Yeni Üyelik
2.
Bölüm

İKİ

@aysenurkayabasi

Ölüm pek düşündüğüm gibi değildi. Silah patladığında sesimin çıkacağını düşünmemiştim ama kendi çığlığımı duydum. Birisinin sırtımdan itmesiyle öne savruldum. O an uykudan uyanmışçasına gözlerim açıldı, çırpınmaya başladım. “Dur, dur, sakin ol,” diyen sesi duysam da pek mümkün değildi. Yerdeydim, debeleniyordum. Silahlar ardı ardına patlıyordu. Neyin içine düştüğümü idrak edememiştim bile. Ayağa kalkmaya yeltendiğimde yeniden aynı sesi duydum. “Dur!” deyip üstüme kapandı.

Cam şıngırtıları, patlayan silah sesleri, inleyen insanları duyarken şoktaydım. O yüzden birisi beni çekiştirdiğinde karşı koyamadım. Denedim ama karşı koyamadım. Zaten korkudan aklımı yitirmek üzere olduğumdan gücüm kesilmişti.

Bir şekilde yağmur tanelerini hissedince dışarı çıktığımızı fark edebildim. Siyah minibüsün kapısı kayarak açıldı. Sırtımdan itildim, yalpaladım. İçerideki kişi kolumdan tutup beni çekti ve oturmamı sağladı. Üç kişi daha araca bindi. Araba hareket etti. Lacivert kapüşonlu hırkamın üzerindeki kan lekesini görünce endişeyle vücudumu kontrol ettim. Yaralanmamıştım. Acıyan bir yerim yoktu. Sadece kalbim patlayacakmış gibi attığı için kulaklarım uğulduyordu.

“Bu kim abi?”

O an başımı kaldırdım. Halil İbrahim, karşımda oturuyordu. Onun yanında bir adam vardı, omzunu tutuyordu. Benim iki yanımda doluydu. Sol tarafımda oturan kişi soruyu sormuştu. Ela rengi gözleri vardı, üç numara asker tıraşlıydı. Çok kalıplı değildi.

“Bilmiyorum ama öğreneceğiz, Cihat. Öğreneceğiz.”

Cihat denen adamın ilgisi Halil İbrahim’in yanında oturan kişiye kaydı aniden. “Kendini nasıl çizdirdin sen?” diye sordu. O an adamın omzunu tutan elinin tamamen kana bulandığını fark ettim. Göz göze geldik. Bal renginin koyusu, kahverenginin açığı bir renge sahipti gözleri. Halil İbrahim’e kalıp olarak en yakın kişiydi.

“Bazı insanlar laftan hiç anlamıyor be Cihat.”

Dudakları cümlesi bitince iki yana kıvrıldı, buna rağmen biraz solgun görünüyordu. Terlemeye başlamıştı. Birkaç saniye sonrasında bana laf ettiğini idrak ettim.

“Bana mı dedin onu?” dedim anlık bir sinir boşalmasıyla. “Evet, hanımefendi. Dur dediğimde dursaydınız vurulmazdım.”

Ağlamaktan harap olan sinirlerim yüzünden kahkaha attım. Gözümde yaş kalmamıştı.

“Saldırıya uğradığımda şoka girdiğim için kusura bakmayın!”

Yanımda oturan adam çoktan öne eğilmiş, onun ceketini çıkartmasına yardım ediyordu. Canı yandığından bana laf yetiştirememiş olmalı ki ceketi çıkardığı anda bakışları yeniden bana döndü.

“İlk defa saldırıya uğruyorsan sana denileni yap değil mi?”

Tam cevap verecektim ki Halil İbrahim’in konuşmasıyla susmak zorunda kaldım.

“Alpaslan, ne durumdasın?”

“Sıyırdı, girmedi. Hastaneye gerek yok.”

Ellerimde de kan vardı. Beynim aktif olarak yeni çalışmaya başlamıştı. O yüzden algım yavaş yavaş açılıyordu. İki avucumu birbirine sürterek kandan arındırmaya çalışırken gülmeye başladım. “Ne yaşıyorum ben şu an?” diye söylenirken alt üst olmuştum. “Sağa çekin, ineceğim ben.”

“O kadar kolay değil,” dedi Halil İbrahim yüzünde hiçbir mimik oynamadan. “Önce hesap vereceksin.”

Dirseklerimi dizlerime dayayarak öne eğildim, başımı biraz kaldırdım. “Beni çatışmanın içine atıp hesap mı soracaksınız bir de?” dedim inanamıyormuş gibi. O da aynı şekilde eğildi bana doğru. Her sayıda parmaklarının havaya kaldırarak konuşmaya başladı.

“Bir, seni o çatışmanın içine ben getirmedim. İki, yaralanma diye yanımda gördüğün adam kurşun yedi. Üç, ben seni tanımıyorum ama sen beni tanıyorsun. Bu sebeplerden zorluk çıkarma.”

Sırtını koltuğa yaslarken bana dönüp bakmadı. Bende sertçe yaslandım, yanımdaki Cihat denen adama rahatsızlık vermek için kıpırdandım. “Bu düpedüz adam kaçırma,” diye söylensem de kimse bana yanıt vermedi.

“Sıyırmış gerçekten de ama dikiş lazım abi.”

“Eve sür. Orada hallederiz.”

