Yeni Üyelik
26.
Bölüm

1. Bölüm - Duat'ın Düşmanları

@aysenurtekkanat

Hayatım, rayından çıkmış bir trenden halliceydi çünkü artık o trenin rayları bile kalmamıştı. O tren raylarından sanki asırlar önce fırlamış ve raylar öylece parçalara ayrılmıştı. Amaçsız bir yolda son sürat ilerliyordu. Varış noktası yoktu, gitmek istediği yer, yol, kişi... Yalnızca hiçlik ve pervasızlık eşlik ediyordu hızına.

Kendimi tanıyamaz olmuştum zira artık eski Hüma değildim.

Ailesinin göz bebeği, kıymetlisi olarak yetiştirilmiş bir kız çocuğuyum ben ama buna rağmen asla şımartılmadım, yalnızca kendimi sevmeyi öğrendim ve bununla birlikte başkalarını da sevdim. Sevgimin yanında hırslarım yer bulurken, bu sıcaktan kavrulan çöl kumlarına kavuşabilmek için çok çabaladım. Pek çok sınıf arkadaşımın düşmancıl bakışlarına maruz kalmam bir yana, bir seferinde sırf notlarım yüksek diye zorbalık bile gördüm. Yine de sevmekten ve sevgimi göstermekten vazgeçmedim. Bana zorbalık yapanları affettim, onlar da doğruyu görsün diye çabaladım çünkü biliyordum ki karşılık verseydim daha çok bileneceklerdi. Onun yerine onlara iyilik göstermeyi seçmem ise beni her gördüklerinde utançtan başlarını eğmelerine yetti. Evet, bu tavır onlarda işe yaramıştı ama bazı insanlar iyilik nedir bilmezdi ve her iyiliğin altını deşip bir kötülük ararlardı. Bundan dolayıydı ki iyi davranmamın yanında hep temkinli olmuştum ama attığım adımlardan birisinde, yalnızca bir seferliğine temkinli olmayı bırakmıştım. Sonucu benim için epey ağır olmuştu. Ben ölmüştüm...

Çok garipti. Ölüm hep çok uzak ve soğuk gelmişti bana, öyleydi de ama bir yandan da asla gerçekleşmeyecek gibiydi fakat ben bunu yaşamıştım değil mi? Ölmüş, ölümden sonrasını ve hatta ölümün fedailerini bile görmüştüm. Böyle bir durumda neden hala bana yabancı geliyordu bu olgu? Katilimin gözlerine bakabiliyorum diye mi? Yoksa o benim adımı, benim gözlerime bakarak fısıldadığı için mi?

"Hüma?"

Set'in sorarcasına zikrettiği adım fısıltıdan halliceydi. Öylesine kısıktı ki sesi belki kendisi bile duymamıştı ne söylediğini, gerçi ben de duymamıştım ama dudaklarının hareketi onu ele veriyordu ve benim bakışlarım çehresini, yıllardır özlemini çektiğim bir şeymiş gibi tarıyordu. Oysa özlememem gerekiyordu. O Set'ti, benim katilimdi, şeytandı, o kötülüğün, savaşın ve çölün tanrısıydı. Kaos tanrısı kaosunu hayatıma bulaştırmış ve o kaosla hayatıma son noktayı koymuştu. Bu durumda onu özlemem aptallıktan başka neydi ki? Ona özlemle bakmam ve bunu belli etmemek için çabalamam peki... Bu ne anlama geliyordu?

Bakışları yüzümün her bir noktasında dolandı. O bakışlarda pişmanlığın emareleri, vicdan azabının nefesi saklıydı. Nitekim Set bunların üzerini örtmek istemiyor, açıkça önüme seriyordu ve bu beni bozguna uğratıyordu çünkü ben o gözlerde hüzün ve öfkeyi görmüştüm ama daha önce ne pişmanlığın ne de vicdan azabının izine rastlamamıştım.

Gözleri usulca boynuma kaydı ve oradan da, artık yeşil damarların süslediği kollarıma. Elbisenin kapattığı bacaklarımda dolaştı bakışları ama oradaki damarları göremedi, yalnızca savaş meydanında olmamızdan dolayı eteklerime bulaşan kanları fark edebildi. Turkuaz elbisem çoktan kana bulanmıştı ve Set bu görüntü karşısında yüzünü buruşturdu. Ne yani, bunu bana yakıştırmamış mıydı? Oysa beni bundan daha beter bir hale sokan kendisi değil miydi? Peki ya ben öfkemi ne ara silip atmıştım? Hani bu tanrı bozuntusundan hesap soracaktım? Neredeydi kinim?

Set'in bakışları yeniden yüzüme tırmandı. Acı çekiyormuş gibiydi şimdi ifadesi ve bu, ince bir sızıyı yüreğime misafir etmeye yetti. Öfke yoktu, kin yoktu; merhamet ve hüzün ikisinin yerini almışken, ona şefkatimi göstermemek için kendimi zor tutuyordum. İşte bu yüzdendi başımı ondan çevirmem ve bir daha göz göze gelmemek için diğer tarafa bakmam.

