Yeni Üyelik
41.
Bölüm

16. Bölüm - Aşk Yuvası

@aysenurtekkanat

Güneş ışığı daha sabahın ilk saatlerinde doldurmuştu odayı. Perdeler sonuna kadar açıktı, çekineceğim bir şey olmadığından kapatma gereği duymamıştım. Odam, sarayın en üst katındaydı ve yerden yüksekliği nereden baksan yirmi metre vardı. Heliopolis manzarası ayaklarımın altına serilmiş gibiydi ve güneş tüm canlılığıyla parlıyordu pencerenin ardında. Pencerelerde olmayan cam, serin sabah havasını içeri dolduruyor, tertemiz hava ciğerlerime bayram ettiriyordu. Esen hafif meltem, üzerimdeki elbisenin derin yırtmacından dolayı boydan boya açıkta kalan bacağımı okşuyordu. Uzun zamandır böylesi bir huzurla uyanmamıştım. Bütün dertlerim bitmiş, hiç tasam kalmamış gibi hissediyordum. Bunun sebebinin Heliopolis'in iyileştirici etkisi olduğunu biliyordum. Burası nasıl ki kendini yenileyebiliyordu, tanrılar üzerinde de harikulade bir etkisi vardı.

Gerindim ve esnedim. Bedenimi uzatabildiğim kadar uzattım. Hiç yataktan çıkasım yoktu ama bugün yapılacak işlerim vardı ve bunun için malikanenin yerini öğrenmem gerekiyordu.

Yataktan kalkıp banyoya girdim. Önceliğim üzerimdeki giysiden kurtulup rahatlatıcı bir duş almak oldu. Lavanta kokulu sabun tenime her değdiğinde hoşnut mırıltılar dökülüyordu dudaklarımdan. Bu kokuyu seviyordum.

Büyükçe bir havluya sardım bedenimi durulandıktan sonra. Buhar olan aynaya yine temkinli bir şekilde yaklaştım ama neyse ki beklediğim gibi bir görüntüyle karşılaşmadım. Apep dünden beri ne rüyalarıma ne de fiziksel olarak yanıma uğramıştı. Bu iyiydi, en azından kendimi diken üstünde hissettirmiyordu.

Aynadaki buharı silip aksime baktım. Hathor'un üzerimdeki etkisi suya karıştığı için yine aynı Hüma vardı orada. Bir an için bundan pişman oldum.

"Keşke saçımı bozmasaydım." diye hayıflandım. Daha fazla banyoda durmanın bir anlamı olmadığından dolayı giysi odasına geçtim.

"Eee şimdi ne giyeceğim ben?"

Koca bir of çektim. Saçlarımdan damlayan sular omuzlarımın kurumasına engel oluyordu. Havlunun sırt kısmı çoktan sırılsıklam olmuştu.

"Derdim bitse zaten..." diye söylendim kendi kendime. Ardından raflarda ve askılarda bulunan tüm giysileri talan ettim. Gerçekten yaptım bunu. Hathor ve İsis'in neden dağınık çalıştığını başta anlayamamıştım ama şimdi, bunca kıyafetin içinde, annemin dediği gibi; kedi, yavrusunu kaybetse bulamazdı. Ben de ne giyeceğimi bulamıyordum işte.

"Bir de burayı toplaması var ya." diye sızlana sızlana en nihayetinde giyebileceğim bir kıyafet bulabilmiştim. Hemen giydim. Uzun, kırmızı bir elbiseydi bu. Kalın askıları, derin bir dekolteyla karnımda birleşiyordu. Sırtı kapalıydı, bu nispeten daha iyi hissetmemi sağlamıştı içinde. Sol bacağımı ortaya çıkaran derin yırtmacı ise rahatsız etmiyordu. Belindeki siyah tokalı kemeri ise sevmiştim.

"Zaten herkes böyle giyiniyor burada." derken esasında kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Normal hayatımda daha farklı, daha rahat giysiler tercih ederdim ve düğüne giderken bile bu kadar abartılı şeyler giymezdim. Ama şu an bambaşka bir dünyadaydım, onlara ayak uydurmam gerekiyordu bir yerde.

