Yeni Üyelik
23.
Bölüm

bölüm22|"Geleceği Şekillendiren Geçmiş"

@almelia

Üç asırdır Seryum'un orta yerinde olan sarayın tahrip olmuş duvarlarına bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Gün boyu kırılan pencerelerin yeri doldurulmuş, yıkıntılar temizlenmişti fakat sarayın yediği darbe olduğu gibi yerinde duruyordu. Bu binanın lanetli olduğunu düşünmek için çok nedenim vardı, bu sarayda ablamı kaybetmiştim, bu sarayda doğmuştum, düşmanım bu sarayda doğmuştu, bu sarayda yaşamak zorundaydım, düşmanımla. Pek çok ayaklanmanın hedefi bu saraydı, bazen bu bina olmasaydı işlerin daha kolay olabileceğini düşünüyordum.

 

Esteran'ın zoruyla ıspanak ektiğim bahçede yürürken topraklı ellerimi silkeliyordum. Kılıç'ın nerede olduğunu merak ediyor ve odama gitmek yerine yanına gitmek istiyordum. Aynaya bakmak benim için günden güne zor olmaya başlasa da Kılıç'ı kollarımla sarmak pişman olamadığım bir şeydi. Beni bitiren belki de bu olacaktı, ona kapılacak ve pişman bile olamayacak noktaya gelecektim.

 

Odama vardığımda saatlerce duvarı izlemek gibi iyi bir planım vardı ancak hoş olmayan bir sürpriz kitaplığımın önünde dikilip kitaplarımı karıştırıyor, içeri girmemi umursamıyordu.

 

"Ahlakçı bir tip değilsen elindeki kitabı okumanı tavsiye ederim, erkek karakterin tecrübeleri seni hayran bırakacak."

 

Kapım önünde dikilen asker tarafından örtülürken banyoya yürüyordum. Elindeki kitabı rastgele bir yere koyan Sezma başka bir kitap çekerken sessizdi. Elimdeki kirden arınıp odaya geri döndüğümde Sezma yazı masamın üzerini karıştırmaya başlamıştı.

 

"Bana saati söyle Sezma," diye talep ettim. Kendime bir saat almazsam yakın zamanda kafayı yiyecek ve rastgele bir yerde yitip gidecektim.

 

"21.22," derken sesi çatladı. Elindeki kağıdı gördüğümde misafirperverlik benim için son bulmuştu. Kılıç'ın Yabancı Tanıdığım olduğu günlerde yazdığı mektupları son zamanlarda yeniden okumak için çıkarmıştım ve Sezma elinde onlardan birini tutarken ondan çekip aldım. Kadın karşı koymadı, damarları belirginleşmiş yorgun gözlerindeki alayla yüzüme bakarken ondan bana ağır bir alkol kokusu yayılıyordu.

 

"Bu mektuplara bir son vermesi gerektiğini söylemiştim."

 

Yanımdan geçip giderken oda ona aitmiş gibi yavaşça içeride ilerliyordu, bense olduğum yerde dikilip kalmıştım.

 

"Ama senden haber alamama ihtimali bile deli ediyordu onu," dedi ve aniden bana döndüğünde ifadesi rahatsız ediciydi. Alaycıydı ancak ince bir örtüden başka bir şey değildi o alay, hafif bir rüzgarla altındaki acı gözler önüne serilecekti. Kılıç'tan öğrendiklerimden sonra bu kadına düşmanca davranmak gelmiyordu içimden. "Öğrendikten sonra ona karşı düşüncelerin değişti mi?"

 

Başımı iki yana sallarken kadın gözlerini açık tutamıyormuş gibi kapatarak kahkaha attı, sesi boğuktu.

 

"Seni ona bir virüs gibi bulaştıran adamı öldürmeyi ne çok isterdim." Mırıldanışı kendisiyle konuşur gibiydi, gözleri hala kapalıyken olduğu yerde sallanıyordu bir dal gibi.

 

"Ne demek istiyorsun?"

 

Olduğu yerde sallanırken dengesini kaybedince birkaç adımda kolunu kavrayıp düşmekten kurtardığım Sezma'nın beni itmeye çalışmasına sinirlensem de onu dikkatle geri yürütüp Kılıç'ın sandalyesine oturmasına yardım ettim.

 

"Sezma ne demek istedin?" Nazik ve dikkatli olmaya çalışıyordum, kadının başı omuzlarına düşmüştü ve bitkin görünüyordu.

 

Başını kaldırıp bana baktı sonunda, göğsü yükselirken kirpikleri titriyordu. "Onun sana bu kadar iyi davranmasını hak etmiyorsun, düşüncelerini bir saniye meşgul etmeyi bile hak etmiyorsun," dediğinde kelimeleri tükürür gibiydi. "Bunların hiçbirini hak etmeyecek kadar iyi bir adam o."

 

İtiraz etmeden bana verebileceği her şeye muhtaç bir şekilde dinlemeye devam ettim.

 

"Neler yaşadığını bilmiyorsun, bir sarayda şımartılarak büyürken neden bunu bilmen gereksin ki?"

 

Kılıç'a karşı korumacı tutumunun altındaki gerçeği öğrenmek zorundaydım, benim şımartılarak büyümüş biri olduğumu sanmasından daha büyük bir şey vardı bu nefretin altında.

 

"Senin bakarken ağzının suyunu akıtan adam bir işgalci, bir ülkeye sinsice sızıp ülkenin yöneticilerini ortadan kaldırmaya İŞGAL denir," diye çıkıştım onu kışkırtmak için.

 

"Asıl neye İŞGAL denir biliyor musun?" diye sordu bir anda doğrulup sandalyenin ucuna kayarak. Ani değişen tavrı beni geri adım atma hissiyle boğdu. "Şafak sökerken iddia ettiğin adamın evine girip yönetimdeki babasını ve yeni doğum yapmış annesini katletmeye."

 

Gözlerindeki tiksintiyle karışık kayıtsız bakış babamda gördüklerimin neredeyse aynısıydı. İçimin titremesini bastıramadığımda kollarımı savunmacı şekilde göğsümde bağladım.

 

"Aslında hayır, sanırım benim anlattığım hikayeye cinayet, barbarlık daha uygun."

 

Sezma'ya cevap veremedim, ona ilk kez yanıt veremedim. Fakat benden nefret etmesinin gerçek nedeni bu olamazdı.