"Siz ikiniz!" derken çileden çıkmış görünüyordu Ra. İki adım önümde, Set ve Horus'un tam ortasında duruyordu. Horus'un sırtında kambura benzeyen bir çıkıntı vardı fakat dimdik duruyor olması, o çıkıntının bir kambur olmadığını ispatlar nitelikteydi.

Öte yandan Set, Horus'un aksine, şaşkın, pişman ve gözlerinde ilk defa gördüğüm acı duygular taşıyordu üzerinde. Duruşu dik değildi, altın renkli zırhı kana bulanmış, kanla yıkanmıştı. Zırhın açık olan kısımlarından zor da olsa seçilebilen sargıların nedenini bilmiyordum ama onların da üzerinde kan lekeleri vardı. Sargıların bazıları yırtılmış ve altlarındaki deri görünür olmuştu nitekim görüntü pek de iç açıcı değildi. Zırhın boğaz kısmında, yırtılan sargıların altından görünen deride ciddi yanıklar vardı. Bunların savaşta olmadığı belliydi çünkü üzerlerine sürülmüş olan koyu yeşil renkli merhem seçilebiliyordu. Nedenini bilmediğim bu yaralarla içim cız etmişti. Neler oluyordu?

"Bana savaş açacaktı!" diye hiddetle öne atıldı Horus. Çatık kaşları ve şahin gibi keskin bakan mavi gözleriyle Osiris'e benziyordu. Bedeni uzun ve iriydi. Hani filmlerde korumalar olurdu ya, onlar gibiydi ama farklı bir aurası da yok değildi. Horus asildi ve tanrı kanı taşıyor olması onu cazip kılıyordu. Öte yandan bir kral olduğunu da kimse inkar edemezdi. Bir de ona karşı hissettiğim o garip hisse anlam veremiyordum. Sanırım İsis'in bahsettiği şey buydu ama yine de anlamsızdı işte.

Üzerindeki beyaz cübbenin eteklerine kan bulaşmış olan Ra, "Ve sen de önce davranayım dedin?" dedi sorarcasına. Ses tonunun sakinliği kısacık bir an için beni aldatmıştı fakat bir anda yükselen sesi bu yanılgıdan kurtulmam için yeterliydi. "Duat'ın altını üstüne getirdiniz! Bunun sonucu ne olacak hiç düşünmeden savaştınız, öldürdünüz ve yalnızca bu dünyayı değil, ölülerin dünyasını da karıştırdınız! Benim çocuklarım bu kadar aptal mı?!"

"Aptal olmadığım konusunda herkes hem fikir öyle değil mi?" diyerek öne çıkan kişi Thoth'tu. Set ve beni kovalarken daha sert ve korkutucu göründüğü bir gerçekti fakat şimdi sempatik ve biraz da kendini beğenmiş olduğunu söylemek yanlış olmazdı. Zaten Thoth zekasıyla övünen kibirli bir tanrı olarak tasfir edilirdi. Hoş, hangi tanrı kibirli değildi ki? Sanırım bu sorunun tek cevabı vardı ve ne yazık ki insanlar bu cevabı bilmiyordu; ben.

Thoth'un yanındaki sarışın kadın dirseğiyle dürttü onu. Uyarı dolu bakışları zeka tanrısının kendini geri çekmesi için yeterliydi. Bu kadın her kimse onu şimdiden çok sevmiştim çünkü Thoth ne yazık ki bende iyi anılar canlandırmıyordu. Onu son gördüğüm zaman, öldüğüm zamandı.

"Kes!" diye bağırdı Ra. Bağırmasaydı daha iyiydi çünkü ona bu kadar yakın olmam sebebiyle kulaklarım acıyordu. Ra'nın sesi bir dağı bile devirebilirdi. "Bu saçmalığa son veriyor ve bu karmaşayı temizliyorsunuz! İşiniz bittiğinde hepiniz," derken kelimenin üzerine bastırmış ve her iki tarafa da bakmıştı. "Hepiniz Heliopolis'e, meclis odasına geliyorsunuz."

