Yeni Üyelik
35.
Bölüm

10. Bölüm - Güvenmemek

@aysenurtekkanat

Ölüm bir son değil, yepyeni bir başlangıçtır.

Bu sözü duyduğumda çok küçüktüm. Aslında pek çok kitapta da geçen bir alıntıydı bu ama bunu bana söyleyen bir kitap değildi, bir insandı.

Dedem öldüğünde o kadar üzülmüştüm ki saatlerce ağlamıştım. Tabutuna dokunmuş, üzerindeki yeşil örtüyü sevmiştim. Tıpkı onun beni sevdiği gibi nazikçe okşamıştım o örtüyü çünkü altında dedem vardı. Ailede beni seven tek kişiydi o, annem ve babamdan sonra ve ben daha sekiz yaşımdayken ölmüştü. Küçüktüm ve ölümle daha önce karşılaşmış olsam bile, bunun ölen kişiyi bir daha görememek manasına geldiğinin idrakinde değildim. Bir çiçek de ölüyordu neticede ve yerini başka bir çiçek alabiliyordu kolayca. Ama bir insan gittiğinde yerini doldurmak mümkün olmazdı. Dedemin öldüğü gün bunu acı bir şekilde öğrenmiştim. Sonsuza dek gittiğinden, bir daha onu göremeyeceğimden delicesine korkuyordum ve daha o dakikada onu özlemiştim bile. Sonra babam geldi yanıma ve bana, "Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıç." dedi. "Bir beden ölür ama ruh yaşamaya devam eder. Ruh, bizi asıl hayatta tutan enerjimizdir ama beden o enerjiyi uzun süre saklayacak kadar güçlü değildir. İşte o zaman ölüm gelir ve ruhu alır. Onu uzak diyarlara götürür, cennet ona kucak açar. Deden şimdi cennette ve seni izliyor, ağladığını görürse üzülür Hüma. O yüzden ağlama, bir gün yeniden onu göreceksin."

Babamın sözlerinden sonra ağlamam kesilmemişti elbette. Söyledikleri sonradan anlam kazanmıştı fakat sekiz yaşındaki o kız henüz bunları anlayabilecek bilinçte değildi.

Şimdi yirmi dört yaşımdaydım ve babamın ölüm hakkında söylediği o cümleyi pek çok yerde duymuş, kitapta okumuştum. Üstelik bunu bizzat deneyimlemiştim de. Bu deneyimin sonucu benim için acı olsa da başkaları için son derece hayat dolu olmuştu. Ben ölürken, Set'in ordusu hayata dönmüştü. Arabanın önünde duran ve farlar sayesinde apaçık bir şekilde görünen bu adam o ordunun bir neferiydi.

"Hüma hayır!" dedi annem ama ben çoktan arabadan inmiştim bile. Farlar yardımıyla aydınlanan asker bir an yerinde kalıp kalmamak konusunda tereddüte düştü. Hemen ardından sokağa ulaşan siren sesleri hareketlenmesi için yeterli oldu ve tabi arkasından da ben.

"Hüma!" diye bana seslenen annem çoktan geride kalmıştı ve artık sesi de duyulmuyordu.

Bomboş sokaklar koşuş seslerimizle doldu. Karanlık bizi yuttu. İstanbul'un soğuğu iliklerime işledi.

Asker bir çöp konteynerina çarpıp yalpaladığında onu yakaladım sanmıştım fakat öyle olmadı. Benim kanımla hayata dönen bu adam son derece güçlüydü. Konteyner çarpmanın etkisiyle yamulmuş, birkaç metre geriye savrulmuştu. Askerse koşmaya devam ediyordu. Gittikçe daha da hızlanıyor benden kaçıyordu.

"Hey!" diye bağırdım. Ne diyeceğimi bilmiyordum çünkü ne ben onun dilini biliyordum ne de o benimkini. Yalnızca sesleniyor ve artık durmasını bekliyordum.

Durmadı. Koşmaya devam etti. Sağa dönüşüyle birlikte ayağı kaydı ama bu onu durdurmak için yeterli değildi.

Askerin ayağını kaydıran ıslak karton parçaları sokağa saçılmıştı. Koşuşun etkisiyle bir tanesine de benim basmam kaçınılmazdı ama ben onun kadar şanslı değildim. Dengemi sağlayamayıp düşmemle birlikte acı bir çığlık kopardım. Bacağım boydan boya sıyrılmış, avuçlarım çarpmanın etkisiyle berelenmişti.