 

Yeniden geri yaslanıp başını omzuna eğdi yorgunlukla, az evvelkinden daha bitkin görünmesine yol açan düşüncelerin izleri yüzünü harap etti fakat ben bir ipucu çıkaramadım. Yanından geçip pencerenin önümdeki masaya yürüdüm, onu kovmayacaktım fakat onun yanında uyuyamazdım da. Ne denli yorgun olursam olayım cebimden bir ip çıkarıp masanın üzerine koyduktan sonra pencerenin mermerindeki makası alarak bileğimdeki karnelyanları yumuşakça masaya düşürdüm. Taşlarımı yeni bir ipe yeniden sıralarken kadının uyuyakaldığına emindim. Ta ki "Çocukken bile öyle kararlıydı ki bir şeyi kafasına koyduysa onu ondan vazgeçirmenin imkanı olmazdı," diyerek parmaklarımın uyuşmasına neden olana kadar. Taşlar ve ip elimde donup kalsa da başımı kaldırıp ona bakmadım. Devam etmesi için burada yokmuş gibi davranmalıydım. "Önceleri Batın'ın babası Kılıç'ın geleceğine ve krallığa o kadar odaklıydı ki Batın, Kılıç'tan nefret ederdi."

 

Kısa bir kahkaha ve kısa bir soluk monoloğuna es verdi, devamını beklerken gözlerimi kapattım.

 

"Kılıç buna rağmen Batın'la arkadaş olmayı kafaya koymuştu. Onu vazgeçirmek için yaptığım hiçbir şeyin anlamı yoktu, Kılıç Kül Seryum bir karara vardıysa dönüş yollarını yakardı ki başarmaktan başka seçeneği olmasın. Keza Batın'dan vazgeçeceği ihtimallerin her birini ortadan kaldırmıştı da. Çocuk ona tükürse bile 'benim arkadaşım olacaksın, istediğin kadar direnebilirsin' diye kafa tutup onu delirtirdi."

 

Acıklı ve yad dolu iç çekişi onu durdurunca ben taşları ipe dizmeye devam ettim.

 

"Batın haylaz bir çocuk değildi fakat babası öyle pislikti ki Kılıç'la aralarındaki mesafeyi açan, çocuğu Kılıç'a karşı bilmeden dolduran da oydu. Bir gün Valof'tan çaldığı sapanla Kılıç'ın kaşını yardığını hatırlıyorum." Sonlara doğru tizleşen sesinden anlaşılıyordu ağladığı. Onu ağlatan yalnız bu hikaye değildi.

 

"Kimse onun bir sapanla Kılıç'a nişan aldığını görmedi, tek bir kişi bile. Batın ezelden beri iyi bir nişancıdır ama onun yaptığını anlamamız için iyi bir sebebimiz vardı."

 

Omzumun üzerinden gizlice baktığımda Sezma'nın, yüzünü ellerine gömdüğünü gördüm. Konuşmaya devam ettiğinde elleri sesini boğsa da kelimeleri seçmek mümkündü.

 

"Kılıç hiçbir şey olmamış gibi kolunun tersiyle yüzündeki kanı silerken Batın hıçkırarak ağlıyor, bahçeyi inletiyordu. Babasından korktuğu için mi yoksa Kılıç'ın canını yaktığı için mi bilmiyordum ama öyle içli ağlıyordu ki onunla birlikte ağladığımı hatırlayabiliyorum. Ve aşağılık babası geldiğinde çocuğun göz yaşları yeni bir boyut almış, yumruk yumruk dökülmeye evrilmişti. Kılıç küçük eliyle onunkini tutup ayağa kaldırırken babasının korkunç tehditleri beni titretmeye yetmişti. Ama Kılıç için yeterli değildi."

 

Elleri yüzünden uzaklaşıp dizlerini yoğurur gibi sıkmaya başladı ve kıpkırmızı yüzünü yüzüme doğru kaldırdı.

 

"Görmeliydin... Bir buçuk metrelik bir çocuktan beklenmeyecek bir iradeyle adamı geri püskürttü. Şöyle dediğini hatırlıyorum: Suçu işlediğinden emin olana kadar kimseyi cezalandırmaya kalkma."

 

Sezma bir anda doğrulup dudaklarını ısırırken heyecanlı görünüyordu. "Ve eğer suçu işleyen Batın, suçu işlediği kişi bensem sakın aramıza girme. Bizim aramızda olan biteni halledebilecek olan sen değilsin."

 

Tane tane söylediği her bir kelime çocuk Kılıç'ın sesinden çıkıyor gibi tınladı kulaklarıma. Gözlerimi kırpıştırmak zorunda kaldım çünkü ölü sandığım adamın bir çocukluğu, bir sesi, bir davası vardı ve sanki tam karşımdaydı.

 

"Adamın dili tutulmuş gibi çekip gittiğinde Batın'ın Kılıç'a en azından bir teşekkür etmesini beklemiştim. Fakat zaten yüzü kanlar içinde olan çocuğa titreyen eliyle bir yumruk savurmaktı yaptığı."

 

Başını iki yana salladığında dikkatsizliğim yüzünden ipteki tüm taşlar masaya düştü birer birer. Neyse ki Sezma duymamış gibi devam etti konuşmasına. "Yine de Kılıç'ı yakasından sürükleyip kulubeye götürdüğünde pansumanı da elleriyle yaptı. Kılıç ona hiçbir şey söylemedi. Tek kelime bile. Arkan Seren'in büyüttüğü çocuklar arasında nefreti en iyi kontrol eden o oldu. Ve bağımlılık konusunda en başarısız olan da."

 

O bağımlılığı biliyordum, Sezma'nın bahsettiği konunun benimle ilgili olduğu kadının bana yeniden nefretle bakmasından bile belliydi.

 

"Benden nefret etmenin sebebi bu mu?" Neredeyse duyulmayacak kadar zayıftı sesim.

 

"Senden nefret etmemin sebebi babamın başarılı olduğunu görmem. Eğer o orospu çocuğu herif Kılıç'la hiç tanışmasaydı normal bir adam olacaktı, acı çekmeyecekti, sen kahrolası bir uyuşturuymuşsun gibi seninle tehdit edilmeyecekti. Arkadaşım sen siktir olup gittiğin bir saniye için bile yoksunluk krizine girmeyecekti. Sırf Arkan Seren'e inat olsun diye sana duyduğu nefreti iğrenç bir takıntıya dönüştürmesine gerek kalmayacaktı."

 

Kelimeler boğazına dizilmiş gibi, damağı şişmiş gibi yutkundu acı çekerek. Delirmenin eşiğindeymiş gibi yüzüme bakarken artık onu daha iyi anlayabildiğimi hissediyordum. Ve bundan nefret ediyordum.

 

"Arkan Seren onu hastalıklı bir bağa muhtaç olduğuna inandırdı. Senden nefret edecekti, seni yok edecekti, ülkesini geri alacaktı ve ona ait olan yuvada geçirdiğin yıllara seni pişman edecekti. Sonra annen seni süsleyip püsleyip öyle iyi sundu ki o iğrenç hastalıklı derin bağın yalnızca adı değişti ama olduğu yerde kalıp Kılıç'ı yemeye devam ediyor."

