Yeni Üyelik
37.
Bölüm

12. Bölüm - Kaçış

@aysenurtekkanat

Üç koca gün geçmişti Set ile konuşmamızın üzerinden. Sonrasında yanıma hiç gelmedi. Aslında bu üç gün içersinde en ufak bir doğa üstü olay dahi yaşamadım. Belki bunun sebebi evden ve hatta odamdan bile çıkmayı reddediyor oluşumdu. Bir çeşit depresyon dönemindeydim. Bunun iyi yanı düşünmek için kendime vakit ayırabilmiş olmamdı ama tabi şüphesiz beni en çok rahatlatan kısım Apep'in bir daha uğramamasıydı. Bir yandan onu da merak ediyordum, en son mührün kırılmak üzere olduğunu öğrenmiştim çünkü ve ne kadar vaktimiz kaldığı kısmı aklımı kurcalıyordu. Öte yandan ise içimdeki endişeyle savaşıyordum. Hayır, bunun sebebi kesinlikle Apep değildi. Garip de gelmiyordu aslında endişe etmem çünkü Set'e olan güvensizliğim beni boğacak düzeydeydi. Kaldı ki, boğarak olmasa da beni öldürmüşlüğü vardı çöl tanrısının. İşte atlatamadığım şey buydu.

Sola doğru döndüm ve battaniyeyi iyice üzerime çektim. Neredeyse kafamı da sokacaktım altına fakat ben nispeten daha soğuk bir ortamda nefes almayı seviyordum. Avucumdaki iz pencereden gelen ışığın altında kendini belli ederken, güneşin doğmak üzere olduğunu da anlamıştım. Hava aydınlanıyordu. Ve bugün büyük gündü.

Dün gece annem ve babam eve geldiklerinde, bugün için laboratuvarı ziyaret edebileceğimi söylemişlerdi. Sonunda izin çıkmıştı. Belki de bunun sebebi bir zombinin(!) peşinden karanlık sokaklara dalmamdı, kim bilir.

Uyuyamayacağımı anladığımda yataktan kalktım. Yara izinin olduğu avucumu yatağa yaslarken garip bir sızı hissetmiştim. Umursamadım. Bunun yerine dolabımın karşısına geçip giysilerimin altını üstüne getirdim. En nihayetinde karar kıldığım şey kahverengi salopet elbise ile siyah boğazlı kazağım oldu. Hem rahat hem de sıcak tutacak bir giysiydi ve ben uzun zamandır kendimi içinde iyi hissedeceğim giysilerden uzaktım. Elbette pijamalarım bu söylemin dışındaydı.

Giysilerimi yatağın üstüne bırakıp odamdan çıktım. Banyoya girdiğimde gözüm istemsizce aynaya kaydı. Orada Apep'e dair bir iz aradım, yoktu. Bu beni rahatlatırken lavaboya yaklaşmam da zor olmadı. Hızlıca yüzümü yıkayıp kuruladım. Bir süredir hissetmediğim tuvalet ihtiyacı tanrısal getirilerden birisiydi ve bence en iyisiydi. Yeniden odama döndüm. Önce opak çorabımı ve kazağımı giydim. Ardından salopet elbisemi de üzerime geçirdim. Siyah, uzun botlarımı evden çıkmadan giyecektim fakat şöyle bir huyum vardı ki çift kat çorap giymeden bot giyemiyordum. Bu yüzden yeniden dolabıma yönelip patik çoraplarımdan mavi olanını aldım. Hızlıca giyip odamdan çıktım. Yemek yeme ihtiyacı hissetmediğim için kahvaltıya da gerek yoktu benim için ama ailem açısından aynı durum geçerli değildi. Onlar için kahvaltıyı hazırladım. Hatta hızımı alamayıp hazır yufkalardan börek bile yapmıştım ki bir kuş sütü eksik denecek masanın hazır olması bu vesileyle bir saati buldu.

"Hüma?"

Annemin sorarcasına adımı söylemesi üzerine arkamı döndüm. Mutfak kapısında durmuş, kafası karışık bir şekilde bana bakıyordu.

"Günaydın." dedim olabildiğince neşeli bir biçimde. Avuç içim sızlıyordu. Uyandığımdan beri farkında olduğum ama üzerinde çok durmadığım bu sızının gittikçe artması fazla tuhaftı ve artık neredeyse canımı yakacak düzeydeydi.

"Sabahın köründe ne yapıyorsun burada?"

