Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@aurasea

Bölüm şarkıları:

Müslüm Gürses/ Nilüfer

Azer Bülbül/ Caney

Cengiz Kurtoğlu/ Küllenen Aşk


Terketmedi sevdan beni,

Aç kaldım, susuz kaldım,

Hayın, karanlıktı gece,

Can garip, can suskun,

Can paramparça...

Ve ellerim, kelepçede,

Tütünsüz uykusuz kaldım,

Terketmedi sevdan beni...


İyi okumalar...


🍓


Henüz kırmızılaşmaya başlamış çileklerin olup olmadığına bakmadan küçük parmaklarlarıyla patır patır toplamaya başladı. Annesine yakalanma korkusunun yanında abisinin hakkını da yiyecek olmanın verdiği vicdan yüküyle pek ilgilenmedi. Şu an tek ilgi alanı bu çileklerdi. " Yeşilken de yenir mi ki?" mırıl mırıl söylenerek toplamaya devam ediyordu.


" Hii, naptın gerizekalı!" Diye arkasında beliren Ferit'le olduğu yerde sıçrayıp " Abiii." Boynunu büküp mahmur gözlerle bakmaya başladı. İşe yarardı bu bakış. Abisi, babası hemen yelkenleri suya indirirdi. " Anneme sakın söyleme. Valla billaha izin vermez dışarı çıkmamıza."


Bu Ferit ve Firuze için koskoca günü evde pinekleyerek geçirmek, can sıkıntısından birbirine dalaşmakla geçirecekleri anlamına geliyordu. İkisi de bunu istemezdi. " Daha olmamış, olmamış." Ferit'in çıkışmasıyla " Aralarında olan var, aha bak bu kırmızı." Elindeki çileği uzattı ona doğru. Ferit çileğe doğru hamle yapacakken Firuze, hızla elini geri çekti.

" Pışıkkk, vermem. Benim bu."


" Tadına baksaydım bari."


" Git diğerlerine bak sen de." İş bölümü en iyisi olacaktı.


" Tamam, yeşilleri toplama ama. İki üç güne onlar da olur. Sabret kızım az."


" Of. Niye bu kadar beklemek zoeundayız ki! Keşke hemen olsalar." Zordu beklemek. Eve taşındıkları hafta babası Firuze'nin ısrarlarına dayanamayıp almıştı çilek fidelerine. Bahçenin küçük bir bölümüne ekilen çileklerin başında bir hafta bekledikten sonra, " Bozuk bunlar." Deyip pes etmişti.


Tabii bu arada Ferit'in hayallerini süsleyen akvaryum da alınmış üç tane japon balığına ev sahipliği yapıyordu. Birbirinin aynısı olan balıklar elbetteki bilerek seçilmişti çünkü Güven, üçünün balık için kavga edeceğini biliyordu.

Bu durumdan hoşnut olmayan biri vardı ancak Nesrin.

" Evi kokutur bunlar yaz günü."


" Suyunu kim değiştirecek?"


" Güven, vallahi kaçar falan bak, ben sorumluluk kabul etmiyorum.


"İstediniz madem bakın şimdi."


Nesrin'nin sorunlarını kulak ardı eden çocukların daha büyük derdi vardı o sırada. Balıkların isimleri.

Güven'ninki ise epey zordu. Karısının gönlünü almak.


Hem çocukların gönlü hoş olsun hem de Nesrin zorlansın istemiyordu. İdeal baba ve eş olarak iki tarafında gönlünü yaptı. Balıkları çocuklarla birlikte -sözde- Nesrin'e iş çıkarmadan temizliyorlardı ama sonunda her yer su oluyordu. Bir ara balıklardan biri ölüm tehlikesi atlatmıştı neyseki çocuklar bu sahneye şahit olmamıştı.


" Güven! Bu banyonun hali ne?" Bu sorulara maruz kalmak istemediği için çocukları önceden organize edip görev dağılımı yapıyordu.


" Ferit bezi getir oğlum."


" Feride sen de deniz kabuklarını temizle kızım."


" Ben peki, ben napayım baba?" Firuze'nin iki kardeşten küçük oluşu Güven için onu fasulye katagorisinde tutuyor olsa da Firuze bunu istemiyordu.


" Sen de balıklarla konuş da canları sıkılmasın." Çünkü bu da Firuze'nin yaptığı en iyi şeydi.


