Yeni Üyelik
44.
Bölüm

19. Bölüm - Müttefik

@aysenurtekkanat

Güne şahane bir başlangıç yapmıştım. Hayır, güneşin ilk ışıkları yüzüme vurduğunda uyanmadım, aslında öğlene kadar uyudum. Ve hayır, romantik aşık gelip öperek de uyandırmadı beni. Ama evet, birisi tarafından uyandırıldım.

"Kalk bakalım uykucu. Bugün çok işimiz var." diyen kişi İsis'ti. Oldukça neşeliydi ve bu neşesi kesinlikle bulaşıcıydı.

"Günaydın." derken esnediğim için sesim boğuk çıkmıştı. Gerindim. Üzerimdeki yorganı tekmeleyerek itip doğruldum.

"Öğlen oldu."

Omuz silktim. "Olsun. Güzel uyudum ben, isterse akşam olsun."

İsis güldü. "Ama artık kalkman gerekiyor. Çok işimiz var."

"Ne işi?"

Ellerini beline yaslayıp tek kaşını kaldırarak bana bakıyordu şimdi. Dudaklarındaki tebessüm silinmemişti ama gözlerinde bir burukluk vardı.

"Sen dün, evlenmeye karar vermedin mi?"

Sözleriyle şapşal bir gülümseme oturdu yüzüme. Karmakarışık olmuş saçlarımın arasına daldırdım elimi.

"Verdim değil mi?"

İsis başını salladı gülümseyerek. Gözlerindeki burukluk da bu vesileyle anlam kazanmıştı. Benim için seviniyordu ama buradan gideceğim için de üzülüyordu. Ona haksızlık yapıyormuşum hissi yeniden içime oturdu.

"Hadi kalk artık. Aşağıda seni bekliyoruz, hazırlıklara başlayacağız."

"Tamam." dedim. Sonra İsis gitti ve ben doğruca banyoya girdim. Duş almak için vaktim olmadığından dolayı elimi yüzümü yıkayıp zor da olsa saçlarımı taramayı başardım. Sonrasında giysi odasına gidip elime geçen ilk elbiseyi geçirdim üstüme. Hızlıca odadan çıktım ve aşağı indim.

"Gelin hanım da sonunda geldi." diyerek beni karşıladı Hapi. Açıkçası sadece İsis ve Hathor olur sanıyordum ama burası epey kalabalıktı. Ihy, Hapi, Imset, İsis, Hathor, Chione, Shalise ve en beklenmedik olarak da Astarte buradaydı.

Astarte büyük bir coşkuyla koşarak geldi yanıma. Kollarını sımsıkı doladı boynuma. "Çok sevindim, çok sevindim, çok sevindim! Ne kadar mutlu oldum anlatamam. Ama ben sizi birlikte gördüğüm ilk anda anlamıştım bugünün geleceğini, hatta size de söylemiştim de inanmamıştınız. Bak, geldi işte. Ayyyy!"

"Sakin ol." derken gülüyordum. Haklıydı, söylemişti ve biz burun kıvırmıştık. Set ve ben, Thoth peşimize düştüğünde Astarte'nin yanında almıştık soluğu ve o bize evlenmemizi söylemişti. İşte, istediği oluyordu.

"Neden sakin olayım? Bu çok güzel bir haber ve ben gerçekten çok mutluyum."

"Ben de." diyerek ona katıldım. Gülümsemesi bulaşıcıydı. Artık ben de sırıtıyordum ve bundan kesinlikle kurtulamıyordum.

"Hadi gelin artık. Daha çok işimiz var." diyen kişi Ihy idi. En az Astarte kadar heyecanlı görünüyordu. Aslında herkes öyleydi ve bu benim daha çok heyecanlanmama sebep oluyordu.

