Yeni Üyelik
20.
Bölüm

bölüm20|"Şehirden Uzaklaş, Şeytanla Yakınlaş"

@almelia

Mars teklifi kabul etmişti, resmi olarak Kılıç ile işbirliği yapacaktı bundan sonra. Kılıç'ın yüzyıllar öncesinden kalma zindanda tuttuğu adamın saatler sonra elini neden sıktığını kesinlikle bilmiyordum. Bu benim affetmem için yapılmış bir şey olamazdı, o kadar aptal bir adam olmadığını biliyordum en azından.

 

Ben yatağımda dönüp dururken Kılıç uyumam için odama sessizce girmiş ve geldiği gibi oturduğu masada taş kesmiş gibi kıpırtısız bir halde kitabını okumaya bir an olsun ara vermemişti. Odaklanıp soluğumu tutmadıkça onun yumuşak nefes alışverişini bile duyamıyordum. Ne düşünüyor, ne planlıyor, beni mahvetmekte ne kadar kararlı merak ediyordum.

 

Masanın ortasında yaktığı mumun cılız ışığının titrediğini karanlık duvarın yansımasında gördüğümde Kılıç'ın ayaklandığını anlayabildim. Beklediğim, yeteri kadar durduğuna kanaat getirerek çekip gitmesiydi. Gözlerimi yumdum sanki dönüp bana son kez bakacakmış gibi. Saniyeler sonra kirpiklerime karışan saçlar nazikçe yüzümden çekildiğinde ne bekleyeceğimi bilmiyordum.

 

Yatağın köşesi bir ağırlık tarafından ezilirken vücudum otomatik olarak oraya dönmüş ve cenin pozisyonu almıştı.

 

"Beni affetmen için ne yapmalıyım?" Kısık sesi beni bilindik bir dağın yamacına, güneşli bir güne götürdü ve beni orada yalnız bırakmadı. İki yanımı saran çayırlar rüzgarla sallanırken adam yanıma uzanmıştı sanki. "Söyle bana."

 

"Ne için özür dileyeceksin?" Sesimi umursamıyor gibi çıkarmakta güçlük çeksem de başarısız olmadım.

 

Zor bir soluk aldı fakat inkar etmedi. "Seni kandırdığım için."

 

"Saatlerdir okuduğun kitapta özür dilemekle ilgili bir kısma mı denk geldin, neden şimdi istiyorsun benden bunu?"

 

Yatağın üzerindeki elimin karşısına itti elini, parmak uçları benimkilere değdiğinde durdu ve aldığı her solukta durumun onu zorladığını anlayacağım duraksamalar vardı.

 

"Bugün yorucu bir gündü, seni uykundan etmek istemiyordum."

 

"Ama," dedim kısık bir sesle, devamını getirmesi için bir cesaret hamlesiydi.

 

"Ama dönüp durduğuna göre yakın zamanda uyumak senin için mümkün değil."

 

"Çünkü beni uykumdan ettin."

 

Parmaklar sinsice benimkileri aralayıp aralarına yerleşti, karşı gelmedim. Ve neden tüm bunlara göz yumduğuma anlam veremedim. Kılıç'ın benden tam olarak ne istediğini bilmiyordum bile, sadakat mi, bir aşk mı, onay mı?

 

"Özür dilerim Bataklık Çiçeği."

 

"Bana öyle seslenme." Elimi hızla parmaklarının güvenli tutuşundan kurtardım ve sırtımı yatakta olabildiğince geri ittim.

 

"Özür dilerim Nimfea," dediğinde ondan uzaklaşmak yerine onu uzaklaştırmak daha iyi bir fikir gibi görünmüştü ve örtünün altından çıkardığım ayağımla omzunu itip onu yataktan kaldırmaya uğraşırken "Nimfea'nın anlamını artık biliyorum, bana öyle de seslenme ve kaybol odamdan," diyordum huysuzca. Kılıç savunmasız ayağımı yakalayıp masaj yapmaya başladığında yeniden uzaklaşmaya çalışan ben oldum ancak buna müsaade etmedi. Kucağına çektiği ayağımı nazikçe ovarken içimi ürperti kaplamıştı.

 

"Seni affetmeme gerek yok, sen özür dileyeceğin bir şey yapmazsın sonuçta." İmalı ses tonuma rağmen hayal kırıklığımı gizleyemedim. Darıldığım Kılıç değil mektup arkadaşımdı, bu ikilem arasında ezilip kalmış ve ne hissedeceğimi şaşırmıştım.

 

"Seni kandırdım, benimle arkadaş olabilmen için kimliğimi saklamam gerektiğini sandım."

 

"Neden?"

 

"Çünkü kim olduğumu bilseydin benimle arkadaş olmazdın."

 

"Çünkü," diye başladım bu kez ayağımı ondan kolayca kurtarıp doğrulurken. "Senelerce benden haksız yere nefret ettiğin gibi senden nefret edeceğimi sandın."

 

Sessiz kaldı çünkü söyleyecek bir şeyi yoktu, çünkü haklıydım, çünkü ondan sahiden nefret ederdim; nefret etmeliydim.

 

"Sana gönderdiğim sayısız mektubu okurken ne denli aptal olduğumu düşünüp güldün mü Kılıç?" Alay ediyordum, kırıldığımı düşünmesine izin veremezdim. "Her şeyden habersiz zayıf ve aptal bir kız olduğumu da düşünmüşsündür tabii haklı olarak. Sonuçta bir hafta içinde birkaç kez gördüğüm bir adama on senedir hayatımı paylaşıyorum."

 

İçi boş kıkırtım odamın duvarlarına çarptığında göğsüm bilinmedik bir sancıyla sıkışır haldeydi. Başımı iki yana salladım küçümser gibi kendimi.

 

"Genç ve sersem bir kızdım değil mi? Sana hiç zorluk çıkarmadığım için daha da alay etmişsindir benimle." Halime gülüyordum. Halime gülüyordum onun gözünden. Tam bir hayal kırıklığıydım.

 

"Karnelyam," dedi durmamı sağlamak için ancak bu işkence ona değil banaydı, karışmaya hakkı yoktu.

 

"Arkadaşım olduğunu sanmıştım," dedim yine normal insanlar gibi öfkelenerek. "Aptal gibi. Beni ve ülkemi ele geçirmek istediğini anlayamadım. Aptal gibi."

 

Bana alan tanımak için yataktan kalkmış, tahta sandalyeye elleriyle yaslanarak beni izliyordu yüzünde hiçbir ifade olmadan. İfadesiz, hissiz olmak benim isteğimdi ama o sahipti.

 

"Madem hayatımı mahvedecektin neden on koca yıl boyunca beni arkadaş olduğumuza inandırdın? Aptallığım seni eğlendirdiği için mi? Sana ne kadar kolay elde edilecek biri olduğumu mu hatırlatıyordum her mektubumda?" Sonunda benim de ifadem donuklaştı, öfkemi alt edip sakinleştim sorumu sorarken.

