Yeni Üyelik
38.
Bölüm

13. Bölüm - Nefret

@aysenurtekkanat

Kum taneleri sıcak çöl güneşinde kavruluyordu. Henüz sabahın erken saatlerinde olmamıza rağmen çöl oldukça sıcaktı. Üzerimdeki boğazlı kazak ve salopet elbise burası için kesinlikle uygun değildi ancak ben sıcaktan etkilenmiyordum. Ne soğuk ne de sıcak tenime işliyor, beni zayıflatabiliyordu. Yalnızca hissediyordum onu.

Botlarımın altında ezilen sıcak kumlar her adımımda yayılıyordu. Ardımda bıraktığım ayak izleri beni doğruca Set'in sarayına götürüyordu. Hemen arkamdan gelen asker grubu hala etkim altındaydı ve yüksek ihtimalle benden nefret ediyorlardı.

Sarayın büyük, kızıl kahve tonlarındaki kapısından hiç zorluk yaşamadan geçtim. Önceki gelişimde çöl tanrısı, ordusunu sert bir şekilde uyarmış ve artık beni tanıyan ordu hiçbir zorluk çıkartmadan içeri girmeme izin verir olmuştu.

"N'aber Ravic?" dedim ilerde gördüğüm ve yalnızca bir hafta önce nefretini kazandığım askere. Çatık kaşlarında hiçbir değişiklik yoktu.

"Burada ne işin var?"

Soruyu soran kişi Ravic değildi. O hala çatık kaşlarıyla bana bakmaya devam ediyordu ama aramızda hatrı sayılır bir mesafe olduğundan hiçbir şey söylemiyordu. Bana soru soran kişi, koyu renk teni, kaslı bedeni ve üzerine tam oturan zırhıyla bir kadındı. Onu daha önce savaş meydanında görmüştüm. Set'in yanında, ön saflarda savaşıyordu.

"Sana da merhaba." dedim onu sinir edeceğini bildiğim o gülümsemeyi takınarak.

Hali hazırda çatık olan kaşları birbirine iyice yaklaştı. Kaşlarının arasındaki o derin vadi iyiden iyiye derinleşirken, gözlerinde yanan o ateş oradan çıkıp beni yakmak ister gibiydi. Emindim ki elinde böyle bir fırsat olsa yapardı çünkü bu kadın ordunun nefretinden bile daha büyüğüne sahipti. Bu nefretin muhtabı da bendim ama üzülmüyordum. Çünkü nefret sevgiye dönüşebilen güçlü bir duyguydu ve ben bunu ilk elden deneyimlemiştim.

"Burada ne arıyorsun?"

Kadının, dişlerini sıkarak sorduğu soru üzerine alaycı bir tebessüm yerleşti suratıma.

"Geçiyordum, bir uğrayayım dedim. Kısırınız varsa alırım bir tabak."

"Ne?"

"Ne nesi? Altın gününe gelmedim ya, onları getirdim." diyerek arkamda duranları gösterdim baş parmağımla. Ve o an hala onların iradesine hükmettiğim gerçeği dank etti. "Serbestsiniz."

"Sen bize ne yaptın?!" diye sordu Myr cümlem bittiği anda. Bir nefes alsaydık izin verseydi de.

"Ah Myr, fazla heyecanlısın. Biraz sakin ol."

Myr'in öfkesi bu kez banaydı ve yalnızca dakikalar önce bana güvenen bu kadın, şimdi tıpkı o laboratuvardaki bilim insanlarına baktığı gibi bakıyordu bana; nefretle.

"Anat, neler oluyor?" diye sordu bu kez de. Beni görmezden gelmişti!

"Biraz kırıldım." diye mırıldandım ama az önceki gibi beni görmezden geldi Myr. Anat dediği kadını muhatap alıyordu ve muhtemelen bunun sebebi öncesinden tanışıyor olmalarıydı.

"Merhametin tanrıçası o, biraz çatlaktır."

Anat'ın açıklaması üzerine ağzım bir karış açıldı. Hala burada olduğumu unutmuş ya da bunu umursamamıştı. Alenen bana hakaret ediyordu.

"Sen..." diyerek üzerine yürüdüm Anat'ın.