Ra'nın sözlerini kimi hızlıca kimi ise istemeye istemeye onayladı. Sonrasında güneş tanrısı bize döndü. Başıyla bir işaret verip ortadan kayboldu. Bu işaretin anlamı bundan sonrasının bizde olduğuydu ve bu işaret ne yazık ki omzularıma devasa bir yük bindiriyordu. Bu yükü sırtlanmak istemiyordum. Aslında her hangi bir şeyin sorumluluğunu alabilecekmiş gibi hissetmiyordum kendimi çünkü ben daha yirmi dört yaşımdaydım. Okuldan yeni mezun olmuş ve yüksek lisansını yapan, tek derdi tezini bitirmek olan o kızdım ben bundan iki hafta öncesine kadar, hatta iki hafta bile olmamıştı. Şimdiyse tanrıların arasına karışmış, yalnızca mitlerden, hiyerogliflerden öğrendiğim bu dünyanın ortasına pat diye düşüvermiştim, üstelik onlardan birisi olarak. Bu korkutucuydu, dehşet vericiydi ve ben daha bu gerçeği doğru dürüst sindirememişken dünyanın kaderi benim ellerime bırakılıyordu. Üstüne üstlük anlam veremediğim duygular beni boğuyordu.

Ben daha yirmi dört yaşımdayım, tüm bunları yaşamak ve bunlarla mücadele etmek için çok gencim.

"Hüma." dedi bir kez daha Set. Bu kez sesi daha güçlüydü ve artık şoktan çıkmış gibiydi. Birkaç adım attı, sonra adımları tereddüte düştü çünkü ben refleksle, Anubis'in arkasına kaçtım. Sanki Anubis, beni ondan koruyacakmış gibi davranmam onu tereddüte düşürmüş, çöl kumlarını sakladığı gözlerinde büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştu. Bu garip trajedinin yanında askerler çoktan cesetleri toplamaya başlamıştı. Bu ortam oldukça iğrençti ve kana bulanmış bir tanrıyla muhatap olmak istemeyeceğim bir yerdi.

"Kızı öldürdün, şimdi koşup sana sarılmasını beklemiyorsundur herhalde." diye sataştı Horus. Amacı tamamen Set'i kışkırtmaktı. Az önce Ra'nın söyledikleri umurunda bile değildi. O gerçekten şımarık bir tanrıydı. Ra, onun tahta geçmesini istememekte çok haklıydı. Ben ki ondan binlerce yıl daha gençtim ama Horus'tan daha olgundum. Sanırım tanrılar hiçbir zaman tam olarak olgunluğa erişemiyor, ancak Ra kadar yaşlandıklarında bir yetişkin gibi davranabiliyorlardı. Hoş, Ra bile bazen çocukça şeyler yapıyordu; bir hafta boyunca hiçbir şeyi önemsemeden Apep'i beklemek gibi.

"Bu seni ilgilendirmiyor!"

Set'in çıkışı üzerine koca bir kahkaha atan gök tanrısı, "Bence hepimizi ilgilendiriyor çünkü sen onu, şu beş para etmez ordu için öldürdün. Onları kullanıp Heliopolis'i almak istedin ama yapamadın." dedi.

Beş para etmez dediği ordunun dünyanın en güçlü ordusu olduğunu biliyor muydu yoksa ona bunu hatırlatmamız mı gerekiyordu?

Set bir adım attı Horus'a doğru. "İsteseydim alırdım." derken bir adım daha atmıştı. Eş zamanlı olarak Horus da Set'e yaklaşmıştı ve bu iki düşman yeniden burun buruna gelmeyi başarmıştı.

"Bunlar hala kızın yaşadığının farkına varmamışlar." diyen kişi Thoth'tu. Yanındaki kadın bir kez daha dirseğiyle dürttü onu. Sanırım bu tarz tartışmalara dahil olmak istemiyordu fakat saçlarının ucundan damlayan kan, çoktan bu savaşa dahil olduğunu gösteriyordu.

Herkesin, Set ve Horus da dahil, bakışları bir anda üzerime döndüğünde belki de o an için söyleyebileceğim en alakasız şeyi söylerken buldum kendimi. "Benim bir adım olduğunun farkına varamadığınız gibi mi?"

Sanırım bu kez dilini akreplerin yemesi gereken kişi bendim.

"Hüma." derken kollarını iki yana açarak bana doğru gelen Astarte, Anubis'in arkasına daha da sokulmama sebep oldu. Yaptığım hareket yüzünden az önce Set'in yaptığı gibi olduğu yerde kalakalmıştı. Gözlerindeki yaşlar gerçekten üzgün olduğunu anlatıyordu ama üzgün olması zamanı geri alamıyorsa benim için anlam ifade etmemeliydi.

"Beni hatırlamıyor musun?" diye sordu Astarte tutuk sesiyle. Ölümden dönmenin nasıl bir şey olduğunu sanırım tanrıların hiçbiri bilmiyordu. Öyle ki Set bile Horus'la uğraşmayı bırakmış, birkaç adımda Astarte'nin yanına gelmişti. Bakışları benim üzerimdeydi ve bir şeyleri anlamlandırmaya çalışıyor gibiydi.

"Anubis?" dedi sorarcasına Set. "Hatırlamıyor mu?"

"Hatırlıyor." diyen kişi Anubis değildi. Zırhına bulaşan kana rağmen güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olan bir kadındı. Yüksek ihtimalle Hathor'du o. Siyah saçları birbirine girmişti ve onlarda da kan vardı. Koyu renk gözleri yorgun bakıyordu ama haylaz parıltıları da içinde barındırıyordu. O Hathor'dan başkası olamazdı.

