Yeni Üyelik
22.
Bölüm

bölüm21|"Gerçek Yalanlar, Yanlış Doğrular"

@almelia

"Bana ne zamandır yalnız uyuyamadığını anlat," diyen Kılıç'ın yumuşak sesi düşünce çarklarımın arasına bir kıymık gibi saplandı.

 

"Sanırım doğduğumdan beri yanımda canlı bir soluk duydum."

 

Bu konuyu sahiden konuşmak istiyor muyum bilmiyordum ancak bana güvenmesi için ona güvenmem, ona güvendiğimi gösterebilmek için sorularına yanıt verebilmem gerekiyordu.

 

"Fakat bunu ne zaman anladın?" Fısıltısı saçlarımın arasına daldı yumuşak parmaklar gibi. Öyle derin bir soluk aldım ki altımdaki yatak ve göğsüme yaslanan Kılıç birkaç saniye uzaklaşmış gibi hissettim. "Süva öldükten sonra tek bir gece bile odamda yalnız uyuyamadım. Önceleri annem sorunun o oda olduğunu düşündü ve yanında uyumama izin verdi fakat bir gece ben annemin yatağındayken o yoktu ve ben dünyanın en güvenli yatağında bile uykuya dalamadım. Bu hep böyle devam etti."

 

Birazdan söyleyeceğim şeyin gerekli olup olmadığını bilmiyordum ancak dilimin altına itilen bir zehirmiş de onu tükürmeliymişim gibi hissederek fısıltıyla da olsa bunu söyleyebildim. "Annem gittikten sonra babama yanımda uyuması için yalvardığımı hatırlıyorum."

 

Kılıç sol kolunu bana sarmak için kaldırırken havada titrediğini görebiliyordum. Kol yumuşakça üzerime konup beni sardı. Düşmanıma babamı anlatmanın ne kadar adice olduğunu bilsem de umursamıyordum.

 

"Annem gittiğinde hiç kızmamıştım, hatta çekip gitmesini dilediğim çok zaman olmuştu o güne kadar." Derin bir soluk sarstı yine ikimizin bedenini ancak bu kısa cümleler çok nefes tüketiyordu. "Yine de uyumak için anneme ihtiyacım olduğunu düşünüp dehşete düşmüştüm. Derslere giriyor ve uyuyordum ya da Afelya ile yan yanayken uyuyakalıyordum ama gece olduğunda yönetici binasının hiçbir köşesinde uyku girmiyordu gözüme."

 

Kılıç titreyen parmağını kasılmış çenemin üzerine bırakıp yumuşakça ovmaya başlamıştı, biraz olsun gevşememe faydası olduğunda "Sonunda babam Bahran Ars'la konuşup Afelya'nın bir süre benimle kalmasını istediğinde her gece Afelya'dan önce uyur olmuştum."

 

Daha fazla konuşamazdım. Daha fazla bu konu hakkında konuşamayacaktım.

 

"Ve sonunda bir kedi sahiplendin değil mi?" Yatıştırıcı bir tınıyla sarılmıştım, karanlığın içinde anlamsızca açık olan gözlerimi yummama sebep oldu Kılıç'ın sesi.

 

"Volfi... Minyatür bir kurda benziyordu." İçi boş kıkırtımın dinmesini bekledim bir süre. "Onunlayken uykuya dalmak kolaydı fakat yataktan sarkan ellerden nefret ettiği için onun yanında uykuya dalmak hep tehlikeli bir iş oldu. O varken ellerim genelde çizik içinde olurdu."

 

"Kedilerin sahiplerinin karakterlerini yansıttığını duymuştum."

 

Kılıç'ın çenesi başımın tepesine konunca şefkatle, kafamı geri atıp çenesine çarptım canını yakmak için.

 

"Bana vahşi tabiatlı olduğumu söylemeye mi çalışıyorsun?"

 

Minik sızlanması bittiğinde "Darben yüzünden dişlerim dilimi koparmasaydı aynen öyle söylemeye çalıştığımı derdim Karnelyam," dedi huysuzca. Darbemi hak etmiş olduğunu söylemedim bile. Kendimi bu aptalca konudan uzaklaştırmak için zihnimi başka yöne çekmeye çabaladım sessizce.

 

"O kadar insanı nasıl tanıyorsun, ülkeye gelip başkent dışındaki şehirlerden bu kadar insana kendini sevdirmeyi nasıl başardın?"

 

Çenesi daha güvenli bir şekilde başımın tepesine yerleşti bu kez, kollarında olduğumu idrak ettiğim her an buna izin verdiğim gerçeğiyle çarpılıyordum ancak bunu değiştiremiyordum. Bu adamı öpmüştüm! Ve bir kere de değildi.

 

"Her biri kraliyet yanlısı isyanlarda yakınlarını kaybetmiş insanlar. Bazılarını Salta'ya götürebildim fakat burayı terk etmek istemeyenleri sık sık ziyaret ediyordum. Onların yaşamlarını desteklemek benim görevim."

 

"Ama hiçbiri seni gerçekten tanımıyor," dedim tıpkı o insanlardan biriymişim gibi hissederek. "Senin yardımını nasıl kabul ettiler?"

 

"Çoğu son kralın oğlu tarafından gönderildiğimi sanıyor, çünkü Kılıç Kül Seryum'un ta kendisi olduğumu söylemem bir isyanı fitilleyecekti. Onca insanı ayaklanmada kaybettikten sonra yeni kayıplar istemiyordum."

 

Söylediklerinin bana nasıl hissettirdiğini bile anlayamıyordum. Hikayenin kötü adamı nasıl bu kadar iyi olabilirdi? Onu bilmeden seven aptal topluluğundan biri olmak istediğimi söylediğimde tüm bu insanlara aptal dediğimi hatırlıyorum. Sahiden onun gerçek kimliğine dair hiçbir fikirleri olmasa da sevmek için nedenleri vardı. Kamer Mahver kraliyet arsuzu ile çıkan isyanlara katılanların yakınlarını da yüz üstü bırakmıştı, bunu bugün öğrenmiştim. Ve Kılıç düşen onca insana varlığını sır gibi saklayarak el uzatmıştı.

 

"Gazetelerde boy göstermen gereken zamanlar olacak, insanları yalnızca radyodan bilgilendirmen yeterli gelmeyecektir. O zaman ne olacak?"