Kaslı kollarını göğsünde kavuşturup az önce benim güldüğüm gibi gülümsedi. Alaycı yüz ifadesi insanı çileden çıkaracak cinstendi. Beni küçümsüyordu.

"Ben ne? Ne yapacaksın, bana sarılacak mısın merhamet tanrıçası?"

Tükürürcesine telafuz ettiği sözler öfkelenmem için yeterliydi.

"Ben..." dedim yalnızca. Sonrasında tek kelime çıkmadı ağzımdan, diyecek hiçbir şey bulamadım çünkü ne yapacağımı bilmiyordum. İnsanlara karşı galip gelebilirdim fakat bu dünyada en zayıf halka bendim.

"Sen ne?" Bana doğru bir adım attı Anat. "Beni de mi şikayet edeceksin? Oturup ağlayacak mısın? Ama sen ağlamamıştın değil mi, gülmüştün."

Neden bahsettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. Bir hafta öncesinden, Ravic ile buraya geldiğim zamandan söz ediyordu. O zaman, bana doğrultulan onlarca kılıç karşısında yalnızca gülmüştüm ama bu kadın orada değildi. Olanları nereden biliyordu?

"Ben kimseyi şikayet etmedim." dedim sinirle. Elimden hiçbir şeyin gelmiyor oluşu kendimi işe yaramaz hissettiriyordu. Normal şartlarda hazır cevap ve lafını esirgemeyen birisi olabilirdim fakat bu kadına karşı kazanmak zordu.

Anat, Mısır'ın savaşçı tanrıçasıydı. Set'in savaşında yanında duran o iki kadından birisiydi. Ordular genellikle onun emriyle hareket ederdi ve Anat hiç savaş kaybetmemişti. Belki onun sürekli kazanmasından dolayıydı bu mağlubiyetim çünkü onun mağlup olma gibi bir ihtimali yoktu. O hep kazanırdı ve karşısındaki hep kaybetmeye mahkumdu. Şimdi karşısında ben vardım. Belki bu bir savaş değildi ama sözlü bir müsabakaydı ve ben şimdiden kaybediyordum. Her zaman kazanan birinin karşısında durmak, her zaman kaybetmeye mahkum olmaktı.

"Git buradan merhamet tanrıçası, burada sana yer yok."

Üstten bakışları altında adeta ezildim. Son bir direnişle, "Beni kovamazsın." dedim. "Burası sana ait değil."

Anat güldü. Dudakları dümdüz bir çizgi halini aldı hemen ardından ve tehditkar bir adım attı bana doğru.

"Söylesene, buranın sahibi en son ne zaman seni görmeye geldi?"

Tek kelime edemedim. Gelmemişti. Bir haftadır Set'in yüzünü görmüyordum. Ve şimdi ona en yakın olanlardan birisi beni buradan kovuyordu, hem de onun gücünü kullanarak.

"Ben de öyle düşünmüştüm." dedi Anat. "Git ve bir daha buraya adım atma. Senin yerin burası değil, tanrıların arası değil. Senin yerin o sefil insanların yanı. Merhamet tanrıçası olman hiçbir şey değiştirmiyor. Kimse seni burada istemiyor."

Şöyle bir etrafa baktım. Gözlerimle çakışan hiçbir bakış iç açıcı değildi. Her birinde nefret vardı. Anat doğru söylüyordu, beni burada kimse istemiyordu. Buradaki hiç kimse beni sevmiyordu, sevmeyecekti de.

Gözlerim yanmaya, burnum sızlamaya başladığında gitmem gerektiğini anlamıştım. Kalbim her bir nefret kırıntısıyla parçalanıyor, ufalanıyordu. Bayatlayan bir kurabiye kadar kaçmıştı tadım ve laboratuvarda olan hiçbir şeyin bir önemi kalmamıştı. Onlar için yaptıklarıma rağmen, tüm hayatımı onlar için feda etmeme rağmen bana olan nefretleri tükenmiyordu. Bakışları kalbimi parçalara ayırıyordu. Avucumdaki kesik ateşe değmişim gibi yanıyordu. Ve ben hemen buradan gitmezsem ağlayacağımı biliyordum. Kimsenin karşısında ağlamak istemiyordum, bu yüzden yalnızca arkamı döndüm. Gözlerimi kapatıp gideceğim yeri düşledim. Çekildim, savruldum ve çöldeki varlığım yok olmadan önce, "Hüma!" diye seslenen Astarte'yi duydum.

