Yeni Üyelik
40.
Bölüm

15. Bölüm - Güneşi̇ Doğurmak

@aysenurtekkanat

Ev neydi?

Çoğu kitapta sevdiklerinin olduğu yerdi ev, haklıydılar da. İçinde ailen, sevdiklerin varsa; dört duvar ve kıytırık bir çatı olsa fark etmezdi insana. O küçücük yer bile evi oluverirdi.

Bazı yerler ev gibi hissettirmiyordu mesela. Çoğunda itici, soğuk ve mesafeli bir duruşla karşılaşırdı insan. İçindekiler nemrut, duvarlar ketum olurdu. O yerlere evim demek pek mümkün değildi, olamazdı da. İnsan mutlu olduğu yere evim derdi.

Peki ya içinde sevdiklerin varken bile bu denli yabancı gelir miydi bir bina? İçinde annen olduğunu bildiğin o kadın yaşıyorken neden adımların geri giderdi? Gri duvarlar kışın ayazını hissettirir, soğuk tenini kavururdu... Ne yazık ki cevabı bilmiyorum ama önünde durduğum bu binanın benim evim olmadığını biliyorum.

"İstersen burada kalmak zorunda değilsin. Benimle gel." diyerek teklifini yineledi Set. İsis'in yanında kalma isteğime homurdanmış, beni annemle babama götürmüş ve ardından buraya kadar benimle gelmişti. Şimdi yine defalarca kez sunduğu o teklifi sunuyordu. Onunla gitmemi istiyordu çünkü ondan uzaktayken güvende olmayacağıma inanıyordu.

"Burada kalacağım. Seninle gelemem."

"Neden?"

Başımı yeniden koca binaya çevirdim. Zümrütlerle bezeliydi pencerelerin çerçeveleri ve bu kesinlikle şaşırtıcı değildi. Her tanrının kendine özgü bir mücevher benimsediğini okumuştum yaptığım araştırmada, İsis'in mücevheri zümrüttü. Birkaç kez gitmiş olduğum Set'in sarayında ise her yerde yakutlar vardı. Resmen koca bir servetin üzerinde oturuyordu hepsi.

"Gelemem işte." dedim omuz silkerken. Esasında gitmek istememe nedenim askerlerin bana bakışıydı. Nedenini bilmediğim bir nefretin muhatabı olmak çok can yakıcıydı ve ben acı çekmek istemiyordum. Ne kadar çok acırsa canım o kadar çok yaklaşıyordu bana Apep, hissediyordum. Bu yüzden Set'le gidemezdim, en azından bu sorun çözülünceye kadar. O zamana kadar burada, annemin yanında kalmak en doğrusu olacaktı şüphesiz. Belki bana üstten, kibirli bakışlar atacaktı bu duvarlar ama alışacaktım. Her türlü kibir, nefretten daha iyiydi benim nezdimde.

"Emin misin?"

Arsız bir gülüş dudaklarıma yayılıverdi bu sözlerin ardından. Hani olurdu ya gülmek istemezdiniz ama dudaklarınızda var olmak için sizinle savaşırdı bazı gülümsemeler, işte onlardandı bu. Arsız, fütursuz ve son derece yersiz bir gülüştü. Neyseki ona ayak uyduracak kadar deliydim.

Set'e doğru birkaç adım atıp tam önünde durdum. Bir çift çöle baktım doğruca.

"Özler misin?" diye sorarken ses tonum beklediğimden daha kısık çıkmıştı. Az öncekinin aksine tutkulu veyahut ateşli bile denebilirdi. Belki dışarıdan belli olmuyordu ama içimde çok farklı bir Hüma taşıdığımı biliyordum. Çünkü aslında herkes içinde bir yerlerde farklı bir ben taşır ve o ben hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkar. Bazen ona ulaşmak için çabalar insan ve bulduğunda tamamıyla onun kılıfına bürünür çünkü o ben onun olmak istediği kişiden başkası değildir. Zaten arayışının sebebi de olmak istediği kişidir.