 

"Benden nefret etme sebebinde benim hiçbir etkim yok Sezma. Kılıç'ın var olduğunu bile bilmiyordum."

 

Yerinden hışımla kalktı ki sandalye devrilince çıkan gürültü kadını yaptığı hareketle yüzleştirmiş gibi duraksattı. Hızla nefes alıp vermeye başlamıştı öfke içinde ya da çaresizlik.

 

"Ona nasıl davrandığını hepimiz görüyoruz, onun hasta bir adam olduğunu düşünüyorsun değil mi?"

 

Gözlerime öyle derin bir ısrarla baktı ki yanıt olarak başımı sallamak zorunda hissettim.

 

"Onu hasta eden sensin. Kahrolası fikirlerin onunkilerden, kat ettiği onca ilerlemeden daha değerliymiş ve o bir hiçmiş gibi davranarak senden nefret etmeme iyi bir zemin hazırlıyorsun. Senden delice nefret ediyorum, fikirlerinden, sinsi planlarından, kardeş olarak gördüğüm adamı günden güne tüketmenden... "

 

Nedense üstüne kokusu sinen alkolün etkisi geçmiş gibiydi. Geri geri yürürken beni göz hapsine alan Sezma'ya öyle hak veriyordum ki bir an onunla birlikte kendimden nefret ederken yakaladım kendimi.

 

"Eğer Kılıç senden kurtulamazsa Arkan Seren gerçekten başarmış olacak ve sen yalnızca bunun için bile benim tüm nefretimi hak ediyorsun."

 

🕑

 

"Bugüne dek duygularımla ilgili bir patlama yaşadığımı hatırlamıyorum," diyordum ellerimi izlerken. Üç senedir ayın belli günleri uğradığım psikoloğumun bir nebze anlayışlı fakat çoğunlukla ifadesiz yüzü her zamanki gibiyken onu izlemeye gerek duymayı bırakmıştım. "Nedense son zamanlarda öfkemi kontrol edemez oldum. Bazen düşünmeden yanlış olduğunu bile bile, öfke tarafından ele geçirilerek uygunsuz davranışlarda bulunuyorum."

 

Adam uygunsuz olduklarına nasıl karar verdiğimi sorgularken bunu kısa kestim çünkü Bahran Ars'ın silahını belinden çekip boynuna yaslamak bile herkesin gözünde uygunsuz olurdu. Ona bunu anlattım çünkü buna bir son vermeliydim. Elime bir silah geçtiğinde tetiğe öylece basamayacağımı unutmuştum sanki babamın yokluğunda.

 

"Pekala, diğer seansımıza kadar öfkenin sana yaptırmak istediği o şeylerin bir cümle olarak yanlış olduğunu vurgulamanı istiyorum senden." Başını eğdiği defterinden kaldırırken kurduğu cümleler hiçbir şey ifade etmedi bende bir süre. "Örneğin karşındakine vurmak istediğinde 'Bu yapmak istediğim yanlış, şu an bunu yapmaya beni iten öfkem' gibi cümlelerle mantığını devrede olmaya zorlayabilirsin."

 

Yalnızca onaylayabildim uzatmamak için çünkü öfkem kontrolü devraldığında mantığım titreyerek bir köşeye siniyordu ve bunu kendi başıma çözmeliydim. Doktorum bana pek çok örnek cümle verirken boş bakışlarımdan dolayı anlamadığımı sandığı belliydi. Öfkemi tetikleyen şeyin ne olabileceğini sorgulamaya zorladı beni süre boyunca fakat hayatın tümüyle kendisiydi onu tetikleyen.

 

"Bugüne dek babamın karşısında bir çığlık olduğumu sanıyordum ancak ben babamın sesinin yankısından ibaret olduğuma artık eminim. Sanki düşüncelerimin tümü onun raflarıma yerleştirdiği ürünlerden ibaret. O gittikten sonra kendi kararlarımı gerçekten kendim vermeye başladım, bunun bu kadar zor olduğunu hiç düşünmemiştim. Sanırım son zamanlarda yaşadığım öfke patlamalarının en büyük tetikleyicisi bu."

 

Elindeki kalemi belirli aralıklarla masanın üzerindeki deftere vururken değerlendirir gibi bakan gözleri huzursuz hissettiriyordu, aslında paylaştığım ve paylaşabilmek için kabul ettiğim gerçeklerdi beni huzursuz eden.

 

"Neden babanın, kararlarında etkili olduğunu düşünüyorsun?"

 

Düşündüğüm bu değildi, ben tümüyle kararlarımı kafamın içine sızan sesinin verdiğini iddia etmiştim fakat paylaşmak bile beni boğmaya yettiği için daha fazla bunu konuşmak istemeyerek omuz silktim.

 

"Düşünüyorum çünkü ne zaman karar vermem gerekse kafamın içinde babamın sesi bana uygun kararı bağırıp duruyor ancak ben tam tersini uygulamış oluyorum. Yapmamam gerektiğini bile bile yapıyorum."

 

"Yapmaman gerektiğine nasıl karar veriyorsun, neden babanın kararları doğruyken seninkiler yanlış?"

 

"Babam olsa ülkenin bütünlüğünü koruyacak doğru kararları alırdı bense güdülerime boyun eğiyorum."

 

"Sen ülkenin bilinçli bir vatandaşısın Karnelyan," dedi adam derin bakışlarıyla. "Ülken adına karar verecek kişi değil."

 

Aslında bu seansların bana iyi gelmekten çok zarar verdiğini düşünmeye başlamıştım. Ülkede olan biten her şey kişisel olarak bana yapılan saldırılarmış gibi hissettirirken burada birkaç dakika oturup konuşmak zaman kaybı gibi geliyordu. Her şey normalmiş gibi rol yapıyordum sanki. Doktorum ne kadar beni de dahil etmeye çalışsa da kısa yanıtlardan başka bir şey dökülmez oldu ağzımdan ve sonunda seans bittiğinde kuduz bir köpekten kaçar gibi attım kendimi dışarı.

 

Etrafta dolaşıp Kılıç'ın zoruyla eşlikçi olarak yanımda gelen askeri ararken çarşının ortasında kendi halinde dolaşan insanlar dışında kimseyi göremiyordum. Beklemeli miydim ya da çekip gitmeli mi?

 

"Karnelyan!" diyen çocuk sesiyle zihnime yayılan sis etrafa uçuşup yok oldu. Kalbimin göğsümdeki yumrukları kulaklarımda çınlarken bana doğru sekerek gelen, ahşap atına sarılmış Asen'in yüzünde saf bir neşe vardı.