Ellerimle elbisenin eteklerini düzelttim. Saçlarımın nemini bir havlu yardımıyla alıp balık sırtı ördüm. Kendi kendime örmekte sorun yaşamamıştım hiç, özellikle ters örgüyü kolayca yapabiliyordum. Birkaç tutam saç alnıma düştüğünde onları dağınık bırakmaya karar verdim. Ne yazık ki burada makyaj malzemesi yoktu, en azından bu odada yoktu. Bu biraz moralimi bozsa da umursamamaya çalıştım. Sonra yeniden odaya baktım ve bu kez asla karşılaşmayı beklemediğim bir manzaraya tanık oldum. Az önce dağıttığım tüm o giysiler sırayla kendi yerlerine dönüyor, eski, ütülü formlarını alıyorlardı. Heliopolis gerçekten içindeki her şeyi iyileştirmek üzere tasarlanmıştı.

"Vay be!" nidası döküldü dudaklarımdan. "Çok dağıttım diye endişe ediyorum ben de. Böyle kendi kendine düzelecekse hep dağıtırım, deliye her gün bayram. Hogwarts'ta yok bu sistem vallahi. Olsaydı Ginny'nin, Tom Riddle'ın günlüğünü ararken dağıttığı oda çabucak eski haline gelirdi." Biraz durdum ve olayın ne ara Hogwarts'a geldiğini sorguladım o kısacık anda. "Ne diyorum ben ya?"

Giysi odasından ve ardından da odamdan çıkıp o soğuk duvarların arasına attım yeniden kendimi. Aslında hep buradaydım fakat sanki odam bambaşka bir dünyadaymış gibi hissettirdiğinden, burada değilmişim gibi geliyordu. Koridordan geçmekte olan genç bir kızı durdurdum. Dün gece yemekte Shalise'ye yardım eden kızdı bu.

"Merhaba. İsis'in nerede olduğunu biliyor musun?"

Genç kız nahif bir gülümseme sundu bana. Beyaz teni sanki yıllarca karanlık bir odada kalmış gibiydi. Pembe dudakları küçük, simsiyah gözleri çekikti. Uzak doğululara benziyordu.

"Evet, biliyorum. Beni izleyin, sizi götüreyim."

Başımla onayladım onu. Kızın peşine takıldığım sırada yeniden meraklı tarafım gün yüzüne çıkmıştı.

"İsmin ne?"

"Chione tanrıçam."

"Anlamı peki?"

"Kar kraliçesi demek."

"Vaov." dedim etkilenmiş bir halde. Kar gibi teninden anlamam gerekiyordu belki de isminin anlamını. "Shione, ismini kim koydu?"

"Annem koydu." diye cevap verdi kız. Çok sevecen, güleç bir tipti. Açık konuşayım Shalise ne kadar soğuk ve mesafeliyse, Shione bir o kadar tatlı ve sıcakkanlıydı.

"Neden bu isim peki? Yani sana çok yakışmış ama bir sebebi var mı merak ettim."

Bir köşeyi döndüğümüz sırada, "Annem oldukça esmer bir kadınmış." dedi. "Babamla evlilikleri bu yüzden pek istenmemiş çünkü babam onun tam tersine bembeyazmış."

"Irkçılık." dedim tükürürcesine. Bu dünyada bile vardı anlaşılan.

"Babam, annemi çok sevmiş ve kimsenin ona mani olmasına izin vermemiş. Evlenmişler. O dönemde bu tarz evlilikler aileden atılmayla bile sonuçlanırmış. Babam ailesini bir şekilde ikna etmiş. Tek şartları doğacak olan çocuğun bembeyaz bir tene sahip olmasıymış. Annem hamile kaldığında babamla birlikte İsis'in yanına gelmişler. Babam son derece varlıklı bir aileden geliyormuş tabi, o yüzden İsis'le görüşmesinin kolay olacağını sanmış ama öyle olmamış. Onun huzuruna çıkana kadar annemin karnı büyümüş ama en sonunda İsis'le görüşmeyi başarmışlar. İsis'in onların isteğini yerine getirmesinin, yani benim beyaz tenli bir bebek olmamın tek şartı; ailem öldüğünde ve benim dünyadaki vadem dolduğunda onun hizmetine girmemmiş. Kabul etmek zorunda kalmışlar ve ben babama benzemişim. Ömrüm bitinceye kadar bu hikayeyi bilmiyordum. Sonra İsis geldi ve onun hizmetine gireceğimi, beni yanına alacağını söyledi. O zamandan beri burada yaşıyorum. Adımın kar kraliçesi anlamına gelmesinin nedeni de kar gibi beyaz bir tene sahip olmam için sarf edilen çaba."