 

"Hiçbir şey değişmeyecek," dedi ve "artık uyuyalım," diye ekledi. Konuşmanın bitmesinden memnun değildim, haftalardır saatlerce yan yana olduğum adamla hiç konuşamıyor olduğumu fark etmekse iyice huysuzlaştırıyordu beni. Onunla en verimli sohbetlerimiz saraydan uzakken oluyordu ve benim DYK toplantısına katılması, saraydan bir süreliğine uzaklaşması için onu ikna etmem gerekiyordu.

 

Beni sıkıntı ile boğan düşüncelerin baskısıyla Kılıç'ın tutuşundan sıyrılıp yatakta kendimi ondan uzağa ittim.

 

Yorgun ve uykusuzdum ama kafamda deli gibi dönen bir dünya varken o hale geçemezdim. Yürümeye devam ederken yolumu kaybetmiştim sanki.

 

Kılıç yavaş ama derin bir soluk aldı, muhtemelen örtüyü üzerine çekiyordu ki hissedilmeyecek kadar kıpırdanışı sırf inat olsun diye hissettim.

 

"Kıpırdamayı kes, rahatsız oluyorum!"

 

Kılıç'ın tepkisi boğuk bir kıkırtı ile yatağı titretmek oldu.

 

"Gerçekten rahatsız olmuyorsun sadece huysuzsun."

 

Örtüyü kaldırıp altında dönerken sahiden huysuz ve saldırgan hissediyordum. "Evet çünkü geçekten kocamla yatıyor olsam onun hareketleri beni rahatsız etmez, sevdiğim adamın kıpırdanmasından neden rahatsız olayım ki hatta canlılık belirtisi gösterdiği her kıpırdanışa minnet duyarım," diyip ayaklarımla onu yatakta itmeye çalışıyordum. Kalçasını biraz daha uzağa itti istediğimi vermek için. Yatağın yarısından çoğunu bana bıraktı huysuzluğumla kışkırtılmadan.

 

"Gerçekten kocanla yatıyormuşsun gibi düşün o zaman." Sesini umursamaz tuttuysa da beni daha çok kızdırmaya çalışıyor gibi hissetmekten kendimi alıkoyamadım. Her şeyi hemen konuşmak, öğrenmek istiyordum. Onun yanında uyumak istemiyordum. Ani çarpan huysuzluğun sebebi buydu.

 

"Gerçek kocamla yatıyor olduğumu düşünürsem bana kızarsın." İşte bu cümle odadaki tek huysuz olarak kalmayacağımın garantisiydi. Keskin Karma'nın adı geçmesine lüzum yoktu, bahsi bile çıldırtırdı Kılıç'ı.

 

"Karnelyam," diye soludu bir kurt gibi. Fakat "İsmim Karnelyan Kılıç, söyleyebildiğini biliyorum," diyerek susturdum onu. Belki de bu bir hataydı çünkü yatakta doğrulup yanındaki abajuru aydınlattığını ve bana doğru geldiğini görebiliyordum. Bana ulaşamadan kendimi yuvarlayarak yere attığımda çocuksu gülüşüm sessiz odayı dolaşıp yine kulaklarıma doldu. Kılıç birkaç saniye önce olduğum köşeden yerdeki bana bakıyordu durumu tartıp biçercesine. Karanlığı yırtan öz parlaklığı gözlerindeki yıldızları görmeme yetecek kadar aydınlıktı, hipnoz olmuş bir adam vardı baktığım yerde.

 

"Bu gülüş seni affetmeme yetti." Bir fısıltının bu kadar yüksek çınlamasının nedeni odanın sessizliği değildi. Hiç gülmemişim gibi düştü yüzüm, yol sahiden ayaklarımın altından siliniyor muydu?

 

"Benim seni affetmem için hiçbir şey yeterli gelmeyecek ama," dedim kaybolduğum yolda onu da sekteye uğratabilmek için. Gölgelere sığınan yüzündeki düşüşü her şeye rağmen gördüm. Elini kalkmam için uzatırken, kıpırdamadan durmama rağmen eğilip beni yakalarken hiçbir şey söylemiyordu. Beni yatağa çektiğinde "Mars'a neden anlaşma teklif ettin?" diye sormuştum. Bu kez dürüst olmasını istiyordum ve bunun farkında olduğunu da.

 

Yastığımı başımın altında düzeltip olduğum yerde yerleşirken Kılıç sırtını başlığa dayayıp örtülerin karanlığını izliyordu.

 

"Beraber çalıştığımız sürece onu bir düşman olarak görmekten vazgeçeceğim. Düşman olarak görmediğim bir adama karşı beslediğim saldırgan duyguları daha kolay alt edebilirim."

 

"Yani?"

 

"Yani beni affetmen için. Ona yeniden saldırırsam bu olasılık düşerdi, engelleri ortadan kaldırmak için bir şeyler yapmalıydım."

 

Ona hiçbir şey söyleyemezdim, eğer bu sözleri son kralın tek oğlu söylemiyor olsaydı kollarımı ve bacaklarımı gövdesine sarar ve onu affettiğimi söylerdim fakat durum buydu işte.

 

"Rutubetli bir yere kapatacak kadar acımasızsın ama saldırgan duygular beslediğin o adamın yemeğini sen pişirdin."

 

Yandaki abajura uzandığını ve bir an donup kaldığını gördüm. Neye şaşırdığından emin değildim ve ışığı söndürüp yatağın içine yerleşmesini bekledim beni aydınlatması için.

 

"Neden o herifin yemeğini pişirdiğimi düşünüyorsun?"

 

"Çünkü son zamanların en güzel yemeğini yediğini söyledi," derken sesim beklediğimden düşüktü. Düşünürken yanlış bir yanı olmayan bu söz esasen bir düşmana söylenecek kadar uygun değildi.

 

"Senin için pişirdiğim yemekleri seviyorsun demek."

 

"Ben öyle bir şey söylemedim."

 

Kılıç'ın başını bana çevirdiğini gördüm, kupırdanan vücudu bana yaklaşacak sandığımda sırtını döndü ve bana dokunmaktan kendini men ettiğini anladım. "Riske atamazdım, yemeğinde bir zehirle ölürse ne sen ne de ben memnun olurduk," dedi ve konuşma bu kez sahiden bitti.