"Size kahvaltı hazırladım." dedim masayı gösterip.

Annemin şaşkın bakışları masayı buldu. Sonra baştan aşağı beni inceledi. Henüz taramadığımdan dolayı kuş yuvasından hallice olan saçım, kombinimle son derece uyumsuzdu ama kahvaltıdan sonra halledilmeyecek bir şey değildi.

"Ben babanı uyandırayım o zaman." diyerek mutfaktan çıktı. Üstünde fazla durmamıştı, bu iyiydi çünkü sorgularsa bir şeylerin açığa çıkma riski artardı. Öte yandan her zaman risk vardı ve ben bunun minimum düzeyde olmasını tercih ederdim.

Babam da geldiğinde sessiz bir kahvaltı süreci geçirdik. Annem ve babamın birbirlerine olan o bakışlarının farkındaydım. Üç gün boyunca kendini yatağına hapseden çocukları sabahın köründe kalkmış, onlara kahvaltı hazırlamıştı. Daha dün, gerçekten dün, "Depresyondayım, unutuldum, aldatıldım!" diye bağıra bağıra şarkı söyleyerek Çokokrem yiyordum ben. Hatta Aşk-ı Memnu'nun final bölümünü açıp izlemiş ve ağlamıştım. Aslında ne unutulmuş ne de aldatılmıştım, yalnızca yaşadıklarım omuzlarıma fazla ağır geliyordu ve ben saçmalamak konusunda bir dünya markasıydım. Saçmalıklarımın arkasına saklıyordum pek çok duygumu ve düşüncemi ama bazen saçmalıklarımı da bunlara alet ediyordum. Aslında önceden bu kadar saçmalamazdım. Yine yapardım, çok konuşur, konudan sapar ve dalga geçerdim fakat son zamanlarda bu artmıştı. Kendi içimde verdiğim savaştı bunu tetikleyen ve ben bu savaşın galibini belirleyemedikçe neye saracağımı şaşırıyordum. Ailemi yoran, ellerini kollarını bağlayan şey de buydu işte.

Kahvaltıdan sonra hızlıca saçlarımı taradım. Parfümümü sıkıp montumu giyindim. Uzun botlarımı da ayağıma geçirdiğimde evden çıkmaya hazırdım.

*

Araba durduğunda geldiğimiz yer hiç de beklediğim gibi çıkmamıştı. Eski, neredeyse ormanın içine inşaa edilmiş bir depo vardı karşımızda. İki katlı yapının üst kat pencereleri kırılmıştı. İlk bakışta tekisiz bir yer imajı çiziyordu ve bundan dolayı insanın arkasına bile bakmadan kaçası geliyordu fakat ailem öyle yapmadı. Arabayı olduğu yere bırakıp aşağı indiler. Onların ardından ben de indim.

Zemin ıslaktı. Üstlerine yağan çiğden dolayı nemlenmiş olan kahverengi yapraklar çürümeye yüz tutmuştu. Botlarıma yapışıyor ve onları ağırlaştırıyorlardı.

Daha sert bir zemine basana kadar ailemin peşi sıra ilerledim. Şimdi beton bir kaldırımda yürüyordum. Esasında tam olarak kaldırım olduğu söylenemezdi, çok genişti. Muhtemelen araçlar için yapılmıştı ancak zamanla amacı dışında kullanılmaya başlanmıştı.

"Laboratuvar burası mı?" diye sordum kendimi tutamayarak. Etrafa yabancı ve hatta küçümser gözlerle bakıyordum. Bu denli vasat bir yerde bilimsel mevzuların dönmesi fikri oldukça saçmaydı. Hani o, hepimizin en az bir kere izlediği bilim kurgu veya aksiyon filmlerindeki laboratuvarlar vardı ya, onlarla uzaktan yakından alakası yoktu bu yerin. Sadece olması için olmuş bir yer izlenimi veriyordu.

"Evet Hüma, burası." dedi annem. Bıkkınlık doluydu sesi. Bu beni rahatsız etti. Kaşlarımı çatmama ve yumruklarımı sıkmama sebep oldu.

Sesimi çıkarmadan peşlerinden yürümeye devam ettim.