Chione'nin sözü bittiğinde ağzım bir karış açık kalmıştım. Normal şartlarda pek çok kişinin sıradan bir hizmetli deyip geçeceği bu güler yüzlü kızın böyle bir hikayesi olduğunu asla tahmin edemezdim.

"Ne zamandır buradasın peki?"

Düşünürmüş gibi çattı kaşlarını Chione. O sırada başka bir koridora girmiştik bile. Onunla sohbet ede ede yürüdüğüm için adımlarım epey yavaşlamıştı.

"Sanırım yedi bin sene oldu."

"Yedi bin mi?!"

Kocaman açtığım gözlerim neredeyse yuvalarından fırlayacaktı. Bu kadar uzun bir zaman dilimi beklememiştim.

"Şaşırmanızı anlıyorum ama inanın burada mutluyum. Duat bizler yani ruhlar için güzel cennetler sunsa da gerçek değil, bunu biliyorum. Her şey yaşamın bir yansıması orada ve ben bir yansımadansa gerçeği tercih ederim. O yüzden iyi ki ailem o anlaşmayı yapmış."

Gülümsemeye çalıştım. Bunu bir nevi tutsaklık olarak görmem benim karamsarlığım mıydı bilmiyordum. Chione mutlu olduğunu söylüyordu, gerçekten öyle de olabilirdi ama bir anlaşma için vazgeçilen bir can gibi geliyordu bana. İsis'in, en azından kızı öldükten sonra yanına alması merhamet olarak algılanır mıydı bilmiyorum ama nereden bakarsam bakayım bu bir mecburiyetti.

"Burası." dedi Chione önünde durduğumuz kapıyı işaret ederek. "İsis'in odası."

"Teşekkür ederim." dedim içten bir gülümsemeyle. Chione gitmek için arkasını döndüğü sırada kolundan tutup durdurdum onu. "Eğer bir şeye ihtiyacın olursa kapım her zaman açık."

Mahçup bir gülümsemeyle, "Teşekkür ederim tanrıçam." dedi ve gitti. Bir süre kar kraliçesinin ardından baktım. Sonra önünde durduğum odaya dönüp kapıyı tıklattım. Girmem için komut geldiğinde beklemeden açtım kapıyı.

"Müsait miydin?"

"Evet canım, girebilirsin." dedi İsis. Ben geldiğimde okuduğu kitabı kapatıp sehpaya koydu.

Odası benimkine çok benziyordu. Ufak tefek farklılıklar dışında çoğu eşyanın yeri aynıydı ancak bu odada hakim olan renk zümrüt yeşiliydi.

"Nasılsın?" diye sordum birkaç adımda yanında biterken. Konuşmaya hevesli gibi görünüyordum çünkü öğrenmem gereken bir yer vardı.

"İyiyim. Sen nasılsın? Alışabildin mi buraya?"

"Evet, alıştım." diye yalan söyledim. Yalan söylemekte ustalaşıyor olmam iyi bir şey değildi ama onu kırmak da istemiyordum.

"Buna sevindim. Bir an yine kaçıp gideceksin sanmıştım."

Şakayla karışık söylediği şeyi yapma düşüncesinin aklımda dolaştığını kendime sakladım.

"Heliopolis'i biraz tanımak istiyorum." diyerek konuya giriş yaptım. Hakkında tek bildiğim şey, güneyde bir yerde olduğu olan malikanenin tam konumunu öğrenmem gerekiyordu. Ha bir de kızıl taşlardan yapılmıştı. Set bana bu konuda hiç yardımcı olmamıştı.