 

Ahşap evdeyken delice yaralı bir adamdı ve yanında uyurken benim için tehdit oluşturamazdı fakat artık yaraları iyileşmeye yüz tutmuş bir adam olarak yatakta sırtını dönmüşken benim için tehdit oluşturmazdı. Ona güvenmemem gerektiğini bile bile her gece olduğu gibi bu gece de o yanı başımdayken güvenle uyuyacaktım.

 

🕑

 

"Bu çilek mi?" diye şakıdım Sare'de ziyaret ettiğimiz bir ailenin mutfak masasında otururken. "Üç senedir çilek ithal etmiyoruz, Kamer Mahver ülkenin refahı için beş yıllık bir tutumluluğa gittiğinde ülkeye girmeyecek ürünler listesinin başlarında çilek olduğunu görmüştüm."

 

Yaşlı kadın ağzını açıp kapadı, söyleyeceği sözü söylememeye karar verdiğine göre şu an masada oturan dört kişiden en az birinin canını sıkmaktan kaçındığı belliydi.

 

"Eski başkan ağır silahları yiyeceklere tercih eden biriydi," diyerek ağır adımlarla odaya giren kambur bir adam ellerini ovuştuyordu. Ondan içeri yayılan is kokusuna bakılırsa dışarıdan yeni gelmişti. "Şimdi o silahların arasına kendine bir yatak kurup barutla besleniyordur."

 

Kuru gülüşüne kimse eşlik etmedi. Kılıç sakin bir ifadeyle süzüyordu yaşlı adamı, masada oturan iki kadınsa masanın üzerinde birleştirdikleri ellerini izliyorlardı. Gelen adamın sözlerine katılıyor gibi değilseler de katılmadıkları da düşünülemezdi. Belli ki Kılıç'ı görmek kaybettikleri yakınlarının yokluğuyla yeniden yüzleştirmişti onları ki yüzlerinde tam da birini kaybeden insan hüznü vardı.

 

"Ağır silahların Tarhun'daki savaşa gittiğini sanıyordum," dedi Kılıç şaka yapar gibi.

 

"O herif silahlarını bir başkasının savaşında kullanmaz. Bir depoda çürümelerini tercih eder."

 

"En azından artık aforoz edilmişçesine evde oturmak zorunda değiliz," dedi çaprazımda oturan genç kadın birden. Neden bahsettiğini henüz anlayamamıştım ki annesi ona karşılık verdiğinde can kulağıyla dinliyordum. "Evet, Salta'dan gelen desteği kesebilirsiniz. Sonunda iş bulabilir, geçinebiliriz."

 

Kılıç ona söylenen bu sözlere başını ağır ağır iki yana sallayarak tepki gösterdi.

 

"Desteği kesmelisin evlat. Kamer Mahver siktir olup gittikten sonra kraliyet yanlısı olarak mimlenen, özenle dışlanan ailelere karşı fazlaca sempati duyulur oldu. Neredeyse her iş yeri kraliyete yatkın fikirlere sahip en az bir eleman çalıştırmaya özen gösteriyor, bir furyadır gidiyor ancak bu ülkede hiçbir şeye pek bel bağlamamak lazım tabii." Yaşlı adamın kuru gülüşünde içi boş bir yan vardı. Artık dışlanmıyor olmaktan memnun olmak yerine kaybettiği onca senenin acısıyla buruktu sanki. Kraliyet yanlısı insanların Seryum'da nasıl yaşadığına dair tek bir şey bile bilmiyordum bir gün öncesine kadar. Bir zamanlar sanki her yana zehir saçan vahşi yaratıklarmış gibi tasvir ettiğim o vatandaşların her biri ekmek ve suya ihtiyaç duyan insanlardan başkası değildi. Bu kadar sığ olduğuma inanamıyordum.

 

Yaşlı adamın bakışları bana kilitlendiğinde bugüne kadar onların hakkında ne düşündüğümü okuyor gibi hissettim. İfadeden yoksun maskemle ona karşılık verirken ellerim kucağımda yumruk olmuştu.

 

"Ye kızım, eğer istersen Salta'dan gelenlerin arasında biraz daha çilek var."

 

Başımla onayladım ama neyi onayladığımı ben de bilmiyordum. Ceketimi çıkardığıma pişman olacak kadar üşüdüğümü hissettim. Minik titrememe meydan okumak ve savaşımda bana destek olmak için Kılıç'ın sıcak avucunun soğuk yumruklarımın üzerine kapandığını gördüm.

 

"Gidilecek çok yer var, kalkalım," derken yumruğumu çözmem için ısrarcı parmakları başarılı olunca parmaklarıma kenetlendi. Sandalyelerimizi itip ayağa kalkarken biraz daha kalmamız için ısrarcı olan kadınlara sıcak bir tebessüm yollamaya çalışıyordum.

 

Sonunda dış boyası dökülmüş tek katlı evden çıktığımızda rahat bir nefes aldığımı hissedebilmiştim. Gözümün önünde onca adaletsizlik varken hiçbirini göremeyecek kadar kör müydüm ya da dünyam o kadar mı ışıksızdı?

 

Yürüdük, Kılıç sessizliğime hiç yorum yapmadı. Adımlarım birbiri ardına sıralanırken dün gece Avcı'nın babam olduğunu düşünüp sevindiğimi hatırladım. Şimdiyse bir ay içinde kaç insanı kolayca katlettiğini hesap etmeye çalışıyordum. Meclis üyelerinden ölenlerin hepsi bir zamanlar kral Esteran'ın meclisinde olan adamlardı. Babam neden onları ortadan kaldırmaya gerek duymuştu ki?

 

Kılıç'ın elimi bıraktığını fark ettiğimde Sare'nin rengarenk çarşısında dalgınca dolaşıyordum. Durduğum yerde etrafımda dönüp Kılıç'ı ararken içimde korkuya benzer bir çarpıntı başlamıştı. Yalnız kaldığım için mi korkuyordum yoksa Kılıç'ı kaybettiğim için mi cevabım yoktu. Her şeyden daha büyük bir korku gökten bir yıldırım gibi çaktı kafamın içine, nefesim kesilse de dudaklarımdan çıkan fısıltıya engel olamazdım. "Saat kaç?" Çevremi dört döndüm, ne saatten ne Kılıç'tan tek bir iz bile yoktu ve panik beni sarmaya başlamıştı. Uzun süredir saati takip etmiyordum, etmiyordum çünkü aklıma gelmemişti. Aklıma nasıl gelmezdi?