"Dur!" dedim var gücümle. Yerden kalkmam zordu çünkü düşerken ayak bileğimi de burkmuştum. Onun peşinden koşamazdım.

Sesim boş sokakta yankılandı. Askerin adım sesleri nafile çabamla kesildi. Acıdan dolayı dolan gözlerim gittiği yöne bakmamın önüne geçiyordu.

Bir damla yaş yanağıma doğru süzüldü. Sonra gökyüzü aydınlandı. Yağmurun yağacağının habercisi olan yıldırımlar geceyi gündüze çevirdi ve büyük bir gümbürtü sessizliği yarıp geçti.

"Sen nesin?"

Duyduğum yabancı ses o ana kadar avuçlarımda olan odağımı değiştirmem için yeterliydi. Asker durmuştu. Tam karşımda, sokağın ortasında durmuş, memnuniyetsiz bir surat ifadesiyle bana bakıyordu.

"Gitmemişsin." dedim şaşkınlık dolu sesimle. Çoktan uzaklaştı sanıyordum oysa ki. Sonuçta kalması için bir sebep yoktu.

"Gidemiyorum. Bana ne yaptın?"

İşte bunu anlamadım.

"Sana hiçbir şey yapmadım. Yalnızca konuşmak istiyorum."

O an farkına vardığım başka bir gerçek, aynı dili konuşuyor olduğumuzdu. Fakat dudaklarından fırlayan kelimelerin Türkçe olmadığından çok emindim. Başka bir şey söylüyordu fakat ben onu anlıyordum. Peki ben hala Türkçe mi konuşuyordum?

Güçlükle kalktım yerden. Ayak bileğime çok fazla yüklenmemeye çalışarak ona doğru yürüdüm.

Kıpırdandı. Gitmek istedi ama olduğu yerde kaldı. Sanki yere zamkla yapıştırılmış gibiydi ayakları. Bunu yapanın benim tek bir sözüm olduğuna inanmak güçtü ama sanırım olan şey buydu. Ne demişlerdi? Set'in ordusu artık senin. Bu ordu benimse şayet, benim kanımla, canımla hayatta kalıyorsa benim emirlerime boyun eğmek zorundaydı. Karşımda duran bu askere can veren bendim.

"Sen nesin?"

Askerin, sorusunu yinelemesi üzerine omuzlarımı dikleştirdim. Güçlü ve vakur bir duruş sergilemeye çalışıyordum.

"Ben bir tanrıçayım."

"Daha önce seni hiç görmedim."

Soru sormuyordu ama ses tonu sorgular gibiydi.

"Binlerce yıldır bir ölüydün çünkü. Seni hayata döndüren benim."

Şaşırdı. Anlık afallamasının sonucunda duygularını profesyonelce gizledi ve o sert bakışları yeniden yerleşti gözlerine. Set, askerlerini resmen kendine benzetmişti. Hepsi böyle miydi bilmem ama bu asker kesinlikle onu rol model alıyordu.

"İsmin ne asker?"

Kaşları çatıldı. Bir an söylemeyecek sandım ama bir nevi onu buraya bağlamıştım ve ben izin vermedikçe gitmesi imkamsızdı. Bunun bilincinde olduğundan, "Ravic." dedi.

"Ben Hüma, Ravic. Merhamet tanrıçasıyım ve şu an hayatta olmanın sebebi benim."

"Benden ne istiyorsun tanrıça? Kralı öldürmemi mi?"

Bu kez şaşıran taraf bendim. "Kral mı?"

"Set." dedi Ravic gür bir sesle. "Çöl tanrısı. Onu öldürmemi mi isteyeceksin? Asla yapmam!"

İşte bu düşündürücüydü. Asker beni tanımıyor ama tek bir lafımla çivilenip kalıyordu. Buna rağmen hala Set'e sadıktı. Çok garip ama bir o kadar da etkileyiciydi. Emindim ki söylediği gibi bir istekte bulunsam öldürmeye çalışmadan hemen önce ölmeyi dilerdi. Oysa bilmiyordu ki bu tanrıça onun kralına aşıktı.

"Hayatın benim ellerimde ama sadakatin hala ona." dedim düşünceli bir sesle. Açıkçası önümde diz çökerler falan sanmıştım ama ne orduyla ilk karşılaşmamda ne de şimdi böyle bir şey olmuştu. Evrenin bana sen çok beklersin deme şekli bu olsa gerekti. Tanrıça olunca böyle şeyler yaşanması gerekmiyor muydu? Çünkü kitaplarda böyle oluyordu.