"Hımm." diye mırıldandı İsis. "Seni gezdirebilirim istersen."

Abartılı bir şekilde iki yana salladım ellerimi. "Yok yok! Hiç gerek yok. Yani şimdi senin işin vardır, hem kitap da okuyorsun zaten daha fazla bölmeyeyim ben seni. Bir harita falan varsa oradan yolumu bulabilirim. Akşam olmadan da dönerim."

Sevimli olduğunu düşündüğüm gülümsememi yemedi. Tek kaşını kaldırıp soru dolu bakışlarla inceledi beni. Önce saçlarıma ve elbiseme baktı, sonra yüzümde gezdirdi bakışlarını. En nihayetinde tam gözlerime dikti gözlerini.

"Var harita." dedi şüpheyle. Bir parmak şıklatmasıyla kahverengi, deri bir harita belirdi sehpanın üzerinde. Rulo şeklindeydi ama büyük olduğu da her halinden belliydi.

"Süper!" diyerek hevesle atıldım haritaya ancak İsis benden hızlı çıktı. Bir panter edasıyla kaptığı haritayı çocukça bir şekilde kendine çekti. Tanrıça da olsa mızıkçılık yapabiliyordu demek ki.

"Nereye gideceksin?"

"Hiç..." diye uzattım kelimeyi. "Biraz dolaşacağım öyle."

"Nereyi dolaşacaksın?"

"Bilmem. Bir malikane varmış sanırım, orayı merak ettim."

"Neden?"

Resmen sorgu memuru kesilmişti.

"Hepiniz sarayda yaşıyorsunuz ya hani, malikane o yüzden tuhaf geldi."

Eh, mantıklı bir açıklama sayılırdı. Daha kötüsü de olabilirdi.

"Nasıl bir malikaneymiş bu? Belki biliyorumdur." diye sordu bu kez de. Yüz ifadesi bu kez meraklı değildi, daha çok sinsiydi. Kadın olayı çoktan çözmüştü muhtemelen. Ben de burada debeleniyordum işte. Alacağın olsun Set!

"Bilmiyorum ki." derken salağa yatmayı sürdürdüm. "Daha önce hiç gitmedim sonuçta."

Sokrates utansın! Böyle bir savunmayı o bile yapamazdı.

"Kızıl olabilir mi mesela?"

"Bilmem. Olabilir sanırım."

"Güneyde olabilir mi?"

Omuzlarımı kısıp bilmiyorum dercesine baktım.

"Oraya gitmeni Set istemiş olabilir mi?"

Bingo!

Gözlerimi kaçırdım. Bu, sessiz bir kabullenişti esasında ve İsis bu halim karşısında keyifli bir kahkaha atmakla yetindi.

"Gel buraya şapşal." diyerek kollarının arasına çekti beni. Anne sıcaklığını yeniden duyumsadım kokusunda ve bu çok iyi geldi. "Direkt sorsan ya, neden debeleniyorsun?"

"Utandım." diye itiraf ettim. "Bir de gitmeme engel olursun diye korktum."

"Neden engel olayım ki?"

Omuz silktim. "Birbirinizi pek sevdiğiniz söylenemez."

Düşünürcesine mırıldandı İsis. "Set'i sevmiyor değilim, neticede o benim kardeşim ama çıkarlarımız birbirine çok zıttı düşman kesildiğimiz dönemde. Birbirimizi sevmiyormuşuz gibi algılaman çok normal ama şu an öyle bir çıkar çatışması durumu yok. Set, Heliopolis'i ele geçirmeye çalışmıyor en basitinden ve eğer onu seviyorsan bunun karşısında durmam."

"Ciddi misin?" diye sordum alttan bakışlarla onu süzerken.

İsis, alnımdan öptü. "Ciddiyim. Hadi bakalım, seni malikaneye götürelim."

"Sadece nasıl gideceğimi tarif etsen yeterli, kendim gidebilirim." diye itiraz ettim.

"Emin misin?"

"Evet."