Dışarıdan son derece vasat görünen binanın girişinde kimlik, parmak izi ve retina taramasına tabi tutuldu annem ve babam. Aynı işlemi benim de yapmamın ardından dijital bir sesle kapı sağa doğru kayarak açıldı. İçeri adım atmamızın ardından kapı hızla kapandı. Başta karanlık bir ortam karşıladı bizi, tek ışık pencereden sızan loş gün ışığıydı. Hemen ardından kademeli olarak ışıklar yandı. Açıkçası gördüğüm bu yer pek de matah değildi. Filmlerdeki gibi bir yer bekliyordum hala ve gittikçe bu beklentim hezimete uğruyordu.

Önümüzde uzanan loş koridor, korku filmlerini andırıyordu. İlerde iki farklı kola ayrılıyordu.

"Sakın yanımızdan ayrılma, burası labirent gibidir, kaybolabilirsin." dedi babam.

Usulca başımı sallayıp onayladım onu. Önce sağa daha sonra sola kıvrılan koridorlarda yürüdük. Geçtiğimiz her köşe birbirine benziyordu ve ben burasının adeta bir labirent olduğuna gittikçe daha çok inanır olmuştum. Üstelik ilk girdiğimizde dışarıdan gelen o loş ışık, artık yoktu.

Uzun bir süre yürüdük. Defalarca kez aynı yerlerden geçtiğimiz hissi gittikçe daha çok ele geçirdi benliğimi. Burada kaybolsam çıkışı asla bulamazmışım gibi geliyordu.

Son kez sola döndük. Karşımızda devasa bir duvar vardı ve sanki bulunduğumuz bu nokta bir çeşit çıkmaz sokaktı. Küçücük bir kutunun içinde kapan kısılmış gibi hissediyordum kendimi. Klostrofobim olsaydı şayet şuracıkta kriz geçirebilirdim.

Babam, hemen sağımızda duran duvardaki panele bir çeşit şifre girdi. Kısa süreli bekleyişin ardından üzerine bastığımız zemin sarsıldı ve az önce buraya girdiğimiz koridor açıklığı kapandı. Zemin sarsılmaya devam ederken, midemde garip bir his peyda oldu. Sanki kusacakmış gibi hissettim ya da uçuyormuşçasına bir hafiflik. O an bulunduğumuz bu kutunun bir çeşit asansör olduğunu anlamıştım ve o an buraya karşı olan izlenimim değişmişti.

Hayır, burası vasat bir depoya var olsun diye kurulmuş bir laboratuvar değildi. Üzerine düşünülmüş ve yer altına inşaa edilmiş oldukça üstün bir teknolojiye sahip bir yapıydı ve dışarıdaki o kötü görüntü yalnızca bir yanılsamadan ibaretti.

Zemin sarsılarak durdu. Az önce kapanan açıklık yeniden açıldı ve bu kez de başka bir koridor karşıladı bizi. Üst kattaki gibi değildi, korku filmini andırmıyordu. İçerisinde insanlar olan, hayat olan bir koridordu bu. Ailemle birlikte oraya girdik ve birkaç koridoru daha aştık. Her iki tarafta camlar bulunan koridorlarda yürürken, içerde olup biteni görmek pek tabi mümkündü. Tam olarak ne olduğuna anlam veremediğim pek çok deneyin yanında, bazı camların ardında tutsak olan askerleri de görebiliyordum.

Onları resmen hapsetmişlerdi! İstekleri dışında onlardan bilgi alıyor, üzerlerinde deneyler yapıyorlardı.

Ellerim yeniden yumruk şeklini alırken, avucumdaki iz daha da sancıdı. Evdekinden daha güçlüydü bu, daha çok acıtıyordu.

"Onlara ne yapıyorsunuz?" diye sordum. Sesim istemsizce suçlar gibi çıkmıştı. Oysa bunu yapmamalı, her şey normalmiş gibi davranmalıydım.

Annem ve babam ve hatta o sırada yanımızdan geçmekte olan iki bilim insanı dahi bana baktı. Hepsinin bakışlarında şüpheci bir tutum vardı.

Annem, "Onları insanlara zarar vermekten alıkoyuyoruz." derken buna inanıyor gibi görünüyordu. Oysa ben dahi biliyordum, o sırada bu dünyada olmamama rağmen, askerlerin insanlara zarar vermek için her hangi bir davranışta bulunmadığını. Yalnızca Set'in yanına gitmeye çalışıyorlardı ve biz insanlar, her zaman yaptığımız gibi, bilmediğimiz şeyi tehdit olarak algılıyorduk.

"İnsanları mı öldürüyorlar?" diye sordum bu kez salağa yatarak. Şaşkınmış ve hatta korkmuş gibi görünmek için elimden geleni yaptım. "Bana bunu söylememiştiniz."