"Özlerim." derken o da bana doğru geldi. Hatta abartıp bir elini belime bile sardı. Gözlerindeki kumlar çıldırtıcı bir yavaşlıkla savrulurken, kalbim kulaklarımda atıyordu.

"O zaman yanıma gelmek için çok beklemezsin."

"Burada isteneceğimi pek sanmıyorum."

Güldüm. "Ne garip, ben de senin yanında istenmiyorum."

O da güldü. Bu gülüşler mutluluktan uzak, alaydan ıraktılar. Gerçeklerin ağırlığı altında ezilen benliklerimizin can çekişen yansımalarıydılar.

"Öyleyse başka bir yer buluruz kendimize." dedi Set başını bana doğru eğerken.

Belim geriye doğru kavislenmiş, ellerim çoktan omuzlarını bulmuştu. Yüzüm onunkine fazlasıyla yakındı ve bu yakınlık çok hoşuma gidiyordu. Aslında düşününce onunla ilk tanıştığımızda bile fark ettirmeden onu kesiyordum ben, şu an bana yakın olması yalnızca içimdeki o arsız Hüma'nın göbek atmasına sebep olabilirdi.

"Kutuplara ne dersin?" diye sordum ellerimi omuzlarından çekip boynuna dolarken. Affetmenin hafifliğini hissediyordum. Üzerimde oturan o koca fil ayaklanmış gibiydi.

Set, düşünürmüş gibi mırıldanırken aklıma gelen ilk şeyi söyledim. Konuşmadan çok uzun süre sabredemiyordum.

"Seni eve atamıyorum artık. Malum, annemler ev hapsinde."

Dudaklarımı büzdüm. Hemen ardından dudaklarımda yumuşak dudaklar hissettim. Çöl tanrısı hiçbir fırsatı kaçırmıyordu gerçekten.

"Fırsatçı."

"Heliopolis'in en güneyinde eski, büyük bir malikane var. Kızıl taşlardan yapılmış, görmemen imkansız. Yarın öğleden sonra oraya gel." diyerek konuyu değiştirdi. Bahsettiği malikane neydi veya onu bulmam ne kadar mümkündü bilmiyordum ama oraya gitmemi istiyorsa giderdim.

"Tamam. Yarın görüşürüz."

Bir kere daha öptü beni. Sonra ortadan kayboldu.

Başımı çevirip gri duvarlara baktım yeniden. İsis'in sarayı fazlasıyla görkemliydi ama bir o kadar da kasvetliydi. Koca bir canavarın sureti saklanıyordu sanki o duvarların ardında. Gizleniyor ve beni kıskıvrak yakalamak için an kolluyordu. Veya onu bu kadar büyüten ve korkutucu hayal eden bendim.

Derin bir nefes alıp binaya doğru adımladım. Yerdeki gri mermerden yapılma karoların arasından çimenler fışkırıyordu. Heliopolis, Mısır'ın aksine oldukça ılıman bir iklime sahipti. Sıcaklık hep sabitti. Her yerde bitkiler vardı fakat yalnızca bitkiler değildi burada var olan. Nehirler, göller ve hatta çöl bile vardı. Sanki çöl, devasa bir vahanın içinde sıkışıp kalmış gibiydi. Heliopolis mucize gibi bir yerdi.

"Tanrıçam." diyerek beni karşıladı bir kadın. Gözleri koca birer bademi andırıyordu. Teni epey koyu, hatta kahverengiydi. Saçları kazınmış, üzerine bedeninin tüm kıvrımlarını belli edecek görkemli bir elbise giymişti. Elbisenin, kadının bacaklarını boydan boya açık bırakan iki derin yırtmacı vardı.

"Merhaba." dedim. Kadının güzelliği karşısında mest olacaktım neredeyse. Böylesi bir güzelliğin var olabilmesi çok tuhaftı. Hoş, Hathor'u gördükten sonra bundan etkilenmem de pek normal sayılmazdı.