Kararlı duruşum sonucunda İsis haritayı sehpaya serdi. Oldukça geniş olan sehpanın dışına taşan harita büyüleyiciydi. Hani Harry Potter'daki Çapulcu Haritası vardı ya, onun gibi hareket ediyordu her şey. İnsanların yerini göstermiyordu ama bir yeri işaret eden semboller resmen canlı gibiydi. Örneğin ormanla kaplı olan kısımda ağaçlar rüzgarda salınıyordu. Nehir ve göllerdeki suların aktığı seçilebiliyordu ve koca bir vahaya benzettiğim Heliopolis'in güneyinde, ormanla sınırlandırılmış bir çöl yer alıyordu. Çöl kumlarının savruluşunu seçebiliyordum. Bu harita büyüleyiciydi.

"Vay be!" dedim bugün ikinci defa. "Çok iyiymiş bu."

"Öyle." dedi İsis kıkırdayarak. Sonrasında bana orman ve çöl sınırında yer alan, yarısı çöle diğer yarısı ormana dahil olan kızıl renkli malikaneyi işaret etti. "İşte burası gideceğin yer. Set'in Heliopolis'teki evi burası."

"Peki nasıl gideceğim?"

"İstersen seni götürebilirim." diye yineledi teklifini. Açıkçası bu oldukça cazipti ama yalnız gitmeyi kafama koymuştum. Hep bildiğim yerlere gitmeyecektim neticede, bilmediğim yerlere de gitmek zorunda kalacaktım. Bir şekilde öğrenmem gerekiyordu bunu.

"Hayır, kendim yapmak istiyorum." dedim.

İsis, "Peki öyleyse." diyerek haritaya döndü. Malikaneyi işaret etti. "Normalde gideceğin yeri düşünüyor, hayal ediyor ve sonrasında orada var oluyordun. Bu kez gideceğin yerin fiziksel özelliklerine değil, konumuna odaklanmalısın. Heliopolis'in güneyinde kalan çölleri düşünmeli, çöl ve orman arasındaki o sınıra inşaa edilmiş bir yapı hayal etmelisin. Yalnızca var olduğunu hayal et, fiziksel özelliklerini göz ardı etmen gerekiyor. Yapabilir misin?"

Başımla onayladım onu. Tıpkı dediği gibi gözlerimi kapattım ve düşündüm. Önce Heliopolis'i ve ardından buradaki çölü... Malikaneyi düşünmem kızıl taş detayından dolayı nispeten daha kolay oldu. Çekildim, savruldum ve sonra ayaklarım yumuşacık kumlara bastı. Gözlerimi açtığımda başardığımı anladım. Yalnızca birkaç yüz metre ötedeydi malikane ama buradan görebiliyordum.

Seri adımlarla yürüdüm oraya. Elbisemin etekleri savrulurken, attığım her adımda etrafa kum saçıyordum. Elbisemin etekleri rüzgarla savruluyordu ama hava hala aynı ılımanlıktaydı.

Uzun sayılabilecek bir yürüyüşün ardından malikaneye varmıştım. Oldukça görkemli bir duruşu vardı. Renginden midir bilinmez sıcak hissettirmişti. Belki de sebep çölde olduğumuzdandı.

Binanın etrafını çevreleyen çit benzeri bir duvar vardı. Yine kızıl taşlardan örülmüş duvarın bulunduğum kısmında içeri giriş çıkışı sağlayan büyük bir kemer yer alıyordu. Bahçe kısmı enfesti. Daha kemeri geçmeden bile mükemmel bir görüntü gözlerime bayram ettirmişti.

"Set!" diye seslendim büyük kemeri geçip geçmemek konusunda kararsız kalırken. Sonuçta onun eviydi ve izinsiz girmek doğru olmazdı.

Her hangi bir cevap alamadığımda daha yüksek sesle bağırdım ama yine cevapsız kaldım.

"Benden günah gitti." diyerek daldım bahçeye. Envai çeşit bitki kaplamıştı bahçeyi. Çöl tanrısından beklenmeyecek kadar çok bitki vardı burada ama yalnızca bitki de yoktu. Malikanenin önü ile arkası keskin bir çizgiyle ayrılıyordu. Şu an bulunduğum kısım ön taraftı ve hala ayaklarımın altında çöl kumları bulunuyordu. Daha ilerledikçe ve arka tarafa yürüdükçe adeta bir Amazon Ormanı karşılıyordu insanı. Büyüleyiciydi ve kesinlikle türünün tek örneğiydi.