*

"Sana söylemiştim."

Gözlerimi açtığımda bu kez o zifiri karanlık karşılamadı beni. Bembeyaz kumları olan bir kumsaldaydım şimdi. Üzerimde uçuş uçuş, beyaz bir elbise vardı. Güneş yakmıyor, tatlı bir sıcaklıkla okşuyordu tenimi.

"Beni rahat bırak." dedim zayıf sesimle. Bunun bir çeşit rüya olduğunu biliyordum. Apep beni en savunmasız olduğum anlarda yakalamayı iyi biliyordu. Özellikle üzgün olduğum zamanlar onun için en uygun zamanlardı.

"Seni üzsünler diye mi?" dedi. Bu kez sesi bir yankı gibi değildi, tam arkamdan geliyordu.

Sonra omuzlarımda tüy kadar hafif bir dokunuş hissettim. İrkilerek öne doğru kaçtığımda bana engel olmadı.

"Sen nasıl?" diye anlamsız bir soru çıktı dudaklarımdan. Oradaydı. Beyaz, keten pantolon ve beyaz bir gömlek giyiyordu. Gömleğin üstten birkaç düğmesi açıktı ve ayakları çıplaktı. Beyaz saçları ve delici mavi gözleriyle hem çok etkileyici hem de bir o kadar ürkütücüydü.

"Cevabı biliyorsun Hüma." dedi pürüzsüz sesiyle. Kadife gibi derlerdi ya hani kitaplarda, ses tonu öyleydi. Tek bir hata yoktu sözcüklerinde veya duraksama. Duru ve oldukça netti konuşmaları ve sözleri beynimden vurulmuşum gibi hissetmem için yeterliydi.

"Ra..." dedim mırıldanır gibi. Sonra ona baktım. "Öldü mü?"

Apep başıyla onayladı beni. "Bu sabah."

Elim otomatik olarak dudaklarıma kapanırken birkaç adım geri kaçtım. Tuzlu deniz suyu ayaklarımı ıslatıyordu. Elbisenin etekleri çoktan sırılsıklam olmuştu. Tıpkı kahinin gösterdiği görüntüleri andırıyordu şu an olan şey. Apep yavaş yavaş özgürleşiyordu, artık insan bedenindeydi ve tam gücüne erişmesi için tek bir engel kalmıştı; Hathor.

"Korkuyor musun tanrıça?" diye sordu gözümden bir damla yaş aktığında. "Korkma." dedi sonra. Bana doğru birkaç adım attı.

Kaçmak istedim ancak ayaklarımda o gücü bulamadım. Hareket etmemeye yemin etmiş gibi yere çivilenmişlerdi.

Apep yeniden omzularımı tuttu. Yumuşak elleri tüy gibi bir dokunuşla kaydı omuzlarımdan. Dirseklerimi sımsıkı kavradı. Beni kendisine doğru çektiğinde dudaklarıma kapanan elim de serbest kalmıştı.

"Sen değerlisin tanrıça. Onların sandığından daha değerli, daha özelsin. Sana hak ettiğin şeyi vermek istiyorum, seni üzenleri üzmek istiyorum. Sana yalnızca hüküm vaat etmiyorum Hüma, acını dindirmek istiyorum."

Apep bana doğru yaklaştı biraz daha. Yüzlerimiz arasındaki mesafe oldukça azalmıştı. Nane gibi ferah bir kokusu vardı ve bu beni rahatlatıyordu. Daha şimdiden tesiri altına girdiğim bu iblis tam gücüne erişirse ona asla karşı koyamayacağımdan o kadar emindim ki.

Biraz daha yaklaştı Apep. Burnum, onunkine temas ettiğinde gözlerim kendiliğinden kapandı. Ferah nefesi dudaklarımı yalayıp geçti.

"İyi ol istiyorum tanrıça. Benim ol istiyorum."