 

"Çok daha erken burada olmalıydın," diye şakıyan kadın sesi yakınlardan geliyordu, sesi takip ettim sahibini bulup saati sormak için. Kadını bulduğumda korkularımdan biri ortadan kalkmıştı, iki koluyla Kılıç'ın pazularına sarılan dümdüz siyah saçları kalçasına inen kadının iri göğüsleri adamın koluna değiyordu. Kılıç'tan otuz santim kadar kısa olan kadın başını kaldırmak yerine kaşlarının altından Kılıç'ı süzerken Kılıç'ın dudaklarındaki tebessüm titrek görünüyordu.

 

"Yeterince erken geldim Alya fakat erken de dönmem gerek," derken kızın ince kolunu tutup onu nazikçe kendinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Kız bunun farkına varmış gibi değildi çünkü "Dönmeden önce görüşecek miyiz?" diye soruyordu muhtaç bir sesle. Ancak Salta'dan gelen yardım paketlerine dair bir muhtaçlık değildi bu, Salta'dan gelen adamın kendineydi. Saati öğrenmem lazımdı.

 

Olduğum yerden kıpırdayamadan başımı çevirirken koluna taktığı sepette birkaç çeşit çiçek satan adamı bana yaklaşırken görüp bir nebze rahatlamıştım. Adam koca bir gülüşle bir dal karanfili bana satmaya çalışırken yönümü aç bir biçimde ona döndüm. "Saati söyleyebilir misiniz?"

 

"Bir adet karanfil alabilir misiniz?" diye karşılık verdi hızla, esmer yüzünü aydınlatan beyaz dişlerini göstere göstere sırıtırken. Elindeki karanfili uzanıp alırken hala yanıt bekliyordum ancak ısrarcı bakışlarından sattığının ücretini talep ettiği anlaşılıyordu. Dönüp Kılıç'ı bulmaya çalıştım fakat koluna girmiş kızla benden uzaklaşan sırtlarını görebiliyordum ve cebimde bir kuruş bile yoktu. Aslında en son ne zaman yanımda para taşıdığımı bile hatırlamıyordum, hayatım bitmiş gibiydi.

 

"Ee," diye ısrarla yüzüme bakan adama "Lütfen saati söyler misin?" diyor ve çiçeğini geri uzatıyordum. Bir adım geri çekildi çiçeğinden uzaklaşır gibi.

 

"Sizi tanıyor muyum?" diye sordu çok uzaklaştığını fark ederek biraz yanıma sokulunca. Dönüp Kılıç'ı görmeye çalıştım ama her şeyi batırmama az kalmış gibi hissetmek gözlerimi karartıyordu.

 

"Sanmıyorum, al çiçeğini param yok."

 

"Yüzünü tanıyor gibiyim," diyorken çiçeği uzattığım yumruğumun üzerine kapattı elini. "Buralardan değilsin, değil mi?"

 

Dönüp arkama baktığımda Kılıç ve yanındaki kadının yeniden benim olduğum yöne döndüklerini görebiliyordum. Başını arkaya atarak gülen kadının sesi kulaklarımda çınlarken Kılıç ondan bir adım ileride yürüyor, ardında kalan kadına bakıyordu.

 

"Gitmem gerek."

 

Elimi çekmeye çalıştığımda izin vermeyen adamı yumruklamama sahiden saniyeler kalmıştı ve "Bana ismini söyle," diyişini dinlerken çenemi sıkıyordum. Kahkaha sesinin ardı arkası kesilmiyor, gittikçe yaklaşıyordu.

 

"Kızı rahat bırak, korkmuş görünüyor," diye seslenen, Kılıç'ın koluna yapışıp hala gülen kadındı. Kılıç hızla dönüp bana baktığında eğlencenin son bulduğu anlaşılıyordu.

 

Kadından yeteri kadar sert bir biçimde kurtardı kolunu, uzun adımlar atarak aramızdaki mesafeyi kapatıyorken onu izlemeyi kestim.

 

"Sadece ismini istiyorum," dedi çiçekçi hem bana hem de arkada kalan kadına duyuracak kadar gür bir sesle.

 

"Eğer elini çekmezsen alacağın sadece kırık bir burun olur." Kılıç'ın canavar tarafı sahneyi devralmıştı, yüzüne bakmama gerek yoktu bunun için zira sesindeki tını içimi ürpertirken bunu bir canavar başarabilirdi ancak.

 

Adam elini çekti fakat uzaklaşmadı.

 

"Sakin ol, senin olduğunu bilmiyordum." Cevap vermeme, itiraz etmeme fırsat yoktu çünkü Kılıç arkamdan uzanarak adamı göğsünden itmiş ve birkaç metre geriye savrulmasına neden olurken "Benim," diye hırlamıştı. Bir eşyaymışım gibi!

 

Fakat karşı çıkmama hala fırsat yoktu nedeni ise "Hey! Biriyle beraber olduğunu bilmiyordum, buraya gerçekten bir kadınla geldiğine inanamıyorum," diyen siyah saçlı güzel kadının hayal kırıklığı ile dolu sesini dinlemekle meşguldüm.

 

"Uzaklaş Alya, görüşmeyeceğimizi söyledim."

 

Kılıç az evvelki kadar nazik değilken kadın da daha kırılgan görünüyordu. Ancak sorduğu soru beni dehşete düşürmeye ve ifadesini yanlış anladığımla yüzleşmeme yetmişti. "Neden görüşmüyoruz ki? Kız rahatsız olacakmış gibi görünmüyor."

 

"Evet, neden görüşmüyorsunuz?" Kılıç sorumla bana dönmüş ve yüzümü ellerinin arasına almıştı. Bir adam ısrarcı sorular sordu diye korktuğumu falan mı düşünüyordu? Yüzüme bakış şeklinde büyük bir dikkat vardı. Gözlerini gözlerimden çekmeden "Bir başkasıyla görüşmeye niyetim yok Alya, gidebilirsin," dedi o otoriter kral sesiyle. Kadının gidip gitmediğine bakmadım, Kılıç'ın çözmeye çalıştığı bir denklem gibi ellerinin altında dururken "Bana saati söyle," diye talep ediyordum.