"Tamam." İtiraz etmedi.


" Bugün nasılsın Portakal, pek bir sıkkın görünüyorsun? Peki ya sen Havuç? Eee benim ki yok!"Diye yaygarayı koparacakken üçüncü balığın kabuğun içinden çıkmasıyla, " Aaa buradaymışsın Çilek." Dedi coşkuyla.


Portakal ismini veren Ferideydi. Turuncu balığı gördüğü anda portakal gibi demesiyle "Adı Portakal olsun." Demesinin ardından Ferit de ablasının yaptığı çağrışımla " Başka turuncu ne var?" Diye kısa çaplı bir beyin fırtınası yapmış ve " Havuç." Demişti.

İçlerinde en duygusal! yaklaşan Firuzeydi çünkü o en sevdiği şeyin adını koymak istemişti. Ama Feride ve Ferit'e göre turuncu bir balığa kırmızı renkli bir meyvenin adını vermek saçmaydı.


Zaten çileği yeşilken toplayan bir kardeşin, çileğin kırmızı olduğu bilgisine sahip olup olmadığı şüpheliydi.


" Üç tane var bende." Ferit elindeki çileklerle çöktüğü yerden doğruldu. " Sende?"


" İki." 


" Ee ama ikiye bölemeyiz ki bunu. Beş oluyor." Bölmeyi öğrenmişti artık. Bu sene dördüncü sınıf olacaktı.


" İki sana iki bana olunca geriye bir kalıyor, o ne olacak? Ablam sevmiyor."


"İbo'ya götürelim." Firuze'nin söyledikleriyle şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı Ferit. " Sen? Çileğini İbo'yla mı paylaşacaksın?"


" Ne var olamaz mı?" Dediğinde bir omzu da havalanmıştı. Ben böyle istiyorum demenin beden diline yansıyan görüntüsüydü bu. Paşa gönlü bunu uygun görmüştü.


" Benimle bile paylaşmıyorsun şaşırdım." Dedi Ferit. Bozulmuştu biraz yalan değildi. " Ben seninle hiçbir şeyimi paylaşmıyorum zaten abi."


" O da doğru." Diyen sesi fısıltı gibi çıkmıştı, çaresiz bir kabullenişle başka bir şey diyemedi. " Hem de en olmuşu ona verecek." İçindeki münakaşa başlamıştı.


" Hadi gidelim, başka çilek kalmadı."



Ferit'in asker düğünü gecesi


Türker, gece yarısı eve geldiğinde odasına giden adımları mutfağın yanan ışığıyla durmuş yönünü oraya çevirmişti. Mutfağın kapısını araladığında evde geçirdiği günlerde alışık olduğu manzarayla karşılaştı. Buraya gelirken de bunu bilerek gelmişti zaten. Ayakları geri gitse de çocuk Türker, mutfağın aralık kapısından babasını izliyordu. Ve şimdiki Türker ona her zaman yenik düşüyordu.


Ahmet'le göz göze geldiler. Saniye süren bakışmayla Ahmet yine kadeh ve sigarasının olduğu masaya bakmaya devam etti. Türker, kapıyı geçebileceği bir aralık bırakarak içeri girdiğinde su içip odasına gitmek ve babasının karşısına oturmak arasında kalsa da buzdolabını açıp dolu sürahiyi tezgaha bıraktı. Dolaptan bardak alıp suyu doldurdu ama içmeye de yeltenmedi.


Bakışları bardak ve masa arasında gidip geldi. Eline aldığı bardakla hiçbir şey demeden çıkacakken " Gel." Ahmet'in sadece emir kiplerinden oluşan cümlesi duyulduğunda " Yorgunum." Deyip yeniden gidecek oldu ama " Gel." Tekrarlandı.


Kapıdan dönüp babasının karşısına oturduğunda elinde tuttuğu bardağın ağız kısmında baş parmağını gezdiriyordu. Ahmet, bakmadı bakmazdı da.


Derinden gelen boğuk ses " Aynı değiliz ikimizde." Diyordu. Türker'in bu hayatta korkttuğu tek şeydi belkide. Babasına benzemek.


Nasıl ki bu masada oturan babası değişmiyorsa bu şarkı da hiçbir zaman değişmemişti. Bu gece kaçıncı başa sarışıydı Ahmet'in?