Astarte ile birlikte gidip oturduk yanlarına. Ortadaki geniş masanın üstünde bir sürü dergi vardı. Bunlar insanların dünyasına ait dergilerdi. Çeşitli düğün mekanları, süslemeler, gelinlikler ve daha nicesi dergi kapaklarından fırlayacakmış gibiydi. Üstelik masanın bir tarafında da bir yığın kumaş vardı.

"Siz çıldırmışsınız." demekten alamadım kendimi.

"Çıldırdık tabi. İlk defa düğün yapacağız." dedi Hapi. Tanrıların evliliklerini kutlamadığını, bu evliliklerin törenlerle olmadığını biliyordum, daha önce Set bahsetmişti bundan. Yalnızca adı evlilik oluyordu bu bağların ve nasıl ki kurulması için hiçbir şeye ihtiyaç duyulmuyorsa, bozulması için de bir gereksinim olmuyordu.

"Evet." diyerek oğlunu destekledi Hathor. "Nasıl olacak bilmiyorum ama bir şekilde halledecğiz. Birazdan Nepit de gelecek, senin yaşadığın yerin kültürüne oldukça hakim."

Başımı sallayarak onayladım onu. Hemen ardından içeri tahıl tanrıçası Nepit girdi. Utangaç bir tebessüm vardı yüzünde ve sürekli kaçırdığı bakışları Hapi'ninkiler ile kesişiyordu. Çok tatlıydılar.

"Kibele! Hoşgeldin." dedim gülerek. Anında kızardı yanakları. Bunu nereden bildiğim bir yana, zamanı oldukça manidardı.

"Merhaba." dedi kısık sesiyle. Ama sen böyle yaparsan ben seninle uğraşırım ki.

"Nasılsın Nepit?" diye sordu İsis.

"İyiyim, siz nasılsın?"

"Heyecanlı." dedi İsis.

Nepit de bir yere oturunca, "Nereden başlıyoruz?" diye sordu Ihy.

"Mekan tabi ki."

Nepit'in bilmişlikle verdiği cevap doğruydu. Zaten kimin geleceği belliydi ve tek yapmamız gereken süslemelerdi. Bir de gelinlik meselesi vardı ama bunu çözmesi daha kolay olur diye umuyordum.

"Bahçede yapabiliriz." diye önerdi Chione dayanamayarak. İnsan olarak geçirdiği dönemde çokça düğün gördüğünden emindim ve binlerce yıl sonra ilk kez bir düğüne şahitlik edecekti. Bu yüzden hevesli ve heyecanlı olması normaldi.

Herkesin bakışları bir anda bana döndüğünde neye uğradığımı şaşırdım. Sonra gelinin ben olduğumu hatırlayarak bu şaşkınlığı üzerimden attım. Anlaşılan verilecek olan tüm kararlarda bana bu şekilde bakacaklardı.

"Tek bir sorum var. İnsanlar Heliopolis'e girebiliyor mu? Yani bununla ilgili bir kural var mı?"

İsis, "Ölümlüler buraya giremez." diye yanıtladı sorumu. "Bu bir kuraldan ziyade tanrısal enerjiyi kaldıramadıkları içindir."

"Peki." dedim. "O zaman bahçe olmaz. Heliopolis dışında bir yer olmalı."

"Neden?" sorusu Ihy'den geldi.

"Çünkü ailemin de gelmesini istiyorum. Bunca zaman yanımdaydılar, evlenirken de orada olsunlar istiyorum."

İsis'in anlayışla gözlerini kapatıp açması içimi rahatlatmıştı. Açıkçası buna kızar veya üzülür sanıyordum, sonuçta ailem dediğim kişiler aslında yalnızca beni büyütenlerdi ve ben ne İsis'e ne de diğerlerine tam olarak ailem diyebilmiştim hala. Evet, anne, baba, kardeş olarak görüyordum ama biz bir aile miydik, bundan emin olamıyordum.

