.

 

"Yatağa geç Karnelyam, ben kalkıyorum."

 

Sonunda yapmaya çalıştığı aptallığı anladığım için sağlam omzuna bastırarak onu olduğu yerde tuttum. "Kalkıp nereye gitmeyi düşünüyorsun? Burada tahta sandalyelerden başka bir şey yok."

 

"Aynen öyle," derken baskıma rağmen ayağa kalkmıştı. Üzerimde karanlık bir güneş gibi yükseldiğinde gözlerim kamaştı. Tehdit algılamış gibi geri süzüldüm.

 

"İyi, madem kalkıyorsun saraya dönebiliriz."

 

Dudaklarımı çiğnememek için dişlerimi sıkıyordum. Beni düşürdüğü durumdan nefret ediyordum. Yanımdan geçip kapıya ilerliyordu ve "Uyu Nimfea, uyandığında burada olacağım," diye bildiriyordu tok sesiyle. Kapıya vardığında her ne kadar emin adımlarla ilerlemiş olsa da durup dinlenmek için pervaza tutundu sarsakça. Adımımı yeri delecek kadar sert bastırdım zemine yardıma koşmamak için. Fakat "Tamam," diye bağırma ihtiyacımı öylece bastıramamıştım. Omzunun üzerinden baktı devam etmem için, geniş omuzlar kas ve kemiklerle öyle ince işçilik örneğiydi ki diz çöküp yalvarmak istiyordum Tanrı'ya, onu düşmanım olmaktan azat etsin diye. "Yatağa geç, uyuyacağım ben de."

 

Biçimli kaşı havaya kalktı, omzuna eğik çenesinde kasların kıpırdandığını mesafeye rağmen görebiliyordum.

 

"Evet, bu yatakta." Dişlerimin arasından zorla dökülen cümle Kılıç'ın dile getirmediği sorunun cevabıydı. Ağır ağır yönünü bana çevirdi, ona bakmayı kesmek için çarşafları buruşmuş yatağa baktım.

 

"Yaralı bir adamın yanında yatmaktan korkmuyorsun değil mi?" Sesiyle birlikte yaklaşıyordu bana. Sesi ciddiyse de sorunun alaycı olduğunu tahtaların arasındaki kemirgenler bile anlardı. Çarşafların arasında bir sahne sergileniyormuş gibi yatağı izlemeye devam ettim gözlerimi kıssam da.

 

"Korkuyorum aslında. Beni sinirlendirirsen seni çok kolay öldürebileceğimden korkuyorum."

 

Öteki taraftan yatağa oturup hiç beklemeden bacaklarını çekti. Sırtını başlığa yaslayıp benden tarafa baksa da ona bakamıyordum.

 

"Seni sinirlendirmeyeceğim Nimfea, buraya gel."

 

Aklımda sorular ve şüphelerle kapıya ilerledim. Yoğun bakışlarının sırtıma işlediğini fiziksel olarak hissediyordum fakat soru sormasına fırsat vermeden kapıyı kapattım, ışığı karanlıkla değiştirdim ve oyalanırsam vazgeçeceğimden korkup yatağa döndüm.

 

Hala adamın ılıklığını taşıyan yatağın ruhu beni içine çekiyordu resmen, bağcıkları gevşek botlarımı iterek bacaklarımı da yatağa çektim. Kılıçla aramıza koyduğum mesafe yüzünden adam örtünün bir ucunu bacaklarıma bıraktığında bir kısmı açık kalmıştı.

 

"Yaklaş." Ürkmemem için resmen fısıldıyordu. Hareket etmediğimde dediğini kendi yaptı ve yaralı omzuna yüklendiği için hoşnutsuz öfkesiyle hırıltılı bir nefes verdi. Bu benim de harekete geçmem demek oluyordu. Yatakta aşağı kayıp sırtımı bana yaklaşan adama döndüm. Örtüyü tek eliyle omuzlarıma bıraktı.

 

"Nimfea ne demek?" Ellerimi yanağım ile yatak arasında sıkıştırıp cenin pozisyonu almıştım aynı yatakta yattığım adama değmemek için. Aldığı sıkıntılı nefese bir kılıf uydurmaya uğraşmadan bekledim. Arkamdaki kıpırdanışını, yatağı ezişini, göğsünü sırtıma dönüşünü ancak aramızda ihtiyaç duyduğum mesafeye saygı gösterip bana değmeyişini sindirdikten sonra "Dost demek," diye fısıldadı saçlarıma.