 

"Senin burada ne işin var?" Sesim olması gerekenden sertti çünkü ben yalnızca kralla aynı çatıda yaşadığım için taşlanırken öz kızı olarak bilinen küçük Asen bana göre büyük tehlikedeydi. Küçük kız şu ana kadar yaptığı şeyin yanlış olduğunun farkında olmayacak ki ses tonum yüzündeki neşeyi silip attı ve korkakça "Atımla seni takip ettik, bizi görünce sevinmen gerekiyordu," diye konuştu. Hemen diz çöktüm önüne ve birilerinin onu ya da beni görmesinden ödüm koptuğu için delice bir hızla etrafı koloçan etmeye giriştim.

 

"Buraya tek başına gelmedin Asen." Kalbimin durmasına doğru son sürat giden atışlarımın yavaşlaması için beni onaylamasına ihtiyacım vardı. Fakat Asen inanamadığım şeyin onun başarısı olduğunu sanmıştı ki kendini savunmaya başladı hemen. "Hayır benim artık kucağa alınmama gerek yok. Kendi başıma yürüyebiliyorum. Madamla yürüyüşe çıktığımızda hep kendim yürüyorum, o beni kucağına almayı bıraktı."

 

Bir yokuş vardı ve bir canavar ikimizi oradan aşağı itmişti. Yuvarlanıyorduk bunu görebiliyordum ama en azından daha az hasar alması için üzerimdeki ceketi hızla çıkarıp küçük kızı sardım ve hiç düşünmeden onu kollarıma aldım bir an evvel saraya dönebilmek için.

 

"Yürüyebiliyorum Karnelyan," diye itiraz etti, ona inanmadığımı sanıp alınmıştı. Debelenmeleri yüzünden sarsıldım ancak "Sana inanıyorum Asen, artık büyük bir kızsın sen değil mi?" diyerek sakinleşmesini ve durulmasını sağladım. Kız uzun uzun yanıtlar verirken neredeyse koşuyordum ancak öyle kolay kurtulamayacağımı hemen anladım.

 

"Saray Fahişesi," mırıldanmaları bir anda yükseldi. Aptalın biri inci gibi dizilmiş dominoların ucuna tekmeyi atmış oldu ve biri omzumu tutup hakaretini yüzüme etme cesareti buldu. Kollarımın arasındaki Asen'e daha sıkı sarıldığımda "Bu ülkeyi mahveden herkesin yanında dikilmeye kararlısın değil mi?" diye soruyordu beyaz dolu bıyıkları dudaklarını örten bir adam. "Yediğin birkaç taştan daha fazlasını hak ediyorsun ama yalnızca taş attıkları için iki tane vatansever adam ortalıklardan kayboldu. Senin yüzünden."

 

Ona açıklama yapmaya gerek yoktu, kendimi aklamak gibi bir derdim de. Dükkanlarının dışına çıkmış pek çok adamın dudakları kıpırdıyordu, pencerelere çıkan kadınlar ifadelerini çözemediğim şekilde gözleriyle beni takip ediyordu. Aşırı uyarılmış ve tehlikenin nereden geleceğini çözmek için kafayı yemiş haldeydim.

 

"Kaybol sik kırığı, kucağımda çocuk var. Seninle uğraşamam." Kolumu tutan adamı savuşturmak için kolumun tersini tüm gücümle ona doğru itiyordum. Fazla direnmedi de, amacı fiziki zarar vermek değildi çünkü. Bazıları yanımdan geçmemek için uzaklaşıyor bazıları omzuma çarpabilmek için iyice yaklaşıyordu. Dünya üzerinde en sevdiğim yer olan Altınlık Çarşısı benden nefret ediyordu, bunu ilk yaşadığımda sorun değildi ancak bu kez bu gerçek, acı geliyordu.

 

Gerçekten koşmaya başladığımda Asen'i öyle sıkı tutuyordum ki kızın ahşap oyuncağı kaburgalarıma saplanıyordu fakat acısına zaman ayıracak kadar bile vaktim yoktu.

 

"Karnelyan çocuk değilim. Büyük bir kızım ben."

 

En azından Asen küçük bedenini iten hızlı kalp atışlarımdan ve etrafta yükselen kaostan etkilenmiyordu.

 

"Baban varken duyup gördüğün her şeyi o adama atmışsındır kesin. Bir hain olarak asmak lazım seni."

 

Sesler bir yükselip bir alçalıyordu sanki. Söyledikleri imajı çizdiğimin farkındaydım ve hak da veriyordum öfkelerine. Yanlış bir kanıya varmış olsalar da onları suçlayamazdım ama karşıma dizilmiş ufak çocukların yerden taş topladıklarını gördüğümde içimden haykırmak, itiraz etmek geliyordu. Bir kez daha o taşı yiyecektim. Koşarken Asen'in kollarımdan aşağı sarktığını fark edip kızı zıplatarak yukarı çektim ve taşlar bir anda yağmaya, çocuklar gülüşmeye başladığında ceketimi kızın başına doğru çekip zorla alnını omzuma yasladım. Çocukların oyun olduğunu sandıkları bu taş atma caniliğinden korunmaya çalışsam da birkaçının yüzümü sıyırdığına, ıslıksı seslerle kulağımın yanından geçtiğine şahit oluyordum. Tek korkum kucağımdaki küçük kıza denk gelmesiydi.

 

"Dinle şimdi Asen. Seninle bir oyun oynayacağız, dışarıdan gelen her sesi korsan sesi olarak hayal et tamam mı? Ve biz ikimiz korsanlara karşı savaşan bir takımız."

 

"Takımız," dediğinde hoşuna gitmiş gibiydi kelimenin çıkış şekli. Yüzüne bakıp sözlerimin etkisini artıramıyordum çünkü gerçekle yüzleşmesinden korkuyordum. Ceketin üzerinden kulağına eğdim dudaklarımı. "Eğer sana bir taş çarptığını hissedersen korkma. Ki sana isabet etmelerine izin vermeyeceğim çünkü biz bir takımız. Ama eğer olursa buradaki ağabeyler bizim oyunumuza katıldığı için olmuştur."

 

Heyecandan bacaklarını çırparken az kalsın ellerimden kayıp gidecekti. Onu kaburgalarımdan içeri geçebilirmiş gibi sarıyordum.

 

"Korsanlardan kaçmaca mı?" Belli ki daha evvel böyle bir oyunu gerçek bir oyun olarak oynamıştı. Bu amacıma hizmet ettiği için memnundum. Kendimi gülmeye zorlarken "Aynen öyle, şimdi sen bana sıkıca tutunacaksın ve ben de bizi onlardan uzaklara kaçıracağım," diyerek neşelenmesi için dilekler diledim.