Herkesin yeniden düşüncelere daldığı sırada, "Set'in sarayı olmaz mı?" diye öneride bulundu Astarte. "Zaten evlenmek için can atıyor, asla hayır demez." Bana döndü. "Ne yaptın sen bu adama böyle? Aşk büyüsü falan mı?" Hathor'a baktı sonra. "Senin bu işte bir parmağın var mı?" diye sorarken göz kırpıyordu.

"Tabi ki yok Astarte. Ben kimseye aşk büyüsü yapmam." diye çıkıştı aşk tanrıçası. Bir yerde haklıydı tabi.

"Olur." diyerek araya girdim. Bu ikisinin pek de iyi anlaşamadığı bir gerçekti. Bunun sebebini daha önce Astarte'dan dinlemiş ve hak vermiştim, o yüzden bu tartışmaya tekrar girmek istemiyordum. "Saray olur. Çölde yapalım."

Bana yüzlerce fotoğraf gösterdiler. Çoğunluğu plajda yapılan düğünlerdendi, çöldekine en yakın olandı bu tarz, bazıları ise kır düğünlerinden fotoğraflardı. Plajdakiler daha çok hoşuma giderken, bu kadar fazla seçenek olması gözümü korkuttu. Neyse ki en nihayetinde birinde karar kıldık. Ancak neredeyse bütün günü buna harcamıştık ve ben son derece yorgundum. Yorulmak için koşmaya gerek yoktu, şu an koşsam bile yorulmayacağım gerçeğini göz ardı ediyordum, yorulmak için tek yapmak gereken zihni meşgul etmekti. Sonrasında zaten uyku moduna geçiş yapıyordunuz. Bende de öyle oldu. En son koltukta mayıştığımı hatırlıyorum, sonra Imset'in desteğiyle odama çıktığımı.

*

Uyku halim ne kadar sürdü bilmiyorum ama uyandığımda odamda olmak beni şaşırtmadı. Hafifçe esen rüzgar odada dolaşıyor ve temiz hava ciğerlerime bayram ettiriyordu. Hiç kapatmadığım perdeler rüzgarla birlikte uçuşuyordu. Avucumdaki kesik yine sızlıyordu. Canları yanıyordu ve ben buna bir türlü engel olamıyordum. Öldüklerinde bunu hissetmezken, acılarını nasıl hissedebiliyordum? Bunun sebebi yardım istemeleri miydi? Çığlıkları mıydı avucumu sızlatan, beni huzursuz eden?

Yataktan kalktım. Heliopolis'in gece manzarasını izlemek için balkona doğru yürüdüm ama boş değildi. Birisi, arkası dönük olduğu için kim olduğunu seçemiyordum, balkondaki hasır koltukta oturuyordu. Birkaç adım daha yürüdüğümde onun yüzünü görebildim.

"Imset?"

Başını çevirip bana baktı. Gözlerinde mahçubiyet vardı. Yerinden kalkmak için hareketlendiğinde, "Otur." dedim kısaca.

"Üzgünüm. Buraya çıkınca... Dalmışım."

"Sorun değil." derken hemen yanına oturdum. Balkonun en güzel yeriydi burası hiç şüphesiz. Tüm Heliopolis ayaklarımın altında gibi geliyordu. Trabzanlar fazla yüksek olmadığından manzarayı kapatan bir engel de yoktu.

"Huzursuzsun." dedi Imset bir süre sessiz kaldıktan sonra. Bunu hissedebilmesine şaşırmadım. Duyguların tanrısıydı o ve pekala ne hissettiğimi anlayabilirdi.

"Kötü hissediyorum." dedim kısaca. Gözlerim yanmaya başladı anında. Burnumun direği sızlıyordu. Avucumdaki kesik daha da acıdı.

"Anlatmak ister misin?" diye sordu. Sessiz kalışım üzerine, "Yalnızca ne hissettiğini bilebilirim Hüma, ne düşündüğünü değil." diyerek devam ettirdi sözlerini.

Biliyordum. Zihnimdekiler bana özeldi ve bunları bilmesi imkansızdı.