 

İçerisi aydınlık olmasa bile güneş henüz gökte düşmemişti, ışığını görmemek için gözlerimi sıkı sıkı örtmüştüm.

 

"Neden bana dost diyorsun? Biz düşmanız." Mırıldanıyordum yatağın üstünde ağırlığı üstüme çöktüğü için.

 

"Asla düşmanım olmayacaksın." Sakin nefesleri, düzenli sözleri hemen bir ninni etkisi gibi sızdı zihnime, uyumak istemiyordum. En azından soru işaretlerimi çıra gibi Kılıç'ın zihnine bırakıp onları tutuşturduğunu görmeden önce rahat bir uyku uyuyamazdım.

 

"Dostun da olmayacağım," diye homurdandım hoşnutsuzluktan. "Neden Mars'ı vurmadığını daha önce söylemedin?"

 

Sıkıntılı soluk geri döndü, ciğerine dolan oksijen yatağı ağırlaştırmıştı.

 

"Bana güvenmezsen sana güvenmem Karnelyam."

 

Bunun anlamını biliyordum, nedenini söylemese de anlıyordum.

 

"Yerde yatan bir adamın üstüne çullandığını gördüğümde nasıl ona zarar vermediğini düşünebilirdim ki? Bir şey söylemeliydin."

 

Alnını ensemde hissettim, ürpermiştim, saç diplerimden kıl köklerime kadar titredim yakınlığıyla.

 

"Batın bizi bulduğunda seni de aynı şekilde buldu. Beni yaralamak için çok sebebin olmasına rağmen bunu yapanın sen olduğunu düşünmüş müdür?"

 

Dudaklarımı ıslattım geriye sürünüp göğsüne sığınmamak ve gerçeklikten kopmamak için.

 

"Düşünmediyse hata etmiştir, seni yaralamak için çok sebebim var gerçekten de."

 

Alnı ensemdeki baskıyı geri çekti, bu kez çenesini başımın tepesinde hissettim. Yatağın hemen ucundaydım, ondan kaçmak için bir milim kıpırdasam yeri boylardım. Bunu bildiği için beni resmen kapana kıstıran Kılıç'ı dirseğimle ittiğimde tıslar gibi acılı bir ses çıkardı ve beni yaptığıma pişman etti.

 

"Yaralı bir adama böyle hoyrat davranmamalısın Nimfea." Az da olsa uzaklaştığını algılamıştım. Yüzümü onun yönüne döndüm bir cesaretle, bir elimi yanağımın altına ötekini çenemin üstüne yerleştirdim ona dokunmamak için. Sırtı yatak başlığına yaslıydı hala.

 

"Gördüğüm en arsız yaralı adamsın." Erkeksi kıkırtısı kulaklarımdan esip zihnimde yankılandı ve ona döndüğüm için pişman oldum, gözlerimi kapatsam bile yönüm ona dönüktü artık.

 

"Daha önce de yaralar aldım Karnelyam, beni arsızlaştıran sensin."

 

Öfke bir barajı dolduran suydu, duvarları hoyrat bir kuvvetle açıp damarlarıma taştı şiddetle. Hışımla kalkmaya meylettim ve Kılıç sağlam tarafında olduğum için beni hemen olduğum yere bastırdı.

 

"Hiçbir yere gitmiyorsun." Yatakta kayıp yatar pozisyona geldi aramızdaki taşkınlığı zapturapt altına alabilmek için. "Bana güvenmek için neye ihtiyacın olduğunu söyle."

 

Yüzü yüzümün karşısında olsa da omzundaki sargılara baktım. "Şu an için biraz mesafe," dedim asileşmeye çalışarak, sesim korkak gibi çıkmıştı. "Senin yüzünden yataktan düşeceğim."

 

Bu kez ne kadar haksız da olsa o öfkelendi, tazyikli bir nefes çarptı yüzüme. "Düşmeyeceksin. Soruma cevap ver."

 

"Neden sana güvenmemi istiyorsun?"

Sırt üstü dönüp sağlam kolunu gözlerinin üstüne kapattı ve onu özgürce izleme şansını bana elleriyle verdi.