 

"Sanırım üçe geliyor."

 

"Hayır, bana tam saati söyle."

 

Kaşları bir saniyeliğine çatılsa da onları hızla gevşetip bileğindeki saate yöneltti bakışlarını. "Saat tam olarak 14.21 Nimfea."

 

Ve dünya dönmeye devam etti, dönerken de beni kendine kemerleyerek ona eşlik etmeme izin verdi. Aldığım ilk rahat solukla Kılıç'ı sertçe itmiştim.

 

"Ben senin değilim yalancı herif, bana bir eşya gibi davrandığın için utanmalısın."

 

Kılıç karşımdan çekilmeden yanıma düşen elimi kavradı zorla, insanların gözleri üzerimizde olabilirdi, bir adam beni tanıyor olabilirdi. Olay çıkarmamak için Kılıç'ın temasına da yakınlığına da karşı koyamadım.

 

"Bir eşya mı?" diye sordu alayla. "Kafamın içine, bir ev kuracak kadar uzun süre hakim olmuş kadına eşya diyemezdim."

 

Nefesi yüzümü yaktı, bir öfke vardı onu da yakan ancak alevlerin bana sıçramasına müsaade etmedi. Bir yangında hasar alan adam beni bir yangının ortasından çekip alandı neticede.

 

"Bu seninle alakalı değil Nimfea. Benimle alakalı, o kadar benim içinsin ki benimsin."

 

Başımı iki yana salladım, ona değil kendime karşı koydum. Onu kafasının içinden çıkmak için feda edebileceğim çok şey vardı, pek çok şey. Onu öldürmeyi sahiden istiyordum fakat onu yirmi yedi senedir yavaş yavaş öldürüyor olduğumu hissetmekse beni öldürüyordu. Eğer imkanım olsaydı onun için hızlı ve acısız bir ölüm seçerdim.

 

"Şimdi bu konuyu kapatalım, yapacak işlerimiz var." Ve başımı sallayarak onaylarken ona acısız bir ölüm yaşatacağıma yemin ediyordum.

 

🕑

 

Duran arabanın yolcu koltuğunda otururken yalnızlığımı değerlendirip bir gün önce cebimde bulduğum notu yeniden okumak için elime aldım.

 

DYK sözünü tutmanı bekliyor.

 

Notu bulduğumda hala Kılıç ile Sare'deydik ve notu cebime koymayı başaran kişinin ısrarcı çiçekçi olduğundan emindim. DYK'nin adımlarımı takip ettiğini fark etmek can sıkıcıydı. Kılıç'ı DYK toplantısına katılmaya ikna etmemin neden bu kadar önemli olduğunu da anlayamıyordum, amaç onu başkentten uzak tutmaksa eğer zaten iki gündür onunla birlikte başkentten uzaklardaydım. Ve madem beni, dolaylı olarak Kılıç'ın nerede olduğunu takip ediyorlar neden bu fırsatı değerlendirmek yerine ısrarla toplantı için diretiyorlardı? Kahrolası DYK'ye tam anlamıyla güvenmek imkansızdı.

 

Kılıç şoför koltuğuna oturduğunda kağıdı hızla cebime koydum. Neler olduğunu bilmesem de sabah uyandığımda Kılıç odaya yeni giriyordu ve acilen saraya dönmemiz gerektiğini söyledikten sonra her şey çok hızlı gelişmişti.

 

Arabayı çalıştırıp dimdik önüne bakarken gördüğü şeyin yol olduğundan emin bile değildim, dalgındı ve belli ki ciddi bir sorun vardı.

 

Gittiği her yerde en güzel kadınların ilgisiyle şımartıldıktan sonra nasıl keyifli olmazdı anlayamıyordum, şımarık bir zampara olmaya fazla elverişli yaşamı yüzünden midemi bulandırıyordu bu adam.

 

"Emniyet kemeri Nimfea," diye uyardığında beni, bana baktığını fark etmemiştim bile. Ve başından beri onu izlediğimi de.

 

"Kadın parfümü kokuyorsun," dedim uyarısını dikkate almayarak. "Kadınların sende gördüğü fakat benim göremediğim o şey ne acaba, seni çok sevdikleri belli."

 

Neden konuşuyordum? Yanımdan bir an bile ayrılmamıştı, kadınlar ona yaklaştıklarında ben de oradaydım ve hiçbiri benim onun eşi olabileceğimi düşünmemişti. İlgili hanımları nazikçe geri çeviren Kılıç'ı izledikçe tek düşündüğüm hangileriyle daha önce bir şeyler yaşadığıydı. Onun varlığından bile haberdar olmadığım o yıllarda ülkeme gelip kadınlarla eğlenen bu adam bir de senelerdir beni zihninden çıkaramamaktan dem vuruyordu.

 

"Kemerini tak Karnelyam." Bu kez daha yumuşak ve odaklı olmaya çabaladığı belliydi.

 

"Bunun yerine sen arabayı düzgün sür Kılıç. Yoksa olası bir kazada muhtemelen ölen ben olurum, senin ölümden kurtulmak konusunda iyi bir talihin var."

 

"O kelime hakkında konuştuk." Sesi sahiden gergin geliyordu, bizi saraya dönmeye zorlayan şey her neyse canını fazlaca sıktığı belliydi.

 

Onu duymamış gibi devam ettim. "Aslında şu an bunu yapabilirsin, benden kurtulman için iyi bir şans," diyerek cama çarpan yağmur damlalarını izledim. "Bana da bir iyilik yapmış olursun aslında."

 

Tekerleklerin çığlığını duyduğumda Kılıç'ın ani freni beni torpidoya neredeyse yapıştırmıştı. Az evvel söylediğim şeyin bu kadar hızlı bir şekilde vuku bulmasına şaşırmıştım ki sonunda araba sarsılarak durduğunda Kılıç hızlı bir şekilde üzerime eğilip emniyet kemerimi takmaya girişmişti. Şakağındaki damar kızarmış teninde belirgin şekilde şişmişken adam burnundan soluyarak "Bir daha bu şekilde konuşursan seni gerçekten cezalandırırım," diye çıkıştı ve bu kez tehdidi sahiden etkiliydi.