"Ordu..." dedim yalnızca. Bir damla yaş sol gözümden düşüverdi. Avucuma damladı ve kesik boyunca ilerledi.

"Onları hissediyorsun, değil mi?" diye sorduğunda başımı sallayarak onayladım onu.

"Sebebi ne bilmiyorum ama acı çektiklerini biliyorum."

"Tutsak edildiler. Canlarının yanması normal."

Bir süre sustum. Sonra Set dışında kimsenin bilmediği şeyi dile getirirken buldum kendimi. Imset'in güven veren bir enerjisi vardı.

"Onları kurtarmak istiyorum."

"Neden yapmıyorsun?"

"Yaptım ama ters tepti. Benden nefret ediyorlar. Set, yalnızca kızdıklarını ve korktuklarını söylüyor ama ben o nefreti gördüm gözlerinde. Sadece yardım etmek istemiştim ama pek de iyi gitmedi."

Imset anlayışla başını salladı. Kolumu sıvazladı usulca bana destek olmak için.

"Nefret ettiklerini sanmıyorum."

Yalan söylüyordu. Gözlerindeki bakış bunu apaçık ele veriyordu.

"Yalan söylemene gerek yok Imset, biliyorum. Benden gerçekten nefret ediyorlar. Beni asla benimsemeyecekler."

Bir süre sustuk. Heliopolis'in gece manzarası farklı hissettiriyordu. Tedirgindim ve avucumdaki kesik hala sızlıyordu. Canlarının yandığını bile bile burada oturmak beni delirtiyordu ama o nefret dolu bakışlarla tekrardan karşılaşmaya cesaretim yoktu. Bu yüzden kalkıp onları kurtarmaya gidemiyordum.

"Belki." diyerek uzun süren sessizliği bozdu Imset. "Ama burada oturup beklersen bunu garantilemekten başka hiçbir şey yapmazsın. Senin nasıl bir savaşçı olduğunu gördüm ben. Araf Ormanı'nda verdiğin mücadeleyi biliyorum ve inan bana o ormandan sağ çıkmak için yalnızca savaşmak yeterli değil. Bunu bizzat tecrübe ettin. Eminim ki bundan sıyrılmanın bir yolunu bulabilirsin. O bakışları silmenin, kendini sevdirmenin bir yolu vardır mutlaka, yalnızca şu an bu yolu bilmiyorsun."

Haklı olduğunu biliyordum. Bu yüzden tek kelime edemedim. İtiraz cümleleri dilime ulaşmamak için en derinlere kaçarken, yalnızca başımı eğdim ve avucumdaki ize dokundum. Yine acıdı. Öyle bir sızladı ki benim de canım yandı. İlk defa bu kadar çok acıtmıştı bu sızı. Ya onlarla olan bağım güçleniyordu ya da bu kez canları daha çok acıyordu.

"Bir tavsiyen var mı?"

Imset omuz silkti. "Sevdikleri, saygı duydukları birisiyle çık karşılarına. Seni dinlemelerini sağla."

"Set böyle bir şey yapmama müsaade etmez." derken bundan çok emindim ama Imset bu sözüme güldü.

"Set'ten söz eden kim?" dediğinde sorgularcasına baktım yüzüne. "Saygı duydukları tek kişi çöl tanrısı değil ki."

Büyük bir aydınlanma anıydı o an. Kimden söz ettiğini biliyordum.

Hızla ayağa kalktım. Sonra anlık bir kararla Imset'e yaklaşıp sarıldım. "Teşekkür ederim." dedim fısıldar gibi. Beni dinlemesi, anlaması ve yol göstermesi benim için çok şey ifade ediyordu.

Balkondan çıkmak üzereyken, yeniden onun sesini duyunca duraksadım. "Hüma."

"Efendim?" dedim omzumun üstünden ona bakıp.

"Karşılarına bir insan olarak değil, bir tanrıça olarak çık. Kim olduğunu unutma."

