Yeni Üyelik
39.
Bölüm

14. Bölüm - Kalpteki Yaralar

@aysenurtekkanat

Set'in Ağzından...

İnsanlar... Garip varlıklardı. İnançları, hayat mücadeleleri hem etkileyici hem de acınasıydı. Dünyanın bir yerinde birileri can çekişirken, diğer bir yerinde kahkahalar havada uçuşabiliyordu. Bazıları hayal ediyor ama hayallerine ulaşacak gücü bulamıyor, bazılarıysa o güce sahipken hayal kurmayı bilmiyordu. Adil değildi hiçbir şey, adil olamazdı da çünkü bu dünya yaşayanların dünyasıydı. Ölülerin dünyası ise hem ceza hem de mükafatı barındırıyordu. Pek çok dinde yaşamdan sonrasından söz edilirdi fakat kimse tam olarak ne olduğunu bilmezdi. İşte inançlar tam da bu noktada başlıyordu. Tanrıya inananlar, ruha inananlar veya tüm bunları red edenler... Hepsinin Duat'ta bir yeri vardı ve hepsi bu inançlarla yerlerini kendi belirlerdi. İnançları sarsıldığındaysa dünyaları başlarına yıkılırdı.

"Dilek! Dilek uyan!" diyerek karısını sarsan adama şöyle bir baktım. Endişeleniyordu ve ben onu çok iyi anlıyordum.

Derin bir nefes alıp hemen yanımda duran koltuğa oturdum. Bu adamın bana, karısı uyanmadan bilgi vermeyeceğinin farkındaydım. Ne yazık ki insanlar üzerinde böyle bir gücüm yoktu, bu yüzden beklemeye mecburdum.

"Ona ne yaptın?!" diye sorarken burnundan soluyordu adam. Bu beni güldürdü.

"Hiçbir şey. Yalnızca bayıldı. Kadını rahat bırak."

"Ne yapıp yapmayacağımı bana sen mi söyleyeceksin?"

"Bırakma öyleyse, iyice sars. Böylece sıkı sıkı tuttuğun o bedende morluklar oluşabilir. Devam et. Hadi."

Bir bana bir de kadının kollarını mengene gibi kavrayan ellerine baktı. Haklı olduğumun farkındalığıyla tutuşunu gevşetti. Az öncenin aksine kadın rahat bir pozisyonda, uyuyor gibi görünüyordu.

"Sen gerçekten söylediğin kişi misin?"

Sorusu beni şaşırtmadı. Hüma meraklı bir kızdı ve haliyle bu merakını bir yerden alması gerekiyordu. Osiris ve İsis'in bu duyguya çok da sahip olduğu söylenemezdi ama zaten Hüma'yı onlar büyütmemişti. Bu yüzden hayat doluydu ya zaten. Bu yüzden sevmeyi, gülmeyi, hayatı biliyordu. İsis'in şu dünyada yaptığı en doğru şey onu bu insanlara emanet etmekti bana kalırsa çünkü Hüma hepimizden farklıydı. Bu farklılık merhamete hükmettiği için değildi, sebebi onun gerçekten yaşamış olmasıydı. İyisiyle kötüsüyle bir hayat sürmüştü Hüma ve sonra o hayata veda etmişti.

"Evet."

"Kızım peki?"

Başımla onayladım onu.

"Aklım almıyor." dedi ellerini hırsla saçlarının arasından geçirirken. "Bu nasıl olabilir? Benim kızım o. Yanımda büyüdü, gözlerimin önünde. İlk adımlarını bu evde attı o. Nasıl olabiliyor da bir..."

Devamını getiremedi. Hüma'nın bir tanrıça olduğunu kabullenmek onlar için fazlasıyla zordu. Bizim varlığımız bile daha sindirilebilir bir şeydi fakat onun da dediği gibi, ilk adımlarına dahi şahit olduğu kızının aslında insan olmaması fikri delirticiydi.