 

"Defol git buradan," diye koşturmaya başladı çocuklar, bacaklarımı itmeyi daha iyi bir oyun olarak seçtiklerinde sarsılarak düşme noktasına gelmiştim. Asen oyun sandığı bu tartaklanma işine tiz kahkahar attığı için tek dayanak noktam bu çocuktu. Alnımda biriken nemi silmek istiyordum, düşmek istemiyordum. Asen'i omzuma bastıran elimi çekip çocukları dağıtmaya uğraştığımda kız kafasını kaldırmış ve dönüp bakmaya çalışırken elindeki atını düşürmüştü.

 

"Atım!" diye bağırdığında sesindeki ağlak tını sinirlerimi alt üst etti. Eğilip düşürdüğü oyuncağı almak istedim ama etrafımdaki çocuklar saldırganlığı bir oyun sanarak beni itip kaktığı sürece yere düşmemek için pozisyonumu bir milim bile bozamazdım.

 

Kız ağlayıp arkama uzandı fakat onu ceketin içine çekmeye çalıştım hemen. "Sorun yok bebeğim, saraya gidince babana söyleriz. Başka bir at alabiliriz."

 

"Dağılın, rahat bırakın kızı," diye bir destek sesi duydum arkamdan, çocuklar sonunda heyecanlı kahkahalarla çil yavrusu gibi dağılınca dönüp teşekkür etmek istedim ama yapamazdım. Sesin sahibi her kimse diğerleri kadar nefret dolu olmadığı belliydi. "Bırakın elinizdeki taşları, defolun!"

 

 

"O atı satın almadık ki babam elleriyle yapmıştı," dedi Asen içinde bulunduğumuz felaketten bir haber haliyle. En azından ağlayışı göz açıp kapama süresi kadar kısa sürmüştü. Hoyrat tabiatı beni büyülüyordu, bu kargaşanın içinde bile. "Atım korsanların elide kaldı." Sızlanması da bir ışık oyunu gibi parladı ve bir an sonra söndü.

 

"Ülke mahvolurken bile o sarayın varaklı döşemelerinden kopamıyorsun değil mi rezil kadın? Baban hangi delikteyse sen de oraya git!" Tehdidin hala devam ettiği uzaklardan gelen bu cümle sayesinde ortadaydı ancak artık yürümem için yol açıktı.

 

Sözler artık benim için iyice anlamsızlaşmıştı. Hiçbir hakaret beni yolumdan döndürecek kadar etkili değildi çünkü kucağımda korumam gereken bir çocuk vardı.

 

"O zaman baban sana bir daha yapar Asen. Sonuçta seni çok seviyor değil mi?" Küçük elleri omzuma yapışmıştı ama bu korkudan değil düşmemek içindi. "Atın da bize zaman kazandırmak için korsanlarla savaşıyor arkada zaten."

 

"Evet zaten babam bir sürü tahtadan oyuncak yaptı bana biliyor musun? Salta'da ama, annem buraya sadece bir tane getirebileceğimi söyledi çünkü."

 

Kız geri çekilip yüzüme bakmaya çalışıyordu, sohbet etmek istiyordu ama kulağımın biri bana edilen hakaretlerde olduğu için onunla gerçek anlamda sohbet edemezdim. Bazı onay sesleri ve nidalarda katılabildim konuşmasına, neyse ki çocuk bundan etkilenmiyordu. "Babam sana da yapar. Oradaki çocuklara hep yaptı. Bir tane gül yapmıştı babam tahtadan. Hem de boyadı onu. Kırmızıydı. Ürhen Teyze'ye verdi, o da ben ağladığım için bana vermek istedi ama babam kabul etmedi. O çok seviyormuş gül çiçeğini o yüzden onda kalması gerekiyormuş. Ama ben de seviyordum. Bana sonra yapacakmış babam."

 

Dizlerimin üzerine çöküp beklemek istedim, ağlamak istedim, bir ev istedim; yeniden doğmak ve yeni bir hayata sahip olmak istedim. Asen huzurlu ve heyecanlı sesiyle konuşmaya devam etti fakat ben her an ölmek istiyordum.

 

Toprak yola girdiğimizde bile kızı hayatım buna bağlıymış gibi sıkı sıkı tutuyordum. Saraya giden yol daima sessiz olurdu, bir kabusta koşup durulan, bitmez tükenmez yolu andırırdı hep fakat en azından daha güvenliydi. Artık hakaret ve taş yoktu. Altınlık çarşısı ile Saray arasındaki yirmi dakikalık yürüme mesafesinin bana iyi geleceğini düşünerek ısrarla yanımdaki askeri de kendimle yürütmüştüm seansa giderken fakat şu an buna delice pişmandım. Daha güvenli yolu seçmediğim için utanç içindeydim.

 

Asen'in sessizleştiğini, soluklarının dinginleştiğini fark ettiğimde siyah üniformalı onlarca askerin karşıdan bana geldiğini görüp bocaladım. Beni gören askerler öyle hızla hareket etti ki bir an beni devirip geçecekler sanmıştım.

 

"Küçük hanım?" diye başladı askerlerden biri nefes nefese, devamını getirmesine fırsat vermeden çocuğun başını örten ceketimi indirip onlara kızı gösterdim. Askerin aldığı rahat soluk benim ciğerlerime doldu sanki. Sonunda tehlike tamamen geçmişti. Genç asker kızı almaya uzandığında dönüp omzumda uyuyan çocuğa baktım. Aralık dudaklarından gömleğimin içine işleyen salyaların parlaklığı can sıkıcı ama komikti, güvenliydi.

 

"Bende kalsın, uyanmasını istemiyorum," dedim askere. Hiç itiraz etmeden kabul ettiğinde birinin beni kucağına alıp saraya taşımasına ihtiyacım vardı çünkü adrenalin damarımdan tamamen çekilip rüzgara karıştığı için bir tır çarpmış gibi hissediyordum kendimi.

 

"Birazdan araç gelecek efendim, yürümenize gerek yok," dedi askerlerden biri benim hala adımlarımı sıralı bir şekilde atmaya çalıştığımı gördüğünde. Bir düzine askerin bir kısmı çarşıya, bir kısmı da saraya doğru koştuğu için yanımda yalnız üç asker kalmıştı.

 

"Benimle gelen askerin nerede olduğunu biliyor musunuz?"

 

Tam karşımda duranın yüzündeki sıkıntı beni hemen etkisi altına aldı.

 

"Baygın ve yaralı bir şekilde sarayın bahçesine bırakıldı. Plakasız bir araç hızla geldi, askeri bıraktı ve gitti." Sesi, uyuyan çocuğun rüyasına sızmasından korkarak epey kısıktı. "Saraya son olanlardan sonra halk cesaret bulmuş gibi, yalnız gördükleri üniformalı askerlerimizi hedef seçmeye başladılar."