"O zaman neden kaçıyor?"

Astarte'nin sorusu üzerine, "Bunun cevabını yalnızca o verebilir." diyerek bana baktı aşk tanrıçası. Sesi bir yağ gibi kayıyordu adeta. Kulakta hoş bir tını bırakıyordu, melodikti ve bakışları oldukça etkileyiciydi. Şimdi bana şunu yap dese yaptırırmış gibiydi.

Soru dolu bakışları bendeydi fakat cevap vermek şu durumda öyle zordu ki şuracığa kusmamak için kendimi zor tutuyordum. Bir askerin, sırtına attığı başsız cesetle karşımdaki kişilerin arkasından geçmesi ise son noktaydı. Onlar hiçbir şey olmamış ya da olmuyor gibi davranabilirlerdi fakat benim midem bu vahşeti daha fazla kaldıramayacaktı. Bundan dolayı başımı hafif kaldırıp Anubis'e baktım. Zaten ne durumda olduğumu takip ediyordu ve gitmek istediğim anda beni götürmeye gönüllüydü. Bu yüzden, "Gidebilir miyiz?" dediğimde hiç ikiletmedi ve kimseye tek kelime dahi etmeden, avucunda duran elimi daha sıkı kavrayıp kızıl kahve dumanların bizi yutmasını sağladı. Geride ne kaldı ya da gidişimizle ne yaptılar bilmiyorum fakat yeniden Duat'a, sarayın bahçesine geldiğimizde dizlerimin üzerine düşmem ve kuru öğürmeler eşliğinde tırnaklarımı toprağa geçirmem gecikmedi. Kusmadım belki ama boğazımı fena halde tahriş ettim.

"İyi misin?" diye sorarken sırtımı sıvazlıyordu Anubis. Bir abi edasıyla hareket etmesi kalbimde taht kurmasına yetiyordu.

Usulca başımı sallayıp onayladım onu. Yine onun desteğiyle ayağa kalktım. Bedenim, İtalya'daki Pisa Kulesi gibi yana eğimlenmişti ve muhtemelen Anubis'in desteği olmasa ayakta duramazdım.

"Savaş beni pek iyi etkilemiyor."

"Onu fark ettim." dedi Anubis. Sıkıca belime dolanan koluyla beni desteklerken, yeniden kendi yüzüne dönüştü. Çakal maskesinin çıkması benim işime geliyordu, böylece nasıl hissettiğini yüzünden okuyabiliyordum. Saçlarımın üzerine küçük bir öpücük kondururken, "Daha iyi misin?" diye sordu. "Dinlenmek istersen seni odana götürebilirim."

Başımı iki yana salladım. "Hayır." dedim net bir şekilde. "Hayır, iyiyim ben ama burası ne durumda merak ediyorum."

"Ben gidip bakarım, sen dinlen."

Anubis'in beni taş banka yönlendirmesine engel oldum. Bir adım uzaklaştım ondan. Hala kolumu tutuyordu düşecekmişim gibi ama daha iyiydim ve belki desteği olmadan bile ayakta durabilirdim.

"Hayır, gelmek istiyorum." diye itiraz ettim. Eğer kendi gözlerimle görmezsem içim rahat etmezdi ve bir yandan da tüm bu olanlardan dolayı kendimi suçluyordum. Suçluluk duygusu öyle elem bir duyguydu ki vicdanım hiç susmadan bağırıyor, senin yüzünden diye haykırıyordu kafamın içinde. Bu yüzden diretiyordum çünkü ne kadar ruhun kaybolduğunu bilmem gerekiyordu. Çünkü daha bir hafta önce onlardan birisiydim, yok olmanın eşiğindeydim ve nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyordum. Çünkü yine bir hafta önce iblislerle burun burunaydım. Üstelik tüm bunların olmasına sebep olan da yine benim gereksiz merakımdı. Eğer merakımı dizginleyip o kapıyı açmasaydım şu an bunlar yaşanmazdı ama tam da bu noktada bambaşka bir soru vuku buluyordu. Set'e ne olurdu?

"Tamam ama yanımdan ayrılmayacaksın." diye şart koştu Anubis.

Gülümsedim. Başımla onu onayladığımda elimi kavradı uzun parmaklarıyla. Yeniden çakal maskesini geçirdi yüzüne ve o donuk ifadesiyle baktı bana. Eğer ilk tanıştığımız zamanki gibi olsaydı bu bakışları okuyamaz ve duygusuz deyip geçerdim fakat Anubis'le o kadar çok zaman geçirmiştim ki bu donuk ifadesinin altındaki endişeyi okuyabiliyordum. Bu yüzden, "İyiyim." diyerek içini rahatlatmaya çalıştım. Ne kadar işe yaradı tartışılır ama avucundaki elimi daha sıkı kavramasındaki sahiplenme hissiyatı oldukça hoşuma gitmişti.