 

"Güven bir ihtiyaçtır, ihtiyaçlarını karşılayacağıma güvenmeni istiyorum. En azından barış sağlamak için buna ikimizin de ihtiyacı var."

 

Onun gibi sırtımı yatağa bırakıp gölgeli tahta tavanı izledim. "Biz barış sağlayamayız çünkü hiçbir zaman fikirlerimiz değişmeyecek," dedim cümleleri soluğuma karıştırarak.

 

"Her zaman sorunlar olur Karnelyam. Seryumda İkimiz olmasak da sorunlar olmaya devam edecek ama sorunlar savaş değildir, barış halinde de sorunlar yaşar ve çözeriz. Bunun için güven basamağını tırmanmış, geride bırakmış olmamız yeterli."

 

Mantıklı mantıklı konuşup sinirlerimi bozmaktan başka bir işe yaramıyordu, hayatımın tümünü onun bağlı olduğu fikir mahvetmişti ve onunla aramızdaki şey yalnızca basit bir fikir ayrılığı değildi.

 

"Keşke ben de seni, nasıl bir canavar olduğunu bilmeden seven aptal topluluğundna biri olsaydım"

 

Bıkkın bir nefes dışında sessizlikle karşıladı beni. Konuşmamızın kavgaya dönmesi için bir kibrit yeterliydi fitili ateşlemeye ve Kılıç bunun farkında olduğu için "Sevilmek benim suçummuş gibi söylüyorsun," diye yumuşattı aramızdaki havayı. Beni yumuşatmaya yetmemişti ama.

 

"Hayır ama senden nefret etmem senin suçun."

 

"Benden nefret etmiyorsun," dedi deli, anlayış kusurlu, sorunlu herif. Bu kanaate nereden vardığına dair fikrim bile yoktu.

 

"Öyle inanmaya devam et."

 

Birkaç dakika, seneler yoğunluğuyla aramızda sekip durdu sessizce. İçimi saran huzursuz ümitsizlik uykumu kilit altına almıştı. Uyumalıydım.

 

"Krallıktan neden nefret ediyorsun?"

 

Sessizliği kesen sesi hiç de keskin değildi, bir bulut kadar yumuşak, ılık bir rüzgar kadar hafifti. Fakat gelecek cevabın yarattığı gerginlik sıkı dudaklarında, kaskatı çenesinde görünüyordu. Başımı ona dönük tutmaya devam ettim yanıt verirken. "Seryum her zaman diğer ülkelerin hayalini kurduğu bir yerdi, geleneksel sisteme dönüş halk iradesini etkisiz hale getirecek ve aşılması gereken tek kişi mevcut hükümdar olacak. Senin hayalin bu ülkenin sonunu getirebilir."

 

"O kadar güçsüz değilim," derken sesi de güçlüydü. "Ülkenin başına bir şey gelmesine müsaade etmeyeceğim."

 

Günlük, rastgele bir sohbet eder gibi yatakta uzanırken aslında dünyanın en ağır konusunu konuştuğumuzu unutamıyordum.

 

"Dünyada eski sisteme dönen tek ülke biz olacağız ve yasalara göre monarşi yönetimleri DYK desteğini kabul edemeyecek. Yalnızca savaşta askeri destek sağlayabilirler. Böyle bir şeyi ülkem için istemiyorum."

 

Bunun ne denli bir tehlike olduğunu fark etmemesi mümkün değildi. Seksen bir devletten yalnızca on üçü geleneksel sistemlerini sürdürüyorken onların arasında da daimi savaşlar sürüp gidiyordu. Yıllardır savaştan uzak tutulan Seryum bir anda cenk yerine dönüşecekti, bu kaçınılmazdı.

 

"DYK desteği olmasa krallıklar arasındaki savaş tetiklenmez Karnelyam. O sistemin tek amacı ülkeler için zayıf yöneticiler bulup onlar aracılığıyla dünyayı yönetmek. Her ülkeden eğitimli binlerce askeri bünyelerine katıyorlar, bir haraç bu. Demokratik devletler savaştan korunduklarını sanırken DYK'nin yaptığı onlara bir düşman belirlememek yalnızca. Eğer bir devlet DYK üyeliğinden çekilmeye yalnızca meylederse bile ertesi gün ülkesinde terör baş gösterir, ithalatta akıl almaz sorunlar yaşar, dünya ile bağı kopar ve herkes bunu DYK'nin korumasını çektiği için olduğunu sanır. Olan sadece gözü korkan ve etkisini yitirmekten ödü kopan DYK uşaklarının ülkenin başına açtığı dertlerdir."