Binanın arkasındaki ağaçların gölgesi binanın üstüne düşüyordu. Ben hala güneşli kısımdaydım. Birkaç adımla gölgeli kısma geçiş yaptım. Güneş, malikanenin arkasındaydı.

Kapıya vardığımda büyük, yuvarlak demiri tutup iki kere vurdum. İçeriyi dinlediğimde çıt çıkmadığını fark ettim. Erken mi gelmiştim?

"Set!" diye seslendim bir kez daha. Yine cevap alamadım.

"Pekala. Bu resmen haneye tecavüz olabilir ama bütün günümü burada çürütemem, en azından içerde olup olmadığını kontrol edeyim. Yoksa giderim."

Kendi kendimi ikna etme çabamın ardından elimi kilide koydum. Odaklandım. Mekanizmanın çalıştığına işaret eden klik sesinin ardından kapı usulca açıldı ve beni kasvetli bir antre karşıladı.

"Kimse var mı?"

Sesim yankılanıyordu çünkü burası epey boştu. Birkaç eşya duvar diplerine özenle yerleştirilmişti, onun dışında her hangi bir dekor yoktu burada.

Sorum yanıtsız kalırken daha da girdim içeri. Yaptığım şeyin ne kadar kötü olduğunun bilincindeydim lakin bunu bilmezden gelmeyi tercih ediyordum. Aslında Set'in burada olup olmadığını kontrol etmekten ziyade, içerde neler olduğunu görmek istiyordum. Ona ait, onun parçalarını taşıyan eşyaları incelemek, onun hakkında küçük ipuçları bulmak...

Antrenin ardından geniş bir salona geçiş yaptım. Birkaç koltuğun dışında hiçbir şey yoktu neredeyse. Köşedeki şömine hiç kullanılmamış gibi tertemizdi. Bunun sebebi pekala Heliopolis olabilirdi fakat içimden bir ses sebebin yalnızca bu olmadığını söylüyordu. Set burada hiç yaşamamıştı belki de.

Salondan çıkıp merdivenlerin hemen sağında bulunan koridora daldım. Birbirinin aynı olan odaların sıralandığı koridor oldukça sıradandı ve kesinlikle Set'e dair bir şey barındırmıyordu.

"Sıkıcı." diye mırıldandım. Koridordan çıkıp bir diğerine girdim. Bu kez geniş bir mutfak karşıladı beni. Koridorun ilerisine bakma gereği duymadım çünkü aynı sıkıcı odalarla karşılaşacağımın bilincindeydim. Bu yüzden mutfağı kurcaladım. Mutfak eşyaları dışında bir şey bulamadım elbette. Burası sadece vardı ama sahibi burayı kesinlikle benimsememişti. Set en başta çöle hükmetsin diye seçilmiş ve orada bırakılmıştı. Sonrasında ise başka bir yeri düşleme gereği bile duymamıştı. Bu yüzden ormanla iç içe geçmiş bu şahane yeri de asla benimsememiş, ardında en ufak bir iz bile bırakmamıştı.

"Nerede kaldın be adam?"

Kendi kendime konuşmalarımın bir sonu gelmezken bu kez üst kata çıkmak için hareketlendim fakat bununla kaldım. Dışarıdan, az önce içeri girdiğim kapınım hemen ardından kıkırdama sesleri geliyordu. Bir kadının şuh kahkahası yankılandı hemen ardından ve kapı açıldı. Panikle bir kolonun arkasına saklandım. Set'e yakalanmış olmak bir yana o kadının kim olduğunu merak etmiştim. Eğer Set'le birlikte geldiyse çöl tanrısını lime lime ederdim!

"Hadi." dedi kadın işveli bir şekilde. Ardından öpücük sesi geldi. Şu an resmen birileri yiyişiyordu ve ben bu sahneye alenen şahit oluyordum.

Kadın yeniden kahkaha attı. "Amma sabırsızsın. Odaya çıkalım."