"Beni takip edin lütfen. İsis sizi bekliyor." dedi kadın. Sağ eliyle hemen arkasındaki koridoru işaret etti. Bir adım önümde yürüyordu şimdi. Giydiği elbisenin sırt kısmının da epey açık olması detayı çok da şaşırtıcı değildi. Buradaki pek çok kişi oldukça açık giyiniyordu.

Geldiğimiz yer yüksek tavanlı, bir duvarı boydan boya açık olan devasa bir odaydı. Odanın, duvar barındırmayan bölgesinde, yüksek basamakların üzerinde bir taht duruyordu. Gün ışığı bu açıklıktan içeri doluyor, tavanı ayakta tutan kolonların gölgeleri yere düşüyordu. Işık, odanın içinde adeta dans ediyordu. Muazzamdı.

"Hüma!" diye şakıdı İsis. Koşar adım yanıma gelirken zümrüt yeşili elbisesinin etekleri savruldu. Karamel rengi saçlarını ensesinde toplamıştı. Yüzünün o güzel hatları son derece belirginleşmişti bu şekilde. Ve gözleri mutlulukla ışıldıyordu. "Hoşgeldin." dedi bana sarılıp. Sarılışında anne sıcaklığı vardı. İsis tarafından bu şekilde sevilmek çok güzeldi ve oldukça iyi hissettiriyordu. Bazen tüm bunların yaşanması beni yorsa, üzse ve isyan ettirse de, İsis'in, Set'in, Anubis'in ve diğerlerinin hayatımda olması iyi ki de dedirtiyordu bana. İyi ki tüm bunlar yaşanmış ve yaşanıyor...

"Merhaba."

"Nasılsın bebeğim? İyisin değil mi?"

"Evet, iyiyim." dedim gülümseyerek. "Seni özledim."

İsis'in gülüşü sıcak bir yaz gününü andırıyordu. Etrafımızı çevreleyen ışığın ilahi dokunuşu, onu tam bir tanrıça gibi gösteriyordu.

"Ben de özledim. Yanına gelmedim çünkü kendi kararını vermen gerekiyordu ve ben bunu etkilemek istemedim."

"Horus istedi." derken kaşlarım çatıldı. Gök tanrısı sinirimi bozuyordu, hele ki bana emrivaki yaptığı zamanlarda.

"Yanına mı geldi?"

Başımla onayladım onu. "Sen gittiğim için üzgünmüşsün. Geri dönmemi istedi o yüzden."

"Dönmedin." dediğinde kısıktı sesi. Kırılmış gibiydi ama bunu ustalıkla gizledi.

"Dönmedim." dedim dürüstçe. Yalan söylemenin bir anlamı yoktu.

"Olsun, şimdi buradasın ya, o yeter."

Ufaktan bir vicdan azabı yokluyordu beni. İsis ne zaman bana bu şekilde davransa bir şeyleri eksik, yanlış yapıyormuşum hissine kapılıyordum. Beni önemsiyordu, seviyordu ve bunu hissettirebiliyordu ama ben nankör bir çocuk gibi kaçıp gidiyordum. Benim isteklerim ön plandaydı hep ama sanırım bu huyumu biraz olsun törpülemem gerekiyordu. Çünkü bu dünyada yalnızca ben yaşamıyordum. Ben kadar herkesin de dünyasıydı bu mavi gezegen ve benim kadar diğerlerinin de düşünceleri, hisleri vardı. Bunu göz ardı etmemeliydim.

"Gel hadi, sana odanı göstereyim." dedi İsis. Hemen ardından beni buraya getiren kadına döndü. "Shalise, her şey hazır, değil mi?"

"Evet efendim." diye onayladı Shalise.

"Tamam. Gidebilirsin."

Shalise gittiğinde, "Yanlış hatırlamıyorsam eğer Shalise güzel demekti." dedim. Onay beklercesine İsis'e bakıyordum çünkü henüz yeni yeni adapte olduğum bu dünyanın yeni bir dili vardı. Her ne kadar akıcı bir şekilde konuşabiliyor olsam da bazı kelimeler hala bana yabancıydı.