Kızıl kahve dumanlar bizi yutarken, sarayın kasvetli görüntüsü yok oldu. Siyah bulutlar gökyüzündeki hükmünü sürdürüyordu. Geldiğimiz yer normalde bir açıklık ve cennetlerin girişiydi ama şimdi cennetler dağılmış ve ruhlar ne yapacağını bilmez halde oraya buraya saçılmıştı. Üzerinde koyu mavi kot pantolon ve güzel kırmızı bir kazan olan küçük çocuğu hemen tanıdım. Bu, Tin denilen yerde tanıştığım ve bana cenneti soran çocuktu. Cennetteydi ama şaşkın bakışları da etrafı tarıyordu çünkü onun cenneti böyle görünmüyordu ve çocuk, onu ilk gördüğümde olduğu gibiydi. Şaşkın, korkmuş ve meraklı bakışları etrafta geziniyor, aklındaki sorulara cevap arıyordu ve muhtemelen gördüğü iblislerin yeniden gelmesinden endişe ediyordu. Üzerindeki giysiler ilk tanışmamızın aksine tertemizdi. Beyaz elbiseli bir kadının elini tutuyordu. Beni gördüğünde kadının elini bırakıp koşarak yanıma geldi çünkü ilk karşılaşmamızda aradığı cevapları veren kişi bendim. Kollarını belime dolarken, dudaklarından kaçan hıçkırığı işitmiştim.

"Hey, ne oldu?" diye sordum ama bu soru oldukça saçmaydı çünkü ne olduğu belliydi. Bu küçük çocuğun sonunda kavuştuğu o sıcacık yuva dağılmıştı.

Çocuk omuz silkti ve kollarını biraz daha doladı belime. Başını karnıma gömmüştü iyice.

Anubis'in elini bırakıp yere eğildim. Çocukla aynı boya geldiğimde yumuşacık saçlarını okşadım. İşte bu yüzden savaştan nefret ediyordum. Masumların canı, birilerinin hırsı yüzünden yanıyor ve tam mutlu olduk dedikleri sırada hayatları darma duman oluyordu.

"Her şey düzelecek, söz veriyorum." dedim kalbimin ta en derinlerinden gelen dürtüyle. Her şey düzelecekti evet ama daha kötüye gideceği günler de çok yakındı. Belki bu çocuğa boş umutlar veriyordum ama buna ihtiyacı olduğu da bir gerçekti. Sırf bu masum can için bile Apep'le anlaşmaya girmezdim. Hayır, o benim dostum falan değildi, masumları üzecekse eğer, ki üzdüğünü ve hatta üzdüğümü çok net bir şekilde görmüştüm, benim dostum olamazdı. Hoş, o gördüğüm görüntü de dostumdan çok sevgilim gibiydi ya neyse.

"O şeyler çok korkunçtu." dedi çocuk alakasız bir şekilde. "Onları sen de gördün mü?"

Ürperdim. Yeşil damarlarla kaplı olan tenim üşüdü sanki. Tüylerim diken diken olurken, bir süre çocuğun sorusuna cevap veremedim çünkü o iblislerden birinin onun kılığına girdiğini görmüştüm ve hayatımdaki en büyük risklerden birisini alarak, beni içten içe parçalayacak olan o hamleyi yapmıştım, onu öldürmüştüm. Çocuk bedenindeki bir iblise hiç acımadan bir kılıç saplamıştım ve sonra da kafasını gövdesinden ayırmıştım.

"Evet. Gördüm." derken sesim bu yüzden titremişti işte. Neyseki çocuk bunu anlamadı ve bir kez daha sarıldı bana.

"Çok korkunçtu değil mi?" diye sorarken sesi boğuk çıkmıştı. Başını saçlarımın arasına gömmüş, eteklerime bulaşan kanı umursamamıştı.

Usulca başımı sallayıp onaylarcasına mırıldandım. "Öyleydi."

Öyleydi!

Hepsi, bütün iblisler bir olmuş, hayatta kalmak için birbirlerini bile katletmişlerdi ve şimdi bu çocuk onların korkutuculuğundan söz edip onu onaylamamı bekliyordu. Ah be çocuk, sen muhtemelen hiçbir şey görmedin.

"Annemin yanına gidiyorum." diyerek ayrıldı benden çocuk. El sallarken uzaklaştı ve onu bekleyen beyaz elbiseli güzel kadının elini tuttu. Kadın, çocuğun siyah saçlarını okşadı, eğilip bir öpücük kondurdu başına. Sevdi, okşadı, kokladı... Bir annenin yapacağı her şeyi yaptı ve sonra çocuğu alıp kalabalığa karıştı. Tıpkı ilk seferinde olduğu gibi çocuk gözden kaybolana kadar arkasından baktım, iyi olmasıysa en büyük temennimdi çünkü bu çocuk hayattayken hiç iyi olamamıştı.