Onlar yaralanan adam hakkında konuşurken kollarımı göğsümde kavuşturdum. Beni görmezden gelmeyi tercih ediyorlardı. Aynı babam gibi… Beni ona götürdüklerini düşündüğümden sakince beklemenin daha iyi olacağını düşündüm. Yıllar sonra onunla yüzleşmem gereken konular vardı. Sormam gereken sorular, duymam gereken cevaplar vardı.

Hesabı ben değil, Halil İbrahim ve İpek’in babası verecekti.

Araba durduğunda geldiğimizi anladım. Kapı sürgüyle yana açıldı, inmek adına hamle yaptım. Halil İbrahim kolumu tutarak beni durdurdu. O sırada yaralanan adam ve diğerleri indi. Cihat, ben ve o kalmıştık.

“İsmin ne?” dediğinde kaşları çatıktı.

“Sana ne.”

Sert bir adam olduğunu düşünmüştüm fakat başını sağa çevirip güldü.

“Güzel isim.”

Kolumu kendime çekip tutuşundan kurtuldum. Ona yeniden dönüp bakmadan arabadan indim. Yan yana müstakil evlerin olduğu bir sokaktaydık. Lüks içinde olmaktan ziyade şirin bir mahalle gibiydi. Bahçe kapısını açmışlardı, o yüzden oradan girdim. Kan izlerini takip ederken gerginliğim had safhadaydı. Yıllar sonra babamın karşısına geçip hesap sorabileceğim gerçeği beni ayakta tutuyordu. Titremelerim azalmamıştı ama daha cesur hissediyordum. Düşünebildiğim tek şey buydu. Hesap sormak…

O yüzden ayakkabılarımı çıkarıp eve girerken fazla kalabalık olduğunu fark edememiştim.

Üç kişi yaralanan adamın başındaydı, ilk yardım malzemeleri ortadaydı. Morfin, dikiş malzemeleri, batikon, ne ararsan vardı. Başka bir kadın köşedeki tekli koltukta oturuyordu. Onu hemen tanıdım. Babamın resmi nikahlı eşiydi. Yaşlanmıştı, saçlarına kırlar düşmüştü. Yüzü kırışmıştı ama yaşıyordu. O hala nefes alıyordu, annemin aksine. Ona bakarken öfke kanımı kaynattı.

“Abi!”

İnce telli bir kız sesiyle irkildim. Arkamı döndüğümde karşımdaki manzara çok şaşılası değildi. Halil İbrahim’in boynuna sarılan kızın uzun kumral saçları tanıdıktı. “Çok korktum sana bir şey olacak diye,” derken sesi yumuşacıktı. Halil İbrahim, kardeşinin sırtını sıvazlayıp daha kolay sarılabilmesi için eğildi. Bana kaşlarını çatarak bakan o adamın böyle sevgi dolu bir ifade yapabilmesi kanımı kaynattı.

Kimsesizliğim hiç bu kadar canımı acıtmamıştı.

“O nerede?”

Sesim biraz fazla yüksek çıkmıştı.

Herkesin bakışları bir an bana döndü. İpek, Halil İbrahim’i bırakıp bana döndü. “Sen kimsin?” derken kaşları çatıldı.

“Sürpriz yumurtadan çıkan kardeşin.”

Yaralanan adamın söylediğiyle yeni bir şok dalgası sardı herkesin yüzünü. “Alparslan!” diye bağırdı Halil İbrahim. Uyarısı yeterli gelmiş olmalı ki kimse çıtını çıkaramadı.

“O nerede?”

Sorumu yeniledim.

Tek elini siyah kumaş pantolonunun cebine atıp birkaç adım attı bana doğru. “Kimi arıyorsun?” derken yüzündeki ifade hayra alamet değildi.

“Şeref Sipahioğlu. O adam nerede?”

“Beni nereden tanıyorsun?”

Sorumu duymazdan gelince gözlerimi kapatıp birkaç saniyeliğine sakinleşmeye çalıştım. Ardından aynısını ona yaptım.

“Şeref Sipahioğlu nerede?”

Başını kaldırdı. Gözlerini kaçırdı. Kafasının içinde dönen çarkları gördüm desem yalan olmazdı.

“Babam öldü,” diyen sesi duyduğumda Halil İbrahim’in ardında kalan İpek’e döndü bakışlarım. “Ne?” dedim istemsizce. Abisi hiç hareket etmeden sadece beni izliyordu. “Babam, seneler önce öldü.”

O an bacaklarım tutmadı. Başım döndü, midem bulandı. Yere dizlerimin üstüne çöktüm, elim göğsüme gitti. Kalbim sıkıştı. Hırkayı tüm gücümle çekiştirdim. Nefes alamıyordum. Soluklarımın sesini duysam ciğerlerime hava girmiyordu.

Annem ölünce beni terk eden adamın arkasından ağlamayacağıma yemin etmiştim. Ne yetimhaneye yerleştirilirken ne de sokakta babasının elini tutan kız çocuklarını gördüğümde içimin sızlamasına izin vermemiştim. Artık yeminimi bozup ağlayabilirdim.

Bitmişti.

Şeref Sipahioğlu, beni kimsesizliğe terk etmenin hesabını veremeyecekti.

Babamla benim hesabım mahşere kalmıştı.

Loading...
0%