 

"Neden, senin yüzünden ölmek istemem çok mu rahatsız edici geliyor?" diye sordum ve müthiş yoğun öfke dilimi yağla kayganlaştırmış gibi hissettim. Neden öfkeli olduğumu bile bilmiyordum, damarlarım resmen zonkluyordu Kılıç'a karşı. "Ama gerçek bu, iğrenç bir adamsın ve ölmek istememe neden oluyorsun."

 

Kemeri takıp hareketimi kısıtladığı yetmezmiş gibi dudaklarını dudaklarıma kapatıp beni yerime mıhladığında yumuşak ve sıcak ağzın tadı iliklerime kadar titrememe neden olduğu için onu itmem söz konusu bile değildi. Çok hızlı etki eden uyuşturucu bir ilaçla dağıldığımı sandım, dudaklarının sahiden dudaklarıma yapıştığını idrak edene kadar yakınlığı beni bir gülle çarpmış kadar sarsmıştı. Beni öpüyordu! Dudaklarımı öyle sert emiyordu ki uyuşturucu bir acı hissediyordum. Sert ve sıcak eller birer kömür parçası gibi yüzümü kavradığında ben bir buzdum, yüz yıllar boyu kutupların en gözde, en sert parçasıydım ve iki sıcak el beni erimeye mahkum etti. Sıcaklığına muhtaçmış gibi kendimi ona itiyordum onu itmek yerine.

 

Bileklerimde sonunda güç bulduğumda ceketine yapıştım ellerimle. Kafam öyle karışıktı ki onu itmeli miyim daha çok kendime mi çekmeliydim karara varamadım ve dudaklarımı zorlayan talepkar dile kayıtsız kalamayıp dudaklarımı onun için araladım. Bu yakınlığın cennet gibi hissettirmesinin tek bir nedeni vardı, cehennemi garantileyecek kadar günah olması. Beynimin içinde medeni her bir izin silindiğini, öpüşüyle derimin altındaki ilkelliği kazıyarak ortaya çıkardığını anlayabilirken buna itiraz etmek mümkün değildi.

 

Tadı da kokusu gibiydi, erkeksi ve sabah içtiği acı kahvenin tadını diline sardığım dilinden alabiliyordum. Gözlerimin dolduğunu hissettim, tüm o kadınları geride bırakmasını sağlamak istiyordum, onu hayatıma almak istiyordum; onun düşmanı olmak istemiyordum, o benim olsun istiyordum. Bir rüyadan uyandırdı beni sanki, ona duyduğum nefret o an tümüyle anlamsız geldi. Kim yaralar içinde kusursuzlukla kutsanmış bir adamın yoğun ilgisine kayıtsız kalabilirdi ki? Bunu istemiyordum bile.

 

Kendimi kaybedip yanaklarını kavradığımı, kendimi ona tümüyle sunduğumu uzak bir köşeden görür gibi fark ettiğimde bir şimşek kulaklarımı, gözlerimi zonklattı. Kendime geldim. Olabildiğince sert bir şekilde ittim onu fakat gücümün buna yetmeyeceğini ikimiz de biliyorduk, adam onu itmemden değil buna bir son vermek istememden dolayı bana boyun eğmişti. Kılıç hiç karşı koymadan geri çekildiğinde bana bakmak için beklemeden arabayı çalıştırıp yola odaklanmıştı bile bense saatler süren bir uykudan uyanmış kadar sersemlemiş, odağımı yitirmiştim. Sadece bir dakika içinde dünyamı alt üst ettiğinin farkında bile değildi, eğer bana bir kez baksa fark ederdi ve bunu görmesi beni daha da mahvederdi. Parmaklarım titreyerek dudaklarımın üzerine kondu, dudaklarının hayaleti hala oradaydı ve o hayalet o kadar somuttu ki dudaklarımı yalayarak güzel tadını almaya çalıştım.

 

Bunun bir ceza olmadığını söylerek onu teşvik etmek istemiyordum, elimin tersini nefretle dudaklarımı silmek için kullanırken "Sapık olduğunu düşünmeme izin vermeyecektin fakat şu an tam olarak bir sapık olduğunu düşünüyorum," diyordum sesim istediğim kadar öfkeli çıkmasa da.

 

"Öyle mi?" diye sordu etkilenmeyen sesiyle. Önüne öyle büyük bir dikkatle bakıyordu ki az evvel konuşmuş olmasa benim varlığımı unuttu sanırdım. "Bir dahakine bir sapık seni öptüğünde karşılık vermemeye çalış o zaman."

 

Öyle haklıydı ki bende nefret uyandırıyordu, bir şekilde büyük bir adaletsizlik peşime düşmüş de beni boğuyordu sanki. Yanımdaki cama yaslandım ve ona bir kez bile bakmadım. Soluklarım düzene girdiğinde kirpiklerimdeki nem buz gibi hissettirmeye başlamıştı.

 

"Senin için ne hissettiğimi, en azından bir kısmını sana göstermek istedim Nimfea." Bu cümle uçurumun kenarındayken sertçe esen, sarsıcı rüzgardı. Bir adım geri çekilmeye zorlayan cinsten.

 

Ağlamaya hakkım yoktu, Seryum bir kralı kaldıramazdı, bu ülkeyi hayattan soyutlamak demek olurdu ve Kılıç'ın öpülesi bir adam olması bunlardan önemli olamazdı. Kötü insanların birer canavar olmadıklarını öğreneli çok olmuştu, güzel adamların da canavar ruhları vardı, canavarca istekleri...

 

Afelya ile gittiğim bir filmde duymuştum, kötüler iyilerin sahip olduğu her şeyi arzular diyordu başrolü ustalıkla oynayan kadın. Kılıç da sahip olduğum her şeyi kendine istiyordu. Fakat ne ben iyiydim ne de bana ait tek bir çöp parçasına sahiptim. O halde Kılıç ya iyi bir adamdı ya da öyle kötüydü ki beni yersiz, yurtsuz bıraktığını yüzüme vurmak için hayatımı koruyor, beni yaşatıyordu.