"Bazen akıl yetmez, ne karar vermeye ne de kabullenmeye. Bazen kalp gerekir. Yürek ister bazı şeyleri kabullenmek. Zor ama imkansız değil çünkü o senin kızın olmaktan hiç vazgeçmedi. Eğer vazgeçmiş olsaydı asla buraya dönmezdi. Sizi seviyor."

"Onun nerede olduğunu gerçekten bilmiyor musun?"

Başımı iki yana salladım. "Hayır. O yüzden buradayım. Güvende hissettiği yere gelir demiştim. Onu bulmak ve korumak istiyorum."

Başını ellerinin arasına alıp düşündü. Bakışları kahverengi parke zemindeydi, aklıysa bambaşka yerde. Sonra kaldırdı başını. Bakışlarıdaki endişe söndü ve ateş gibi harlandı öfke.

"Sana güvenmiyorum!" dedi tıslar gibi. Dişlerini öyle bir sıkıyordu ki kırılmamasına şaşmak gerekirdi. "Kızımın canını yaktın! Ona zarar verdin ve şimdi karşıma geçmiş onu koruyacağını söylüyorsun. Sana neden güveneyim?"

"Yine başa döndük." diye mırıldandım. Isıtıp ısıtıp aynı şeyi mi koyacaklardı önüme? Bu çok can sıkıcıydı ve hatalı olduğum gerçeği durumu daha kötü bir hale getiriyordu. "Ben Hüma'ya zarar vermem!" dedim üstüne basa basa. "Hatalıyım, kabul ama işler sandığınızdan çok farklı, her şey değişti, ben de değiştim. Üstelik başı büyük bir belada ve onu bulamazsam her şey için çok geç olabilir. Sadece yardım istiyorum sizden. Üzgün olduğunda ne yapar, nereye gider?"

Durdu. Ciddi olup olmadığımı anlamak istercesine baktı yüzüme. Yine aynı karar evresine geçiş yapmıştık. Muhtemelen kadın bayılmamış olsaydı çoktan bana güvenip yardım etmiş olurlardı ama işler istediğim gibi ilerlemiyordu. Üstelik zaman daralıyordu. Hüma saatlerdir yalnız ve savunmasızdı. Apep ise eskisinden daha güçlüydü. Üstelik bu kez yılan bedeninde değildi. Dünyaya inebilir, insanlara zarar verebilir, daha da kötüsü Hüma'nın yanında fiziksel olarak var olabilirdi. Bir an önce karar vermesi gerekiyordu bu adamın yoksa bu tatlı dil olayı sabrımı taşıracaktı.

"Yalnız kalmayı sever." dedi en nihayetinde adam.

"Nereye gidebilir?"

"Yalnız kalacağından emin olduğu bir yere. Şimdi şey de olduğu için..." dedi ve yine yüzünü buruşturdu. Hala kabullenmemişti. "Her hangi bir yerde olabilir. Belki çöldedir, piramitlerde. Orayı seviyor."

"Piramitlere gitmez." derken bundan son derece emindim. Gitmezdi çünkü hayatının en kötü dönemini başlatan kişi, ben, orada girmiştim hayatına. "Çöle de gitmez, onu anında bulacağımı bilir. Başka bir yerde olmalı."

"Dediğim gibi yalnız kalmayı sever. Üzgünken yanında kimseyi istemez ve genelde kimsenin gelmeyeceğinden emin olduğu yerlere gider. Çocukken apartmanın çatısına çıkardı. Lisedeyken de okulun çatısına çıkmıştı."

"Çatılarla ne derdi var?"

"Bir derdi yok. Sadece hiçbirimiz onu orada aramayı akıl edemezdik ve ancak o geldiğinde bulurduk onu."

"Kimsenin gitmeyeceği bir yer." diyerek ayaklandım. Çatıya bakmak gibi fikirler aklımdan geçiyordu ama Hüma bu kadar basit düşünmezdi. Ailesiyle konuşacağımı düşünür ve bunun için farklı bir önlem alırdı. "Çatı olmaz, oraya bakacağımızı bilir. Çöl olmaz, onu orada bulacağımı bilir. Heliopolis olmaz, bütün tanrılar orada." Salonda volta atmayı kesip, "Bütün tanrılar orada." dedim yüksek sesle. "Tanrıların bile olmadığı bir yer."