 

"Sen aptal değilsin Karnelyam," dedi ciddi bir şekilde, siyasi, resmi bir bilgi verir gibi. "Seni gerçekten arkadaşım olarak gördüm."

 

Geriye ilerledim yavaşça, sırtım yatağın başlığına değdi ve ben güvenle nefes aldım. Kılıç'la arama soktuğum mesafeye güvenerek yüzümü serbest bırakmıştım. Minik bir acı kaçıp kaşlarımı bükmüştü ama beni alt edemezdi.

 

"Bir arkadaşıma on yıl boyunca yalan söylemeyi göze alamazdım," dedim kollarımı göğsümde bağlayarak. Sorularımın hiçbir önemi yoktu tıpkı cevaplarının da bir önemi olmadığı gibi o yüzden sormayı bıraktım.

 

"Sana yalan söylememek için ismimi bile söylemedim Karnelyam," dedi benim gibi kollarını bağlayarak. Pişkindi, pişman değildi; af dilemiyor, gönlümü almıyordu. Özür dileme niyetiyle bana yaklaşıp kendini haklı gördüğünü kanıtlamaya devam ediyordu.

 

"On yıl boyunca düşmanım olduğunu da gizledin," dedim ve buna gönülden inandım. Beni aldatmıştı, gizlemek onu masum yapmıyordu beni basbayağı kandırmıştı.

 

"Ben senin düşmanın değilim."

 

"En büyük düşmanımsın," derken cümlenin leziz tadı damağıma yayıldı, huşu içinde çıktı cümle dudaklarımdan. Ona bu gerçeği söylemiştim ve belki bir daha söylemeyecektim. Bana yakın olmak için çok çabalamayacaktı artık ben zaten açığını aramak için hep yakınlarında olacaktım ama o bunu da bilmeyecekti. DYK güvenilmez olabilirdi ancak güvenecek hiç kimsem olmadığına göre kötüler arasında işime en yarayanı seçmeye mecburdum. Kılıç af dilemeyi kesse bile açığını aramak için daima yanı başında olacaktım.

 

"Beni bağışlaman için ne yapacağımı söyle."

 

"Diz çök," diye atıldım sertçe. Düşüncelerim ve sözlerim arasındaki uçuruma çattım kaşlarımı. Amacım kesinlikle bu değildi.

 

Kılıç çenesini geri çekip beni şüpheyle süzerken duyduğunun doğruluğunu sorguluyordu.

 

"Bana acıman için mi?" diye sordu sandalyeyi önünden çekip kenara bırakırken.

 

"Seni affetmem için."

 

"Ve sonra?" diye sordu dizini yatağa yerleştirip yatakta bana eğilirken. "Dizlerimin üzerinde sana yalvaracak mıyım?"

 

Başımla onayladım hızla. "Özür dileyeceksin." Ağzımdan çıkan laflar bana ait gibi gelmemeye başlamıştı. Diz çöküp af dilediğinde her şeyi unutacak mıydım? Ona sonra bakardım. "Dizlerinin üstüne çök Kılıç," diye emrettim tekrar.

 

Kılıç ayak bileğimi tutup yakınına çekerken korksam da belli etmedim. Beni yatağın ucuna çektiğinde elleri omuzlarıma yerleşmişti. Üstüme eğildiği için dişlerimi gıcırdatmama neden olan kokusu genzime doluyordu.

 

"Ben bir kral olmak için doğdum Karnelyam, diz çökersem bu yalvarmak için olmaz." Sesindeki tehditkar tınıya kapılıp gitmemek için yatağı sıkı sıkı kavramıştım.

 

"Ne için olur?"

 

"Yalvartmak için," dedi bir sır verir gibi. Karanlıkta bile kararmış gözlerini görmek mümkündü, güvenilmez varlığı ruhumu kışkırtıyordu.

 

"Nasıl olacak bu?"

 

Kıpırdayamıyordum, ne ona ne kendime güvenebiliyordum.

 

"Daha fazlası için yalvarırsın Karnelyam, sana dokunmam için, seni zirveye bir an evvel sürüklemem için, o zirveden aşağı itmem için."

 

Aldığım nefes titrekti, kazdığım kuyuya düşmüştüm, hayır beni Kılıç itmişti.

 

"Tatlı hayal dünyan yine iş başında," derken ellerinden kurtulup onu ittim, bana alan açmasına, ondan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Ayağa kalkıp masaya yürüdüm kaçar gibi. Kılıç onu ittiğim yerde kalmaya devam etti.

 

"Hayal dünyama çok şey borçluyum. Ama beni affetmen için ne yapacağımı tahayyül edemiyorum bir türlü."

 

"Uyuyacağım ben," dedim hızla. Yatağın diğer köşesinden dolaşıp yatağa ulaştığımda sırtımı Kılıç'a dönmüştüm bile. Aldığı sıkıntı soluğunu duyabildim ancak sessiz kaldı, beni zorlamadı çünkü zorlanması gereken oydu. Affedilmesi gereken oydu, bense bunu ona vermeyecektim. O öyle sansa bile.

 

"Uyu Nimfea."

 

🕑

 

"Uyan Nimfea."

 

Zihnimde bir yangın vardı ve sinsi alevler bir yılan gibi koridorlarımda kıvranıp ruhumu bulmaya uğraşıyordu.

 

"Uyan," dedi yeniden aynı ses. Bir yangın daha başladı, bu kez ruhumda. Göğsüm ve zihnimde apayrı iki nabız atmaya başladı, bunlardan birinin adı korkuydu ancak öteki, ismini dahi bilmediğim korkuya pek zıt bir şey.

 

"Aç gözlerini."

 

Parmaklar uykuda yüzümü örten saçları geri itince sert bir rüzgara tutulmuş gibi titredim. Göz kapaklarım titreyerek açıldığında loş ışık, gürüldeyerek yanan şömine bir an zihnimi allak bullak etti.

 

"Saat kaç?" oldu sorduğum ilk şey, saatimi Esteran'a vermiş olmaktan memnundum ancak yerini doldurmak zorunda olmam kalbimin hızlı çarpmasına neden oluyordu.

 

"04.20," dedi çabucak. "Hazırlan Karnelyam, şafak sökmeden gitmemiz lazım."

 

"Ne?"

 

Kılıç elinde deri bir çantayı yatağımın kenarına koyarken doğrulmaya çalışıyordum.

 

"Başkentten ayrılıyoruz, ülkede neler olup bittiğini görmek için şehir dışına çıkacağız."

 

Aptal, itaatkar bir köle olduğum için çoktan ayaklarım zeminle buluşmuştu, gözlerimi ovarken "Benim neden şimdi haberim oluyor ve neden geliyorum?" diye soruyordum uykuda boğulmuş sesimle.

 

"Sen uyuduğunda karar verdim ve bir anlaşmamız var. Hala pek çok haftanı yanımda geçirmen gerekiyor Nimfea. Hazırlanmaya başla. Yanına birkaç günlük eşyanı al ve gözlüklerini."