 

Bugün onlardan biri olmasaydım muhtemelen söylediği şey canımı bir nebze bile sıkmazdı. Fakat hayat sanki benim için bambaşkaydı artık. Sanki artık Kılıç'ı Kamer Mahver'in yarattığı bu öfkeli kalabalığa tercih eder ve bundan çekinmezdim.

 

Kendimden utanma işim uzun sürmedi neyse ki, bir araç hızla gelip önümde durduğunda askerler beni arabaya bindirmiş ve küçük kız kollarımda uyku mırıldanmalarıyla memnuniyetini gösterirken saraya doğru yol almıştık. Yolumuz kısaydı, belki beş dakikanın sonunda kendimi sarayın bahçesinde bulduğumda Sezma Seren'in yaşlarla buğulanmış kıpkırmızı gözleri karşıladı beni. Yüzüme bile bakmadan kollarımdaki kızına atıldığında Asen habersiz bir şekilde bana daha sıkı tutundu.

 

"Sen onu nasıl götürürsün!" Haykırışı ağaç dallarına tüneyen kuşları yerlerinden edecek kadar yüksekti. Bir eli ile beni geri savurmaya uğraşırken öteki eli kızını kendine çekmeye çalışıyordu. "Onu ben götürmedim," dedim net bir şekilde fakat annesinin yüksek sesiyle uyanan Asen korkuyla ağlamaya başlamıştı. Kızın sesine annesi de karıştığında sonunda Asen annesinin ona uzanan kollarına girip birbirlerine dolandılar. Asen'in bakıcısı korkak gözlerini kırpıştırarak kızın üzerine temiz, ufak bir battaniye attı hemen ve ceketim yerde uzanırken eğilip onu almak midemi bulandırdı.

 

"Hesabını ödeyeceksin," tehditleri yeri göğü titreriken kızını benden hatta tüm dünyadan korumak için göğsüne bastırarak saraya doğru koşuyordu Sezma. "Kılıç bu kadarını affetmeyecek. Bu kez öyle kolay kurtulamayacaksın!" Son bir kez bana dönerek haykırdığı sözler kaburgalarımın arasına irice bir taş sıkıştırılmış gibi hissetmeme neden olmuştu. Kılıç'ın bana inanmama ihtimali öyle huzursuz ediciydi ki bununla yüzleşmek yerine kaçarak uzaklaşmak istedim. Ancak hiçbir şey olmamış gibi Sezma'nın arkasından binaya ilerledim ve yolumu kesen bir asker "Efendim sizi revire alalım," diyerek omzuma koyduğu eliyle beni arka bahçeye yönlendirmeye çalıştı. Elimin tersini alnıma yapışan saçları itmek için kullanırken "Revire ihtiyacım yok," diye açıkladım.

 

Askerin bakışları alnıma daha sonra elime kaydı. "Lütfen benimle gelin. Dikiş atılması gerekebilir."

 

Bakışlarını takip ederken söylediği hakkında hiçbir fikrim yoktu, ta ki elimin üzerine sıvanmış kızıllığı görene dek. Şaşkınlığım dikkatsizce alnımı yoklamaya itti beni. Canım yanmıştı, parmaklarım ıslanmıştı ve elimde düpedüz kan vardı. Askerin ifadesindeki acımayı okusam da ona çıkışmadım aksine onu takip ederek Kılıç geldikten sonra kullanıma açılan revire girdim.

 

Siyahlar içindeki bir hemşire kaşımın hemen üzerindeki yarayı temizleyip onu mikrop kapmaması için bandajlarken zihnen ve bedenen donmuş gibiydim. Kılıç'ın hatta diğer iki arkadaşının sarayda olmadığına emindim şayet olsalardı Asen'i bulmak için herkesten önce harekete geçer ve başarılı da olurlardı. Bu beni daha da tedirgin etti. Kılıç her şey bittikten sonra, Sezma'dan olayın kendi versiyonunu duyduktan sonra bana bir daha sorar mıydı?

 

Bir noktada bana saplanıp kalmış olmasının hiçbir anlamı yoktu çünkü mesele onun öz kızı saydığı Asen'di. Sanki onun yanında kendime bir yer bakarken hem eski yerimden olmuş hem de onun tarafından kapı dışarı edilmiş gibiydim. Gözlerimin dolduğunu hissettim. Bu çok sık olmaya başlamıştı.

 

"Lütfen odanıza çekilip dinlenin, bir süre uyumamanız gerekiyor. Sık sık sizi, yeni bulgular var mı diye kontrol edeceğim." Orta yaşlarının sonunda gibi görünen kadının şefkatli sesi midemi düğümledi. Başımı eğip onu onaylasam da kalkıp gitmeye, sesimi çıkarmaya bir türlü yanaşamadım.

 

"İzin verirseniz vücudunuzda başka bir darbe izi olup olmadığını kontrol edebilir miyim?"

Başım şiddetle iki yana sallanırken daha kendim gibiydim. Şefkate, ilgiye zerre ihtiyacım yoktu. Yanlış bir şey yapmamıştım, kendimi affettirmeye, inandırmaya uğraşmayacaktım. Tek kelime etmeden bahçeye açılan kapıdan çıktım, hemşire ardımda kanlı bezleri toplarken dışarının isli kokusunu çektim içime ve bir savaşa hazırlanır gibi omuzlarımı dikleştirdim.

 

"Prenses!"

 

Sesin geldiği yöne öyle hızlı döndüm ki başım da aynı hızla dönmüştü fakat yine de geniş adımlarla, telaşlı bakışlarla üzerime gelen Batın'ın siluetini yakalayabilmiştim.

 

"Yürüyebilecek misin?" diye sordu fakat beklemeden kolunu sırtıma sarıp beni güvenli bir pozisyona getirdi. "Lütfen bana iyi olduğunu söyle."

 

Herkesten önce Batın'la yüzleşmek içime öyle serin bir su serpti ki sanki saatler sonra rahat bir nefes almış gibi kendimi adamın desteğine bıraktım. Boştaki eliyle elimi kavradığında güçlü bir şekilde parmaklarını sıkarken "Asen'i ben götürmedim yemin ederim," diyerek kendime verdiğim sözü yırtıp atmıştım. Küçük bir kızı kaçırdığımı düşünmelerine izin veremezdim. "Kız arkamızdan yürümüş, klinikten çıktığımda gördüm onu. Eğer daha önce görseydim her şeyi boş verip onu geri getirirdim Batın. Ben ona zarar vermem-" Batın devam etmeme izin vermedi çünkü büyük elleriyle beni sertçe karşısına çekip üzerime eğilirken "Böyle bir şey yaptığını bir an bile düşünmedik Karnelyan, sağ salim gelmiş olmanız bizim için önemli," dedi güçlü sesiyle.