 

Gözlerimi kapattığımda uyumak aklımda bile yoktu, uyandığımda en az üç saat süren yolculuk boyunca uyuduğum için allak bullak oldum. Kılıç'ın bakışları anlam aramak için buruşmuş yüzümü dolaştıktan sonra "Geldik," dedi yalnızca. Arabadan inmek için açtığı kapıdan içeri buz gibi bir hava girdi ve titresem bile oyalanmadan kendi kapımı açıp kendimi sarayın bahçesine attım. Kılıç'ın etrafına doluşmuş askerlerin telaşlı sözleri arasında tek birinden bile bir şey anlamadım ama içim kaygıyla dolduğunda ön kapıya ilerlemem gerektiğini düşünüyordum. Ve karşılaştığım manzara beni on üç yaşıma döndürmüş gibi kalakaldım. Binanın taş duvarlarının dış kısmında dökülmeler vardı, ilk katın ve zemindeki odaların pencereleri paramparça olmuştu. Sanki önceki isyanlarda insanların yaptığı gibi binayı talan etmeye çalışmıştı birileri.

 

"Efendim silahlı birkaç kişiye karşılık vermek zorunda kaldık, yedi askerimizi kaybettik ve dört isyancıyı," diye açıklama yapan ses Kılıç'ı takip ederek bana yaklaşıyordu.

 

"Halka ateş mi açtınız?" Kılıç'ta pek rastlamadığım kan donduran sese açıklama yapan askerin de alışık olmadığı belliydi. Fakat yüzündeki bocalamayı hızla silip "Efendim, çoğu silahlıydı," diyerek kendini savundu.

 

"Demek ki azınlık silahsızdı," dedi ve genç askerini olduğu yere çivileyen ürkütücü bakışlarına bir son verip "ateş açan askerlerimin her birini yönetici odasında toplandığından emin ol," diye eklediğinde onun bu kadar ciddi oluşuna nasıl ayak uydurabileceğimi bilmiyordum. Çevresindeki herkesi yok sayıp zemini titretecek derecede sert adımlarla saraya girdiğinde ben olduğum yerde saymaya devam ediyordum. Fakat iki buçuk aylık anlaşmamız benim için bir bahaneydi, koşarak yönetici odasına gittiğimde bir düzine askeri hazır olda beklerken bulmuştum.

 

Kılıç odaya girdiğinde ardından gelen Valof ve Batın'ın yüzlerinden iyiye dair bir işaret arasam da bulduğum kaskatı çeneler ve çatık kaşlardı.

 

"Atış emrini veren öne çıksın," diye emretti Kılıç masanın başında ayakta dikilirken. Valof değerlendirici bir tutumla odanın köşesine çekilmişken Batın onu gördüğüm en ama en ciddi ifadeyle askerlerinin karşısında dikiliyordu. Gözlerindeki hayat dolu ışıltının zerresi bile orada değildi.

 

Genç bir asker üstünde pot duran üniformasının yanlarına ellerini bastırarak öne çıktığında gözlerinin altına çökmüş yorgun kararmayla olduğundan daha genç görünüyordu, bir çocuk kadar.

 

"Seni ateş emir vermeye teşvik eden bir üstün oldu mu?" diye sordu Batın dümdüz bir sesle.

 

Başını iki yana sallayan askerin ağzı açılsa da ses çıkaramadan geri kapattığında Batın "Kelimeler asker," diye çıkıştı gürleyerek. "Kelimeleri kullan."

 

"Hayır efendim. Kırılan pencerelerden içeri girip ateş etmeye başladıklarında etkisiz hale getirmek için hızlı bir karar verdim."

 

"Astlarına emir verdiğinde hangi kelimeleri kullandın?"

 

"İçeri girenleri etkisiz hale getirin," dedi asker çatlayan sesiyle. Boğazını temizledikten sonra bir nefes göğsünü yükseltse de aldığı oksijen yetmemiş gibi yine cılız bir sesle konuştu. "Yalnızca silahlı olanların içeri girmeye cesaret edeceğini düşünmüştüm."

 

"Kaç sivil Seryum askerinin attığı kurşunla yaralandı?"

 

Kılıç'ın sorduğu sorudan çok isyanın çıkma sebebini merak ediyordum. Kraliyete karşı bir isyansa neden dün gece olmuştu? Kılıç'ın şehir dışında olduğunu nasıl biliyorlardı ya da bu neden önemliydi?

 

"Altı sivil efendim."

 

"Aranızda bu emrin teferruatlandırılması gerektiğini savunan oldu mu? Bu emri sorgulayan?"

 

Batın delici bakışlarıyla her bir askeri tek tek süzerken odada tek bir çıtırtı yoktu, askerler aldığı solukları bile geri vermeyecek kadar sessizlerdi.

 

"Üstlerimizin emirlerini sorgulamayız efendim," dedi yerinden kıpırdanan başka bir üniformalı. Batın'ın yüzünden hiçbir şey anlaşılıyordu, belki askerini duymamıştı bile.

 

"Üniformalarınızı teslim edip eski silah arkadaşlarınıza eşlik edin, onlar sizi yönlendirecek," derken sesinde duygunun zerresi yoktu ve askerler güçlü çıkarmaya çabaladıkları sesleri ile "Emredersiniz efendim," diye itaat ederken Batın kapıyı sertçe açtı. Odaya giren bir düzine daha asker odanın ortasında duran diğerlerinin kollarına girip onları bir sıra halinde dışarı çıkarırken onlara ne olacağını anlayamıyordum.

 

"Buna ne zaman müdahale ettiniz?" diye sordu Kılıç masanın üstünde nefret ettiği bir yüz zuhur etmiş gibi takılıp kalan bakışlarla. Kimseye bakmıyordu, kaskatı bedeninde dokunulmaz bir yan vardı. Dokunanı yakacak bir şey...

 

"Atış başladıktan beş dakika sonra buna son verildi. Valof, Sezma ve Asen'i saraydan uzaklaştırırken onlara eşlik edecek bir grup asker ayarladığım esnada olmuş."

 

Kılıç, Batın'ın sözü biter bitmez arkadaşına bir yabancıya bakar gibi baktığında nasıl bir ateşin içinde olduğunu tam olarak görebiliyordum. Odanın en köşesinde görünmez bir seyirci gibi soluğumu tutarak beklerken tüm bunları geri alabilmeyi diliyordum. Kılıç'ın hiç doğmadığı o hayatı dilliyordum.