 

Hala gözleri kapalı bir şekilde konuşurken şaşkınlıktan donup kaldığımı göremediği için memnundum. Şaşkındım fakat beni şaşırtan sözleri değildi.

 

"Babam gibi konuşuyorsun." Kamer Mahver aramızda bir küfür ibaresi olsa da bunu söylemeden edememiştim. Kolunu yüzünden çekip gözlerini kırpıştırarak baktı yüzüme. Öfkelenmek yerine başının altındaki yastığı kaydırıp yataktaki başımı kaldırmamı ve başımı yastığa yerleştirmemi bekledi.

 

Bir yastığın iki ucunu kullanırken o yeniden sırt üstü döndüğünde kolu göğsüme yaslandı. Soluğumu tutsam da Kılıç bunun bir problem olduğunu düşünmüyor olacak ki durgun bir bakışla tavanı izlerken "Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterir," diye mırıldandı sesini öfkeli çıkarmamaya uğraşarak. Babamın her geçen gün hakarete uğraması onur kırıcıydı fakat bazı günleri boş geçmemek için ona hakaret eden ben olduğum için kimseyi engellemeye yüzüm yoktu. Kılıç ne kadar babamdan farklı bir yol çizmek istese de düşünceleri onunkilere dehşet biçimde benziyordu. Eh, ikisi de hasta birer adamdı neticede.

 

"Adı üstünde Dünya Yönetim Kurulu, doğru şekilde müdahil olmalarında ne gibi bir sakınca var?"

 

"Karnelyam," dedi bana dönmeden önce. "Bana cumhuriyet kimliğini veren DYK'ydi. Kamer Mahver'e karşı bir koz olabileceğimi biliyorlardı." Bir süre karanlık gözlerini izledim, az evvel gördüğüm açık mı açık yeşiller karanlıkta boğulmuştu sanki. "Sence baban DYK'den neden nefret ediyordu?"

 

Bu konuşmayı bu gevşek pozisyonda yapıyor olmak beni boğmaya başladı bir an. Çattığım kaşlarım kirpiklerimi gözlerimin önüne indirdi ve doğrulma ihtiyacıyla kıpırdandım. Kılıç omzuna rağmen beni durdurmak için harekete geçti ve tüm gücünü beni kendine bastırmak için kullandı.

 

"DYK seni bir koz olarak görürken nasıl oldu da şimdi sistemlerinin karşısındasın?"

İstesem karşı koyup ayağa kalkabilirdim fakat bunu yapmayıp hareketlerine ayak uydurdum. Başı çenemi sabit tutarken kolu belimden sırtıma dolanmıştı. Nefes almak için başımı geri attım, eğer olduğum yerden nefes alacak olsaydım boynunun girintisi kokusunu ciğerlerime itip tüm bedenimi kokusuyla dolduracaktı. Her şeyiyle öyle yoğun bir adamdı ki yanında soluk almak bile bir meseleye dönüşüyordu.

 

"Babam hiçbir DYK toplantısına fiilen katılmadı, sistemlerini açıkça değilse de desteklemediğini hep gösterirdi ve DYK tüm bunlara rağmen seni daha evvel sahneye atmadı öyle mi?"

 

Çenesinin nasıl kasıldığını saçlarımın kıpırdamasından anladım. Öfke ya da gerginlik artık her neyse boğazına sarılmıştı ve ondan kurtulmadan bana yanıt veremedi.

 

"Sana onların beni ne olarak gördüğünü söyledim, aslında ne olduğumu değil." Sözler aktıkça öfke de akıp havaya karışıyordu. "Bir kral olmak için doğdum Karnelyam, maşa olmak için değil," diye ekledi hükmedici sesi kulubenin içini çınlatarak.

 

"DYK, Seryum'a daha önce gelmeni istemedi mi?"