 

Uykudan ya da tamamen Kılıç'ın konuştuklarından dolayı bomboş hissediyordum, hiçbir şeyi layığıyla algılayamadığım için "Gözlüğüm mü?" diye sordum bir yerden anlam aramaya başlamak amacıyla.

 

Boğazını temizlerken masanın üzerindeki bir fincana çay dolduruyordu. "Gözlüğün ve tanınmaman adına başka ne lazımsa. Kimliğimizi gizlemek durumundayız," dedi elindeki bardakla bana doğru gelirken. Nazikçe uzattığı çayı alıp dudaklarıma götürdüğümde ani uyandırılışın yarattığı titreme yüzünden dudaklarımı yakan sıcak sıvıya küfrettim. Kılıç hemen elimden bardağı alıp sert baş parmağını yumuşakça dudağıma bastırdı acımı dindirmeye yetermiş gibi. Yetmişti.

 

Yarım saat bile olmamıştı ki yatağın üzerine yığdığım her elbise parçasının arasından küçük çantaya bir şeyler tıkıştırmaya çalışıyordum ve gözümde gözlüğüm, saçlarımı içine tıkıştırdığım kırmızı keçe şapkamla bir ressam özentisi gibi görünüp görünmediğime endişeleniyordum.

 

"Nereye gideceğiz tam olarak?"

 

"Ekte," dedi hemen oturduğu yerden. Kılıç kimliğimizi gizleyelim dese de kendisi balıkçı yaka kazağı ve onunla aynı renkteki kumaş pantolonuyla dahi hükmetmeye hazır görünüyordu. Planı yapar yapmaz hazırlanmış olduğu belliydi, çantamı hazırlarken her zamanki sandalyesine oturmuş ve kitabını okumuştu. "Ve Sare'ye. Önce limanları kontrol edeceğiz sonra da şehir merkezlerini."

 

"Yalnızca ikimiz mi?"

 

"Yalnızca ikimiz."

 

Çantamın fermuarını kapatmak için cebelleşirken Kılıç'ın oturduğu yerden kalkıp yanıma geldiğini duyabiliyordum. Fermuarı kapatmama yardım ederken "Seryum'da bir kadın ve erkeğin kafalarına göre dolaşmaları pek hoş karşılanmaz, bir kan bağımız yoksa gittiğimiz yerlerde sorunlar yaşayabiliriz," diyordum çekinerek. Daha farklı şartlarda yaşamayı ben de isterdim ancak ülkem yeterince açık fikirli değildi.

 

"Biliyorum Nimfea," dedi geri çekilip ellerini ceplerine yerleştirirken. Giydiğim baştan sona düğmeli uzun elbisemi inceleyip vücudumun diğer bölgelerine geçerken bir rol biçmeye çalışır gibiydi. "Şu an neyimsin?"

 

Yastığın üzerine uçmuş şalıma uzanırken omuz silkiyordum. "Neyin olmamı istersen," dedim önemsemeden. Gidip gitmemek konusunda söz hakkım bile yokken küçük ayrıntılarla ilgilenmeye de niyetim yoktu.

 

"Her şeyim olmanı isterim." Yanıtı parmaklarımın sardığım şalın etrafında donup kalmasına neden olmuştu. Yüzümü buruşturup aldığım nefese yaydığım yanıtım onu güldürdü. "Klişesin."

 

"Hazırsan, çıkalım Karnelyam."

 

🕑

 

Güneş gökteki konumunu ortalarken, keskin soğuk yumuşarken üç saat üzerine Ekte limanına varmıştık. Kılıç limandaki eski bir mekanda sıcak bir çorba içmeyi önerdiğinde neredeyse sevinç naraları atacaktım çünkü kendimi aç, huzursuz ve kaskatı hissediyordum.

 

Cam kapıyı itip içeri giren Kılıç girmemi beklerken mekanın boğuk kokusu çarptı önce burnuma. Baharatlı sıcak bir koku etrafı sarmıştı ve içerideki onlarca masanın her biri kargaşayı andıracak derecede doluydu. En azından sıcak olduğu için şikayet edemezdim, giydiğim uzun ceketin altına daha kalın bir kazak giymeyi dileyeceğim kadar üşümüştüm.

 

"İşte bizim yabancı gelmiş sonunda!" diye bağırarak üstümüze yürüyen minyon ancak çevik bedenin sahibi ardımda kalan Kılıç'a kollarını açarken beni hiç görmüyordu. Birden gerginlik boğazımı düğümlemişti, kimliklerimizi gizleyecektik ancak Kılıç girdiğimiz ilk yerde tanınmayı başarmıştı.

 

Kılıç'a kaçamak bakışlar atarken yüzünde tembel bir gülüşle elini sıkan adamı izliyordu, ne kadar bakarsam bakayım işlerin ters gittiğine dair tek bir iz bile yoktu yüzünde.

 

"Uzun zaman oldu değil mi?" diye sordu keyfi yerindeymiş gibi.

 

Minyon adam Kılıç'ın omzuna pat pat vururken "Bizi unuttun sandık, nerelerdeydin?" diye soruyordu. Kılıç'ın gözleri bana döndü keyifle. Bakışlarını takip eden adamın dikkatini çektiğimde Kılıç'ın omzunu bırakmadan yönünü bana çevirdi ve "Bu güzel hanım tahmin ettiğim kişi mi?" diye sordu hiçbir derdi tasası olmayan birinin neşesiyle.

 

Kılıç çekinmeden gözlerime bakarken yüzüne yapışıp kalan tembel gülüşü izliyordum.

 

"Eşim," dedi yalnızca ve minyon adam dizginlerinden kopmuş bir kahkaha patlattı. Aslında ben de bir kahkaha patlatmalıydım çünkü kız kardeşi ya da yeğeni rolünü oynayabileceğimi düşünmüştüm, tabii Kılıç ekmeğine yağ sürme fırsatını kaçırmamıştı.

 

"Serserilik günleri bitti demek." Elini hızla bana uzattı ve tokalaşmak için ileri uzattığım elimi çevirerek parmaklarımın üzerine yumuşak bir öpücük kondurdu adam.

 

"Limana hoş geldin güzel gelinimiz, buralarda iyi karşılanacağından emin olabilirsin. Ben Marsel, bu yabancı herifin dostu sayılırım." Ardından konuşmama izin vermeden Kılıç'a döndü ve "Dostlar birbirini düğünlerine çağırır diye biliyorum ama senin dost tanımını bilemiyorum," diye siteme girişti.

 

"Dostlar yoldan gelmiş yakınlarının önüne sıcak bir çorba koyar Marsel." Kılıç'ın otoriter sesi buradayken bir hükümdardan daha farklı bir imaj çiziyordu. Marsel kahkahalar arasında bize barda yer açtıktan sonra Kılıç'a selam vermeye gelenler ona bir kral gibi davranamıyordu, kimliğimizi gizlemeyi kast ettiğinde zaten gizli kimliğiyle senelerce bu şehre girdiğiyle yüzleşmiştim.