"Sadakat çocuk oyuncağı değildir tanrıça. Onu kazanmak zordur ama kazandığında dünyayı ayaklarının altına serebilir. İstediğin kadar hayatıma sahip ol, sadakatim kralımadır. Eğer karşılığı canımsa al onu, ilk kez ölmeyeceğim."

Garipti ama asker konuştukça dudaklarım iki yana kıvrılıyordu. Söylediklerinin hoşuma gitmesi normal olamazdı. Resmen gurur duyuyordum. Bu, ya bir annenin çocuğunun başarısından duyduğu gururdu, çocuk rolünde elbette bu asker vardı, ya da bir sevgilinin gururuydu. Her iki türlü de bu gurur vardı ve gülümsemem için yeterliydi.

"Neden gülüyorsun? Sence bu komik mi?!"

"Fevrisin, bana birini hatırlatıyorsun."

"Ne dediğini anlamıyorum tanrıça?"

Bu şekilde seslenmesi sinirimi bozuyordu çünkü bana bu şekilde hitap eden bir başkası da Apep'ti. Lanet olası şeytanı aklıma getiriyordu.

"Bana Hüma de, Ravic. İki hafta öncesine kadar bir tanrıça değildim."

Bana anlamayarak baktı ama ne kadar düşünürse düşünsün olanları tahmin etmesi mümkün değildi. Bu yüzden konuyu daha fazla deşmemeye karar verdim.

"Senden bir şey istemiyorum." dedim dürüstçe. Gerçekten istemiyordum. "Seni kurtarmak istiyorum."

"Neden sana inanayım?"

Gülümsedim. Birine, hele ki tanımadığın birine güvenmek kolay değildi. Ravic bu konuda haklıydı.

"Hani dedin ya sadakat zor kazanılır ama kazanırsan dünya bile ayaklarının altına serilir diye. Dünyanın ayaklarımın altına serilmesini istiyorum say." Ravic'in kolunu tuttum, "Hadi gidelim." derken. Gözlerimi kapattım. Midem kasıldı, kusacakmış gibi hissettim kendimi. Bu ışınlanma olayına bir türlü alışamamıştım ve şimdi gideceğimiz yer konusunda da o kadar emin değildim. İçten içe yanlış bir yere gitmenin korkusunu yaşıyordum. Bu yüzden iyice odaklandım ve yalnızca bir kez gitmiş olduğum o sarayı düşündüm. Sarayın avlusu ben oradayken darmadağındı, keza surların dışı da öyle ama sağlam olduğu zamanı az çok tahmin edebiliyordum. Çekildim, savruldum ve sanki bir girdaba yakalanmışım gibi bir hisse kapıldım. En nihayetinde ayaklarımın altına serilen çöl kumları ve yıldızlı bir gökyüzünün altında buldum kendimi. Hemen yanımda duran Ravic hala çatık kaşlarla bana bakıyordu. İşin iyi yanı doğru yere gelmiş olmamızdı, kötü yanıysa bize doğrultulmuş kılıçlardı.

"Buyur buradan yak." diye söylendim kendi kendime. Resmen tehdit olarak algılanmıştık.

"Serbestsin." dedim Ravic'e dönüp. Bariz bir rahatlamanın ardından kolunu elimden kurtardı. Sonrasında boğazıma dayanan kılıcın ona ait olması ironi değil de neydi?

"Nankör." diye söylendim. "Hepinizi ipe dizerdim de yapmıyorum işte. Bundan böyle davranıyorsunuz bana."

"Kes!" diye bağırdı askerlerden birisi. "Kimsin sen?"

"Elinin körü."

"Ne diyorsun? Elimin körü nasıl olabilirsin? Elin gözü mü var?" diye sordu başka bir asker.

Diğerleri ona ne diyorsun dercesine bakarken, ben kahkaha atmaya başlamıştım bile. Bu akseri sevmiştim sebepsizce, en azından Ravic gibi nankör değildi.

"Sus be kadın! Doğru düzgün cevap ver! Kimsin sen?"

Göz devirdim. Hala güldüğüm gerçeğini ise es geçemezdim.

"Hüma." dedim kısaca.

"Onu sormuyorum, kim olduğunu soruyorum? Buraya neden geldin? Amacın ne?"

Yeniden göz devirdim.

"Arkeolog, merhamet tanrıçası ve senin de dediğin gibi bir kadınım."