"Neresi?" diye sordu Hüma'nın babası.

Yandan bir bakış attım ona ve tek kelime söyledim. "Güneş."

*

Ra'nın tapınağı göğün en yüksek yerindeydi. Maviliğin ardında, karanlığın sınırında süzülüyordu. Bu geminin artık bir kaptanı yoktu ama kaçak bir yolcusu vardı.

Eskiden, Ra'nın kılıcını bileylediği yere yaslanmıştı Hüma. Gözleri kızarmış, yorgun bakışları tek bir noktaya odaklanmıştı. Tüm yaşam enerjisi çekilmiş gibiydi.

"Hüma." dedim ama beni duymadı. Dünyadan soyutlanmıştı varlığı.

"Hüma." diye tekrarladım daha yüksek sesle.

İrkildi. Yere dayandığı elini çekerken bana baktı. Sonra başını kendine çektiği dizlerine yaslayıp kollarıyla sardı.

"Git buradan."

Sesi berbat çıkıyordu.

"Seni merak ettim."

Çocuk gibi omuz silkti. Başını dizlerine gömdüğünden dolayı boğuk çıkan sesiyle, "Etme beni merak falan. Git." dedi.

Başımı olumsuzca iki yana salladım göremeyeceğini bile bile. Büyük adımlarla yanına vardım. Üzerimdeki pelerin ardımda savrulurken çöktüm yanına. Narin bedenini kendime çekip sıkıca sarıldım ona.

"Buna sen karar veremezsin tanrıçam. Duygularım bana ait ve hükmü de kalbime."

Kollarımın arasında dertop olmuş bedeni küçücüktü. Omuz silkti bir kez daha. Bana cevap vermedi.

"Ailen seni merak ediyor."

Hiçbir şey söylemedi ama bedeni fark edilecek bir hızla kasıldı. Başını usulca kaldırırken kızarmış gözlerini daha net gördüm. Kahverengi harelerine kor düşmüştü sanki tatlı çenebazımın. Onu ilk defa bu kadar sessiz görüyordum.

"Nereden biliyorsun?"

"Yanlarından geliyorum." dedim. Konuyu farklı bir yere çekmek ona iyi gelir miydi bilmiyorum ama konuşmak isteyene kadar üzerine gitmemeye kararlıydım. "Annenle çok benziyorsunuz."

"Ben İsis'e benziyorum."

Yanağına gelen saçını kulağının arkasına sıkıştırdım. Baş parmağımla ıslak olan yanağını sildim usulca. Teni çok sıcaktı ve bunun sebebi de muhtemelen ağlamış olmasıydı.

"Dış görünüşten söz etmiyorum." dedim gülerek. Ailesinin yanında gülmemiştim ama Hüma'nın yanında surat asma gibi bir durum söz konusu olamıyordu. "Annenin bana verdiği tepki seninkiyle aynıydı."

"Nasıl yani?"

"Piramitte, ben lahidden çıktığımda bayılmıştın ya, annen de bayıldı."

"İyi mi?" diye fırlayacak oldu ama onu tuttum. Kollarımın arasına sıkıştırdım küçük bedenini.

"İyi, merak etme. Baban onun yanında."

"Benden nefret ediyorlar değil mi?" diye sordu başını göğsüme yaslarken.

Bu soruyu beklemiyordum.

"Neden senden nefret etsinler ki? Senin için endişeleniyorlar."

İyice gömüldü göğsüme. Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki, "Herkes benden nefret ediyor." dediğini zar zor duymuştum. Sonra bir hıçkırık kaçtı dudaklarından ve devamı da geldi. Hala yanağında duran parmağıma art arda akan yaşları hissetmek, ince bir sızının yüreğime işlemesine yetmişti.

"Kimse senden nefret etmiyor güzelim. Ailen seni seviyor, ben seni seviyorum, İsis, Osiris, Anubis ve hatta Horus bile, henüz kabul etmemiş olsada, seni seviyor. Herkesin senden nefret ettiğini nereden çıkardın?"