 

"Bu bıçkını tutmakta zorlanırsan haber et kızım," dedi masada Kılıç'ın çevresini saran neşeli heriflerden biri. Yüzüme bakmıyordu çünkü herkes gibi odağı Kılıç'taydı. Dumanı tüten çorbayı karıştırıp dururken zorlama bir tebessümle onayladım onu. Kılıç'la samimiyetlerine bakılırsa uzun zamandır tanışıyorlardı ancak kimse ona gerçek ya da sahte bir isimle seslenmemişti. Onun bir yabancı olduğunu söyleyip durdular ben çorbamı bitirene dek. Kılıç'ın bir anda yok olmamdan korkuyormuş gibi bir elini bacağımın üzerine sabitlemesi alay konusu olmuşsa da Kılıç elini üzerimden bir an olsun çekmemişti. Sohbete karışmam için sorulan her soruda beni en dikkatle dinleyen o oluyordu. Muhtemelen açık vermemem gerektiğini hatırlatmak için varlığını bir an olsun unutmama izin vermemişti.

 

"Gelininin adını bile öğrendik seninkini hala yabancı olarak bilmeye devam edeceğiz," dedi yaşlı garson bir sandalye çekip otururken. Sesinde sitem yoktu, durumu nasıl kabullendiler bilmiyordum ancak kabullenmişlerdi işte.

 

"Gelinimin güzel bir ismi var," dedi Kılıç bilinçsizce bacağıma sahiplenici bir baskı uygularken. "Fakat benim ismim size senelerce alay konusu olacaktır."

 

Aslında isminin alay edilecek bir yanı yoktu, kastettiği şeyi yalnız ben anlamıştım çünkü orta yaşlı ya da sahiden yaşlı pek çok adam ona iyi bir şaka yapmış gibi güldüler.

 

"Eğer kocanın rezil ismini bize söylersen sana buraların en güzel tartını ısmarlarım Nimfea," dedi Marsel. Evet, Nimfea demişti çünkü adımı sorduklarında ağzımdan çıkan isim bu olmuştu. Kılıç'ın yüzünde yalanıma karşı hiçbir tepki oluşmadığı için iyi yaptığımdan emin değildim.

 

"Bu iyi bir teklif aslında." Kılıç'ın yüzüne bakarken adamların kıkırdadığını duyabiliyordum. Oyuna ayak uydurabileceğime güvenerek sakince ve keyifle karşıladı bakışlarımı.

 

"Kocanın kanını bu yırtıcıların yanında dökmek istemezsin," dedi samimi sesiyle, yüzünde de sesine eşlik eden bir ifade vardı. Artık yalan ve gerçek arasında mahvolduğumu hissediyordum ama çökmek için zamanım yoktu.

 

Omuz silkerken "Ama inanın ben bile ona ismiyle seslenmeye tahammül edemiyorum," diyip yüz buruşturuyordum. Aslında Kılıç ve benim sığabileceğimiz köşe koltuğunda yanımıza ilişmiş olan kır saçlı adam sırtıma avucunu geçirirken kahkahası ıslığa dönüşmüştü. Göğsüm adamın darbesiyle masaya çarpsa bile kahkahası saniyeler içinde fırtına gibi bir öksürüğe dönüşmüş adam yüzünden kahkahalara boğulmuş ve acıyı hissetmemiştim.

 

"Damadın sırtına vurulur sersem herif, kızı masaya yapıştırdın," diyerek tepki verildiğinde yanımdaki kır saçlının kalçaları gülmek ve öksürmekten sarsıldığı için koltuktan kaydı bir anda. Gülmekten gözlerim yaşarmış ve yaşlar görüşümü kısıtlamış olsa da onu düşmeden yakalayabilmiştim. Kılıç sonunda bacağımdaki elini çekip arkamdan uzatmış ve kır saçlıyı ensesinden yakakayıp düşmemesi için yerine sabitlemişti.

 

"Sanırım gitme vakti geldi beyler." Kılıç'ın vedası uzun sürecekti anlaşılan, bir anda yükselen itiraz seslerinden bunu çıkarabiliyordum.

 

Sonunda havasız yerden çıkıp limanın daha da boğucu açık havasına çıktığımızda ellerimi cebime itip ısınmaya çalıştım. Balık kokusu öyle kesifti ki genzime işlendiğini hissediyordum. Büyük teknelerden inen balıkçıların her birinin yüzünde karamsar ve bitkin ifadeler varken küçük tezgahların başına dikilmiş oğlanların bazıları tezgahlarına başlarını dayayıp uyuyor bazıları ise müşteri çekmek için kalınlaştırdıkları sesleri ile bağırıyordu.

 

"İşler hiç iyi değil dostum," diye başladı bir an neşeli ifadesinden sıyrılıp Marsel. Kılıç'ın öteki yanında yürüyüşümüze eşlik ediyordu. "Kör olası başkan kaçıp gidince bir şeyler düzelir sandık ama şimdi tamamen unutulmuş gibiyiz. En son Serenyum'a yük bıraktığımda sen hala bekardın."

 

Babamın suçu yüzüme vurulacak sanıp gerildiğimde kolu koluma değen Kılıç hissetmiş gibi ya da konuşmanın gidişatından rahatsız olacağımdan eminmiş gibi kolunu omzuma atıp beni kendine bastırdı. Karşı çıkmak için bir nedenim yoktu, artık sahte kocalarımdan biriydi o da.

 

"Serenyum'a demir atamıyoruz, Seryum'dan gelen kimseyle ticaret yapmıyorlar."

 

Kılıç'ın bunları zaten biliyor olduğunu düşünsem de emin değildim, bunların nedenini biliyor mu asıl mesele buydu.

 

"Yönetimdeki belirsizlik giderilene kadar beklemek lazım," dedi Kılıç bastıramadığı otoriter sesiyle. Boğazını temizledi hemen ve omzumdan sarkan elini yüzüme çıkarıp yanağımı hafifçe sıkıştırıp bıraktı, bir stres topuymuşum gibi. "Ama Salta'nın limanlarını Seryum'a açacak gibi görünüyor. Sonuçta bir kral olacaksa topraklarına tek bir karaymış gibi hükmedecektir. Hem Salta'da bu birleşme fikri iyi karşılanıyor." Sesinde alaycı bir ciddiyet vardı. Kendisi hakkında bir başkasıymış gibi bahsetmek konusunda başarılı olsa da sesindeki huzursuzluk kırıntılar halinde belliydi.

 

Marsel şaka yapılmış gibi bir kahkaha patlattıktan sonra alaycı bir soluk verdi gürültülü biçimde, ardından "Bizim malum kral Serenyum'a da el atsa iyi olur o zaman. Senelerdir Serenyum ve Seryum ayrı iki yöneticiye sahip olsa da halk her zaman birdi. Bu ihtilal hepimizi dibe vurdu."