 

Aslında ona inanmadım fakat en azından onun bana inanıyor olması bile dizlerime güç vermişti. Onay bekleyen ısrarcı bakışlarına istediği karşılığı verdiğim anda "Şimdi Kılıç canavar kostümüne bürünüp Seryum'u ufak çaplı bir kıyametle buluşturmadan önce onun yanına gidelim. Senin iyi olduğuna görmeden inanmaz," diyerek beni koşar adım saraya yürüttü.

 

Ona ayak uydurarak yönetici odasına kadar sessizce yürürken zihnimde pek çok tilki kuyruklarını birbirine dolayıp bir kaos yaratmıştı. Batın yanılıyorsa ve diğerleri onun gibi düşünmüyorsa tilkilerimin kuyrukları boğazıma sarılacaktı.

 

Maun kapının önündeki iki asker bizi görür görmez kapıya uzandılar, sonunda yüzleşmem gereken her neyse onu bana sunmak için duraksamadan açılan kapıdan girdik ve Batın'ın kolu sırtımdan kaybolduğunda kalabalık odada kendimi yapayalnız hissettim. Kılıç'ın yoğun bakışları hemen beni bulsa da bir yandaşım yoktu.

 

"Buraya gel," dedi Kılıç, sesinden hislerini anlayamadım. Kucağındaki Asen'i kollarını göğsünde bağlayıp adamın omzunun arkasından bana olumsuz bakışlar atan Sezma'ya uzatırken bana bakmayı sürdürdü. Hareket edemesem de pencerenin önündeki Valof'un tedbirli süzüşünü, Batın'ın Asen'in saçlarını karıştırmaya gidişini, küçük kızın "Karnelyan!" diyen neşeli çığlığını ve annesinin "Şşşt," diyerek onu susturuşunu görüyor, duyuyordum.

 

Kılıç boşalan kollarını iki yanına sarkıttığı anda bana doğru atıldığında düşmanla göğüs göğüse çarpışmak için onu yarı yolda karşılamak için ürkek adımlar attım. Adam henüz yanıma varmadan uzun kollarını uzatarak yanaklarımı kavradığında beni kendine dikkatle ancak aceleyle çekti. Alnımdaki minik bandaja bakan gözlerinde Kılıç'ın yakasını bırakmayan alevleri görmemek imkansızdı. Bakışları gözlerime indiğinde adam derin soluklar alıyor, öfkesini yansıtmamak için ağzını açamıyordu.

 

"İyiyim. Bir şey olmadı."

 

"Bir şey olmadı mı!" Sezma'nın nefret dolu sesini kulak ardı etmek için çok uğraştım. Onun korkusunu layığıyla anlamasam da yeterince büyük olduğundan emin olduğum için susacaktım. "Kızımı peşinden gelmesi için nasıl ikna ettin bilmiyorum ama bunun bedelini ödeyeceksin. Belki de kahramanlık taslamak, Kılıç'ın gözünü boyamak için kurduğun bir plandı bu. Belki de-"

 

"O cümleyi bitirirsen seni dışarı çıkartırım," diye müdahale eden Kılıç'ın çenesi bir taş kadar sertti.

 

Kılıç'ın ellerini yanaklarımdan ittim çünkü uzaklaşmazsam kusacaktım, boğazımdaki yumrunun başka bir anlamı olamazdı. Adam ısrarcı olmadan ellerini benden uzak tutsa da kendi bir adım bile çekilmedi ve bunu ben yaptım. Kılıç hızla arkasına dönüp "Bir kez daha ona saldırırsan çok farklı şeyler konuşuyor oluruz," dedi Sezma'ya nazik ancak net bir şekilde. "Valof, Asen'i al. Ve Batın, ne yapman gerektiğini biliyorsun."

 

Kadının itiraz ve iddialarının sesi yükseldiğinde Valof, Asen'i Sezma'nın kucağından aldı. Sezma buna karşı koymadı, biraz bile. Valof'a ne kadar güvendiği anlaşılıyordu, Asen de Valof'un omzundan sarkıp kesik kahkalar atarak bu işi bir oyuna döndürdüğünde soğuk ve sert adamın dudakları samimi bir gülüşle kıvrılmış hatta kızın düşmemek için çenesine tutunan eline dişlerini geçirerek çocuğun oyununa eşlik etmişti. Bu adam da belli ki bir insandı. Batın'sa yalnızca ikisinin bildiği o emre uyarak emin adımlarla odayı terk edip bu kaostan paçayı sıyırmıştı.

 

 

"Bize bugün neler olduğunu anlat." Kılıç, bana döndü ancak Sezma onu onayladığında benimle değil onunla konuştuğuna karar vererek adamın bakışlarına karşılık vermekle yetindim.

 

"Her gün olduğu gibi bugün de aynı öğlen saatlerinde Asen'i bahçeye çıkardım, ahşap atını peşinde sürükleyip koşturuyordu ve," diyip duraksadığında gözleri benimkileri buldu. "Bu kadının saraydan bir askerle çıktığını gördüm, sadece birkaç dakika gözlerimi Asen'in üzerinden ayırmıştım. Fakat sonra onu göremeyince seslendim, kalkıp etrafa baktığımda hiçbir yerde yoktu."

 

"Bu esnada Madam neredeydi?" Kılıç öfkesini kontrol altında tutmaya çalışıyordu, sesini saran hırıltılı ton adamın sakince konuşmakta zorlandığının göstergesiydi.

 

"Ona izin vermiştim. Ders saatine kadar Asen'le yalnız vakit geçirmekti planım."

 

"Söylediğin, Karnelyan'ı izlerken kızını kontrol etmeyi unuttuğun mu?"

 

Sezma acele bir öfke ile "Hayır!" diye çıkışmasının hemen ardından daha güvensiz devam etti sözlerine. "Yalnızca bir an için gözlerimi üzerinden çekmiştim." Kızı yeniden kaybolabilirmiş gibi Valof'un kollarındaki çocuğa kaydı bakışları. Mahcup ve öfkeliydi fakat ona hak vermekten başka elimden hiçbir şey gelmiyordu.

 

"Peki," dedi bana doğru bir adım atan Kılıç. "Sen Asen'i gördün mü?"

 

Sorguya çekiliyordum açıkça ve bundan iliklerime kadar tiksiniyordum. Sezma haklıydı, yalnızca var olmam yetiyordu nefreti hak etmeme, hiçbir suç işlemeden sorgulanmama.

 

Soruya tepkim çenemi iki yana sallamak oldu. Ne kadar kötü bir gün geçirmiş olsalar da bunun sorumlusu ben değildim. Aslında var olmamdı.