Omuz silkti. Yaralanmıştı ama bu yara fiziksel değildi. Biliyordum ki Hüma, ben ona zarar verdiğimde bile bu kadar ağlamamıştı. Onu asıl acıtan şey yüreğinden akan kandı. Bir kalbin kanaması ne yazık ki kolaydı ve birileri onu üzmüştü.

"Sana kim ne yaptı Hüma?" diye sorduğumda sesimin buz gibi çıkmasına şaşırmadım. Öfkenin benliğimi nasıl ele geçirdiğini hissediyordum.

"Öyle baktılar." dedi kısık sesiyle.

"Nasıl?"

"Nefret eder gibi?"

"Kim?"

Yeniden omuz silkti. Bana isim vermemeyi inat haline getirmişti. Belki de bunun sebebi soğuk ve donuk olan sesime rağmen öfke fırtınasını hissetmiş olmasıydı.

"Yanıma gelmedin." dedi. "Seni bekledim ama gelmedin. Sonra ben bir kavanoz çikolata yedim."

"Yanına gelmememle çikolatanın ne alakası var?" diye sordum. Bazen onu anlamakta ciddi manada zorlanıyordum.

"Biz kızlar üzüldüğümüzde çikolata yeriz. O iyi hissettirir."

Hala ağladığında dolayı kırık çıkan sesiyle yaptığı açıklama bir aydınlanma yaşamama yetti.

"Beni mi özledin tanrıçam?"

"Özledim."

"Affettin mi?"

Biraz uzaklaşıp bana baktı. Aramızdaki mesafe inanılmaz artmamıştı, hala ona sarılmama izin veriyordu.

"Şansını zorluyorsun çöl tanrısı. Üzgünüm diye fırsatçılık yapıyorsun."

İşaret parmağını bana doğru sallarken fazla sevimli görünüyordu.

Elini yakalayıp parmağını ısırmam üzerine, "Hey!" diye bağırdı. Sesi boşlukta kaybolup gitti. Güneş ilerlemeye, yaşayanların dünyasından ısığını esirgemeye başladı. Biz hala aynı yerde aynı şekilde oturuyorduk fakat zaman akmaya devam ediyordu.

"Çikolata ister misin?" diye sordum ıslak yanaklarını silerken. Her bir teli için dünyayı yakacağım kirpikleri birbirine yapışmıştı. Boncuk boncuk bakıyordu gözleri.

Usulca başını salladı. "Markete mi gideceğiz?"

"Yooo. Ne gerek var?"

Öylece var olan bir paket çikolataya gözleri parlayarak baktı. "Bu numarayı bana da öğretmelisin." dediğinde çoktan çikolata paketini açmış, kocaman bir ısırık almıştı bile.

"Öğretirsem affeder misin?"

"Hayır."

"Ne yaparsam affedersin?" diye sordum bu kez.

Çikolataya bulanmış dudaklarını yaladı. Elinde duran ambalajı yanına bıraktı. Bu kadar çabuk yemiş olması beni güldürürken, düşünüyor olduğu gerçeği uzun zamandır hissetmediğim o heyecanı yaşatıyordu bana.

"Bir şartla affederim."

"Neymiş o?"

Yerinde doğruldu. Aramızdaki mesafe arttığında artık ona sarılamaz hale gelmiştim. Bu beni rahatsız ederken, dizlerinin üzerine oturdu Hüma. Dilini şişmiş dudaklarının üzerinde gezdirip, "Beni seviyor musun?" diye sordu. "Ama öyle laf olsun diye değil, gerçekten seviyor musun? Sahiden..."

Dizilerinden tutup kendime çektim onu. Aramızdaki mesafe yeniden azaldı ve bu, memnuniyet dolu bir tebessümün dudaklarıma oturmasına yetti.

"Seni seviyorum. Gerçekten, sahiden, laf olsun diye değil tüm kalbimle seviyorum. Her şey için çok pişmanım ve bir daha aynılarının yaşanmaması için her şeyi yaparım."