 

"Bu bir ihtilal değil." Kılıç hızlıydı ve sesi, ismi gibi keskin. "Yöneticimiz hakkı olanı almak için geldi," diye ekledi daha yumuşak bir sesle, parmakları pazumun üzerine konmuş beni kendisine itip duruyordu. "Halkını ihmal etmeyeceğine eminim, Salta'da bir ihmalini hiç duymadım."

 

Marsel'in geçiştirir gibi söylediği "Öyledir, öyledir," kelimeleri çınladıktan sonra adam daha aklı başında bir halde devam etti konuşmasına. "Ama bir ülkede yönetim bu şekilde değiştiriliyorsa sorun olması kaçınılmazdır. Ve Seryum zaten sorunlar ülkesiydi oğlum. Adam bir enkaz devraldı. Bugüne kadar aklı neredeymiş merak ediyorum, ülke uçurumun kenarına sürüklenirken sessiz kalıp tam ucundan çekmek kahramanlık değildir. Sinsice bir hareket."

 

Marsel'in sözleri Kılıç'ı da beni de taşa dönüşmüşüz gibi gerdi, ikimizin kasları da öyle katılaşmıştı ki attığım adımı kontrol edemeyip dengemi kaybettim. Kılıç derin bir nefesle elini belime sardı ve Marsel'e "Bana bir liste hazırla, Salta'dan neler getirttirebilirim bir bakarım," dedikten sonra hızlı bir veda faslıyla yürüyüşümüze yalnız devam ettik.

 

Yavaşça Kılıç'ın elini belimden itip ellerimi yeniden cebime ittim. "Buraya daha önce kaç kez geldin?" diye sordum çok meraklı görünmemeye çalışarak.

 

"Pek çok kez."

 

"Neden sana yabancı diyorlar, onlara nereden geldiğini söyledin?"

 

"Buraya hep Salta'dan geldim Nimfea, onlar da bunu böyle biliyor ve ismim konusunda yalan söylemek yerine hiç söylememeyi tercih ediyorum."

 

"Böylece insanları kandırmadığına inanıp vicdanını rahatlatıyorsun," dedim çünkü bana yaptığı aynen buydu ve yanlıştı. Yönetime geçtiğinden beri radyolarda cızırtılı sesini defalarca duysak bile hala arkadaşları ondan şüphelenmiyordu, gazetelerin hiçbirinde yüzü yoktu. Yalnızca sözleriyle vardı Seryum'da ve halk için bunun ne ifade ettiğini kestiremiyordum.

 

"Bu taraftan," dedi bir taş köprüye ilerleyip limanın çıkışına yürürken. Belli ki bu konuda benimle konuşmayacaktı. Ben de onunla konuşmaya can atmadığıma göre önüme baktım.

 

🕑

 

"Sana yazmam için verdiğin adres Serenyum'da bir postaneye aitti. Salta'dayken onları nasıl okuyordun?"

 

Kılıç'la gün boyu Ekte'nin sokaklarını turlamanın, onu kimliksiz haliyle tanıyıp sevenlere edilen sonsuz ziyaretin sonunda bir pansiyonun kafeteryasında yediğim güveci sindirmeye çalışıyordum.

 

"Salta adına gönderilen mesajları toplamak için Valof düzenli olarak Serenyum'u ziyaret ediyordu," dedi sessizce, beni izleyerek. "Senin mektupların daima, eksiksiz olarak elime ulaştı Nimfea."

 

Bugünün ardından Kılıç'a karşı düşüncelerim değişmedi deseydim en az onun kadar büyük bir yalancı olurdum. Hasta ruhlu bir işgalci olduğuna tutunmak zordu, neredeyse her selamlaştığımız kadın veya erkeğe Salta'dan gönderebilmek için ihtiyaç listesi oluşturtan bir adama tümüyle nefret duymak mümkün değildi.

 

"Sen neden gidip almıyordun, bunu yapamayacak kadar kral mıydın?" diye sordum kendimi alaya zorlayarak. Onunla bu konuda konuşmak hala zordu fakat merak ettiğim pek çok şey varken buna mecburdum.

 

Başını iki yana sallarken ciddiyetle "Serenyum'a en son yirmi altımda gittim," dedi yalnızca, sanki bu belirsiz yanıtı yeterli olabilirmiş gibi.

 

"Neden ama?"

 

Kılıç beni ilk gördüğünde yirmi altı yaşındaydı, Serenyum'da rastladığım iyi bir adamdı. Hayran olduğum bir adamdı.

 

"Serenyum kralıyla iyi anlaştığımız söylenemez."

 

Önündeki boş tabağı masada ileri doğru iterken elini izliyordu sıkıntılı bir ifadeyle. Yeniden nedenini sormaya cesaret edemedim ama sessiz kalarak sorumu duymasını diledim. Ve beni duydu. Gözlerini gözlerime kaldırdığında açık mı açık yeşiller nefesimi kesti, her seferim ilk seferim gibi geliyordu. Onunla sırlar olmadan göz göze gelmek kısır bir döngüydü.

 

"On sekiz sene Serenyum krallığı himayesindeydim fakat zehir dolu onca senenin sonunda orada barınmaya devam etmek beni adil bir kral olmaktan alıkoyacaktı. Ya nefret dolu bir adam olacaktım ya da halkım için bir şeyler yapmaya başlayacaktım."

 

Beyaz önlüğü lekelerle dolu bir kadın usulca masamıza yaklaşıp tabakaları toplarken Kılıç suskunlaştı, masanın üzerinde ilginç bir sergiyi izler gibi dalıp gitmişken onun yanında olduğumun fakat ondan ne denli uzak olduğumun garip sızısı buldu beni. Onu zerre kadar tanımıyordum, nasıl bir ömür yaşadığını bilmiyordum ve annem muhtemelen bunların tümünü biliyordu. Onun yanında geçirdiği senelerde çok şey öğrenmiş olmalıydı.

 

"Fakat benim nankör bir adam olduğumu düşünme Nimfea, bir adamın himayesinde seneler geçirdikten sonra ödemem gereken borcu ödemem gerektiğini biliyordum fakat bunu ertelemeyi seçtim. Asen'e kadar. Sezma'nın hamileliği gizlenebilse de çocuk gizlenemezdi. Asen resmi olarak benim kızım çünkü Serenyum'a olan borcumu ödemeliydim, çünkü Sezma'yı büyüten adamdı beni de büyüten. O yüzden Sezma'yı değilse de bir parçasını o adamdan kurtarmak ödemem gereken bir borçtu."

 

Ağzımı açmak bir sihri bozmak olurdu ki suskunluk sıkı bir bant gibi kapladı dudaklarımı. Serenyum kralıyla ilgili kişisel hiçbir şey bilmezken ilk öğrendiklerim onun berbat bir adam olduğuydu ve Kılıç bunu ilk elden tatmıştı.

 

"O Yüce kral Arkan Seren hala kızını iyi bir anlaşma unsuru olarak diğer ülkelere kullanabilmek için elinde tuttuğunu düşünüyor, bu düşünce ona ödediğim borç fakat bir intikama da ihtiyacım vardı. Bu düşünce alacağım intikam aynı zamanda. Sezma hiçbir zaman babasının toplantı masalarında ileri sürebileceği bir malzeme olmayacak."