 

"Binlerce kez," dedi burnunu başımın tepesine yerleştirip soluklanırken. Fazlaydı, tüm bunlar her yanıyla fazla. Nazikçe ittim onu, uzaklaşmak bir nebze mesafe yaratmak istiyordum ve Kılıç sırt üstü dönüp bana minik de olsa mesafe verdi. "Kamer Mahver'i darbeyle indirmek niyetinde olmadım hiçbir zaman. Ona kendi isteğiyle emekliye ayrılması için vakit tanıdım, yaptığı her hatada vaktinin daraldığını biliyordu fakat önemsemişe benzemiyor."

 

"Neden o gün geldin, günler boyunca babamla uzlaşmak için mi bekledin hem?"

 

Dönüp bana baktı fakat yaralı halde uzanan bir adam gibi görünmüyordu artık, tamamen kaskatı görünüyordu.

 

"Vaktinin dolduğunu söylemek için geldim, halkın bir kısmı varlığımdan haberdar olduktan sonra babana uzun bir zaman kalmayacaktı. Bekledim çünkü bir haftanın sonunda kendisi teslim edecekti yönetimi." Çenesini bir nebze gevşettikten sonra "Ben işgalci değilim Karnelyam," diye ekledi gözleri gözlerimi talan ederken. İşgal altında olmadığımız DYK kararıyla da sabitti ama üstümüzde bir işgal olduğu gerçeğini katiyen göz ardı etmeyecektim.

 

"Neden o gün?" diye fısıldadım güç kaybederek. "Babamın vaktini tamamen dolduran hata neydi?"

 

"Sendin," dedi hiç beklemeden. Bir tokat yemiş gibi geri kaçtı başım. "Keskin Karma ve seni öğrendiğim gün geldim. Bu fikrin aklına düştüğü gün gelmeliydim. Gelirdim Karnelyam."

 

Başım hala gerideydi, Kılıç'ın zihninin katmanlı derinliği gözümü öyle korkutuyordu ki koşa koşa kaçmakla kendimi kollarına atmak arasındaki ortayı bulamıyordum, zihni zihnimi boğuyor, etkisiz kılıyordu.

 

"Evlenmeseydim ne olacaktı, sana aşık mı olacaktım?"

 

Gergin, gözlerine ulaşmayan bir gülüşün ardından yüzünü tekrar tavana çevirdi.

 

"Olur muydun?" diye sordu alayla.

 

Örtülü dudaklarımı birbirinden ayıramayınca boğazımda yankılandı reddediş sesim.

 

"O adama da olmayacaksın. Onunla evlenmeyi kabul etmemeliydin." Bu konuşmanın gideceği yere daha önce varmıştım ve hiç hoşuma gitmemişti. Bu konuyu sürdürmek için bir şey yapmadım o yüzden.

 

Bu defa aramızda bir balon oluşturan kasvetli sessizliği bozan bendim ve balonun içindeki kasvet kül gibi üzerimize yağdığında silkinmek için ikimiz de birbirimize dönmüştük. "Krallar zengin olmallı Kılıç ve bu bir noktada halkı fakirleştirir, babamı rejim değişikliğine iten krallığın son günlerinde halkın perişan haliydi. Halkın isteği dikkate alınmak, görmezden gelinmemekti ve bunun tek yolu sistemi değiştirmekti."

 

Yüzüme baksa da iyiden iyiye çöken Güneş, ışığını ikimizin üzerinden çektiği için yine gölgelerin arasında kalmıştı Kılıç. Sonunda konuştuğunda sesi de gölgelenmişti. "Benim olan her şey bu halkın Karnelyam. Sen hariç," dedi üstüne basarak."Bence bunu listenden çıkarabilirsin ve geri kalan her şeyi bu halkla paylaştığımı bilmelisin."

 

Gözlerinin dokunuşu yüzümde dolaşıp duruyordu yeni sessizlik örtüsünün gizi altında.

 

"Neden gittin peki?" Sesim tam bir fısıltıydı, uygunsuz bir soruydu sanki ve cevabı yüzümü kızartabilirmiş gibiydi.