Herkes anlatmazdı derdini biliyordu. Bazen gözler konuşurdu sadece. Ama babası ona bakmıyordu bile. İnsan başka türlü nasıl konuşurdu?


Geceler boyu bu şarkıyı Türker de dinlemişti. "Bir şey anlatmak istiyor, onu anlamayan benimdir belki de."

Çok düşünmüştü. Eskiden dinlerken ağlayarak uykuya daldığı da olurdu. Şimdi boşluk vardı sadece, kabullenmenin verdiği rahatlık değildi bu. Çaresizlikti. Çaresizce kabul etmişti.


"Sor." Dedi içinden. " Bir şey söyle baba. Konuş."

Ahmet öyle bir yerdeydi ki hayalinde bile ona cevap vermiyordu.

" Canım acıyor baba. Tam şuramda bir yangın var. Neye yandığını ben de bilmiyorum. Bilmek istiyorum ama alacağım cevaptan çok korkuyorum. Korkuyorum baba. Sen hiç korktun mu?" Diyemedi.


Annesinden duyduğu kadarıyla babası okulla ilgili her şeyiyle ilgileniyordu. Hocalarını, komutanlarını arayıp onun hakkında bilgi alıyordu. Hem mesleğinin hem de rütbesinin ağırlığını kullanmaktan geri kalmıyordu Ahmet.

Türker'in gözünde babalık rütbesi hep aynı yerdeydi ancak bir adım dahi ilerlemiyordu.


" Hayatını çiziyorsun." Aniden gelen sesle başını kaldırdı ama Ahmet'in bakışları hala masadaydı. Anlamadım, diyecek oldu. Kalbi ağzında atmaya başlarken devam etti Ahmet. " Çemberin etrafında dönüyorsun sadece. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyorsun." Başka bir şey demeden eline aldığı kadeh ve küllükle ayaklandı. Kadehe yıkayıp yerine bıraktı. Yarım kalan rakı şişesini yeniden dolaba koydu, küllüğü boşaltıp çıktı mutfaktan.


Buğulu ses, " Sevgisizliğine bir kalp verdim, artık geri ver." Diyordu.



Ferit'i askere uğurlayalı bir ay olmuştu. Henüz 'çömez' oldukları için ilk birkaç gün kimseyi arayamamış, sıkıntıdan bayılacağını düşünüyorken yorgunluktan bayılmıştı. Komutanın sıraya girmeleri için verdiği emirle hepsi mum gibi dizilmiş korkudan ağızlarını açamamışlardı.


Can dostu Türker, " Sakın her boka atlama." Diyerek Allah'tan onu uyarmıştı. Uyarmasaydı kör bıçakla kaç kilo soyduğunu- soymaya çalıştığı- patateslerle derin bir bağ kurmazdı. Tek suçu ve en büyük suçu komutan " Mutfak işlerinden anlayan var mı?" Diye sorduğunda büyük bir şevkle

" Ben!" demesiydi. Biraz zaman geçince anlamıştı yediği haltı.

"Lan ben ekmek bile kesemem ki!"


Aydınlanmıştı ama çok geçti artık.


İki gün sonra Türker'le konuştuğunda Türker'in telefondaki alaylı sesiyle daha da siniri bozulmuştu.


" Ulan o kadar dedim sana, atlama." Sondaki kelimeyi heceleyerek ve bastırarak söyledi. " Abi ben de anlamadım hangi ara dedim, nasıl dedim. Aklıma sıçayım. Ulan ellerim buruş buruş oldu. Soğan kokuyorum lan! Üzerime barut değil, salça sıçrıyor benim!"


Türker'in gülüşüyle sinirlenip " Gülme, sikerim belanı." Dedi dayanamayıp. " Abi, ben analarımızı çok iyi anladım bak, yemin ediyorum. Kadın bütün gün mutfakta bir kere of demedi ya. Ah anam, ah. Ispanak yemediğim günler için pişmanım."


" O kadar mı lan?"


" O kadar tabii oğlum." Zorlasan ağlayacaktı da askerlik ciddi bir müesseseydi, kuyruğu dik tutmak lazımdı.


" Yaramış sana oralar." Güldü Türker. " Bir yaradı bir yaradı. Üç kilo verdim geldim geleli. İçlik giyiyorum, içlik!"