 

"Sana seslendi mi?"

 

Yine aynı şekilde karşılık verdim.

 

"Onu gördüğünde ne yaptın?" Soruda büyük bir dikkat vardı, öyle ki adam şuursuzca üzerime eğilmişti cevabı dudaklarımdan söküp almak ister gibi.

"Kucağına aldı baba!" diye bağırdı Asen hemen. "Ben yürüyemeyeceğim için değil ama, Korsanlardan Kaçmaca oynayacağımız için ceketini üstüme kapattı sonra da çok hızlı koştuk. Ağabeyler taş bile attı."

 

Gözlerim istemsiz kapandı çünkü ifşa ediliyormuş gibi berbat hissettim kendimi. Yaptığımda hiçbir yanlış yan yokken başımıza gelen her şeyin suçlusu olmak iğrençti. Ölmek istememi sağlayacak kadar.

 

"Biz bir takımdık hem de çok iyiydik, Karnelyan çok hızlı koştu, atım da arkada kalıp korudu bizi. Bana hiç taş gelmedi anne! Karnelyan biz takımız diye beni korudu."

 

Gözlerimi açtığımda göz yaşları yanaklarından boynuna süzülen Sezma uzanıp çocuğun saçlarını okşuyordu ve kız olan biten her şeyi anladığı şekilde eğlenceli bir oyunmuş gibi aktarırken annesinin perişan halinden zerre etkilenmiyordu.

 

Sonunda Sezma'nın yere baktığını Kılıç'ın ve Valof'un beni izlediğini gördüğümde Asen de anlatmayı bitirmişti.

 

"Karnelyan'a bir özür ve teşekkür borçlusun." Kılıç'ın katı otoritesinde hiçbir boşluk bulunamazdı, Sezma'dan istediğini almadan bırakmayacaktı. Kadından alaycı bir tıslama yoktu, nefret dolu bir karşı çıkış da.

 

"Kimseyi böyle bir şeye zorlayamazsın." Karşı çıkan bendim ancak. Odadaki kimseye bakmaya gerek duymadım çünkü odağımda olan tek şey çekip gitmem için orada olan kızıl kahve kapıydı. Hışımla atıldığımda Kılıç belimi anından yakaladı, ayaklarım neredeyse yerden kesildiği için adamı itip kendimi ondan çılgınca bir güçle kurtarmaya çalışıyordum ki "Dışarı," emri vererek Valof'un Sezma'yı kolunun altına alarak kapıya yönelmesini sağladı. Kapıdan çıkıp çıkmadıklarını göremeden Kılıç beni havaya kaldırmış ve göğsüne bastırmak için bir saniye bile beklememişti. "Askerlere söyleyin odaya hiçbir koşulda giren olmasın, kapı içeriden açılmadığı sürece açılmayacak."

 

"Bırak beni hemen!"

 

Kılıç bir saniye bile beklemeden arkasında kalan masaya yöneltti bizi ve bir eli masanın üzerindekileri önemli ya da önemsiz olduklarına bakmaksızın yere savurduktan hemen sonra beni boşalan masaya oturttu. Direnip kalçalarımı öne ittiğimde amacım ayaklarım yere değer değmez kaçmaktı fakat iri bir beden açık bacaklarımın arasına yerleşip elleriyle de masaya tutunup üzerime eğildiğinde kurtuluş için geçmem gereken köprünün yıkılışını bizzat izliyordum.

 

"Ben bir şey yapmadım Kılıç, bırak beni!"

 

"Bir şey yapmadın mı?" Hayret ve öfke vardı adamın damarlarında. Kendimi geri itmeye çalıştım çünkü yüzünü görmek zorundaydım. "Kızımı kurtardın," dedi ona bakmam için yardım etmek amacıyla çenemi tutup yüzüne kaldırdığında. "Bir felaketten kurtuldun ve sapasağlam kollarımda duruyorsun." Kaşları çatıktı, öfkesi banaydı fakat öfkesinin sebebi sandığımdan daha farklıydı. "Nimfea," dedi uyarır gibi. "Karnelyam... İzin ver sana minnettarlığımı göstereyim."

 

Nehir şeffafı gözler gece çökmüş gibi kapkara görünüyordu, bana dokunmamak için ellerini iki yanımda yumruk yapmıştı fakat yüzü öyle yakın ve bakışları dudaklarımda öyle yakıcı izler bırakıyordu ki tepetaklak olduğumu sandım. Bir an zayıf sinir sistemimin adamı onaylamama neden olduğunu fark ettim. Korkak bir baş onayıydı ancak Kılıç yalnızca bir saniye gözlerimde de cevabı aradıktan sonra bulduğu her neyse onu harekete geçirmeye yetmişti. Ve göz açıp kapayıncaya kadar adamın sıcacık ağzı benimkini tatmaya başlamıştı bile. Bu dudakların temasına daima aynı tepkiyi vereceğimi sandım çünkü içimi titreten zevk yüzünden inleyecektim ki dürtümü zorla bastırıp sert bir nefes verdim bunun yerine. Dili dudaklarımın arasından kaymıştı bile, ona izin ve karşılık verdiğim için zorlanmasına imkan yoktu. Kılıç beni masanın ucuna ürkütücü hırlamayla çektiğinde dizlerime uzanan etek kalçalarıma kadar sıyrılmıştı ve ince iç çamaşırımın ardından adamın bana yaslanan sertliğini aramızda hiçbir engel yokmuş gibi hissettim. Bu kez inlememi bastıramazdım.

 

Elleri eteğimi zorla belime kadar itti ve kalçalarımın iki yanına sertçe kondu, o an onu durdurmak yerine düşündüğüm şey ona daha yakın olmaktı. Zaten bacaklarımın arasını iter haldeki sertliğine acı verecek kadar bastırmak için kalçalarımı tutan eller harekete geçmişti. Aç bir varlıktan başka bir şey değildi şu an dudaklarımı talan eden, bana nefes alacak boşluk bile bırakmadan kendini doyurmak için hayvani saldırısına devam ettiğinde ellerim saçlarına gömüldü ve zorla geri çektiğimde dudakları bana bir boşluk verdi, başımı yana çevirip bir oda dolusu nefes aldım. Adam geri çekilmemişti yalnızca dudakları artık dudaklarımda değil çenem ve boynum arasında dolaşıyor ve ıslak diliyle izler bırakıyordu.

 

"Ya beni şimdi durdur ya da bırak sana adını bile unutturayım," dedi alnı çaresizce ıslattığı boynuma yaslanmışken. Bana iki kez seçenek sunuyordu ve yapmam gereken tek şey göğsündeki ellerimi onu itmek için kullanmaktı.

 

 

Loading...
0%