"Çünkü sen öyle istedin," diye fısıldayarak karşılık verdi ve yüzüm karanlığa şükrettirecek kadar kızardı. Utanç yahut da heyecan değildi sebebi, dehşetti, gariplikti, hiç sebepsiz bu yaralı adamın zihnini alt üst ettiğimle yüzleşmekti. Sahiden de öyleydi. Kılıç Kül Seryum daha farklı sebeplerle olsa da benden nefret etmeye hakkı olan bir konumdaydı ve itirafına göre etmişti de, sırf onun zihnine bir düşman olarak sızmam için hakkımda söylenenlere rağmen Kılıç beni siyah bir gökten çekip mavi ve açık semalara yerleştirmişti. Bunu yalnız başına yapmıştı ve bir hastalık gibi zihnini, bir parazit gibi teninin altını ele geçiyordum. En başa döndüm tekrar, onunla olmak beni çok kolay ağlatabilirdi. Gözlerim öyle süratle doldu ki farkına varmam görüşümün bulanıklığı sayesinde olmuştu.

 

"Eylem olmasa dönmeyecek miydin?" Sesim kanadı darbe almış bir kuş gibi acınası çıktı fakat bu adamdan bunu saklamaya gerek görmedim. Onun iletiydim ve milletim için onu yok etmem gerekirse ederdim.

 

"Dönecektim Nimfea." Sesimdeki kasveti çok iyi sezdiği için sesi ılık bir rüzgar gibi esti, yumuşakça. "Fakat senin benden en az nefret edeceğin yoldan dönecektim bu sefer."

 

Yapamazdım, eskiye ait sistem demek ülkenin de geriye gitmesi demekti. DYK hakkında söyledikleri doğru olsa bile bu, ülkeyi tehlikeye soktuğu anlamına gelirdi ve ben yine yapamazdım. Ona güvenemez, inanamaz, onu asla destekleyemezdim. Kamer Mahver her şeyi yanlış yapmış olsa bile beni Seryum'un istikbali için her şeyden vazgeçecek bir vatandaş olarak yetiştirerek tek doğru şeyi yapmıştı. Kılıç'ı engellemek için en iyi koz bendim ve bunu kullanmaktan çekinmeyecektim.

🕑

 

Doğal olmayan bir sessizlik ve boğucu bir yokluk hissi uyandırmıştı beni. Etrafa çöken karanlık öyle yoğun ve somuttu ki gözlerimin açık olduğunu yaklaşık bir dakika boyunca anlayamamıştım. Gecenin ıssızlığı öyle derindi ki kulubenin çevresindeki koca ormanda cırcır böceklerinden bile ses gelmiyordu.

 

Gözlerim bir an sonra karanlığa alıştığında yatağın öteki tarafını yokladım. Kılıç sanki hiç var olmamış gibi bir boşluk karşıladı beni. Yatak buz gibiydi.

 

Dış kapının gıcırtısı donuk anı bıçak gibi kesti ve telaşla yataktan kalktığımda soğuk ya da kaygıdan deli gibi titriyordum. Çıplak ayaklarım zeminin pürüzlü yüzeyini göğsüme taşıyordu bir zımpara misali.

 

"Kılıç," diye seslendiğimde sesim çatallıydı.

 

Duvardaki düğmeye bastım ve odayı aydınlatan turuncu ışık girişte dikilen Kılıç'ın üzerindeki tuniğe bulaşmış kanı aydınlattı bir ispiyoncu gibi. Kapının pervazına çarpıp öylece kalmıştım.

 

"Ne oldu?" Korku ve uykunun izlerini kağıt gibi kesen dehşet zangır zangır titreyen bedenime hakim olmamı imkansız kılıyordu.

 

"Buraya gel Karnelyam," dedi bir hayaletin eli boğazını sıkıyormuş gibi, keskin bir emir olduğu her halükarda anlaşılıyordu. Bedenimi kontrol edemesem de emre itaat ettim ve Kılıç benim için bedenimin kontrolünü ele alıp yaralı ve kana bürünmüş bir adamdan ziyade gücüyle göz korkutan bir hakimiyetle beni göğsüne bastırdı. Sağlam kolu beni sıkı sıkı sarmıştı, çenesi başımı omzuna bastırıyordu ve metalik kan kokusuna rağmen o doğal çayırımsı, erkeksi kokusu beni sakinleştirmeye yetiyordu. Aklım tam anlamıyla yerinde olmadığından karşı koymak aklıma gelmedi bir süre.

 

"Seni korkuttum mu?" Sıkıştığım kapana rağmen başımla reddettim.

 

"Neden üstünde kan var?" Sesim onun baskısıyla zor duyuluyordu.

 

"Omzumu zorladım biraz." Saçlarımı titretti sesi.