"Evet." diyerek beni onayladı İsis. Birlikte taht odasından çıktık. "Shalise güzel demek."

"Adını yansıtıyor." derken buldum kendimi. Kadın gerçekten güzeldi ve adı bile güzel demekti! Nasıl bir tesadüftü bu böyle?

İsis güldü. O sırada merdivenleri çıkıyorduk.

"Shalise, Hathor'un ilk çocuğu. Bu yüzden ölümsüzdür."

"Nasıl yani?"

"Hathor, Ra ile anlaşmazlık yaşadığında dünyaya kaçmıştı. Dünyada pek rahat durduğu söylenemez, neticede aşk tanrıçası ve kalbi sürekli bir yerlere ait olmayı arzuluyor. O zamanlar tanıştığı bir insanla ilişkisinden doğdu Shalise. İlk çocuğu ama bir tanrıça değil. Bir yarı tanrı. Bu yüzden ölümsüz zaten."

"Horus bu duruma ne diyor?" diye sorarken kaşım gözüm ayrı oynuyordu. Gök tanrısını sinir edecek bir şeyse bu bilgi, bunu kullanmaktan çekinmeyecektim.

İsis koca bir kahkaha attı. Bir elini omzuma koyarken, önüne geldiğimiz odanın kapısını iterek açtı.

"Odan burası." dedi sorumu es geçip. Sonrasında, "Ve Horus," diye devam etti sözlerine. Yüzünde muzır bir gülümseme vardı. "Hathor'un önceki ilişkilerini duymaktan nefret eder."

Sinsi bir sırıtış eşliğinde ellerimi birbirine sürtmeye başladığımda daha büyük bir kahkaha attı.

"Yürü hadi zevzek, odana bak."

Gülüşlerinin arasında söylediği sözlerin ardından birlikte içeri girdik.

Oda oldukça fazla ışık alıyordu. Aynı taht odası gibi güneş alan cephedeydi. Dört direkli, büyük bir karyola vardı sağda. Sol tarafta iki kapı yer alıyordu, muhtemelen biri banyoydu ve odada olmayan gardırop göz önünde bulundurulursa diğeri de giysi odasıydı. Yerden tavana yükselen dev pencerelerin önünde bir koltuk takımı vardı. Küçük bir basamakla oraya iniliyordu. Odanın duvarları boş bırakılmıştı. Genellikle turkuaz ve mavinin hakim olduğu oda nefis bir uyum içersindeydi. Pencerenin ardından görünen Heliopolis manzarası ise gözlere şenlikti.

"Burası çok güzel." dedim mest olmuş bir halde. Bina bana soğuk ve yabancı gelmişti fakat oda tam benlikti. Belki de bu kadar sevmemin nedeni buydu. Üstelik bembeyaz olan duvarlar odayı daha bir ferah gösteriyordu.

"Beğenmene sevindim canım. İstersen değiştirebilir, süsleyebilirsin. Burası sana ait."

"Teşekkür ederim." dedim ona dönüp. Sonra dayanamayıp sarıldım. Önce şaşkınlıkla bana karşılık veremedi ama çok geçmeden o da bana sarıldı.

"Sen biraz dinlen." diyerek ayrıldı benden. "Bir saate kalmaz yemeye otururuz. Horus ve Hathor gelecek."

Az önce benim baktığım gibi sinsi bir bakış attı bana. Anlaşılan yemekte eğlence vardı, bunu kesinlikle kaçıramazdım.

"Tamam. Yemekte görüşürüz."

İsis gittiğinde yaptığım ilk şey kendimi yatağa atmak oldu. Aslında odayı gezmek istiyordum çünkü haddinden fazla genişti ama sanki bütün enerjim çekilmiş gibi hissediyordum. Bu yüzden bunu yapmayı daha sonraya erteleyip inanılmaz rahat olan yatakta tembellik yapmayı tercih ettim. Bir sağa döndüm sonra da sola. En sonunda sırt üstü yatmayı tercih edip kısacık bir an da olsa gözlerimi kapattım. Fakat o kısacık an gittikçe uzadı ve bir saatlik de olsa tatlı bir uyku beni sarıp sarmaladı.