Küçük bir baş hareketiyle onayladım onu. Sonra doğruca giysi odasına girdim. Onlarca kıyafeti etrafa savururken en uygununu arıyordum.

Imset doğru söylüyordu, imaj her şeydi ve benim ilk iki seferinde yaptığım hata buydu. Sıradan giysiler giyiyordum. Bir tanrıça olduğumu iddia etmeme rağmen öyle görünmüyordum. Ve en önemlisi iradelerine hükmediyordum. Bu kez bu hataları tekrarlamaya niyetim yoktu.

Siyah, belinde altın işlemeler olan bir elbise buldum. Hızlıca giyindim onu. Önü kısa, arkası uzundu ve bu daha rahat hareket etmemi sağlıyordu. Omuzlarında, belindekini anımsatan altın işlemeli vatkalar vardı. Omuzlarımı bir pelerin misali saran uzun, siyah tül, elbiseyi son derece gösterişli hale getiriyordu. Aynaya baktığımda gördüğüm şey artık bir insan değildi. O özgüveni, görünüşü ve duruşuyla Hüma yoktu karşımda, bir tanrıça vardı ve kazanma arzusu gözlerinden okunuyordu.

"Yapabilirim." dedim kendi kendime. Hala örgülü olan saçlarımı açıp dağıttım. Aynanın önünde duran altın tacı başıma geçirirken kalbim gümbür gümbür atıyordu. Onun sesini yalnızca kulaklarımla duymakla kalmıyor, sarsılışını tüm uzuvlarımda hissediyordum. Güçlü hissediyordum ve kesinlikle güçlü görünüyordum.

"Yapabilirim." dedim bir kez daha. Sonra odaklandım. İsis'in bilmediğim bir yere gitmem için anlattığı o aşamaları tekrarladım ve yalnızca Anat'ı düşündüm. Savaşçı tanrıçanın isteği kazanmaksa şayet ona galibiyeti verecektim ve o da bana ordumu verecekti.

*

Geldiğim yer çok garipti. Hayır, burası kesinlikle çöl değildi ama Amazon Ormanı'nda olduğum da söylenemezdi. Çorak ve son derece verimsiz topraklardı. Toprak susuzluktan kurumuş ve hatta yer yer çatlamıştı. Tek bir bitki dahi yoktu burada. Yıldızlar, etrafta ışık kaynağı olmamasına rağmen ışığını buradan esirgemişti. Set'in, Anat'ı cezalandırdığında söylediği şeyin, onu böylesi bir yalnızlığa mahkum etmek olacağını kim düşünürdü ki?

Uzaktan gelen cılız ışık muhtemelen yanan bir ateşe aitti. Yine tam yeri saptayamamıştım ama bir yerlere gelmeyi başarmıştım. Esen, soğuk ve can yakıcı rüzgar bana Duat'ı hatırlatırken, o cılız ışığa doğru yürüdüm. Attığım her adımda betona basıyormuşum hissini göz ardı etmeye çalıştım. En nihayetinde ışık daha belirgin olduğunda onun aslında bir ateşten, beklediğim gibi büyük bir ateşten ziyade küçük bir mum ışığı olduğunu görebildim. Neredeyse bitmiş olan mum, savaşçı tanrıçanın avuçları arasında titreşiyordu. Anat, ateşi korumak için ellerini siper ediyordu fakat yüzündeki o umutsuz ifade mumun birazdan biteceğinin ve ateşin söneceğinin farkında olduğunu gösteriyordu. Anat'ın arkasında dokunsam yıkılacakmış gibi duran derme çatma bir kulübe vardı. Tek bir penceresi dahi olmayan bu kulübe, taş çatlasa on metre karelik bir alana sahipti. Adeta bir kutuydu burası. Savaşçı tanrıçanın omuzlarından sarkan şal ise eski püsküydü, yer yer güve delikleri vardı.