O Umut'tu ama hiçbir zaman umutlarının karşılığını alamamıştı.

"O aslında onun annesi değil." diyerek beni düşüncelerimden kurtardı Anubis.

Anlamayarak ona baktım. "Ne demek istiyorsun?"

Yeniden elimi tuttu ve kalabalığın arasında yürürken, "İblislerin hepsi ormanda yaşamıyor demiştim daha önce. Bazıları cehennem dediğimiz, Duat'ın alt katmanlarında görev yapıyor ama bütün iblisler o kadar kötü değil. İyi olanları da var ve o iyi olanlar ruhların cennetlerinde yaşamlarını sürdürüyor. Ruhların iyi enerjisi onlara besin oluyor." diye açıkladı. Ağzım bir karış açık halde bakakaldım.

"Yani korkunç dediği iblis aslında yanında mı?"

Anubis başıyla onayladı beni. O sırada yanından geçtiğimiz bir cennetten dumanlar yükseliyordu. Mağara girişi tamamen küle dönmüştü ve yalnızca boş bir duvar görünüyordu. Bir harabeydi ve ben bunu yapanın bir iblis olduğunu biliyordum. Ve o iblisin buraya kadar gelmesine sebep olan şey savaştı.

"Duat bir aldatmacadan ibaret Hüma. Dünyada mutsuz olan, hayatlarını kötü geçiren ama buna rağmen iyi yüreklere sahip olan ruhları burada en güzel şekilde ağırlarız. O çocuk bir anne istiyordu ve biz ona sahte de olsa bir anne verdik. Bir başkası aşk ister ve aşkına kavuşur. Burada her şey olabilir ama gerçekliği sorgulanır. Duat insanı kandırır ama bazen bu iyi anlamdadır ve emin ol o çocuk annesinin bir iblis olduğunu öğrense bile ondan vazgeçmez çünkü istediği şey bu ve o mutlu. Mutluluk sahte de olsa ruhları memnun eder ve bu memnuniyet bize yeter."

İblisleri yalnızca Araf Ormanı'nda ve cehennemde varlar sanıyordum ama anlaşılan yanılmıştım çünkü bazı iblisler, şu an yanından geçtiğimiz ve ruhları teselli edenler mesela, iyiydiler ve cennetin vazgeçilmeziydiler.

Ama benim, Anubis'in Duat hakkında söylediklerinde takıldığım tek nokta vardı ve ben bunu dile getirirken bir an olsun tereddüt etmedim. "Ruhlar, iblislerle mi öpüşüyor?"

Evet, onların aşk isteklerine karşılık aşkın figüranını koyarlarsa eğer, aklıma gelecek tek soru bu olurdu.

Anubis omuz silkti yürümeye devam ederken. Bir başka yok olmuş cennetin yanından daha geçtik ve artık kalabalık iyice arkamızda kalmıştı. Ölülerin koruyucu tanrısı, gayet rahat bir şekilde, "Hemen yadırgama." dedi az önceki soruma istinaden. "Sandığın kadar kötü değil, iblisler iyi öpüşür."

Kurduğu cümleyle olduğum yerde kalakaldım ve elimden tuttuğu için o da benimle birlikte durmak zorunda kaldı. Şaşkın yüzüm ona oldukça anlamsız geliyordu muhtemelen çünkü, "Ne oldu?" diye sormuştu.

"Sen bir iblisle mi öpüştün?"

Anubis yeniden omuz silkti. Kalabalıktan uzaklaşmış olmamızın rahatlığını taşıyordu üzerinde. Bu yüzden bu kadar umursamaz davranıyor ve hatta ruhlardan oluşan kalabalık oldukça geride kaldığından dolayı yüzündeki maskeyi de çıkartabiliyordu.

"Senin tecrüben kötü olabilir ama benimki değil. Ayrıca iblisler yalnızca öpüşmekte iyi değiller."

İkinci bir şok dalgasıyla sarsıldım. Ağzım bir karış açılırken bir süre ne diyeceğimi bilemedim ve en sonunda, şaşkınlığımı bir nebze olsun üzerimden attığımda, "Ne?!" diye bağırdım. Bir süre daha durdum ve Anubis'in eğlenen ifadesine karşılık söylediği şeyi sindirmeye çalıştım. Nitekim yeniden, "Ne?!" diye sormam gecikmedi.

"Ne, ne? İblislerin iyi tarafını anlatıyorum sana."

Pişmiş kelle gibi sırıtırken söylediği sözler karşısında yeni bir şok dalgası yaşamamak için epey çaba sarf ettim fakat ne yazık ki, "İblis yenge istemiyorum!" demekten alamadım kendimi. "Hele yeğen hiç istemiyorum!"