"Hüma, uyan hadi."

Duyduğum ses bana son derece tanıdık geliyordu. Hayır, kesinlikle İsis değildi ama daha önce duymadığım bir ses de değildi bu.

"Beş dakika daha." diye mırıldanıp sağa döndüm. Ellerimi yanağımın altına sıkıştırıp dizlerimi iyice karnıma çektim.

"Hüma!" diye cırladı aynı kişi.

"Beş dakika-" demek için elimi kaldırmıştım ki bir anda yer altımdan çekildi sanki. Sertçe yere çarptı bedenim.

"Günaydın uykucu." diyerek bana gülümseyen kişi Hathor'du. Elinde tuttuğu yorgan, üzerine uzandığımdan başkası değildi.

"Gün aymadı diyorum, neden uyandırıyorsun ki?" diye mızmızlandım. Hathor elindekini bir köşeye attı.

"Kalk hadi, sızlanma. Horus'tan kaçmak için geldim yanına. Bana yardım et."

"Hı?" gibi saçma sapan bir tepki vermekten alamadım kendimi. Ne diyordu bu kadın?

"Kalk artık!"

Hathor yanıma gelip kolumu tutarak yerden kaldırdı beni. Henüz gezmeye fırsat bulamadığım odamdaki iki kapıdan sağdakini açtı. Hafifçe öne itti beni.

"Hızlıca duş alıyorsun, ben de sana kıyafet bakıyorum."

"Hayırdır, görücüye mi çıkacağım?"

"Görücü ne?"

"Boşver."

Banyoya girince kapıyı kapattım. Bu çatlak kadına güvenemediğimden dolayı kapıyı iki kere kilitlemeyi de unutmadım. Hoş, istediği zaman istediği yerde ortaya çıkma becerisine sahip olan bir tanrıçaya ne kadar işlerdi bu kilit tartışılırdı. Ama ben o an bunu düşünecek ayıklıkta değildim. Vücudum uyanmıştı belki ama ruhum hala uykudaydı.

Hızlıca bir duş alıp beyaz havluya sarındım. Sıcak su bana oldukça iyi gelmişti, rahatlamış ve sanki tüm yorgunluğumu atmıştım. Gün içinde yaşadıklarımı düşünürsek şayet buna gerçekten ihtiyacım vardı.

Banyodan çıkıp diğer odaya girdim. Etraf fazlasıyla dağılmıştı ve Hathor bu dağınıklığın tam ortasında, bunların mimarının o olduğuna hiçbir şüphe bırakmayacak şekilde, lacivert bir elbiseyi incelemekle meşguldü. Aynı şeyi İsis de yapmıştı Duat'tayken. Gelin kaynana birbirlerine çok benziyorlardı.

"Bunu giy." diyerek elbiseyi yüzüme fırlattı aşk tanrıçası. İtiraz etme fikri aklımın bir köşesinde dolanıyordu çünkü elbise bana göre biraz fazla açıktı ama bu deli tanrıçayla uğraşmak istemiyordum. Bu yüzden başımla onaylayıp rafların arasında kalan küçük bölmeye girdim. Yine büyük bir tedirginlikle geçirdim elbiseyi üzerime.

"Saçlarımı kurutup gelirim ben, sen gidebilirsin." dedim bölmeden çıkarken fakat Hathor kesinlikle benimle aynı fikirde değildi.

"Yok öyle. Bu güzelliğin mimarı bensem eğer, eserimi tamamlamadan bırakmam seni. Benim ışıltım var sende."

"Senin ışıltın mı?" diye sordum. Tam olarak neden söz ettiğini anlayamamıştım.

Giysi odasından çıktık. Geniş tuvalet masasına oturup Hathor'un büyüsünü konuşturmasını beklerken, bir yandan da onu dinliyordum.