" Sabah ayazı fena olur, çarpılırsın." Türker'in engin tecrübelerini dinlemek isterdi ama süre de doluyordu.

" Kardeşim, kapatmam lazım şimdi. Arkam otobüs kuyruğu mübarek."


" Tamamdır, görüşürüz yine."


" Ha bu arada, yemin törenine geliyorsunuz değil mi? Bak beni buralarda öksüz bırakmayın. Bulursunuz değil mi beni? Herkes birbirinin aynısı."


" Buluruz, buluruz." Türker gülüşünü bastırmaya çalışırken arkada Ferit, " Dur lan ne acelen var!" Diye birilerine laf yetiştiriyordu. Telefon suresinin dolmasıyla kapattılar.


Ferit, telefon süresinin dolmasına ayrı, sürenin bu kadar kısa olmasına ayrı söverken sıranın en sonuna geçip yeniden beklemeye başladı. Burada düşünecek çok zaman vardı. Sabah karga bokunu yemeden uyandıkları; akşam da tavuklar uyumadan yataklara geçtikleri için ranzanın demir tavanına bakıp düşünecek çok şeyi oluyordu insanın. Böyle düşüne düşüne ilkokulda Türker'e olan borcu bile aklına gelmişti. Güncel borçlarının yanına 1,5 tl'lik karışık tost borcu da eklenince insan işin içinden çıkamıyordu.


Emekli atmış beş üstü amcalar gibi gazete okuyordu, profesörün kitaplarını alıyordu arada. Devresi Fatih, yüksek lisans yaptığı için devreleri tarafından profesör ilan edilmişti. En büyükleri de oydu.


" Lan sen az önce sırada değil miydin?" Diyen sapsarı kafalı oğlana " Yok kardeşim o ben değildim." Deyip ittirdi. Gergindi. Çocuk hiçbir şey demeden giderken arkasından bakıp " Ayıp oldu, neyse kantinden bir çay ısmarlarım ben ona." Deyip ezberinde olan numarayı çevirdi.


Birkaç çalıştan sonra " Alo?" Diyen sesle ayaklarındaki postallar daha da ağırlaştı. Elindeki ahizeyi tutmak zorlaşırken sıktı. " Alo?" Dedi ince ses tekrardan. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldığında " Ferit, sen misin?" Gözlerini açtığında rüyadan da uyanmıştı sanki.


" Sensin." Dedi Beyda. " İyisin?" Diyen ses meraklıydı. Ferit o ana kadar nefesini tuttuğunu farkında değildi.

" Arayacağını biliyordum."


" Nasıl?" Sesi o kadar az çıkmıştı ki duyduğundan bile emin değildi. Ama aldığı cevapla duyduğunu anladı.

" Bilirim ben. Seninle ilgili her şeyi bilirim Bes."


Bu kelimeyi duymayalı epey zaman olmuştu. Ferit, ne yapacağını bilemeyip " Kapatıyorum." Ahize hala kulağındayken " Allah'a emanetsin." Diyen Beyda'ya cevap vermedi.

Telefonu kapattığında " Sen de Ronahiya." Diyebildi.

Kısacık bir andı belki ama yalan yok, iyi gelmişti.


(Bes- biricik, Ronahiya- ışık)


*


" Bulabilir miyiz bu kalabalıkta?" Firuze, parmaklarının ucunda yükselmiş bir örnek olan askelerin arasından abisini bulmaya çalışıyordu. " Bulur o bizi, endişlenme." Yanındaki Türker'e bakıp " Ne rahatsın!"


" Ben mi rahatım?" Kendini göstererek sorduğu soruyla kaşları da kalķmıştı. " Sen tabii."

"Ne yaptım da rahat oldum, anlayamadım."


" Yaptığın için değil yapmadığın için rahatsın dedim zaten." Firuze, laf sokmanın verdiği hazla kollarını birleştirdi. " Korkma abini burada bırakacak değiliz. Onu burada bırakıp gitsek bizden önce Ankara'da olur."


Firuze'nin saman alevi siniri geçmiş olacak ki " Doğru. " dedi gülerek. " Nasıl olacak şimdi? Bizimle geçebilecek mi?" Meraklı su yeşili gözler ona bakıyorken bir şey demeden baktı Türker. Bu durum daha uzun sürerse Firuze'nin kızacağını bildiği için " Izni var. Eminim sonuna kadar kullanır."