Anubis koca bir kahkaha attı. Onun keyifli haline karşılık ben homurdanıyordum.

İblisle öpüşmek ne demekti ya? Üstelik anladığım kadarıyla sevişmişti de ve ben bunları Anubis'ten kesinlikle beklemiyordum. İzlediğim Lucifer dizisindeki Lucifer karakteri resmen kardeşimde can bulmuştu. Tamam, Tom Ellis'i severdim ama Anubis'in Lucifer olmasını istemiyordum. Nokta!

"Kıskandın mı?" diye sordu keyifli sesiyle.

Yeniden homrudandım. Elini bırakıp kollarımı göğsümde kavuştururken, az önce ilerlemekte olduğumuz yöne doğru yürüdüm. İblislerden nefret ediyordum, iyilerden de kötülerden de.

Anubis'le birlikte epey yürüdük. Oldukça kısa bir sürede bana yetişmişti ve yine o çakal maskesini takmış olmasına rağmen keyifli olduğu her halinden belliydi. Yanımda yürürken ondan beklenmeyecek kadar hareketliydi, küçük bir çocuk gibiydi.

Ah, tanrılar! Hepsi mi çocuk gibi olurdu?

Duat'ın gri toprağı ayağımın altında ezilirken ve kara bulutlar, savaşın yasını tutup hala göz yaşlarını akıtırken uzunca bir süre yürüdük. En nihayetinde vardığımız yer ışıklı ama ışığa rağmen kasvetli olan bir alandı. Alanın az ilerisinde yanıp sönen bir ışık vardı ve ben bu ışığı biliyordum. Teraziye gelmiştik. Osiris ve İsis az ilerde duruyordu. İsis bitmiş durumdaydı. Teni beyazlamış, siyah kan teninin beyazına tezat yollar çizmişti. Yerdeydi ve bir un çuvalı gibi yere serilmişti. Elbisesinde ve derisinde yırtıklar vardı, bunlar pençe izleriydi ve ben bu izlerin kimlere ait olduğunu biliyordum. İşin kötü yanı, benim aksime İsis, buraya gayet de gelebilecek kişilerle yakındı ve iblisler pekala onu kandırmış olabilirdi. İşte bu yüzden hiçbir iblise güvenmez ve iyi olduğu söylense bile inanmazdım.

"İsis!" dedim endişeyle ve Anubis'in elini bırakıp oraya koştum. Dizlerimin üzerine sertçe çöktüm. Hemen arkamdan gelen Anubis, benim aksime oldukça sakindi ve muhtemelen bunu bekliyordu.

"İyi olacak." diyerek içimi rahatlatmaya çalıştı Osiris. Nitekim yüzündeki sıkıntılı ifade pek de hayra alamet değildi. Kaldı ki İsis'in kolundaki derin yarığın üzerinde parmaklarını gezdirirken sarf ettiği sözler bunun nedenini çok net bir şekilde açıklıyordu. "Ama artık burada kalamaz. Onu koruyamam."

Bu sözcüklerin altında yatan anlam netti; İsis, Hathor'un kaderini paylaşıyordu çünkü artık iblislerin radarına girmişti ve burada olması demek, onları kendisine çekeceği manasına geliyordu. Öte yandan aynı durumun benim için de geçerli olduğu göz ardı edilemezdi. Duat'ın cennet köşesindeki saray belki güvenliydi ve oradayken iblisler yanımıza yaklaşamıyordu ve tabi Osiris'leyken de fakat diğer bölgelerde durum aynı değildi ve Osiris beni korumak için her zaman yanımda olamazdı, İsis'in yanında olamayacağı gibi. İşte bu yüzden İsis artık buraya ait değildi çünkü kalmaya devam etmesi demek artık yalnızca yaşam enerjisinin Duat tarafından sömürülmesi manasına gelmiyordu, hem ruhları tehlikeye atıyordu varlığı hem de kendisi tehlikedeydi ve o burada ancak bir tutsak olabilirdi, tıpkı son bir haftadır benim olduğum gibi.

"Onu buradan götürelim, iyi olacağı bir yere." derken sesim çatladı. Bakışlarım, geldiğim bu kasvetli ve boğucu alanı, asla tahmin edemeyeceğim bir özlemle taradı. Bir daha buraya gelemeyecek olma fikri garip bir hüzün bulutunun üzerime çökmesine yeterken, Osiris, İsis'in zayıf bedenini kucakladı. Başı eğik, omuzları çöküktü. Başta, buraya gelmesin diye uğraştığı kadını kendi elleriyle geri götürecek olması muhtemelen ona büyük acı veriyordu çünkü Osiris her ne kadar İsis'in iyiliği için Duat'ta kalmasını istemese de, kendisi için burada kalmasını istemişti. Çünkü bizler böyleydik, bir insan da olsan tanrı da kendini düşünmeden duramazdın. Belki karşındakini kendinden çok düşünürdün ama seni seçtiğinde tuhaf bir tatmin duygusu da hissederdin. Bundandı ki Osiris hem İsis'in gitmesini hem de kalmasını istemişti başta fakat şimdi, sımsıkı tuttuğu karısının başına, saçlarını koklayarak bir öpücük bırakırken, onu bırakmak istemiyor gibiydi. Bu bir vedaydı ve Osiris, İsis'i Anubis'in kollarına bırakırken elleri titriyordu.