"Bazen yeni doğan bebeklerin yanına giderim. Onları kutsar, güzellik dilerim. Her birinde ışıltım kalır Hüma ve ben bunu onları ne zaman görsem hissederim çünkü bir parçamı onlarda bırakırım."

"Tıpkı benim orduyu hissetmem gibi." dedim sözünü keserek. Hathor'un eli saçlarımda geziniyordu usulca. Kuruyan saç tutamlarım göz alıcı buklelere dönüşüyordu. Kendimi çok güzel hissetmem normal miydi?

"Evet." diyerek onayladı beni Hathor. "Sen o bebeklerden birisisin. Işıltımı hissedebiliyorum."

"Anlaşılan pek parlak değil." diye homurdandım.

"Neden öyle düşünüyorsun?"

Omuz silktim. İçimde hala bir yaraydı Romeo ve Juliet.

"Lisedeyken okulda bir tiyatro oyunu oynanacaktı, ben de seçmelere katıldım ama oyunda yer alacak olanları seçen hoca, sırf Çiçek benden daha güzel diye onu seçmişti Juliet olarak. Beni de dadı yaptı."

Hathor'un gülüşü odayı doldurduğunda istemsizce güldüm ben de. Üzerinden kaç sene geçmişti ama hala unutamamıştım o günü.

"Sonra ne oldu peki?" diye sordu Hathor. Saçımın çoğunu yapmıştı.

"Ne olacak?" dedim burun kıvırıp. "Çiçek sahnede repliğini unuttu, ben olmasam oyunu berbat edecekti. Suflörü oldum resmen kızın."

"Hala kızıyor musun bunun için?"

Dudaklarımı büzdüm. Saçımın son tutamı da bukle olmuştu şimdi. Sırtımda salınıyordu karamel rengi saçlarım. Hathor, saçımın tepesine lacivert bir taç taktığında aynadaki kızı bir an için tanıyamadım.

"Aslında o kadar kızmıyorum. Açıkçası Romeo'yu oynayan çocuktan pek haz etmiyordum, onu öpmek zorunda kalmadığım için şükrediyorum."

Yeniden güldü. "Hadi gel, bizi bekliyorlar."

Hathor ile birlikte odadan çıktık. Onun yönlendirmesiyle yemek odasına geldik. Bu bina labirentten halliceydi ve insan nereye gideceğini şaşırıyordu.

Büyük bir masanın bulunduğu geniş bir odaydı geldiğimiz yer. Kızıl ve kahve renklerinin hakim olduğu odada yüzlerce mum yanıyordu. Romantik bir ambiyans vardı burada. İsis masanın en başında oturuyordu. Horus hemen yanındaydı. Hathor ve ben diğer tarafa geçtiğimizde Horus'un yüzündeki memnuniyetsiz ifade görülmeye değerdi.

"Nasılsın abiciğim?" diye sordum kinayeli bir şekilde. Abisini gıcık etmeye programlanmış o küçük kardeşi oynayasım vardı bu gece.

"İyiyim." dedi kısaca Horus. Bakışlarının hedefinde Hathor vardı ama o, ona kesinlikle bakmıyordu. Mükemmel çiftimiz kavga etmişti anlaşılan.

"Sorduğun için teşekkür ederim abiciğim, ben de iyiyim. Ne kadar da konuşkansın bu gece böyle."

Horus yalnızca başını salladı. Ne dediğimi bile dinlememişti muhtemelen.

Shalise ve bir kadın yemekleri servis etti. Adını bilmediğim fakat son derece iştah açıcı görünen yemeğe yumulmamak için zor tuttum kendimi.

İsis, "Afiyet olsun." dediğinde hep birlikte yemeğe başladık. Ne yediğimi sormamamın sebebi içinde antin kuntin bir şey varsa bilmemekti çünkü bilirsem yemezdim.

"Siz neden küssünüz?" diye sordum bu kez de.