"E çüş ama." dedim kendi kendime. Fısıldadığım ve bu kadın ve yanındaki her kimse kendi hallerinde oldukları için beni duymamışlardı.

"Sanki beni bilmiyorsun." dedi bir adam. Bu ses tanıdıktı, hatta oldukça tanıdıktı.

"Kapıyı kapat, birileri gelirse görmesin bizi."

Kadının uyarı dolu sesinin ardından kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Hemen ardından yeniden öpüşme ve küçük iniltiler işittim. Kimdi bunlar?

"Odaya gidelim hadi." dedi bir kez daha kadın. Her kimdiyseler Set'in yokluğundan faydalanıp burayı aşk yuvasına çevirdikleri kesindi.

"Tamam." dedi adam ve o an bende ipler koptu. Burası benim aşk yuvam olmalıydı, bunlara ne oluyordu? Ayrıca benim randevum vardı ve bu iki ergen sevgili yüzünden bunun bozulmasını, bölünmesini istemiyordum.

"Değil!" diye çığlık attım. "Tamam falan değil."

Kolonun arkasından çıktığımda gördüğüm kişi beni şaşırtmadı değil. Horus ve Hathor'un oğlu Hapy ike yanında sevgilisi olduğunu düşündüğüm kadın duruyordu girişte.

"Sen burada ne yapıyorsun?" diye sorarken oldukça şaşkın görünüyordu Hapy.

"Ben de aynısını size soracaktım. Asıl siz burada ne yapıyorsunuz? Burası Set'e ait ve sizi burada görürse pek hoşnut olacağını sanmıyorum."

Uyarıcı ses tonum karşısında kadın, az önceki ateşli tavırlarının aksine kedi gibi bir sesle, "Ama o buraya gelmez ki." dedi.

Hapy onu, "Kimse gelmez." diye destekledi. "O yüzden burada buluşuyoruz zaten."

"Başka yer mi bulamadınız?" diye sordum ve doğru kelimeyi ararken biraz zorlandım. En nihayetinde, "Yiyişecek." diyerek tamamladım cümlemi. Biraz kaba olmuş olabilirdim ama şahit olduğum şey de pek beklediğim bir şey değildi. "Ayrıca bu kız kim?"

Ellerimi belime dayamış, benden bilmem kaç yüzyıl büyük olan yeğenime hesap soruyordum. Şaka gibiydi ama tanrıların dünyasındaysanız pek de imkansız değildi.

"Nepit. Tahıl tanrıçası." diyerek açıklamaya girişen Hapy'i elimi kaldırarak susturdum. Sonuçta onları basan kişi bendim ve hesap sorma hakkına da sahiptim.

"Biliyorum, açıklamana gerek yok." dedim. Nepit pek adı bilinmeyen bir tanrıçaydı. Neper'in, yani Osiris'in bir başka versiyonunun kadın hali sayılırdı. Aslında ikisi birlikte çalışırdı fakat Osiris kadar önemli bir yere sahip değildiler, bu yüzden isimleri pek geçmezdi.

"Sen burada ne yapıyorsun peki?" diye sordu Hapy merakla. Çok meraklıydı, halasının burnundan düşmüştü zaar.

"Set'i bekliyorum." dedim dürüstçe. Söylediğim bu iki kelimeyle etekleri tutuşan ikili panik haline geçiş yapmıştı. O sırada pat diye antrede beliren Set, eğer ölümlü olsalardı, kalp krizi geçirmelerine sebep olabilirdi.

"Ne oluyor burada?!" diye gürledi Set. Benim yanımda takındığı o minnoş adamın içinden yine diktatör kılıklı bir herif çıkmıştı ya, daha bir şey demiyordum ben. Hapy ve Nepit uğraşsındı.

***

Bölümü nasıl buldunuz?

Chione hakkında ne düşünüyorsunuz?

Heliopolis'i tanıdıkça seveceksiniz zaten ama şimdi ne kadar seviyorsunuz bu dünyayı?

Malikaneyi nasıl buldunuz?

Hapy ve Nepit'i bastık. Sizce Set onlara ne yapacak?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

İsis 👉

Hapy 👉

Nepit 👉

Chione 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%