 

Sözleri ruhumu öyle rahatsız etti ki nefes almak için mühürlü dudaklarımı açmak zorunda kaldım. Sezma'yı bir evlilik yoluyla kullanmaya niyetli babasından koruyacak olan Kılıç benim evliliğimden nefret ediyordu, buna engel olamamaktan da.

 

"Babam beni evliliğe zorlamadı, teklifi kabul eden bendim," dedim çok zayıf bir sesle. Kılıç'ın Sezma hakkında konuşurken benim evliliğimden dem vurduğu anlaşılıyordu.

 

"Kabul etmeseydin seni zorlamayacağına inanıyor musun peki?" diye sordu o da sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. Hayır düşünmüyordum. Omuzlarımı silktim yalnızca, konu bana dönerse elime hiçbir şey geçmezdi o sebeple yeniden ona döndürdüm okları.

 

"Serenyum kralından intikam almana ne sebep oldu?"

 

"Gövdemdeki izler."

 

Bana onu öldürmeye çalışan adamlardan bahsetmişti, yara izlerinin müsebbipleri onlardı fakat Arkan Seren o yaralardan hangisini açmıştı? Neden?

 

"Seni öldürmeye mi çalıştı?" Psikoloğumun ifadesiz tuttuğu o sesi takınmıştım; acıma yoktu, yargılama, sevinç yoktu sesimde.

 

"Serenyum'da olduğum sürece beni yalnızca eğitmeye çalıştı, iyi bir eğitim adamı olduğunu söyleyemem fakat Salta'ya yerleştikten sonra verdiği eğitimleri onun üzerinde kullanmamdan korkmuş olacak ki birkaç kez beni öldürtmeye çalıştığını biliyorum, evet."

 

Bana detay vermesine ihtiyacım vardı fakat daha da önemlisi birileri onun canını yaktığı için bu kadar etkilenmemeye. Nefeslerim sığlaştı, derin bir suda sığ bir birikinti gibi yabancılaştım kendime.

 

"Başka bir isteğiniz var mı efendim?" diyen sese dönüp bakamadım çünkü Kılıç'ın gömleği ile örtülü göğsüne sanki yaralarını görebilecekmiş gibi bakmaya odaklıydım.

 

"Teşekkürler, kalkıyoruz."

 

Kılıç sandalyesini iterek kalkarken bakışlarım onunla birlikte yükseldi, göğsüne bir iple bağlanmış gibiydiler. Göğsünü saran yaralar bir uçurtmaydı, rüzgara karşı sarsılırken bakışlarım onu geri getirmeye çalışıyordu. Yaşadıklarını geri alamazdım ancak bu kadar etkilenmemeyi başarabilmeliydim.

 

"Gel bakalım Nimfea, dinlenme süremizi iyi değerlendirmeliyiz."

 

Temiz katları geçerek yan yana yürümeye başladığımızda Kılıç'ın anlatabileceği her şeyi ondan almaya niyetliydim. Bu sebeple sessizliği bozarak sorular sormaya devam ettim.

 

"Eğer bir kral olacağını biliyorsa neden senden kurtulmaya çalıştı? Senden pek çok şey talep edebilirdi."

 

Adım sesleri boş koridorda uzanan soluk halının üzerinde tok sesler çıkarırken duyduğum yalnızca adamın sessizliğiydi. Onu tanımak zorundaydım ve ısrarcı sorularla ürkütmekten korkuyordum.

 

"Belki de tam da bu yüzdendir, bir kral olacağım için benden kurtulmak istemiştir," dedi bir ihtimal olarak ancak asıl nedeni bildiğinin farkındaydım. Paylaşmak istemediği için ısrar etmeyip başka bir soruya geçtim minik bir sessizliğin ardından.

 

"Sezma ve sen peki?" diye başladım tırmandığım merdivenler nefesimin düzenini bozarken. "Eğer bir kral olacaksan ve Arkan Seren tam olarak bundan korkuyorsa neden kızını seninle evlendirmeye çalışmadı? Böylece hem Seryum'la bir ittifak kurmuş olur hem de senin intikamından sıyrılırdı."

 

Kılıç pantolonunun cebinden çıkardığı anahtarı yuvasına yerleştirdi ancak sorumla dondu eli. Omzunun üzerinden yüzüme dikkatle bakarken kızıp kızmadığını anlamaya çalışıyordum, hiçbir ifade yoktu.

 

"Sezma ve ben aynı rahimden değil fakat aynı çukurdan geliyoruz Nimfea. Arkan Seren beni kız kardeşimle evlendiremeyeceğini anladı..." Cümle henüz bitmemiş gibi aksadı cümlesi, bir nefesle toparlandıktan sonra "Seryum'la hiçbir zaman ittifak kuramayacağını da anlayacak," dedi ve önüne döndüğünde konuşmanın bittiğini anladım. Anahtar, yuvasında tıkırtıyla döndüğünde, kapı açıldığında Kılıç tedbirli bir şekilde içeri süzüldü, ışığı açtı ve sonunda girebileceğime kanaat getirince önümden çekildi.

 

"Kılıç," diye çıkıştım öfkeyle, esas öfkem odada dikkatimi ilk ve tek çeken şeyeydi. "Seninle aynı yatakta yatmayacağım!"

 

Odanın içerisinde kocaman, beyaz çarşaflarla tertemiz ve rahat görünen tek bir yataktan başka hiçbir şey göremiyordum. Çünkü gözlerimi oradan ayıramıyordum.

 

"Yatacaksın," dedi kararlı bir sakinlikle.

 

Kılıç arkama uzanıp kapıyı örterken yakınlığını değerlendirip onu boğmayı çok ciddi bir şekilde düşünmüştüm. Sonunda gözlerimi etrafta gezdirdiğimde Kılıç ve benim çantalarımız koltuğun yanında duruyordu. Yatağın iki yanındaki ahşap komodinlerin üzerinde küçük abajurlar konmuştu. Yatağın ahşap başlığı ve odanın her yanını kaplayan açık renkler uyumlu görünüyordu ve fazlaca steril bir imaj çiziyordu.

 

"Eşler için çift kişilik yatak veriliyor Karnelyam, ayrı yatak için ayrı oda tutmamız gerekecekti."

 

Sakin ve bilgiç bir tonda konuşsa da gözlerinin içinde parlayan hınzır ifadeyi gizleyemiyordu.

 

"Peki, demek ki sen şu, camın önündeki minik koltukta uyuyacaksın."

 

Koluna astığı ceketi hafifçe silkeleyip kapının yanındaki askıya astı sakince, içimde kaynayan fırtınadan zerre etkilenmiyordu. Ve ağır, emin adımlarla mis gibi yatağa ilerlerken "Yaralı bir adamı öyle bir koltukta tüm gece uyutacak kadar acımasız değilsin," diyordu benim hakkımda bir halt biliyormuş gibi. "Burada uyuyacağız Nimfea. Sen ben yokken uyuyamayacaksın ve ben de daha önce beraber uyuduğumuz o geceki gibi uslu olacağım."