"Beni öpmeni istiyorum."

"Ne?"

Bu istek beklemediğim bir şeydi işte. Hüma her geçen gün beni şaşırtmayı başarıyordu. İnanılmaz birisiydi, sürprizlerle doluydu ve onun hakkında yeni şeyler öğrenmek asla bıkmayacağım, usanmayacağım bir şeydi.

"İstemiyorsan kalk gidelim." dedi çatık kaşlarıyla. Yerinden kalkmaya yeltendiğinde onu tutup bir saniye dahi beklemeden, büyük bir açlıkla yapıştım dudaklarına. Aynı açlıkla bana karşılık vermesi, öpücüğün giderek daha da derinleşmesine sebep oluyordu ama bir şekilde buna dur demeliydik.

Elleri yanaklarımı kavradı sımsıkı. Bacakları belimin iki yanında yer bulurken aramızdaki birkaç kumaş parçası fazlasıyla sinir bozucu geliyordu. Beynimin bir tarafında durmamız gerektiğini söyleyen o ses yankılanıyordu fakat Hüma'nın durmak gibi bir niyeti yoktu. Oysa ki daha önceki öpüşmelerimize son veren hep o olmuştu. Duygusal boşluk muydu bu denli tutkulu, istekli olmasına sebep olan anlam veremiyordum ama anlamalıydım. Bu yüzden biraz geri çekildim.

Huysuz bir çocuk gibi mırıldanarak, "Neden durdun?" diye sordu. Beni yeniden öpmek için yaptığı hamleyi omuzlarından tutarak durdurdum.

"İyi değilsin."

"İyiyim ben." diyerek yeniden yaklaştı bana. Aramızdaki mesafe kesinlikle güvenli değildi ve Hüma bu şekilde davranmaya devam ederse onu durdurmayı bırak, benim de duracağım şaibeliydi.

"Değilsin." dedim sesimi biraz yükselterek. Kıpkırmızı olan gözlerinin yeniden dolduğunu gördüğümde, "İyi değilsin." dedim daha sakin bir sesle. Şevfkatle okşadım yanaklarını. İncitmekten korkarak dokundum her bir saç teline. "Canın acıyor, biliyorum. Kim sana öyle baktı bilmiyorum ama o bakışların altında ezilmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Sana geçecek diyemem, geçmeyecek. O bakışlara her maruz kalışında daha çok acıtacak ama zamanla onlara direnç kazanacaksın. O bakışları görmeyecek, görsen bile umursamayacaksın. Nefretin sebebi her zaman kötülük değildir Hüma, bazen kıskançlıktır. Senin kötü biri olmadığını biliyorum, bu yüzden her kim sana öyle bakıyorsa bil ki onda olmayan bir şeye sahipsin. Tertemiz bir kalbin var. Gözlerin öyle canlı bakıyor ki içlerinde kaybolmayı diliyorum çünkü artık o kadar canlı hissetmiyorum. Sende göründüğünden daha fazlası var Hüma ve bunu gördüklerinde bazıları memnun olmaz."

"Kıskançlıktan değil." dedi beni dikkatle dinledikten sonra. Bacaklarıma oturmuş, küçük bir çocuk gibi kirpiklerinin altından bakıyordu bana.

"Nereden biliyorsun?"

"Bu sabah ailemin çalıştığı laboratuvara gittim."

"Bahsettiler."

Şaşırmış gibi baktı bana ama hemen kendini toparladı. Önüne gelen bir saç tutamını beceriksizce sıkıştırdı kulağının arkasına.

"Birkaç asker vardı orada. Yardım etmek istemiştim ama sanırım yanlış bir yol izledim. Onları etkim altına aldım, bir kukla gibi peşimden gelmeye zorladım. Etkimden çıktıklarında ise benden nefret ettiler. Kıskançlıktan değildi, onlara kötü davrandığım içindi."