 

"Neden?"

 

"Hava almaya çıktığımda olmuş Nimfea, fark etmemiştim."

 

"Neden nefes nefesesin?" Titreyişim bir lekeymiş gibi kazımış ve benden onu almıştı. Gücüm yerine geldiğinde ilk yaptığım göğsünü itip ondan uzaklaşmak oldu. Yine de belimi tutmaya devam etti, bu temas henüz onun uzaklaşmaya hazır olmadığının göstergesiydi.

 

"Fazla uzaklaşmışım," dedi yüzüme bakmayarak. "Sana dönmek için hızlı yürümek zorunda kaldım."

 

Bir yalan filizlenmişti aramızda, bunu hissediyordum fakat gerçeği öğrenemeyeceğimi bile bile sordum. "Bir sorun var, ne o?"

 

Tuniğini sıyırıp nazikçe üzerinden çıkarmama müsaade etti, beyaz sargılar siyah sanılacak kadar kana bulanmıştı.

 

"Endişelenme," dedi yalnızca.

 

Onu bir sandalyeye oturtmama, sargılarını yenilememe, yeni bir tunik giymesi için yardım etmeme sessizce müsaade etmişti. Soru soramıyordum, onu bu hale getiren şeyi merak bile etmiyordum hatta o an saati bile merak etmiyordum. Zaman beni bırakıp akarken bu kez Kılıç'ı da benimle bırakmıştı.

 

"Arkadaşını bulmamı neden istiyorsun?" Üzerindeki gerginlik koyu bir boya gibi sıvanmıştı yüzüne, onu silip benden gizlemeye çalışsa bile elleri o gerginlik rengini iyice sıvamıştı yüzüne.

 

"Bunun gerekli olduğunu hissediyorum," diye fısıldadım.

 

"Onu bulduğumda benden daha az nefret edecek misin?" diye fısıltıyla sürdürdü konuşmasını benim gibi. Başımla onayladım onu, gerçek düşüncemin bu olup olmadığını dahi bilmeden.

 

"Hazır olduğunda onu bulacağım Karnelyam."

 

"Ben hazırım Kılıç." Ve ardından aramızdaki yalanın açtığı mesafeyle birbirimizin karşısında durduk bir süre.

 

Kuzineden yayılan sıcaklık yalnızca kendi etrafını ısıtırken ateşi harlamayı beceremeyeceğimi bildiğimden ısınmak için kalın bir kazak geçirdim zaten üzerimde olan ince kazağın üzerine. Kılıç'ın solukları derinleşse de bir mücadelenin ortasındaymış gibi sıktı. Ayağa kalkıp odaya giderken ona eşlik etmem için ısrarla baktı yüzüme ve yeniden itaat ettim. Işığı söndürdü, kapıyı örttü, karanlıkta yolumu bulmama yardım etmek için elimi tutup yatağa yürüttü.

 

Az da olsa uyuduğum için yeniden o yatağa girmemeliydim, bile bile düşmanın kollarına sığınmamalıydım. Kılıç'ı yok etmeyi planlarken bunu kendime yapmamalıydım.

 

"Düşünme Karnelyam," dedi Kılıç bilge ve zihnimi okuduğunu sanacağım bir sesle. "Uyu, hala karanlıkken bana olan nefretini omuzlarından indirebilirsin."

 

Sözlerine anlam vermeye çalışarak soğuk yatağa oturdum. Belime doladığı kolu hiçbir engele takılmadan beni doğruca göğsüne çektiğinde bu kez itaat etmek zorunda kalmadığım, onun tarafından mecbur bırakıldığım için aciz bir memnuniyet duyuyordum.

 

"Yarın saraya döneceğiz." Göğsü sırtımı itecek kadar yakınımdayken cümlesiyle bir hayal kırıklığının tıkırtılarını andıran sesimi duyabildiğini biliyordum. Buna hakkım yoktu fakat buradayken Kılıç ile yüzlerimizde maske olmadan vakit geçiriyor, buna daha fazla ihtiyacım varmış gibi hissediyordum. DYK'ye onunla ilgili bir şeyler söyleyebilmek için...

 

"Seninle bu eve birçok kez döneceğiz Nimfea, benden yeniden uzaklaşmana izin vermeyeceğim."

 

 

Loading...
0%