 

"O gece omzuna iki kurşun yemiş yaralı bir adamdın, uslu durmaktan başka çaren varmış gibi konuşma." Homurdanmalarıma rağmen ceketimi çıkarıp Kılıç'ınkinin yanına asmıştım. Dönüp yüzüne baktığım adam postallarını bir kenara atıp yatağa yerleşmişti bile. Beyaz örtüleri kaldırmadan yatakta uzanırken sırtı yastıklara yaslanmıştı ve bir eli başının üzerinde öteki karnının üzerinde konaklarken yatak az evvelki kadar büyük görünmüyordu. Bir boğa kadar iri olmak suç olsaydı bu adamı hemen ihbar ederdim.

 

"Bir anlaşmamız var Nimfea, sen istemediğin sürece sana dokunamam."

 

Korkak adımlarla, ne yapacağımı bilmeyerek yatağın ucuna yürüdüm. "Anlaşmanın o kısmını pek çok kez ihlal ettin zaten."

"Bir kez bile ihlal etmedim," diyordu arsızca dudaklarımı izlerken. Tavandaki ampulün beyaz ışığı adamı daha parlak ve tüm kusurlarıyla gösteriyordu bana; yaralarının sanatsal kıvrılışı, kızıla çalan kısa sakalları, alnına gölge düşüren gür saçları, hareketsizken bile şişkin pazuları, iki kolumla zar zor kavrayabileceğim geniş gövdesi, beni aşağılarda hissettiren bir dağ manzarası gibi başımı yukarı kaldıran uzun boyu...

 

"Beni öpen sendin unuttun mu?" Sessiz arsız bir fısıltıdan başka bir şey değildi. Tüm gün onca insanın arasında, her karakterden adamla anlaşmakta usta olan mizacı gece olunca başka bir boyuta bürünmüştü. Bir de uslu olacağını söylüyordu...

 

"Bana bunun için kanlar içinde yalvaran da sendin." Utancımı öfkeyle gizlemekti amacım. O yatağa girmemek için pencerenin önündeki tek kişilik koltuğa bıraktım kendimi, Kılıç pozisyonunu hiç bozmadan beni izlemeye devam etti. Dudaklarında minik bir kıvrım, seğirme yokken gözlerinde öyle büyük bir ışıltı vardı ki ruhu halimize kahkahalarla gülüyor gibiydi.

 

"Bir ricaydı yalnızca ve sen de yaralı bir adamı kırmayacak kadar şefkatli bir kadınsın."

 

"Aptalsın Kılıç," dedim bacaklarımı çekip koltuğun kolçağından sarkıtırken, yanım ona dönüktü ve yüzünü görmemek nefes almamı sağladı. Gözlüğümü çıkarıp mermere bırakmıştım, çizmelerimi çekip çıkardıktan sonra üzerimi değiştirmem gerektiğini bile bile yerimden kalkamıyordum, sahiden yorgundum.

 

"Buraya gel, sana dokunmayacağım."

 

"Hayır, sen birazdan oradan kalkıp bu koltuğa geçeceksin ve ben uykunun güvenli kuytularına daldığım anda aşağı inip kendin için yeni bir oda ayarlayacaksın."

 

Aldığı bıkkın nefes keyfimi yerine getirdiği için başımı koltuğa yaslayıp gözlerimi yumdum huzurla.

 

"Gecenin bir vakti karım uyurken başka bir oda tutmamın nasıl görüneceği ile ilgili bir şey düşünüyor musun? Ve hangi bahaneyle başka bir oda tutabilirim?"

 

Söylediği sözler keyfimi öyle temelden kaçırmıştı ki bacaklarımı düzeltip ayaklarımı sertçe yere bastırdım cevap vermeden önce. "Gerçek birer eş olmadığımıza göre bana bir sadakat borcun yok o yüzden aldatan bir koca profili sergilemenle ilgilenmiyorum. Ve diğer meseleye gelince de karının çok horladığını ve uyuyamadığını falan söylersin. Bahanelerinin ikisi de umurumda değil."

 

"Evet horlama konusunda çok haklısın." Sinsi mırıldanışını idrak ettiğimde Kılıç çoktan kazağını üzerinden çekip çıkarmış ve örtülerin altına yerlemişti. Ancak takıldığım çok daha ciddi bir konu vardı ki açıklığa kavuşturmazsam ölebilirdim. "Ben horluyor muyum?"

 

"Göz altlarımın son zamanlarda ne kadar karanlık olduğunu hiç fark ettin mi?"

 

Şaşkınlık çenemi yerinden çıkaracaktı. Kafamı karıştırmakta bu kadar iyi olmasına katlanamıyordum resmen.

 

"Fark etmemiş olman mümkün değil ve nedenini merak ediyorsan hemen söyleyeyim, çünkü odalarımızın arasındaki duvar bir kağıt kadar ince Karnelyam. Odanda çınlayan ürkütücü seslerin her biri benim odamdan duyuluyor."

 

Ayağa kalkarken neredeyse dizlerimin üzerine düşecektim ki zorla doğrulup yatağa ilerledim. Sinirden gözlerim dolmuştu ya da utançtan.

 

"Ben yirmi yedi yaşındayım, bu zamana kadar neden bana bunu hiç söylemediler? Yalan söylüyorsun?"

 

Sırt üstü uzanıp alnına koyduğu kolunun altından beni izlerken ifadesinden hiçbir şey anlayamıyordum. Sonunda çenesini yukarı kaldırdı, dudaklarını ıslattı ve kolunu birkaç santim kaydırıp göz kapaklarının üzerine çekti.

 

"Bugüne kadar sana bunu söyleyecek bir kocan yoktu çünkü."

 

Kılıç'a doğru süzüldüm bir mıknatısın zıt kutuplarıymışız gibi.

 

"Sersemliği bırak, sahiden horluyor muyum?"

 

Kılıç bir ölü kadar hareketsiz biçimde bekledi, öyle ki saniyeler içinde uykuya dalmış bile olabilirdi. Onu dürtmek için uzandığımda o kıpırtısız herif benim için bir kapana dönüştü ve bileğimi yakalayıp beni yatağa çekti saniyeler içinde.

 

Yatağa çarpılmanın adrenaliniyle sıklaştı soluklarım ve Kılıç üstüme kapanıp beni bir tehditmiş gibi etkisiz hale getirdiği için soluklarım bana yakın kirpiklerini titretiyordu.

 

"İhlal ediyorsun," diyebildim sadece ve o beni anladı. Çok yavaş hareketlerle, sanki elleri üzerimden koptuğunda güzel bir düştüm de yitip gidebilirmişim gibi tereddüt ve tedbirle uzaklaştı benden.

 

"Hemen uyumazsan ihlal etmeye devam edeceğim." Tehdidi sezilmeyecek gibi değildi, bir anlaşma yapıp ihlal etmekle tehdit edecek kadar sorunluydu bu adam.