Üzerine basa basa söylediğim son kelime öfkemin dışa vurumuydu.

"Ayrıca siz beni zaten görmediniz mi daha önce? Ne bu tantana kardeşim?"

Askerlerden ses çıkmazken, bana sorular soran asker, bir başkasına dönüp, "Gidip komutana haber ver." dedi. Asker binaya doğru koşarken diğerleri sessizliklerini korudu ve tabi son derece keskin olduğundan emin olduğum kılıçlarını üzerimden bir an olsun çekmediler.

Ayağım ağrıyordu. Düşerken fena burkmuştum. Sıyrılan kısmın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Acısı gittikçe daha dayanılmaz bir hal alırken yere oturmak için hareketlendim. Bunun üzerine askerler de bana doğru bir adım attılar tehditkarca.

"Sadece yere oturacağım. Ayağım acıyor." diyerek durumu açıkladım onlara. Aslında buradan kolaylıkla gidebilirdim ve onlar peşime düşemezlerdi ama bir dahaki gelişimde daha büyük bir tepkiyle karşılaşacağım kesindi. Sırf o tepkiyi görmemek için buna katlanıyordum. Onlara emir vermeme sebebimse özgür iradelerine saldırmak istemeyişimdi. Güven her şeyden önce gelirdi ve her ne kadar şu an Ravic'e kızıyor olsam da sadakat konusunda söylediklerinde haklıydı. Onların yalnızca kontrollerine sahip olmak yeterli değildi yanımda durmaları için, sadakatleri gerekiyordu ve bunun için de iradelerine dokunmamam gerekiyordu.

Yavaşça yere oturdum. Üzerime doğrultulan düzinelerce kılıç karşısında fazla rahat görünüyordum şüphesiz. Aslında değildim. Daha önce böyle bir durumla hiç karşı karşıya kalmamıştım. Korkutucuydu. Her an birisinin derinizi yırtma ihtimalini düşünebiliyor musunuz?

Orada ne kadar bekledim bilmiyorum. Belki birkaç dakika... Sonra onu duydum. Gür ve son derece öfkeli çıkan sesi bulunduğumuz alanı inletiyordu.

"İndirin silahları!"

Set'in sesini duymaları, kılıçları çekmeleri için yeterliydi. Hemen ardından çöl tanrısının heybetli bedeni askerlerin arasında göründü. Evime geldiği zamankinden çok farklıydı. Üzerinde antik döneme ait olduğu çok belli olan giysiler vardı. Bir pelerin takmıştı ve o yürüdükçe omuzlarındaki vatka benzeri detaylar göz dolduruyordu. Zaten gemiş omuzlu ve heybetliydi fakat giydiği bu giysiler onu daha bir etkileyici kılmıştı. Gözlerindeki fırtınaları ise buradan bile fark etmek mümkündü. Köşeli çenesi kasılmış, kaşları çatılmıştı. Öfkesi gözlerine yansımıştı ve kehribar renkte parlayan gözlerinin hedefinde ben vardım.

"İyi misin?" diye sordu yanıma geldiğinde. Benim hizama eğilmişti. Gözlerini daha yakından görme fırsatı yakaladım böylece. Hala öfkeliydi ama sanki bana bakarken gözlerindeki fırtına sakinlemiş gibiydi.

"İyiyim." dedim yalnızca. Omuz silktim.

Set baştan aşağı inceledi beni her hangi bir hasar olup olmadığını anlamak için. Bakışları ayak bileğimi tutan elimde oyalandı bir süre, sonra yeniden gözlerime tırmandı.

"Ne oldu?" diye sorarken ayağımı işaret etti gözleriyle.

Omuz silktim. "Düştüm."

"Ne zaman?"

"Buraya gelmeden önce." dedim. Sonra başımı kaldırıp boğazıma silah dayayan Ravic'i aradım. Hemen ardımda durması ve tetikte olması sinir bozucuydu. Oysa ben onu buraya getirmiştim. "Onu getirmek için geldim."

Açıklamam üzerine başını salladı çöl tanrısı. Hala öfkeliydi ve bu öfke kolay kolay da dineceğe benzemiyordu.

"Bir daha," dedi gür bir sesle. Muhatabı askerleriydi. "Hüma'ya karşı böyle bir tavır takınacak olursanız sonuçlarına katlanırsınız!"

Askerler mırıltılar şeklinde onayladılar onu. Bundan memnun kaldı mı bilmiyorum ama beni kucağına alıp binaya taşırken birine bile bakmadı.