Sert bir rüzgar estiğinde Anat'ın şalı uçtu ve mum söndü. Yüzünde büyük bir hayal kırıklığı oluştuğunda onun haline üzülmeden edemedim. Set, fazla acımasızdı ve ben bu acımasız tarafını ilk kez görmüyor olmama rağmen ürkmüştüm.

Uçan şal sürünerek ayaklarımın dibine kadar geldiğinde, Anat nihayet beni fark edebildi. Titriyordu. Soğuğa karşı direnci kırılmıştı sanki. Tanrısal yetenekleri onu koruyamıyordu benimkilerin aksine ve o son derece savunmasız görünüyordu. Hani olurdu ya, sonbaharda yapraklar dallarından kopmamak için son bir direnç gösterirdi, Anat bana onları anımsatıyordu.

"Sefaletimi görmeye mi geldin?" diye sordu büyük bir öfkeyle.

Bu beni şaşırtmazken yere eğilip şalı aldım. Üzerindeki tozu silkeledim usulca ve ona doğru yürüdüm. "Seni bu sefaletten kurtarmaya geldim." derken son derece ciddiydim.

"Neden böyle bir şey yapasın ki?" diye sordu tanrıça. O sırada esen başka bir rüzgarla, bir yaprak misali sarsıldı. Kollarını kendine dolayıp soğuktan korunma çabasına içim acımıştı.

"Çünkü ben merhamet tanrıçasıyım."

Öyleydim. Bu cevap benim için yeterliydi ama Anat benimle aynı fikirde değildi.

"Sen benim hayatımı mahvettin!"

"Böyle olsun istemediğimi ikimiz de biliyoruz Anat. Eğer isteseydim burada olmazdım."

Tir tir titriyordu ve ben buna daha fazla kayıtsız kalamadım. Birkaç adımda yanına varıp elimdeki şalı omuzlarına sardım. Yetmedi, kollarımı da etrafına doladım. Normal şartlarda cüssesiyle beni korkutacak olan bu kadın, kollarımın arasında minicik bir çocuk gibi kaldı.

"Biliyorum." diye kabul etti. "Burada olduğunu biliyor mu?" Kimden bahsettiğini hemen anladım.

Birlikte yere oturduk. Anat'ı iyice kendime çekip soğuğa karşı ona siper olmaya çalıştım.

"Hayır, bilseydi izin vermezdi." dedim. Sonra omuz silkip, "Gerçi bunu pek de önemseyeceğim söylenemezdi. Yine de gelirdim." diye mırıldandım.

"Neden bunu yapıyorsun?"

"Cevabını daha önce vermiştim."

"Ama bu yeterli değil ki. Kimse bir çıkarı olmadan birine, hele ki kötülük gördüğü birine yardım etmez."

"Ne yaptığının farkında olmana sevindim." dedim küçük bir tebessümle. En azından kendini biliyordu.

"Sen nasıl bu hale geldin? Yani bir tanrıçasın ve kendini koruyabileceğin güçlerin var ama titriyorsun. Anlamıyorum."

Soğuk gittikçe daha dayanılmaz oluyordu. Üşümüyordum ama tenime çarpan rüzgarı hissediyordum.

"Ben Set'e bağlıyım, onun için yaratıldım. İsterse tüm gücümü alır ve beni yok eder, isterse de gücü bana teslim eder. Bu onun iradesine bağlı, ben de öyle."

"Gücünü mü aldı?" diye sorduğumda başıyla onayladı beni. "Anlaşılan sadece güçlerini değil nefretini de almış."

Bir şey söylemedi. Bu sessiz bir onaydan başka bir şey değildi.

"Seni buradan çıkarabilirim." dedim onun cevap vermeyeceğini anladığımda.

"Olmaz!" diye itiraz etti. "Cezamı çekmeliyim."

"Bu ceza falan değil, resmen işkence ve ben senin burada bu şekilde yaşadığını bilirken çekip gidemem."

"Set buna çok kızar." dedi cılız bir ses tonuyla. Sesi bile titriyordu.

"Onu bana bırak. Ben onunla konuşurum."