" Fotoğraf çekeyim. Annem binbir tembih etti." Feride'ye on sekizinci yaş gününde alınan emektar makineyi odaklamaya çalışarak birkaç fotoğraf çekti.


" Çekeyim mi seni?" Bir gözü hala kadrajdayken ağzı da işe ciddiyetini verdiği zamanlarda olduğu gibi aralıktı.

" Ha?" Dedi kabaca. Türker, yanına gidip makineyi elinden aldığında " Poz ver bakayım." Sakin sesle kurulan bu cümle tamamen emir cümlesiydi ama duyduğu en kibar tonlamaydı o an.


" Nasıl poz vereyim? Beceremem ben İbo."


" Öyle dursan yeter."


" Böyle put gibi mi?"


" Çekiyor musun? Çektin mi? Çok çekme film biterse ne olacak? Annem döver vallaha."


" Bir şey olmaz. Yenisini takarız."


" Bir de rahat değilim dersin."


" Bunun neresi rahatlık? Çözüm üretiyorum işte."


" Çok sağ ol ya, içimi rahatlattın!"


" Ne demek."


" Bir de dalga geçiyorsun!"


" Estağfurullah, ne haddime."


" Şöyle çek bari. Boşa gitmesin, çiçekli elbise giydim o kadar."


" Evet, şaşırttın beni."


" Ne var, giyemez miyim?"


" İstediğini giyebilirsin. Sadece sık giymiyorsun o yüzden."


" Aslında annem zorla giydirdi."


" Hiç gülme! Nesrin Hanım'ın duygu sömürüsünü duymak istemezsin. Giymezsem mahalleden birine verecekmiş elbiseyi. Hemen giydim ben de."


" Kıskanç."


" Hiç de bile! Sonuçta bana alınmış, benim yani. Neden başkasına yar edeyim?


" İbo?"


" Efendim?"


" Sustun?"


"Haklısın. Yani elbise konusunda. Sana ait. Senin yani. Bırakmamak lazım."


" Ne oldu? Hani kıskançtım ben?"


" Hala kıskançsın ama elbise de senin."


" Neyse fotoğraflara bakayım mı? Çekebilmişsindir inşallah."


" Hiç bakma çok çirkin hepsi."


" Aaa ne diye tutturdun o zaman fotoğrafını çekeyim diye?"


" Biraz susarsın diye düşündüm ama fotoğraf çekilirken bile susmadın o yüzden tüm pozlarda konuşuyorsun. Ağzın burnun hep kayık çıkmış."


" Ben mi dedim çek diye!"


"Helal olsun ya! Ciddi söylüyorum bak, biri kardeşim dediğim insan biri de maalesef ki kardeşim ama şu hale bak."

"Lan siz benim için gelmediniz mi buraya? Millet, süte koşan kuzular gibi anasını buldu. Bilin bakalım kim piç gibi ortada kaldı!"


" Aa abi!" Firuze, Ferit'i onların bulması gereken yerde Ferit'in onları bulmasıyla şaşırdı.


" Biz de tam yanına geliyorduk kardeşim."


"Sallama lan!"


"İbo'yu bilmem ama gözüm hep oralardaydı abi. Baktım ama seni göremedim." Kardeşinin sakin sesiyle şaşıran Ferit, " Ne oldu kız sana? Bir ay bıraktım süt dökmüş kedi gibi olmuşsun." Firuze, duyduklarıyla sırıtırken,


" Ne mümkün." Yanında duyduğu fısıltıyla Firuze dirseğini Türker'e geçirdi. "Kaşınma İbo."


" Vazgeçtim, sözlerimi geri alıyorum. Süt dökmüş kedi değil ama siz haĺa kedi köpek gibisiniz."


" Ferit, geleli bir ay oldu. Bu sürede neyin değişmesini bekliyorsun?" Türker'in alayla söylediklerine bir cevabı vardı o an, ancak ertelemesi gerekiyordu şimdilik. O an, Türker"in avukatlığını üstelenen Firuze, " İbo haklı abi. Gören de sınır ötesi operasyonuna gittin de gelmedin sanacak."


" Dalga geçmeyin, şurada bir ay rahat uyuduysanız benim sayemde."