Babam yine şüpheyle baktı bana ama en azından o iki bilim insanı yanımızdan gitti. Annem ise yine o bıkkın ifadeyi takınmıştı ve bunu artık üzerime alınıyordum.

"Hadi Hüma, yeterince oyalandık."

Bir kez daha sessizliğimi korudum ve peşlerinden ilerledim. Avucumdaki sızı yanmaya evrilirken tepkisiz kalmamak için epey çaba sarf etmem gerekmişti.

"Burası bizim çalışma alanımız. Şu an içerde bir zombi var ve onunla iletişim kurmaya çalışıyorlar. O yüzden sessiz ol ve sadece izle." diye uyarıda bulundu annem en nihayetinde bir kapının önünde durduğumuzda. Benim onayım üzerine kapıyı açtı.

İçersi epey büyüktü. O camların ardından görünen alanlar kadar geniş ve teknolojikti. Adlarını bilmediğim pek çok cihaz vardı. Odanın en ortasında bir çeşit platform bulunuyordu. Halkaya benzeyen bir yapı bu platformun üzerine sabitlenmişti. Halkanın tam ortasında ise elleri ve ayakları halkanın dört ucuna bağlanmış bir asker vardı. Kadının bedeni zayıf olsada kasları yer yer kendini belli ediyordu. Uzun, siyah saçları dağılmış, buğday teni ise soluklaşmıştı. Uzun zamandır gün ışığı görmediğinden dolayı oldukça solgun görünüyordu. Gözlerinin altında oluşan torbalar uzak mesafeden bile seçilebiliyordu. Yorgundu ancak bir o kadar da öfkeliydi. Gözleri adeta ateş saçıyordu.

"Adın ne?" diye sordu bir bilim insanı. Sözcükleri öyle yavaş telaffuz etmişti ki, sanki konuşmayı yeni söken bir bebekti.

"Beni ne cüretle buraya kapatırsın?! Tin'deki iblislerden farkın yok ama sen acizsin ve ben buradan kurtulduğumda bana yaptıklarının bedelini ödeyeceksin sefil yaratık!"

Askerin haykırışı pek çoğu için alışılmış olsa gerek benden başka tepki veren olmadı.

Aynı bilim insanı yeniden adını sordu ona.

"Çöl tanrısı bu yaptığını yanına bırakır mı sanıyorsun ha?!"

Yine aynı tepkiyle karşılaştı asker ve bu onu daha çok kızdırdı. Buradaki kimse onu anlamıyordu. Buradaki kimse onun dilini tam manasıyla bilmiyordu ve ona tam olarak cevap veremiyordu. Bu da onu delirtiyor, bomboş, amaçsız bir tutsaklığa mahkum olduğu hissi uyadırıyordu hiç şüphesiz.

"Faydası yok, dilini çözemiyorum." diye hayıflandı bilim insanı. Diğerlerinin de ondan pek bir farkı yokken asker sessiz kalmıştı. Hala öfkeliydi. Adeta burnundan soluyordu.

"İsviçre'de bu konuda ilerleme kaydetmişler, belki de onlardan destek istemeliyiz." diyerek bir öneride bulundu başka biri. Aralarındaki konuşma bu şekilde sürüp giderken askerin öfkesi de giderek büyüyordu.

"Çöl tanrısı seni kurtarmaya gelmeyecek." dedim askere hitaben ve o an odadaki bütün sesler kesildi.

Asker, sesin kimden geldiğini anlamak için bağlandığı halkanın izin verdiği ölçüde etrafına baktı. Neredeyse herkesin bakışları benim üzerimde buluştuğunda, en nihayetinde onun zeytin karası gözleri de benim gözlerimi buldu.

"Sen onun dilini biliyor musun?"

Bilim insanının sorduğu soruyu es geçip askerin durduğu platforma doğru yürüdüm.

"Onun hakkında doğru konuş." diye tısladı. Kralları hakkında ettiğim kötü sözleri duysaydı acaba ne yapardı? "Çöl tanrısı bizi kurtarmak için her şeyi yapar."

Alaycı ama aynı zamanda da acı dolu bir gülüş yerleşti dudaklarıma. Sırtımdaki, kollarım ve bacaklarımdaki izler sızladı ve avuç içim daha çok yandı.

"Ona hiç şüphem yok. Neleri feda edebileceğine ilk elden şahit oldum."