O çok farklıydı. Tıpkı ilk gördüğüm zamanki Set gibiydi ama aslında bu doğaldı. Çünkü burası onun bölgesi, krallığıydı. Burada onun sözü geçerdi ve bu söz üzerine kimse laf edemezdi. Çöl tanrısı burada hüküm sürüyorken, benim evimde, benimle birlikte dizi izleyen o adamı görmeyi bekleyemezdim. O Set ile bu Set arasında çok fark vardı. O Set gerçekti ve bu gerçeği benim yanımda dışa vurabiliyordu ama bu Set bir kalıptı. O bir kraldı ve ondan beklenen şey tam olarak böyle davranmasıydı çünkü o yalnızca bir kral da değildi burada. Şeytan olarak anılmış çöl tanrısıydı. Onu bu kalıba o kadar çok sokmuşlardı ki içindekini görmeyi unutmuşlardı. Ve ben bu adamı yine de affedemiyordum. Tıpkı eniştemin dediği gibi içine bakıyor, sebeplerini görüyordum ama bir türlü hak veremiyordum çünkü tam karşısında duruyordum. Bu durumda sorun bende miydi?

"Ne düşünüyorsun?" diye sordu bir odaya girdiğimizde. Beni büyük bir yatağa bıraktı nazikçe. Gözlerindeki fırtına dinmemişti ama artık yüzü o kadar gergin değildi.

"Hiç."

"Hiç mi?"

Omuz silktim.

Ne diyebilirdim ki? Sana yapılanı ve bana yaptığını mı?

"Bir daha sana böyle davranmayacaklar." dedi konuyu kapatmak istediğimi anlayarak.

"Biliyorum."

Konuşma bir yere gitmiyordu çünkü ikimiz de ne diyeceğimizi bilmediğimiz bir noktadaydık. O hala öfkeliydi ve ben hala onu affedememiştim. Öyle saçma bie durumdaydık ki eğer onu affedemezsem yaşanacak olan felaketlerden söz eden o kahini bir türlü aklımdan çıkartamıyordum. Çabalıyordum, gerçekten ama bir arpa boyu yol kat edememişim gibi geliyordu bana. Pişman olduğunu görebiliyordum, beni sevdiğinin farkındaydım. Tüm bunların bilincindeyken hala onu nasıl affedemiyordum? Oysa eniştem pişman olduğunu görürsen affedersin demişti. Görmüştüm. Neden hazmedemiyordum? Belki de güvenmeliydim. Güvenirsem eğer affetmemin bir önemi kalmazdı. Belki de affetmemin önüne geçen şey ona sırtımı kolayca yaslayamıyor oluşumdu.

Set ellerimi tuttu ve avuç içlerime baktı. Düştüğümde sıyrılmış olan kısımların üzerinde gezdirdi parmaklarını. Yaralar usulca kapandı ama o, sol avucumda duran ve asla kapanmayan izden elini çekmedi. Daha biraz önce öfkeyi ağırladığı gözlerinde derin bir acı gezindi.

"Ne kadar işe yarar bilmiyorum ama özür dilerim. Belki biraz daha vaktimiz olsaydı ya da şimdi o ana dönebiliyor olsaydık hiçbir şey aynı olmazdı."

Başımı salladım usulca. Denebilecek çok bir şey yoktu ve o zaten söylenecek her şeyi dile getiriyordu.

Ellerimi kucağıma bıraktı yavaşça. Sonra ayak bileğimi kavradı. Pantolonumdaki çamur izini bir el hareketiyle yok etti. Pantolonumdaki yırtıktan görünen yaraya dokundu parmak uçlarıyla. Acımıştı. Bu yüzden bacağımı çekmek istedim ama izin vermedi.

"İyileşecek."

Parmakları yeniden yaraya dokundu. Bu kez yara kapandı ve sanki hiç var olmamış gibi yok oldu. Aynı şeyi ayak bileğime de yaptı.

"Teşekkür ederim." dedim. Düşünceli bir şekilde alnımı kaşıdım. "Benim geri dönmem gerekiyor."

"Neden?"

"Annemlerin yanından ayrıldığımda pek iyi bir zamanda değildik. Son gördüklerinde psikolojisi bozuk kızları bir zombinin peşinden koşuyordu." diyerek durumu açıkladım. Sonrasında eklediğim şeyse Set'i güldürmüştü. "Haksız sayılmazlar gerçi."

"Haksız olmamalarına sevindim, bana geldin sonuçta."