Kendimi öyle bir kaptırmıştım ki ona, eğer bu sözleri söylemeseydi onu öpebilirdim. Lakin elektrik akımına kapılmışım gibi bir his beni kendime getirmeye yetti ve ben en nihayetinde onu itebildim.

"İstemiyorum! Rahat bırak beni!"

Çaresizlik nedir bilir misiniz?

Benim çaresizliğim şu andı.

Herkese ve her şeye sırt çevirmiştim. Benim bir parçam olanlara yardım etmek, onlara el uzatmak istemiştim ama onlar bana arkalarını dönmeyi seçmişti. Öyle bir yıkımdı ki bu yüreğim lime lime edilmiş, ben değersiz bir çöp gibi kenara atılmıştım. Kovulmuştum ben. Beni sevenleri yüz üstü bırakıp hiç değmeyecek kişiler için aileme sırt dönmüştüm. Şimdiyse yapayalnızdım. Apep'in benim zihnimde yarattığı bu zindanda tek başıma kapana kısılmıştım. Ondan sevgi bekleyecek kadar, az daha ona kapılacak kadar kırılmıştım. Kendi zihnime hapsolmuş, attığım her adımda gardiyanıma koşar olmuştum.

Çaresizdim. Tek bir çıkışı dahi olmayan bu yerde, bir zamanlar iblislere hükmeden Apep'le baş başaydım.

"Kaçamazsın." dedi duru bir sesle Apep. "Gerçek dünya seni her seferinde bana getirirken nereye gidebilirsin ki?"

Birkaç adım geri gittim. Ayaklarım birbirine dolandı, düşmekten son anda kurtuldum.

"İstemiyorum. Rahat bırak beni." derken daha çok uzaklaştım ondan. Aramızda hatrı sayılır bir mesafe olmasına rağmen kesinlikle güvende hissetmiyordum kendimi.

"Korkuyorsun." dedi başını sağa doğru eğerken. "Ağlıyorsun."

O söyleyinceye kadar farkına dahi varmamıştım ağladığımın. Ellerimle yanaklarıma dokunduğumda ancak hissedebilmiştim yaşlarımı. Ağlıyordum ve evet kesinlikle korkuyordum.

"Beni rahat bırak." dedim yalvarırcasına. Acınası halim karşısında bir başkası olsa gülerdi belki ama Apep gülmedi. Yüzündeki donuk ifade bir an olsun değişmezken, saniyeler içinde yeniden dibimde buldum onu. Soğuk parmakları yanaklarımı sildi usulca. Parmak uçlarına bulaşan yaşlarıma garip bir şeymiş gibi bakıyordu. Ona göre garipti tabi, sonuçta o, duyguları olmayan bir varlıktı, nereden bilecekti ağlamayı.

"Buradan gitmek ister misin?" diye sordu Apep. Yeni yaşlarla ıslanan yüzüme bakmadı bile. Hala parmaklarındaki ıslaklıktaydı bakışları.

Başımı salladım yalnızca. Burada, zihnimdeki bu zindanda kalmak istemiyordum. Bu bana acı veriyordu.

Mavi bakışlarını gözlerime çevirip, "Acı çekmeni istemiyorum." dedi Apep bir kez daha. Yakışıklı yüzü hala donuktu ama sesi az öncekinden bile daha nahif çıkıyordu.

"Burada olmak bana acı veriyor." dedim çatallaşmış sesimle.

"Seni incitmek istemiyorum tanrıça."

Apep gözlerimden bir an olsun çekmedi mavilerini. Öylece baktı. Merhamet veya şefkat yoktu belki ama öfke ve hırs da yoktu o bakışlarda. Yalnızca bakıyor ve bana değer verirmiş gibi konuşuyordu.

Nasıl bir varlıktı o? Nasıl bir varlık hiçbir şey hissetmezken incitmekten korkar gibi konuşabilirdi? Anlam veremiyordum. Apep koca bir soru işaretiydi ve ben onu çözemiyordum.

"Öyleyse bırak gideyim."

"Git."

*

Set'in Ağzından...

"Ne demek gitti?!"