Sabahtan beri acıyan elimi kaldırıp avucumu gösterdim ona.

Askerin kaşları çatıldı, gözleri kısıldı. Yara izini daha iyi görebilmek için öne bile gelmeye çalıştı.

"Set, ordusu için masum bir cana bile kıyabilir. O can benimkiydi ama hayır, sizi almak için buraya gelmeyecek."

"Nereden biliyorsun? Kimsin sen?"

"Ben merhamet tanrıçasıyım." dedim ilk sorusunu görmezden gelerek. "Senin ismin ne asker?"

"Myr."

"Daha farklı şartlarda tanışmak isterdim Myr ama maalesef ki buradayız."

"Benden ne istiyorsun?"

Gülümsedim. Esasında ondan hiçbir şey istemiyordum ama Set dışında herkesin onlardan bir şeyler istemesine ve isteklerine karşı bir şeyler sunmasına öyle alışmışlardı ki şu an benden beklentisi de bu yöndeydi. Bu otomatik bir tepkiydi.

"Myr, senden hiçbir şey istemiyorum. Sana tüm bu olanları anlatamam ama henüz sadece birkaç haftadır bir tanrıça olduğumu söyleyebilirim. Seni buradan çıkarmak istiyorum ve tabi diğerlerini de. Çöl tanrısı gelemez çünkü burada olduğumu bilmiyor ve yapmak istediğimi de tabi. Bana güvenirsen eğer seni ona götürebilirim."

Bir süre yüzüme baktı Myr. Düşünüyordu. Henüz ilk kez gördüğü ve tanrıça olduğunu söyleyen bir kadına inanmak onun için çılgınlıktı hiç şüphesiz. Yerinde olsam ben de aynı şekilde düşünürdüm. Bu deliceydi ama bana inanmaktan başka çaresi yoktu. Yine de son bir çırpınışla, "Çöl tanrısı neden gelemez? Burada olduğunu bilseydi geleceğini söylüyorsun. Neden ona buraya geleceğini söylemedin?" diye sordu.

"Çünkü onu küstürdüm, bu yüzden yanıma gelmiyor. Kendimi affettirmek istiyorum."

Onu affetmek istiyorum, diye tamamladım içimden. Bu kısmı onun bilmesine gerek yoktu.

"Sana güvenirsem karşılığında benden ne isteyeceksin merhamet tanrıçası?"

Omuz silktim. "Hiçbir şey. Sadece yardım etmek istiyorum."

"Kralımdan ne isteyeceksin?"

"Hiçbir şey."

"O zaman neden yardım ediyorsun?!"

Myr'in haykırışı pek çok kişiyi yerinde sıçrattı. Az önce sakin ve onlara göre gayet sağlıklı bir diyalog içersindeydik çünkü.

Dudaklarımdaki tebessümü korudum.

"Ben merhamet tanrıçasıyım Myr ve istesem de istemsem de merhamet gösteriyorum. Karşımda bir kelebek, insan veya şeytan olarak anılan bir tanrı olması fark etmiyor. Karşımda kimin olduğu önemsiz, benim kim olduğum zaten davranışımı belirliyor. Şimdi daha fazla bu konuşmayı uzatırsak şüphelecekler, o yüzden kararını bir an önce vermelisin. Buradan çıkmak istiyor musun?"

Myr'in düşünmesine bile gerek yoktu. Daha soruyu sorduğum anda hafif bir baş hareketiyle beni onayladı. Hemen ardından dijital ekranlar patladı. Bir sisi andıran duman odaya yayılırken, herkes dört bir yana dağılmıştı. Myr'in bağlı olduğu halka kırıldı sonra ve asker serbest kaldı. Kimse zarar görmedi ama dikkatleri tamamen dağıldı ve bu bizim için paha biçilemez bir fırsattı.

Myr'in elini kavradım o karmaşada. Ben etkilenmemiştim fakat o bir tanrının askeri bile olsa dumandan etkilenmişti. Bu yüzden çıkışı bulması yardımım olmadan zordu.

Odadan çıktık. Koridorda kargaşa hakimdi çünkü yalnızca bulunduğumuz yerde değil, gelirken gördüğüm her odada ayrı patlamalar yaşanmıştı. O kargaşanın arasında koşar adım ilerlerken, "Gelin!" diye bağırdım sabahtan beri sızlayan elimi kaldırarak. Avucumdaki yarayı açan kişi Set'ti belki ama oradan akan kan beni orduya bağlamıştı. Onlara yaklaştıkça, temas ettikçe ve acılarını gördükçe daha çok sızlıyordu. Bu yüzden şimdi yara izi ışık saçıyordu.