 

"Beş dakikanın altı sivili yaralamaya, dördünü öldürmeye yeteceğini hesaba katmadın," diyen çakıllı sesi onu olduğundan daha olgun ve korkutucu bir şekilde yansıttı dinleyene. "Gitmeden önce askerlerine sivilleri öldürmek yerine yalnızca etkisiz hale getirmeleri gerektiğini söylemeyi akıl edemedin mi?"

 

Batın arkadaşının acımasız üslubundan hiç etkilenmeyen profesyonel bir asker gibi bakışlarına karşılık verdiğinde gergin olduğunu anlamamı sağlayan tek şey arkasında sakladığı ellerinin aldığı yumruk haliydi. Babası çekemesin diye kendi kulaklarını kesen küçük bir çocuk olduğunu düşünmeden edemiyordum ona bakarken.

 

"Salta'da bizzat eğitimlere katıldın, sivillere ateş etmemeleri gerektiğini biliyorlardı." Valof ilk kez konuştuğunda her zamanki gibi soğuk ve mesafeli görünüyordu.

 

"Belli ki bunu onlara öğretememişim." Batın'ın bakışları ayaklarının ucuna düşmüştü. Dün gece neler yaşadığını, neler hissettiğini tahmin bile edemezdim. Ülke korkunç bir eşikteydi ve odadaki bu üçlünün senelerce olmamak için çabaladığı yerde oldukları gün gibi ortadaydı.

"Dışarı," dedi sessizliği yırtıp atarak Kılıç. "Yapmanız gerekeni yapın!" Başını çevirip pencerenin ardına baktı ve olan biten her şeyden nefret ettiğini bir an yüzünde çok açık bir şekilde gördüm. "Halkın nefretini daha fazla kazanmayacağımız şekilde," diye eklediğinde Valof ve Batın ağır ağır kapıya ilerliyordu. Kimse odada olduğumu bilmiyordu sanki, her biri sessizce kendi içlerindeki açık kapıları örterken dışarıyla irtibatı kesmiştiler. Odada Kılıç'ın ve benim kaldığımızı kapının yumuşakça örtülmesinden anladığımda hareket edemiyordum, gitmeyi deli gibi istesem de kıpırdamaya korkuyordum, bunu inkar etmem salaklık olurdu.

 

Kılıç yapayalnız bir adam gibi dışarıyı izlerken neler düşünüyorsa onu boğduğu ve karmaşanın içinde tek bir tepki seçemediği yüzünde açıkça görünüyordu. Bir yıkım kaşlarını gözlerine eğmişti, kirpikleri titrese de göz kapaklarını indirmeyi unutuyor, öylece duruyordu. Bir hayalet kadar sessizce süzüldüm kapıya doğru, bakışlarımı Kılıç'tan çekemeden. Adam hareketi fark edip çok sert bir şekilde bana döndüğünde o donuk bakışların içindeki çatırdamayı görmek adımlarımı dondurdu. Tüm o salt öfkenin altında bile bana karşı bir şefkati çekip çıkarabiliyorken zihnim ve ruhum bana onu yalnız bırakmamamı söyledi. Mantığım tümüyle sessizliğe bürünmüştü çünkü çekip gitme fikri bir zerre kadar küçüktü içimde. Adam sandalyeyi çekip kendini bıraktığında beni izlemeye devam ediyordu. Hiçbir mantıklı yanı yoktu fakat o sert görüntünün bir maske olduğunu, benden yardım dilendiğini duyuyordum. Adımlarımı ruhum kontrol etti ve adamın yanına vardığımda bir saniye bile oyalanmadan sert, kalın bacağına iliştiğimde Kılıç bunu bekleyen bir adam gibi kolunu belime sarıp başını göğsüme gömdü. Yorgunluk ve tatminle inlemişti bana sarılırken. Pek çok cümlesini, belki gülüşünü, öfkesini duymuştum fakat onu, boynuna geçirilen ipten kurtarmışım gibi çıkardığı bu ses tüm ömrüme işlemişti. Geçmişim ve geleceğim yeniden şekillenmişti sanki.

 

Elim saçlarına gömüldüğünde tutamları bile vücudunun geri kalanı kadar sertti. Eli ateş gibi sıcaktı, göğsüme bastırdığı alnından yakıcı bir ısı yayılıyordu. Bu kez adam bir yangında kalmamıştı, ben de öyle; bu kez yangın adamın içindeydi ve onu yangından kurtaramayacağım için ellerimi omuzlarına bastırıp yangını ondan kurtarmak için uğraştım.

 

"Senin için ne yapabilirim?" Yara almış bir adamla konuşurcasına fısıldadım, Kılıç'ın yara aldığı zaman ona yardım etmek için duyduğum ilkel istek yine meydandaydı, beni ele geçirmek suretiyle.

 

Başını geri çektiğinde kızarmış gözleri kuru olsa da karşımda kahrolmuş bir adam vardı sanki, sahiden bir yangın ve kurtarılması gereken bir adam vardı.

 

"Doğmuş olman benim için yeterli Karnelyam." Konuşurken kıpırdayan adem elmasına değdi soğuk parmaklarım, teni ateş gibi yanıyordu. Doğmadan öldürülmüş olmasını karşımda olmasına tercih ettiğim adamı teselli etmek için başını göğsüme yasladım. Hiçbir şey bana şu an yaptığım şeyi sorgulatamazdı. Birini öldürmek bana zor gelmezdi, ölümün eşiğindeki adama sırt çevirmek kadar.

 

"Bana bir şey söyle Kılıç," diye fısıldadım kulağına. "Senin için ne yapabilirim."

 

"Sarıl bana," dedi göğsüm sesini yutarken. "Benden nefret etmiyormuş gibi sarıl Bataklık Çiçeği." Kelimeler tam göğsümden süzülüp kalbime sızdı. Çenemi başının tepesine kapattım koruyucu bir tutumla, gövdesinin tümünü saramayan kollarım sarabildiğince sıkı sardı onu. Elimden gelseydi onu doğmadan öldürürdüm, elimde olsaydı onu yeniden doğacağı bir evrene götürürdüm. Gücüm yetseydi onu sıradan bir adam olarak büyütürdüm, tüm o kral büyüsüne kapılıp gitmemek imkansızken krallığındaki tek insan ben olurdum.

 

 

 

 

Loading...
0%