" Sana olan borcumuzu ne yapsak ödeyemeyiz abi. Vatan sana minnettar. Hatta önce sana sonra İbo'ya. O da aldı başını asker olacağım diye gitti, göreceğiz bakalım." Meydan okuyan Firuze'ye hayretle bakan Türker, " Konu nasıl yine bana geldi onu düşünüyorum şuan."


" Onu bunu boşverin de ben çok açım lan!"


" Önce bir şeyler yiyelim. Sonra yola çıkarız o zaman." Türker'i onaylayıp " Olur, olur. " dedi sabırsızlıkla.


" Yolda da askerlik anılarımı anlatırım artık."


" Bir ayda?"


"Ne var kız, sen de gülme oğlum? Senin halden anlaman lazım."



"...sonra dedim ki, komutanım ben yaparım. Siz merak etmeyin." Ferit, kendinden oldukça emin şekilde eline göğsüne koydu. Benzerinin bile yaşanmadığı sözde anının yaşandığından o kadar emindi ki! Bir masanın etrafında toplanmış hayranlık ve özlem dolu gözlerle daha da coşkulu anlatmaya başladı.

" Komutan dedi ki " Aferin genç adam, ben senin gözünden anladım zaten."


" Ah yavrum." Diyen Nesrin, gururla baktı oğluna.


" Genç adam? Sonraki hikaye FBI'daki ilk görevin herhalde." Yan tarafında oturan Türker, elini ağzına siper edip gülerek sordu ama Ferit onun gibi eğlenmiyordu o sırada. " Evet abi, ne var?"


" Bu nerenin komutanı Teksas mı? Donutlarınızı da yediniz mi barii."


" Sus lan, gaza gelmişim burada." Ağzına tıkmaya çalıştığı kurabiyeyle, "Ne donutu oğlum, adam bize donlarını yıkattı, donlarını." Ağlanacak haller, karizmayı çizdirecek görüntüler geliyordu gözünün önüne.


Türker, kendini daha fazla tutamayıp kahkaha atarken ona dönen yüzlerle, " Pardon." Deyip tişörtünü çekiştirerek oturuşunu düzeltti. Arada gülme isteğini bastırmak için dudağını yiyerek Ferit'i dinliyordu.


Firuze ve İlke de yan yana oturmuş sessizce sarmalarını yerken " Sence benim bu masada oturmam adil mi?"


" Hangi yönden baktığına göre değişir." Diyen İlke'e döndü anlamayarak.


" O ne demek?"


" Henüz reşit olmadığından çocuk kategorisinde sayıldığın için mi burada oturmak istemiyorsun yoksa karşı masada yan yana oturmak istediğin biri mi var?"

İlke'nin iki yana gerilen dudakları, aldın mı cevabını diyordu.


Sessiz kaldı. Sarmaları ikişer üçer tıktı ağzına.



"Attığım adımda izin var

Baktığım aynada yüzün var

E bu canımda gözün var

Nerdesin caney?"


" Abi! Sesini kıs şunun!" Firuze, elleri titrerken yarım topladığı saçına tokasını tutturmaya çalışıyordu. " Oldu mu? Çabuk söyle." Bıkkınlıkla onu izleyen Feride, uzandığı yerde derince bir of çekti. " Kaçıncı soruşun bu? Yüz,bin..."


" İptal mi etsem. Evet, evet iptal etmek en iyisi." Dağınık yatağın içinde telefonunu ararken " Hele bir dene, bak ben saçını nasıl yoluyorum." Feride'nin tehdidiyle " Abla ben hangi kafayla dedim bunu."


" Bilsem..." 


" Hiç destek olmuyorsun şuan." Eline aldığı elbiseyle çaresizce yatağın köşesine oturdu.


" Seni tanıyorum Firuze. O an bunu dediysen muhakkak bir şey düşünmüşsündür."


" Tanıyamamışsın hiçbir şey düşünmüyordum çünkü. Gelişine, bodoslama, dört nala dedim işte."


" İyi o zaman. Şimdi de öyle yaparsın."


" Nereye gideceksiniz? Ferit biliyor mu?"


" Abim okuldan arkadaşlarıyla buluşacak. İbo onları tanımıyor. Çıkar birazdan hatta."


" Parfüm kokusu henüz..."


" Geldi."


" Bu pantolonla gömlek olmuş mu?" Diyen Ferit'ten önce gelen parfüm kokusu içeriyi doldururken kızlar yüzünü buluşturdu.