İsis gülmemek için kendini tutarken, Hathor yalnızca burun kıvırmıştı. Masada sesi çıkan tek kişi olmak yabancısı olduğum bir durum olmadığı için yadırgamıyordum.

Yemeğimden büyükçe bir parça attım ağzıma. Bir yanağım tamamen şişmişti şimdi. Yükselenim boğaydı, sanırım bu yüzden bu kadar düşkündüm yemek yemeye.

"Seni ilgilendirmez." diye kestirip atmaya çalıştı Horus fakat Hathor buna izin vermedi.

"Yoo, gayet de ilgilendirir." derken omuz silkmiş ve hemen ardından bana dönmüştü. Bu kadını gerçekten çok seviyordum. "Aşk için savaşmak istedim diye beni hain ilan etti."

"Çüşşş!" diye bağırırken buldum kendimi. Ağzımda yemek olması umurumda bile değildi.

"Set için savaştın!" dedi Horus dişlerinin arasından.

Ben o adama aşığım, diyemedim maalesef çünkü mükemmel çiftimiz birbirlerine pek de iyi bakmıyordu. Arada kim vurduya gidebilirdim her an.

"Set, Hüma'yı seviyordu ve ben onun aşkına inandım. Bu hainlik değil, eğer tam tersini yapsaydım kendime ihanet ederdim ben."

İsis'e doğru eğilip, "Kadın haklı." diye mırıldandım. Biraz daha yemek attım ağzıma. Adeta sinema filmi izliyordum.

"Bana ihanet ettin ama!"

"Sana ihanet etmedim, yalnızca kendimi korudum! Senden!"

İsis de bana doğru yaklaştı. "İzle ve gör, yalnızca yarım saat sonra birlikte kalkacaklar bu masadan ve bana yeni torun yapacaklar."

Ağzım bir karış açık bakakaldım İsis'e. Korkunç bir görüntü sergiliyor olabilirdim şu an ama bu kadarını da beklemiyordum. Kadın torun sevmek için geliniyle oğlunu barıştırma projesi başlatmıştı resmen. Helal olsun.

"Eğer beni sevseydin sana zarar vermeyeceğimi bilirdin!" dedi bu kez Horus.

"Hah! Beni yakalamaları emrini verdin sen, nasıl bundan emin olabilirdim?!"

"Beni sevdiğini söyleyemiyorsun bile." dedi Horus az öncekine göre daha sakin bir sesle.

"Horus'un tek derdi Hathor'un onu sevmesi mi yani?" diye sordum İsis'e. Heyecanlı bir filmin tam ortasındaymışız gibi kilitlenmişti olaya.

"Evet. Oğlum yalnızca sevilmek istiyor."

"Ama hain demiş Hathor'a."

"Horus ve fevri kararları, beni artık o kadar şaşırtmıyor. Daha söylediği anda pişman olmuştur buna."

"İyi de bu çok kırıcı." derken olaydan tamamen kopmuştum. O sırada Hathor, "Söylemiyor olmam mı sorun?" diye soruyordu.

"Öyle ama herkesin bir karakteri var ve Horus'un ki bu."

"Onu çok şımarık yetiştirmişsiniz." dedim eleştirel bir şekilde. Bu sözüme cevap vermedi çünkü haklıydım. Horus fazlasıyla şımarık ve dediğim dedik bir tanrıydı. Oyuncağı elinden alınan küçük bir çocuk gibi davranıyordu şimdi de. Söz konusu oyuncak ise Hathor'dan başkası değildi.

"Beni seviyor musun?"

Horus'un sorusu karşısında kısa bir an duraksadı Hathor. İhanetmiş vesaire oldukça geride kalmıştı. Tencere kapak denebilecek bir çift olmuştu bu ikili ve ikisi de eskiyi çok umursamıyordu. Hathor, "Seviyorum." dediğinde bundan daha çok emin olmuştum.

"Ruh hastaları." diye mırıldanıp yemeğime döndüm. O sırada Horus'un da sevdiğini söylemesi çok da umrumda değildi.