"Gitti işte." dedi Astarte. "Ona seslendim ama duymadı beni, gitti."

"Nereye gitti?" diye sordum bu kez. Nispeten daha kısık çıkıyordu sesim.

Bütün bir günü Heliopolis'te, orada istenmediğim çok net yüzüme vurulurken geçirmiştim. Ra ölmüştü ve ikinci mühür kırılmıştı. Apep gittikçe daha da güçleniyordu ve şimdi tam güce erişmek için tek bir engeli vardı. Tanrılarla bu konu hakkında konuşmuş, neler yapabileceğimizi tartışmıştık. Horus ile elbette fikir ayrılığına düşmüştük, zaten bu beklenen bir şeydi. Ama beklenmeyen şeyler de olmuştu. En basitinden İsis, bu kez sevgili oğlunun tarafını tutmamıştı. Hüma'dan dolayı mıydı bilmiyorum fakat Horus, Hathor'u tek başına koruyabileceğini söyleyip böbürlenirken, İsis bunu kesin bir şekilde reddetmişti. Yalnızca Horus'un yeterli olmayacağını bir kez de o söylemişti ve bu epey şaşırtıcıydı çünkü bu sözleri ilk söyleyen kişi o değildi, bendim. Sonra saraya dönmüş ve biraz olsun dinlenmek için odama geçmeden önce gün içinde burada olanları öğrenmek için taht odasına geçmiştim. Astarte ve Anat'ın garip tavırlarına ve birbirlerine karşı ilk kez bu denli öfkeli oluşlarına anlam veremediğim o kısacık sürenin ardından Hüma'nın buraya geldiğini ve hemen ardından gittiğini öğrenmiştim. İşte bu Ra'nın ölümünden bile daha önemliydi çünkü Apep'in asıl peşinde olduğu kişinin Hathor değil, Hüma olduğunu yalnızca ben biliyordum.

"Bilmiyorum." dedi Astarte. "Dediğim gibi onu giderken gördüm sadece."

Astarte'nin delici bakışları kız kardeşinin üzerine çevrildiğinde ben de Anat'a baktım.

"Gitti." dedi yalnızca. Bu kadar basit miydi?

"Neden gitti?!" diye gürledim kendime hakim olamayarak. Astarte'ye karşı sakin kalabilirdim ama Anat'ın hata yapmasına tahammülüm yoktu çünkü o hata yapmazdı ve o her zaman dik durmayı bilirdi. Astarte'ye nazaran daha güçlü ve görev insanıydı.

"Kralım, siz onu görmek istemiyordunuz, bu yüzden gitmiyordunuz yanına. Sizi üzüyordu ve amacınızdan saptırıyordu. O yüzden gitmesini istedim ve o da gitti."

"Ona git mi dedin?!" diye sordum dişlerimi kıracak gibi sıkarken.

Anat başıyla onayladı beni ve bu bardağı taşıran son damla oldu.

"Sen kendi kafana göre iş yapabileceğini mi sanıyorsun?!"

"Kralım-"

"Kes! Senin görevin orduyu hizada tutmak, benim sevdiğim kadını buradan kovmak değil! Bunun hesabını daha sonra vereceksin Anat. Şimdi bana onun nereye gittiğini söyle. Derhal!"

Anat başını eğdi. Tek kelime etmedi. Verecek cevabı yoktu.

"Astarte."

"Efendim?"

"Buradan sen sorumlusun." dedim Anat'a bir kere daha bakmadan. Normalde sorumluluğu Anat'a verirdim, zaten bu yüzden Hüma'yı kovma cüretini bulmuştu ama bu yaptığı ona pahalıya patlayacaktı.

"Ama-" diye itiraz etmeye çalışan Anat'a yalnızca baktım. Onu şuracıkta öldürebilirdim ve o bunun gayet farkındaydı. Bu yüzden sustu ve kabullendi.

"Ben Hüma'yı bulup gelinceye kadar hiçbir problem istemiyorum."

Astarte başıyla onayladı beni. Bakışlarındaki kararsızlık kardeşinden kaynaklanıyordu. Hiçbir zaman onun yerinde gözü olmamıştı Astarte'nin ama Anat için aynısını söylemem mümkün değildi. O hep daha fazlasını istemişti. Anat güçlü olmak için yaratılmıştı ve güç onu hep cezp etmişti. Benim gücüm onun için paha biçilmez bir mücevher gibiydi.