Son kez baktım terazinin yanıp sönen ışığına ve geride kalmış olan Duat'ın gri topraklarına. Vedadan ziyade elveda olan bu ayrılış acı bir tat bıraktı boğazımda. Yutkunamadım. Tek yapabildiğim ağlamamak için kendimi tutmak ve zorla da olsa Osiris'e gülümsemekti. Biliyordu ki gidişimiz beni üzüyordu ve ben, onca gitme çabamam rağmen burada kalmayı istediğimi fark ediyordum. Yine bir şeyin kıymetini kaybedince anlıyordum.

Kendimi tutamadım ve elimi Anubis'in kolundan çektiğim gibi Osiris'e koştum. Bir an olsun tereddüt etmeden atladım boynuna, sımsıkı sarıldım ona. Bir daha ne zaman görürdüm bilmiyorum ama tüm hatalarına rağmen, bencilliğine rağmen o benim babamdı ve ben bu gerçeği fısıltıyı andıran, "Hoşçakal baba." sözlerimle kabullendiğimi anlamıştım. Osiris benim babamdı ve ben Duat'a elveda desem bile, ona yalnızca kısa süreliğine veda ediyordum.

Osiris, tıpkı İsis'e yaptığı gibi kokladı saçlarımı ve derin bir öpücük kondurdu. Sonra ben yavaşça ayrıldım ondan. Mavi gözlerindeki yaşları gülümseyerek karşıladım, o da gülümsüyordu ve ikimizin de gözlerinde aynı yaşlar vardı. Hüznün ve aynı zamanda mutluluğun yaşları öylece orada duruyor, akmak için ufacık bir an kolluyordu. Nitekim biz akmalarına izin vermedik ve ben yeniden Anubis'in yanına dönüp koluna tutundum. Titreyen bacaklarıma inat son bir kez daha baktım etrafıma ve kızıl kahve dumanlar bizi yutarken son kez Osiris'e.

Geldiğimiz yer büyük bir salondu. Kocaman tahtlar salonun bir tarafına yarım ay şekli oluşturacak şekilde dizilmişti. Tam sekiz taneydiler ve her birinde farklı işlemeler vardı. Fakat asıl dikkatimi çeken o tahtlar değildi, odadaki tanrılardı ve her birinin bakışları anında bizi bulmuştu, benim bakışlarımsa hiç sapmadan Hathor olduğunu düşündüğüm kadını.

Duat'ın düşmanıydı Hathor, oraya girme hakkını kaybeden ilk tanrıçaydı. Sonra bu unvana ben sahip olmuştum, onlar bilmese de. Başta bir tanrıça olarak değil ama şimdi bir tanrıça olarak Duat'ın düşmanlığını kazanmıştım. Ve şimdi de İsis bizimle aynı kaderi paylaşıyordu. Kısaca hepimiz bir şekilde bu iğrenç yaratıklarla yüz yüze gelmiş, onların radarına girmiş ve Duat'tan sürülmüştük. Bizler Duat'ın düşmanlarıydık ve Duat artık bize yasaktı.

***

Selam! Nabersiniz?

Bölümü nasıl buldunuz bakalım?

Set'le ilk karşılaşmamız ve Hüma'nın öfkesini hissedemiyor oluşu hakkında ne düşünüyorsunuz? Sebebini ilerleyen zamanlarda öğreneceğiz. Ve hayır, ruh eşi değil.

Hüma'nın savaş alanından kimseyle muhatap olmadan gitmek istemesine ne diyorsunuz?

Anubis ve Hüma kardeşliğine kocaman kalpler bırakılır mı?

Anubis demişken, bizim aşkımıza bakın siz hele, iblislerle falan neler yapmış. 😅

İblislerin cennette de var olduğunu öğrenmek sizi şaşırttı mı?

Peki ya küçük çocuğu yeniden görmek?

İsis'in, Duat'tan gitmek zorunda kalmasına ne diyorsunuz ve tabi Hüma'nın?

Peki ya Duat'ın düşmanları ittifak kurar mı? 😈

Sonraki bölümde neler olacak dersiniz?

Karakterlere neler söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Anubis 👉

İsis 👉

Osiris 👉

Horus 👉

Hathor 👉

Astarte 👉

Thoth 👉

Thoth'un yanındaki sarışın kadın (bence siz kim olduğunu biliyorsunuz.) 👉

Ra 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%