"Ve şimdi de gidiyorum." diyerek ayaklandım. Nitekim Set buna engel oldu ve beni yeniden yatağa çekti.

"Hemen gitme. Kayboldum dersin."

"Endişelenirler." dedim kısık sesle. Neredeyse birbirine değen burunlarımız aklımın başımdan gitmesine yetmişti. İçten içe burada kalmak istiyordum ve sanki bunun önündeki tek engel ailemmiş gibiydi. Bu adamı affedememişken ona bu denli kapılmam çok tehlikeliydi.

"Gitmeni istemiyorum." dedi burnunu yanağıma sürterken. Tüy gibi bir dokunuştu bu.

İç geçirdim. İrademi sınıyordu.

"Ben de."

Kelimeler dudaklarımdan fırladığında ne söylediğimin farkına vardım. Onunla kalmak istediğimi alenen dile getirmiştim ve Set elbette ki bunu unutmayacaktı.

"O zaman gitme."

"Gitmem gerekiyor." dedim bir kez daha. Usulca boynuma doğru kayan burnunu hissedebiliyordum. Oradan içine çektiği kokumun farkındaydım ve bu beni fazlasıyla etkiliyordu.

"Gece yanına geleceğim. Uyuma." dedi. Dudakları tenime sürtündü ve hemen ardından bulundukları yere küçük ama bedenimi baştan aşağı titretecek bir öpücük kondurdu.

Garip bir mırıltıyla onayladım onu. Sonra benden uzaklaştı. Dudaklarında kendinden emin ve son derece sinir bozucu bir gülümseme vardı. Az önce resmen kollarında erimiştim ve o bunun gayet farkındaydı.

"Sana bir şey söyleyeceğim." dedim ani bir kararla. Aslında söylemekle söylememek arasında kalmıştım. Anın etkisinden midir bilinmez söyleme fikri daha ağır basmıştı. Üzerine düşündüğüm bir şey değildi kesinlikle, anlıktı ve laf ağızdan çoktan çıkmıştı.

"Ne söyleyeceksin?"

"Kimseye bundan söz edemezsin." dedim ve bir kez daha, "Kimseye." diyerek bunu vurguladım.

"Söylemem, söz veriyorum." dedi Set. Bana bu aralar çok fazla söz veriyordu. Umarım tutabilirdi çünkü tutamazsa yara alacak olan bir kişi olmazdı.

"Ben teraziye vardığımda, Osiris beni götürdüğünde yok olmak üzereydim." dedim. Kısa bir es verip tepkisine baktım. Pişmanlık, göz dolduran bir tablo misali orada duruyordu.

"Özür dilerim."

"Dileme. Bunu kötü hisset diye söylemiyorum. Yalnızca oraya vardığımda bana dokunamayacakları durumdaydım yani bir nevi bitmişti her şey. Sonra İsis geldi, beni hayata döndürdü. Tam o sırada bir şey oldu Set ve o şey hala olmaya devam ediyor."

Nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Korku ve heyecan birbirine karışmış, güvensizlik duvarı ise bir dağ misali büyümüştü önümde. İçimdeki hüma çimento torbasını yeniden alıp almamak konusunda kararsızdı ve Set o duvarın arkasından bütün pişmanlığıyla bana bakıyordu.

Yutkundum. Bakışlarım mermer zemine kaydı. Devam etmeden önce, destek almak için, pantolonumun kumaşını kavramaya çalıştım. Dar kotların sıkıntısı fazla dar olmalarıydı ve bu harekete müsaade etmiyorlardı. Set, ellerimi avuçlarına aldığında bakışlarım yeniden onu buldu.

"Ne oldu?" diye sordu ellerimi sıkıca kavrarken.

Gözlerine baktım ve benim o torbaya uzanmama engel olacak bir şeyler aradım. Buldum da. Bu yüzdendi ki dudaklarımdan dökülen o dört kelime sekteye uğramadı.

"Apep benimle iletişim kurdu."

***

Merhabalar efenim. Nasılsınız?

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma ve Ravic'in kovalamacası nasıldı?

Ravic'in kaçmasını bekliyor muydunuz?

Peki ordunun Hüma'ya kılıç doğrultması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Set'in gelişi? (Yazarınız olarak ben bile düştüm o kısımda, aman kaldırmayın sjsjjs)

Çifte kumruların birbirlerinden ayrılmak istemeyişi peki?

Hüma'nın Apep'ten söz etmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Ravic 👉

Diğer askerler 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%