Az önceki saç tutamı yeniden düştü yüzüne. Onun itmesini beklemeden ben yakaladım tutamı. Güzelce yerleştirdim kulağının arkasına. Saçlarının arasına küçük bir öpücük bıraktım.

"Yanlış bir şey yapmadın güzelim. Seni tanımıyorlardı, seninle gelmezlerdi. Eğer onları etkilemeseydin yine aynı duruma düşmeleri uzak bir ihtimal değildi. Doğru düşünemiyorlar çünkü bu dünyayı tanımıyorlar. Ve tabi kurtarılmaya da alışık değiller. Onlar kurtarmayı bilirler ve sen onlara yardım ettiğinde kendilerini aciz hissettiler. Nefret değildi sana karşı duydukları his, öfkeydi. Nefret çok güçlü bir kelime Hüma, nefreti her yürek kaldırmaz."

"Ama diğerleri de öyle bakıyordu." diye itiraz etti. Bazen çocuk gibi davranıyordu.

"Onların sebebini bilmiyorum ama öğrenebilirim."

"Peki ya Anat?"

İşte bu soru kilit noktaydı.

Son zamanlarda Anat'taki değişimi fark ediyordum. Daha öfkeli, daha hırslıydı. Normalde de sert bakan gözleri bu kez alevler saçıyordu. Bunun sebebi hiç şüphesiz hayatımıza yeni dahil olan bir şey, daha doğrusu birisiydi. Cevap çok basitti. Anat'ın bu denli değişmesinin sebebi Hüma'nın varlığıydı. Kıskançlık, ruhuna yapışmış bir zehir gibi benliğini sarıyordu.

"O, seni kıskanıyor." dedim dürüstçe. "Anat her zaman güce tapmış, onun için yaşamıştır Hüma. Varlık sebebi güçlü olmak ve kazanmak onun."

"Biliyorum. Savaşçı tanrıça o, kazanmak için var oldu."

"Evet. Bu yüzden kendine hedefler koyar ve o hedeflerin peşinde dur durak bilmeden koşar. Kaybetmek fıtratında yok onun ama kaybediyor."

"Neyi?"

"Beni."

Verdiğim cevapla birlikte kaşları çatıldı. Suratındaki masum ifade yerini öfkeye bıraktı.

"Ne demek seni?!" diye sorarken ki ses tonu gülmek istememe sebep oluyordu. Bu istediği zorlukla bastırdım. Ciddi yüz ifademi takınıp öfkeyle sorduğu soruyu cevapladım.

"Anat güç için yaşıyor ve ben güçlüyüm."

"Güçlü olan pek çok tanrı var. Neden sen?" diye itiraz etti Hüma. Kaşları daha da çatıldı ve ağlamaktan kızarmış gözleri, avına odaklanmış bir şahin gibi kısıldı.

"Ona en yakın tanrı benim ama. Bu yüzden beni istiyordu, daha doğrusu gücümü. Gücüm onu öyle cezb ediyordu ki, aramıza keskin çizgiler çizip mesafeler koymasına rağmen karşı koyması gittikçe zorlaşıyordu. Şimdiyse sen varsın ve o bunun gayet farkında. Bu yüzden seni sevmiyor, istemiyor. Bu yüzden hayatımdan çıkman için her şeyi yapıyor çünkü sen onun amacına engel oluyorsun."

"Peki sen ne istiyorsun?"

Gülümsedim. Saçlarını, yanaklarını, kirpiklerini, dudaklarını sevdim usulca. Az önce kapatmak için çabaladığı mesafeyi en aza indirdim hemen ardından. Dudaklarım, dudaklarına temas ederken, "Senden başka mı?" diye sordum. Her hangi bir cevap vermedi buna ama ben yine de söyledim. "Hayatımda olmanı istiyorum ve iyi olmanı."

Bir tebessümle kıvrılan dudaklarına küçük bir öpücük bıraktım.

"Affettim." dedi. Günlerdir söylemesini beklediğim bu tek kelimeyle ben de gülümsedim.

"Yüzüğünü vermemi ister misin?"