Yemek, bu tartışmadan sonra oldukça sakin geçmişti. Hatta Horus, ona takılma çabalarıma ılımlı bir şekilde karşılık vermişti. Şımarık bir çocuk kılıfına bürünmediğinde iyi bir abi olduğu bile söylenebilirdi. Ve Hathor, tüm o öfkeyi çoktan atmıştı üzerinden. Horus'u affetmiş, cilveli bakışlarla onu süzüp durmuştu. İsis'in torunu çoktan yola çıkmıştı anlaşılan ve ben de sanırım hala olacaktım. Çok garipti.

Yemekten sonra mükemmel çiftimiz çok kalmadı, birlikte ayrıldılar saraydan. İsis ise neredeyse zil takıp oynayacaktı.

"Güneşimiz geliyor." derkenki neşesi görülmeye değerdi.

"Güneşimiz mi geliyor?" diye sordum merakla.

"Evet, güneş." dedi İsis kendini odamdaki koltuğa atıp. Koltuğa pat pat vurup beni çağırdı. Yanına oturduğumda, "Ra öldü, biliyorsun." diyerek söze girdi. "Bir tanrı öldüğünde, ya görevi bitmiştir ya da enerjisi. Eğer enerjisi biterek ölmüşse o tanrı, yerine yeni birisi gerekir. Bu yeni bir bebek demektir. Ne zaman, nasıl olur bilemeyiz çünkü o bebek kendi ailesini kendi seçer. Ruhun özü nasıl bir enerjiyle doğacağını hisseder ve bunu hak edene gelir. Horus ve Hathor ise sanırım Ra'nın yerini alacak olan güneş tanrısının veya tanrıçasının ebeveynleri olacaklar. Onlardan daha iyi bir aday düşünemiyorum."

"Anubis bir seferinde demişti ki, bir tanrıya ihtiyaç duyulduğunda o tanrı gelir. Bu yüzden mi?"

İsis beni başıyla onayladı. "Evet, bu yüzden. Şimdi bir güneş tanrısına ihtiyaç var ve yeni bir tanrının doğumu için ideal zamandayız."

"Peki ya yalnızca çocuk sahibi olmak isteselerdi. Yani Ra hala hayatta olsaydı. O zaman çocukları olmaz mıydı?"

Bu kez başını iki yana salladı İsis. "Olmazdı. Bu yüzden haddinden fazla tanrı yok zaten. Çünkü ihtiyaç yok ve her yeni tanrı daha büyük bir karışıklık demek aynı zamanda. Güç dengeleri sarsılmamalı, bu yüzden yalnızca ihtiyaç halinde çocuk sahibi olunmalı."

"Anladım." diye mırıldandım. Aslında aklımda daha pek çok soru dolanıyordu ama bunları sormadım, cesaret edemedim. Bunun yerine başka şeylerden sohbet ettik ve sonra İsis kendi odasına gitti. Ben de yatağıma uzanıp tavanı seyre daldım. Düşüncelerimin zihnimdeki savaşı giderek daha çok yordu beni ve en nihayetinde gözlerim bugün ikinci kez kapandı.

***

Selam! Nabersiniz?

Gelelim bölüme. Nasıldı?

Güldür Güldür, Bilal ve Naime skeçlerine takıldığım bir döneme geldi. Romeo ve Juliet oyununu oynayacakları skeci hatırlarsınız izlediyseniz, buradaki Çiçek o Çiçek işte sjsjsjsj.

Set'in fırsatçılığı? 😁

Hüma'nın İsis'in yanında kalma kararına ne diyorsunuz?

İsis'in onu çok özlemiş olması peki?

Hathor hakkında ne düşünüyorsunuz?

Horus ile olan tartışmaları beni pek tatmin etmedi. Pek bu tarz çiftleri sevmem ama küs kalamıyorlar onlar da, ne yapalım.

İsis'in torun sevdası?

Sizce yeni güneş tanrısı ya da tanrıçası kimin çocuğu olacak?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

İsis 👉

Hathor 👉

Horus 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%