"Sana da kızar."

Omuz silktim. "Muhtemelen." dedim. Yeniden omuz silktim. Anat'ı omuzlarından tutup kendimle birlikte ayağa kaldırdım. "Hadi, gidelim ama öncesinde uğramamız gereken birkaç yer olacak."

"Neresi?"

"Sadece bana ayak uydur."

*

Saatlerce süren bir uğraş sonucu nihayetinde amacıma ulaşabilmiştim. Avucumdaki kesik artık sızlamıyordu ama enerjim vakumlanmış gibiydi. Öyle ki başım dönüyor, midem bulanıyordu. Gözlerimin önünde gidip gelen bir karanlık vardı. Canım acımıyordu ama kendimi öyle halsiz hissediyordum ki şuracığa düşüp bayılabilirdim.

"İyi misin?" diye sordu Anat.

Sendeledim. Düşecekmiş gibi sarsıldım ama o beni yakaladı. Tanrısal güçleri yoktu ama tutuşu yine de sağlamdı.

"Yorgunum." diye mırıldandım. Bu bile fazlasıyla yorucu bir eylemdi.

Saatler önce, Anat'ı cezasından çekip aldığımda, dünyanın her yerine ziyaretler yapmıştık. Yüzlerce laboratuvar gezmiştik ve her birinde gücümü kullanmam gerekmişti. Sayısı fazlasıyla çok olan askerleri teker teker toplamıştık. Bu konuda Anat'ın yardımı yadsınamazdı. Askerler bana itaat etmeyecek olsalar bile onu gördükleri anda sorgulamaktan vazgeçiyorlardı. Sonraki durağımıza kadar Anat onlara kim olduğumu bıkmadan anlatıyordu ve sonra yeni bir maceraya daha atılıyorduk. Her birinde insanlarla karşılaşıyorduk. İlk laboratuvar deneyimimin aksine bunlarda hiçbir yeri patlatmamıştım. Bu kez sadece insanları hissediyordum. Hissimi odaklıyor, o hissi kontrol altına alıyordum. Aslında askerlere yaptığım o şeyi insanlar üzerinde uyguluyordum ve bu tahmin ettiğimden daha çok enerji harcamama sebep oluyordu. Neyseki tüm bunlar sona ermiş ve biz herkesi sağ salim buraya getirmeyi başarabilmiştik.

"Seni Astarte'ye götüreyim. O ne yapılacağını bilir." dedi Anat. Bir elini belime sarıp bana destek oldu. Gözlerim yarı açık yarı kapalı zar zor varabildim saraya ve yine aynı şekilde çıktık merdivenleri.

"Askerler?" diye sordum cılız sesimle.

"Diğerlerinin yanındalar. İyiler."

"Hepsi burada mı?"

Anat başını salladı. Yeniden dengemi kaybettiğimde bir kolumu tutup omzuna attı. O çorak araziden kurtulduğundan beri fiziki gücünü de toparlamıştı. Eskisi gibi tanrısal değildi gücü ama zayıf da değildi artık.

"Hüma!" diye bağırdığını duydum Astarte'nin. Sesindeki korku oldukça netti. "Ne oldu ona?"

"Yorgun düştü." dedi Anat. "Yardım et de onu bir yere yatıralım."

"Senin cezan bitti mi? Set burada olduğunu biliyor mu? Hüma'yla birbirinize girdiniz de o yüzden mi böyle yoruldu? Yoksa birileri size mi saldırdı? Neden susuyorsun? Cevap versene!"

Anat, nefes nefese kalmıştı ve Astarte hiç es vermeden konuşmaya devam ediyordu. Bu ikisinin böylesine zıt olabilmesi gerçekten şaşırtıcıydı.

"Anlatacağım ama soru sormayı kesersen. Hadi, onu götürelim." dediğini anımsıyorum Anat'ın. Sonrası derin bir karanlık. Ne kadar uyudum ya da ne yaşandı bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda loş bir sarı ışığın bulunduğum odayı doldurduğunu fark ettim yalnızca. Bulanık görüşüm gittikçe netleşti ve her şey anlam kazandı.