Astarte'nin onayı üzerine saraydan ayrıldım. İlk durağım Hüma'nın evi oldu. Sığınacak güvenli kollara ihtiyacı varsa şayet elbette ailesine gidecekti. Ama odasında değildi. Birilerinin beni fark etme ihtimali de benim umurumda değildi, o yüzden odadan çıkmam ve anne babasının olduğu salona girmem uzun sürmedi.

"Hüma nerede?"

"Aydın." diyerek kocasının arkasına saklanan kadına karşılık göz devirdim. Ben salona girdiğimde, ellerinde, Hüma'nın telefon dediği o garip cihazlarla oturuyorlardı. Endişeli oldukları her hallerinden belliydi ve şimdi de korkuyorlardı.

"Sen kimsin?" diye sordu babası. Karısına siper olması acınasıydı.

"Hüma nerede?" diye yineledim sorumu. Tahammülüm yoktu çünkü o ne zaman yalnız kalsa kahrolası iblis soluğu onun yanında alıyordu.

"Polisi arıyorum." diyerek telefonda birkaç tuşa bastı adam. Tek bir el hareketiyle duvara savurduğum telefon parçalara ayrıldı.

"Son kez soruyorum; Hüma nerede?"

"Bilmiyoruz. Yok, gitti. Herkes onu arıyor."

Kadının ağlamaya başlamasına ramak kalmıştı. Cılız sesi onu ele veriyordu.

"Kimsin sen? Kızımdan ne istiyorsun?" diye sordu bu kez adam. Onlarla iletişim kurmanın ve tabi Hüma'nın nerede olabileceğine dair bir şeyler öğrenmenin tek yolu istedikleri cevapları vermekti çünkü burada değilse nerede olabileceğine dair bir fikrim kalmıyordu.

Cevap vermek için dudaklarımı araladığım sırada kadın titreyen parmağını bana doğru kaldırdı. Kekeleyerek, "Bu o." dedi. "Mısır'da Hüma'yı kaçıran kişi."

"Ona yaptıklarından sonra ne yüzle buraya geliyorsun?!" diye sordu babası bağırarak.

Beni tanımaları beklenmedikti ama daha beklenmedik olanı olanlardan haberdar olmalarıydı.

"Size anlattı mı?"

"Elbette anlatacaktı. Biz onun ailesiyiz ve sen kızımda hiç kapanmayacak yaralar açan şerefsizin tekisin!"

Adamın nefret dolu sözleri ve bakışları karşısında kendimi küçücük hissettim. Daha önce defalarca kez bu tarz cümleler işitmiştim. Şeytanın beden bulmuş hali olmuş, nefret ve öfkeyle çokça karşılaşmıştım ama hiçbiri bu kadar acıtmamıştı. Bunun sebebi haklı oluşu muydu yoksa yaptıklarımdan sonra kendimden nefret ediyor oluşum muydu?

"Onu bulmam gerekiyor." dedim söylediklerini görmezden gelerek. Eğer şimdi bu konuya girersek her şey için çok geç olabilirdi.

"Daha çok zarar vermek için mi?" dedi aynı nefretle bana bakarken. "Kızımı bulmana izin vermem. Onun kılına bile dokunamazsın!"

"Ona bir şey yapmayacağım." dedim dişlerimi sıkarak. "Ona Apep'ten önce ulaşmazsam her şey için çok geç olacak. Söyleyin bana, nerede o?"

Kadın usulca adamın arkasından çıktı. Kaşları çatık, duruşu sağlamdı bu kez. Korkmuyordu. Sanırım bunun sebebi annelik içgüdüsüydü.

"Bilmiyoruz. Bilsek de sana yerini söylemezdik." dedi kadın. Kocasının yanında dimdik durdu ve elini tuttu. Sımsıkı kenetlenen elleri imrenilecek cinstendi.