Az önce ağlayan o değilmiş gibi dolu dolu güldü Hüma. Onun kahkahası uzay boşluğunda kaybolup giderken, dudaklarındaki o gülüş içimi ısıtmaya yetmişti.

"Hayır, henüz değil. Belki sonra."

"Belki?" dedim sorarcasına.

Yüzündeki gülümseme daha da genişledi. "Belki."

"Öyle olsun."

Hüma, başını omzuma yasladı usulca. Bir elimle saçlarını okşarken biley taşına yasladım sırtımı ben de. Güzel kokusu burnumu okşuyor, ciğerlerime doluyordu. Nefesini boynumda hissediyordum ve sıcaklığı bana cenneti yaşatıyordu.

"Üzgün müsün?" diye sordu hiç beklemediğim bir şekilde. Neden bahsettiğini anlamam vakit aldı. Yalnızca başımı salladım. Çenem alnına sürttü usulca.

"Başın sağ olsun." dedi Hüma başını omzumdan kaldırıp bana bakarak. "Özür dilerim. Ben kendi derdime düştüm ve Ra için üzüldüğünü göremedim."

"Bunu sana Apep mi söyledi? Yine geldi değil mi lanet iblis?!"

"Bu önemli değil." diyerek itiraz etti Hüma. Her söylediğime itiraz etmesi sinir bozucuydu.

"Önemli!" diye direttim.

"Tamam önemli ama şu an değil. Şu an senin ne hissettiğini bilmek istiyorum. Üzgünsün çünkü Ra'yı gerçekten seviyordun, bunu biliyorum ama bunu saklıyorsun. Benden saklamana gerek yok. Nasıl ki sen benim yanımda oluyorsan, ben de senin yanında olmak istiyorum."

Gözlerine bakmak zor geliyordu. Daha önce onunla çok şey paylaşmıştım. Kimseye söyleyemediklerimi, insanların beni yargıladığı şeylerin iç yüzünü ve daha nicesini. Hepsinde de yüzüne bakabilmiştim ama şimdi bakamıyordum. Belki de bunun sebebi sevdiğim birini kaybetmekten kaynaklanıyordu. O yüzden başını omzuma yasladım yeniden.

"Ra tüm yaptıklarıma rağmen arkamda durdu." dedim. Daha cümlem biter bitmez bir damla yaş aktı gözümden. Uzun zamandır ağlamamıştım, garip hissettiriyordu. "Tanrılar ölmem ve cehennemde can çekişmem konusunda hemfikir olduklarında onlara engel olan Ra'ydı. Belki beni bir lahde tıktı ama işkence çekmeme engel oldu. Beni sevdiğini biliyordum. Hiç söylemedi ama Ra bütün çocuklarını severdi, beni de severdi ve korurdu da. Ama bunu hiç söylemedi. Belki şımarmayalım, kendimizi diğerlerinden üstün görmeyelim diye yaptı bunu ama yaptı işte. Yine de biliyordum. Ve ben de onu seviyordum. Bir baba gibi görüyordum onu, öyleydi de zaten ama öyle olmak ile öyle hissettirmek hep çok fark etmiştir. Ra hissettirebilenlerdendi. Şimdi burada, onun evinde olmak, onun anısını yaşatıyor gibi geliyor bana. Heliopolis'in en üst noktasında, onun baktığı tüm bu yıldızlara bakmak sanki yanımdaymış gibi hissettiriyor.