 

"Işığı kapat o zaman."

 

Derin bir nefesle doğrulmuş, odayı uyku için uygun bir hale getirmiş ve yatağa dönüp yanıma sırt üstü uzanmıştı. Fakat aklımda onca soru varken uyumayacaktım.

 

"O adam sana ne yapıyordu?"

 

Sesimin ne kadar korkak çıktığına takılamazdım zira Kılıç'ın yumuşak solukları bir bıçak gibi kesildiği için ona dokunmamak, onu teselli etmemek için kendimi tutmak zorundaydım.

 

"Uyumalısın, yarın yorucu olacak."

 

Böylece bir süre sessiz kaldım, Kılıç'ın zihnindeki şeytanların kilidini açıp onu yalnız bırakmıştım ve bu kadar gaddar olamayacağıma kanaat getirdim. "Ahşap evde olduğumuz gece," diye başladığımda ayaklarım gerginlikten kıpırdayıp duruyordu. "Dışarı çıktığında ne oldu?"

 

O kadar uzun süre sessiz kaldı ki başka bir soru için ağzımı açtığım an sesi duyuldu.

 

"Kapının önünde boğuşma sesleri duydum," dediğinde bana sahiden anlatıyor olduğunu idrak ederek nefesimi tuttum. Daha önce yanıtlamadığına göre dikkate değer bir şeydi. "Nöbetçi askerlerimden birini kapının önünde kanlar içinde buldum, öteki ise ortalıkta görünmüyordu ve ormanın içerisinde devriye gezen pek çok askerim olmasına rağmen hiçbiri sesleri duyup gelmemişti."

 

Kalkmak istediğinin farkındaydım, ona dokunmasam bile gerilmiş kasları yatağı bir taş gibi sertleştiriyordu.

 

"Bunun bir tuzak olabileceğini düşündüm, beni dışarı çeken ve içerideki seni benden çalmaya yönelik bir tuzak," diyordu ki sanki sözünü kesmişim gibi durakladı. Alnına çıkardığı kolu indirip beni yanına çekmeye çalıştığında bunun nedenini anlıyordum, kolunu boynumun altından geçirmesine izin verip göğsüne yaklaştım. Düşmanım olduğunu unutmuyordum...

 

"Kulübenin önünden ayrılamadım bir süre, sonunda bir asker koşarak geldiğinde ormanda bir adam olduğunu söyledi. Devriye gezen askerlerimin birkaçı ölü bulunmuştu. Gelen askerin takviye ekip çağırdığını öğrendiğimde tuzağın boyutu değişmişti. Tuzak benim içindi ve o tuzağa yürüdüm."

 

Yeniden sustuğunda başımı kaldırıp burnumu yumuşakça gergin boynuna değdirdim, anlatması için teşviğe ihtiyacı vardı. Yutkunduğunda boynunun kıpırtısı rüzgarla sarsılan bir fesleğen gibi adamın öz kokusunu etrafa saçtı. Kendimi tuyamayarak o kokuyu içime çektiğimde Kılıç konuşmasına devam ediyordu.

 

"Tuzağı kuran babandı Karnelyam."

 

Bir an için sözleri daha boğuk ve anlamsız gelmişti. Babam Seryum'da mıydı? Uyuyor olduğum kulubenin önüne kadar gelmiş miydi?

 

"Benim için mi?"

 

"Benim için," dedi önce fısıltıyla. "Beni öldürmek için."

 

Tabii öyle olacaktı. Beni kurtarmak için gelmeyi bir an için bile olsa düşünmüş müydü acaba? Ya da ben kurtarılacak bir durumda mıydım?

 

Kılıç'ın kolundan sıyrılıp dirseğimin üzerinde doğruldum, düşündüğüm şey midemi çalkaladığı için insani işlevlerim alt üst olmuştu. "Ona zarar verdin," dedim boğulur gibi. Kolunu hızla sırtıma kaydırıp büyük avucunun sıcaklığını arkamda dolaştırmaya başladığında bir soru sormuşum gibi yanıt verdi bana. "Evet. Beni öldürmeye gelen bir adamın saldırganlığından kaçınmak için birkaç yumruk atmaya hakkım vardı Karnelyam."

 

Karanlığa rağmen bana baktığını görüyordum, daha da uzaklaşmaya çalıştım çünkü babama zarar veren bir adamın kollarında olmak midemi bulandırıyordu. Babama zarar verdikten sonra kulübeye dönen bu adamın hemen yanında uyumaya geri döndüğümü düşündükçe gözlerim doluyordu. Nefret ediyordum.

 

Kılıç beni sırtımdan itip göğsümü gövdesine bastırırken "Sadece elindeki silahı düşürmek için saldırılarını savuşturdum Karnelyam, sen yatağımda uyurken babanı öldüremezdim," diyordu nazikçe. Bu cümlenin nazik hiçbir yanı yoktu. "Sakinleş Nimfea, onu serbest bıraktım. Gitmesine izin verdim."

 

Bir nebze gevşeyen kaslarım sayesinde Kılıç'ın üzerine yığıldıktan sonra "Ondan o kadar nefret ederken nasıl serbest bırakabildin?" diye hayret ediyordum. Kılıç yüzüme düşen saçları geriye tararken "Bir anlaşmamız vardı, seni benden gizlemediği sürece onu özgür bırakacaktım," diye hatırlatıyordu. Esasen bu basit cümlede kalbimi parçalara ayıracak müthiş bir anlam vardı. Kamer Mahver anlaşmayı ihlal etmemişti, kızını Kılıç'tan almaya gelmemişti. Kılıç onu öldürmeye gelen adamı sırf beni ondan çalmayacağı için bağışlamıştı. Düşmanım ve babam...

 

"Ona bir kerelik şans verdim, senin için." Kılıç'ın sesi zihnime kadar süzüldü ancak bir anlam ifade etmedi. "Bir kez daha onunla karşı karşıya gelmeme bile gerek kalmadan, aldığım herhangi bir ihbarla bile alıkonulmasını sağlayacağım Karnelyam. Bunun için bana kızacağını biliyorum ancak Kamer Mahver'in ödemesi gereken pek çok bedel var."

 

Sözlerini önemsemiyordum çünkü zihnimde çılgınca dönen düşüncelerin uçlarını yakalayıp birbirlerine bağlamaya çabalıyordum.

 

Babam ormana kralı öldürmeye gelmişti, ormanda kraliyet yanlısı insanları öldüren bir başka karakter gibi. Avcı gibi...

 

Avcı babamdı. Hiçbir şey yapmadan durmayacağını biliyordum ve benim için değilse de Seryum için hala savaştığını bilmek beni düşkün ruh halimden bir çırpıda çekip çıkardı.

 

Kılıç'ın kokusu yumuşak bir battaniye gibi etrafımı sararken ben çayırlarda at koşturuyor gibi dopdolu ve canlıydım. Uykudan çok uzaktım. Belki av ben değildim ama avcı babamdı.

 

 

Loading...
0%