Burası Set'in sarayıydı ve onun odası. Muhtemelen olanlardan haberi olmuştu, olmasaydı şaşardım zaten. Anat'a ne yapmıştı acaba? Kızmış mıydı?

Yerimde doğruldum zorlukla. Bütün vücudum ağrıyordu. Yüzümü buruşturdum ve acılı bir inilti çıkarmamak için dudaklarımı ısırdım.

"Umarım akıllanmışsındır."

Başımı çevirip Set'e baktım. Duvar gibi bir suratla bana bakıyordu. Gözlerindeki öfke, ete kemiğe bürünüp üzerime atlayacakmış gibi hissettiriyordu.

"Ne için?" diye sordum. Salağa yatma taktiğinin pek de işe yarayacağını sanmıyordum ama şansımı deniyordum.

Set, oturduğu koltuktan kalktı. İki büyük adımda yanıma gelip ellerini yatağa yaslayarak üzerime eğildi.

"Sen canına mı susadın?" diye sordu buz gibi bir sesle. Bu ses tonunu ondan son duyduğumda henüz bir insandım ve hayattaydım. O kadar uzun zaman geçmişti ki üzerinden titredim. Geriye doğru kaçmaktan alamadım kendimi. Eski Set gelmişti aklıma ve bu, eski travmaları gün yüzüne çıkartıyordu.

"Hayır." diye cevap verdim ona. "Ne alakası var?" diye sorarken sesim tizleşmişti.

"Öyleyse neden kendi başına iş yapıyorsun?" diye sordu. Üzerime daha da geldi. Bunu öfkeyle değil de arzuyla yapmasını tercih ederdim.

"Yardım etmek istemiştim." dedim cılız bir sesle.

Bu kedi de nereden çıkmıştı? Neredeydi içimdeki kaplan?

"Kendini hiçe sayarak mı? Üstelik Anat'ı da buna alet etmişsin."

"Ona kızmadın değil mi?" diye sordum heyecanla. Zayıf düşmüşlüğüm falan anında uçup gitti sanki. Yerimde doğrulmam ve onunla yüz yüze gelmem arasında saniyeler bile yoktu.

"Kızdım."

"Geri mi gönderdin?" diye sordum bu kez de umutsuzlukla. Umarım öyle bir yapmamıştır.

"Onun için mi endişeleniyorsun?" diye sorduğunda, omuz silkerek, "Evet." dedim. Tanrıçaların en garibi olmaya adaydım ben, yerimi kimseye kaptırmazdım.

"Seni bazen gerçekten anlamıyorum." diye söylendi Set. Geri çekilirken iç çekmişti. "Sen kendine gelince bu konuyu konuşacağız. Şimdi dinlen ve ben de gidip Anat'la ilgileneyim."

"Onu geri gönderme." dedim aceleyle, Set odadan çıkmadan önce.

Omzunun üstünden bana şöyle bir bakıp, "Göndermem." dedi ve sonra gitti. Bense daha fazla yorgunluğa dayanamayıp ikinci kez uykuya daldım. Bu uykunun bana getireceklerinden ise bir haberdim.

***

Selam!

Nasıl buldunuz?

Düğün için heyecanlı mıyız?

Imset ve Hüma konuşmasına ne diyorsunuz?

Hüma'nın, Anat'ın yanına gitmesi beklediğiniz bir şey miydi?

Sizce bundan sonra Anat nasıl bir tavır takınacak?

Set'in tepkisi ne olacak? Hüma yorgun diye pek göstermedi esas tepkisini çünkü.

Hüma'nın uyuduğunda neler yaşayacağını düşünüyorsunuz?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Anat 👉

Imset 👉

Astarte 👉

Ve diğerleri (Tek tek yazmaya üşendim.) 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%