Ben gençken, yani var oluşumun ilk yıllarındayken, henüz Osiris ile sorunlar yaşamazken, Ra ikimizi de buraya çağırmıştı. İsis ve Nephthys yoktu, yalnızca biz vardık. Avucunda minicik görünen Mısır'ı gösterdi parmağıyla. O zamanlar tüm dünya Mısır'dı tabi. Osiris çöle pek sıcak bakmadı. Nil kıyıları fazla cazipti ve o, bu cazibeye çoktan kapılmıştı. Henüz gençtik ve tecrübesizdik ama ikimizin de yetenekleri vardı. Osiris hep çok sevilen kişiydi ve herkes gibi bunu ben de biliyordum. Ra da bu gerçeğin farkındaydı. Bu yüzden ona, cazibesine kapıldığı Nil kıyılarını verirken hiç tereddüt etmedi. İyi bir lider olacaktı çünkü insanlar onu seviyordu. Onun hükmü altında yaşamaya hiçbiri hayır demezdi. Bana çöller kaldı. O gün bana, 'Sen dayanıklısın. Çölde yaşamayı öğrenir, ona diz çöktürürsün. Çöl senden başkasının hükmünü kabul etmez, tıpkı insanların Osiris'ten başkasını hükümdar bellemeyeceği gibi.' demişti. O zaman bunu anlayacak kadar büyümemiş, olgunlaşmamıştım ama şimdi düşününce Osiris çölde bir gün bile hayatta kalamazdı."

Sözlerim bittiğinde güldüm. Hüma da güldü.

Gözlerimden akan yaşların aksine bu gülüş hüzün barındırmıyordu. Belki buruktu ama kesinlikle üzgün değildi.

"O gün Ra'ya çok kızdım ama şimdi iyi ki öyle yapmış diyorum. Çünkü eğer yapmasaydı hayatım böyle şekillenmezdi."

"Umarım cennette huzuru bulmuştur." diye mırıldandı Hüma. Ra ile yeni tanışmıştı ve onu tam olarak tanımıyordu ama yine de bunu dileyebiliyordu.

"Huzuru ve kalabalık bir aileyi bulmuş olmasını dilerim. Çünkü hep yalnızdı, yüzlerce yıl boyunca ve artık yalnız olmasını istemiyorum."

Fiziksel yaralar bir şekilde kapanır. Üzerine bir yara bandı yapıştırdığında bile geçer acısı çoğu zaman ama kalptekileri kapatmak için bir yara bandından fazlası gerekir. Kalbi yaralamak kolaydır ama iyileştirmek sabır ister. Çoğu kişi bu kadar zor ve meşakkatli bir işe gönüllü olmaz. Kalpteki yarayı iyileştirmek sevgi ister ve sevgi başka bir kalbin en derininden gelir. Bazen sadece sevmek gerekir. Sımsıkı sarılmak, söyleyemesen bile hissettirmek çünkü sevgi kalpteki yarayı saracak olan tek şeydir.

Kalbim yaralıydı benim. Öfkemin, hırslarımın ardına gizlemiştim o yaraları kimse görmesin diye. Sonra çok konuşan, laftan anlamayan bir insan girdi hayatıma. Herkesten gizlediğim yaraları gördü, beni dinledi. O yaraları sevgiyle onardı. Bunu başta göremedim ama şimdi beni nasıl değiştirdiğinin farkındayım. Hüma hayatıma girdiğinden beri kalbimdeki çoğu yara iyileşti. Eskiden öfkeden başkasına hissiz olan yüreğim onun gülüşüyle tekledi. Güçlü, zor ve oldukça sinirli olan bir tanrıyı bile dize getiren bu küçük kız, onun kalbindeki yaraları sevgisiyle iyi etti.

***

Selaaammm!

Bir tık duygusalım ben bu bölümde. Sebebi Ra'nın ölümü sanırım. Sandığımdan daha değerliymiş, hem benim için hem de Set için ve artık o yok. Ortalık karışmadan önce biraz duygusal ve anlamlı bir bölüm yazmak istedim çünkü buna ihtiyacımız vardı. Sonrasında nefes alacak vakti zor bulacağız.

Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Set'in, Hüma'nın babasıyla olan konuşması sizce nasıldı? Bizim tanrı bozuntusuna yanlışlıkla bilgelik aşıladım sjsjsj

Hüma'nın güneşte olmasına ne diyorsunuz? Tahmin etmiş miydiniz?

Set ile Hüma kısımları?

Set için Ra'nın bu kadar önemli olduğunu hiç düşündünüz mü? 🤧

Sizce diğer tanrılar ne durumda?

Anat hakkında ne düşünüyorsunuz? 😑

Sonraki bölümde neler olacak dersiniz?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%