Dumandan ve patlamadan etkilenmiş dahi olsalar emrime itaat etti askerler. Buradakilerin bizi engellemeye bile fırsatı olmadı çünkü hepsi bir köşeye dağılmıştı. Birkaçı bizi fark etti ama müdahalede bulunamadı ve biz en nihayetinde o asansöre geldik. Babamın girdiği şifreyi bilmediğimden dolayı, yarı baygın halde yere yatan bir kadını kolundan tutup çektim. Bizimle birlikte asansöre girmesi için onu zorlamam gerekmişti.

"Lütfen bana zarar vermeyin." diyordu ağlarken. Bu yakarış kendimi berbat hissetmem için yeterliydi.

"Sakin ol, kimse sana bir şey yapmayacak. Yalnızca şifreyi girmeni istiyorum."

Elleri titreyerek tuşladı rakamları. Hala etkim altında olan askerlerden çıt çıkmazken zemin yeniden sarsıldı. Kadının korku dolu bakışları hemen ardımda duran askerlerden bir an olsun çekilmiyordu.

"Benim çocuklarım var, ölmek istemiyorum. Onları geride bırakamam."

Kadının yakarışı gittikçe daha çok can acıtıyordu.

Kollarından kavrayıp bana bakması için zorladım onu. Bakışlarını uzun süre çekmedi askerlerden ama en nihayetinde yeşil gözleri benimkilerle buluştu.

"Sana zarar gelmeyecek. Tek istediğim bizi buradan çıkarman."

"Bu imkansız. Çoktan dışarısı tutulmuştur." dedi kadın ve bunu söylediği anda asansör sarsılarak durdu. Hemen ardından aşağı doğru harekete geçti.

"Neler oluyor?"

"Bu bina tamamen dijital. Ana panelden kontrol ediyorlar her şeyi. Onlar izin vermedikçe buradan çıkamazsın, hele onlarla hiç."

Şöyle bir başımı çevirip askerlere baktım. Tek bir tepki dahi göstermeden doğruca karşıya bakıyorlardı. Düşüncelerine hükmetmiyordum, o yüzden ne düşündüklerini de bilmiyordum. Yalnızca davranışları benim kontrolüm altındaydı ve şimdi böyle olmaları işime geliyordu.

"Öyleyse biz de farklı bir yol deneriz." diye mırıldandım. Bunu yapmam demek pek çok şeyi daha da bilinmez hale getirmem demekti ama yapacak bir şey yoktu. Madem onlar gitmemize izin vermiyordu, öyleyse biz de kendimize farklı bir yol bulurduk.

Kadının alnına tüy gibi hafif bir dokunuş bıraktım. "Uyu."

Kadın kollarıma yığılıp kaldığında onu asansörün köşesine yasladım. Sonrasında köşelere bakıp içeriyi izleyen üç kameraya odaklandım. Lensler parçalandı ve mekanizmaları bozuldu. Bundan sonrası için tek yapacağım şey odaklanmak ve çölü düşünmekti. Bu hiç de zor olmayacaktı çünkü bu kez Set'in sarayına öncekinden daha hakimdim. Ve içten içe biliyordum, bir daha asla normal bir genç kız olmayacaktım. Ailemin yanına bir daha dönemeyecektim. Yine de yaptım ve bizi çöle, Set'in sarayına götürmek üzere gözlerimi kapattım.

***

Merhabalar.

Aslında kaçış sahnesini daha farklı planlamıştım ama Hüma yine yaptı yapacağını, yıktı tüm tabularımı sjsjjss.

Laboratuvar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Askerlere yapılan muameleye kızdınız mı?

Myr'i sevdiniz mi?

Peki Hüma'nın bu bölümdeki hali, tavrı nasıldı? O da azıcık depresyonda şu aralar, benden ötürü hep sjjsjs.

Set, ordusunun küçük de olsa bir kısmını karşısında gördüğünde sizce ne yapacak?

Peki tanrılar Hüma'nın bu tavrına ne diyecek?

Kızımız artık insanlarla bağlarını tamamen kopardığına göre sizce neler yaşanacak?

Ra ne zaman ölür?

Gelecek bölümde ne olacak dersiniz?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Myr 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%