"Bakın, hatalı olduğumun farkındayım ve bunu düzeltmek için çabalıyorum." dedim onlara bir adım yaklaşarak. İnsanlara boyun eğeceğimi ve muhtaç olacağımı söyleselerdi buna gülmezdim bile. Söyleyenin kafasını kopartırdım beni aşağıladığı için ama şu an olan şey tam olarak buydu. "Yanlış yaptım ama siz de şu an yanlış yapıyorsunuz. Hüma'ya zarar vermek istemiyorum, onu seviyorum ve güvende olmasını istiyorum ama yalnızken güvende değil. O yalnız kaldığında, üzgün olduğunda, bir iblis ona musallat oluyor. Onu korumaya çalışıyorum ve sizden bana bunun için yardım etmenizi istiyorum. Lütfen."

Birbirlerine baktılar. Kararsızdılar ve haklıydılar. Bana güvenmek, hele ki kızlarına zarar verdiğimi bildikleri düşünüldüğünde, imkansıza eşdeğerdi ama neyse ki imkansız değildi. Öyle ki bir süre sonra adam, "Nerede olduğunu bilmiyoruz." dedi az öncekine nazaran sakin bir sesle. "Sabah işler karıştı. Hüma zombileri kurtarmak için bir şeyler yaptı. Ne yaptığını açıklayamıyorum, çok anlamsız çünkü ama her ne yaptıysa sonucu pek de iyi olmadı. Her yerde onu arıyorlar ve bizimle irtibata geçmesi durumuna karşılık evin çevresinde nöbet tutuyorlar. Buraya gelemez."

"Bunun için mi bana geldi?"

"Sana mı geldi?" diye sordu kadın bir umut ama sonra, benim de onu aradığımı hatırlamış olsa gerek, yüzü düştü. "Sana nereye gideceğini söylemedi mi?"

"Onunla konuşmadım. O sırada sarayda değildim."

"Saray?" dedi adam sorarcasına. "Ne sarayı? Topkapı falan mı?"

Anlamayarak baktım ona. "Topkapı ne bilmiyorum. Benim sarayıma geldi, çöle." Bu kez anlamayarak bakan onlardı, bu yüzden açıklama ihtiyacı hissettim. "Ben insan kaçırmam, normal şartlarda. Hüma'nın bana yardım etmesi gerekiyordu, bu yüzden onu çöle götürdüm. Zaten sizinle iletişime geçmesine de engel olmadım. Mail mi ne? Öyle bir şey yazdı size. Tam bilmiyorum ne olduğunu, her neyse. Ben Mısır'ın çöl tanrısıyım ve bu konuda son derece ciddiyim. Hüma ise, muhtemelen bilmiyorsunuz ama, merhamet tanrıçası. Bu bilgiyi daha sonra sindirmenizi tercih ederim. Şimdi oturun ve Hüma üzgünken nereye gider, ne yapar onu söyleyin. Ben de onu bulup güvende olduğundan emin olayım."

Sözlerim bittiğinde kadının elindeki telefon tak diye yere düştü. Hemen ardından kadın, "Aydın ne diyor bu adam?" diye sordu. Duruşu gittikçe bozuldu ve göz bebekleri yana doğru kaydı. Hemen ardından kadın, adamın kollarına yığılıverdi.

Ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyordum.

***

Selam! Bölüm sonunda kahkaha attım ben, siz ne durumdasınız? 😁

Anat'a sövmek isteyenleri şuraya alayım. 👉

Apep yine geldi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 😶

Ra'nın ölümü peki? Bekliyor muydunuz? 🤧

Hüma'nın yalnızlığı en dipte yaşamasına ne diyorsunuz? 😢

Ordunun ondan bu kadar nefret etmesi sizce normal mi? 🤨

Set'in onu bulmak için ailesinin karşısına çıkması peki? 😍

Dilek ve Aydın'ın kim olduğunu umursamadan kızlarını savunmaları? 😏

Dilek'in sondaki bayılışına ne diyorsunuz? 😅

Bundan sonra neler olacak dersiniz? 🤔

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma ❤️

Set 💚

Apep 💙

Astarte 💜

Anat 🤮

Dilek 💛

Aydın 🧡

Myr 😑

Ravic 😑

Son kez Ra 🖤

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%