" Parfümle mı yıkandın abi!"


" Sen eski parfümüne mi döndün?"


Feride'nin sorusu Ferit'in dikkatini çekmiş olacak ki " Ne alaka?"


" Soruya soruyla cevap verilmez."


" Maşallah, herkes de bu aralar Polat Alemdar olmuş." Diyerek aradan sıvıştı Firuze.

Sıra yine ona gelirdi, zaten gergindi daha fazla kaldıramazdı.


Koşar adım kapının önündeki spor ayakkabılarını giyip çıktı evden. Abisinin göz bebeği Kartal'a binerken adrenalin, heyecan ne varsa hissediyordu. İnsanın içini kıpır kıpır eden ne kadar duygu varsa Firuze'nin bedenine toplanmıştı.


Arabayı park yerinden çıkarıp radyoyu ayarlamaya çalışırken kapının önüne çıkan Türker de arabaya ilerledi. Yüzündeki pişmiş kelle sırıtışı Firuze'yi sinir etse de şarkı ayarlamaya devam etti.


Türker arabaya bindiğinde Firuze hala radyoda şarkı bulmaya çalışıyordu. Şarkı bahaneydi. " Ne yapıyorsun?" Diyen Türker'e " Ne olsun ya yuvarlanıp gidiyoruz." Dedi alık alık.


" Şimdi ne yaptığından bahsediyorum Firuze?"


" He." Diye gelen aydınlanmayla Firuze de doğrulup sürmeye başladı. " He ya." Türker'in onu onaylamasıyla, " Nereye gidiyoruz?"


" Sen sürüyorsun, nereye götürürsen artık."


" Doğru."


" İyi misin?" 


" İyiyim, neden iyi olmayayım."


" Birkaç dakikadır laf sokmadan konuşuyorsun da ondan şaşırdım."


"Şaşırtmayı severim."


"Bilmez miyim." Türker, içtenlikle söylemişti. Firuze, yerinde kıpırdanırken, " Her şeyi bilir misin peki?" diyerek Türker'e döndü. Arabayı durdurmuştu, nerede oldukları önemsizdi o an. Kalbi son sürat atmaya başlamıştı ama. Onun da el firenini çekemiyor muydu?


" Her şeyi mi her şeyini mi?"


" Ne anladıysan o."


" Ben çok konuşurum ama bazı konularda konuşamıyorum. Belki de en çok söylemek istediklerim onlarken susuyorum." Su yeşili gözleri arabanın ön camında oyalanırken elleriyle oynadığının farkında değildi.

Kısa bir sessizlik oldu. Dönüşü olmayan bir yola girdiğinin farkındaydı. Hangi akılla bunları söylediğini bilmiyordu, Türker'e bakıp, " Anla işte be İbo. Zorlamanın bir anlamı yok. Mahalleye geldim ilk seni gördüm, o zamandan beri de senden başka yere bakamadım."


Durdu, düşündü, yutkundu. Cesaret edip Türker'e baktığında, Türker'in de ona değil, ön cama baktığını gördü. " Bir şey de demek istedi." Firuze de sustu.


Türker derin bir nefes aldı. " Senin erkek arkadaşın yok muydu?"

Bu muydu gerçekten? Bunların üzerine söylenecek söz müydü şimdi?


" Olmadığını ikimiz de çok iyi biliyoruz."


" Anladım." Firuze'ye döndüğünde su yeşili gözlerin nasıl merakla ona baktığını gördü. Ağzından çıkacak tek bir lafa bakıyordu, bekliyordu. Şaşkındı Türker. Ama şaşkınlığının en üstündeki duygu bambaşkaydı. Firuze'nin cesaretine hayran olmamak elde değildi.


" Firuze." 


" Efendim." Diyen kızın sesi beklenti doluydu.


" Gözünü açtın beni gördün." Başını salladı kız.


" Şimdi gözlerini kapat." Derin bir nefes daha. Firuze'nin kapanan gözleriyle eş zamanlı arabanın kapısı da açılıp kapandı.


Firuze, gözlerini açtığında karşısında boş bir koltuk vardı.


Radyoda kısık seste bir şarkı çaldı.


"Yıllardır küllenmiş aşkın var bende

Aşkın mekan kurmuş yanan gönlümde

Beni terkedipte gittiğin halde

Sana intizara kıyamıyorum."


Loading...
0%