Yeni Üyelik
27.
Bölüm

2. Bölüm - İsi̇s'i̇n Kızı

@aysenurtekkanat

"Daha iyi misin?" diye sorarken, nereden çıktığını bilmediğim bir bardak suyu uzattım İsis'e. Hala solgundu ve yorgun olduğu çok belliydi ama nispeten daha iyi görünüyordu. En azından yaraları iyileşmiş, beyaz birer iz olarak kalmışlardı.

"İyiyim." dedi suyundan bir yudum içtikten sonra. Elleri titriyordu. Giysilerinde hala varlığını sürdüren siyah kan mide bulandırıcıydı ama ilginç bir şekilde bu durumdan rahatsız olmuyordum. Bunun sebebi bir hafta öncesine kadar bu kanlara bulanmış olmamdan mı kaynaklanıyordu?

Derin bir nefes aldı. Oturduğu yerden doğrulmak için hareketlendiğinde ona yardım etmek istedim ama bir başkası, Horus, benden önce davrandı. İsis'in sırtına elini koyup doğrulmasını sağladı ve tam o an da gözlerimiz buluştu. Onun mavileri sorgularcasına bakıyordu. Bir sürü soru işareti vardı orada ve her birinin cevabı da benden geçiyordu. Bense olabildiğince hissiz tutuyordum bakışlarımı çünkü bu adamı tanımıyordum ve ona karşı içimde oluşan sevgiye de bir anlam veremiyordum.

"Tüm bunlar savaş çıktığı için mi yaşandı?" diye sordu bir kadın. Ses tonunda bariz bir pişmanlık vardı.

"Evet."

Anubis'in tek kelimelik cevabı, biz buraya geldiğimizden beri süre gelen fısıltıları susturmuştu. Sert sesi büyük odada yankılanmış, dalga dalga yayılmıştı. Anubis'le geçirdiğim süre olmasaydı muhtemelen ben de çekinirdim ondan ama onu tanımıştım.

"Peki kız nasıl hala hayatta?"

Bu soruyu soran Thoth'tu. Merakını görmemek mümkün değildi çünkü Thoth her şeyi bilmeye o kadar alışmıştı ki şimdi bilmediği bir şeyle karşılaşmak onu delirtiyor olmalıydı.

Başımı çevirip bilgelik tanrısına baktım. İsis daha iyiydi, bu yüzden yalnızca elini tutmakla yetiniyordum, ki bu onun için çok yeterliydi. İki çocuğu da yanı başında, üzerine titriyordu adeta.

Benimle birlikte diğerleri de Thoth'a bakmıştı ve bilgelik tanrısı, "Ne?!" diye haykırmış, "Sanki siz merak etmiyorsunuz?" diyerek sözlerini tamamlamıştı.

Thoth'un yanında duran sarışın kadın, tıpkı savaş meydanındaki gibi dirseğini geçirdi onun karnına. "Sus artık." diye kızması komikti ve ben bu tepki karşısında daha fazla hissiz kalamadım. Kıkırdadım. Sesim odaya dağılırken, muhtemelen delirmiş olduğumu düşünen tanrıların bakışları bu kez beni bulmuştu.

"Bu kızı kesinlikle incelemeliyim." dedi Thoth. Bende kötü anılar canlandırmasa muhtemelen onunla çok iyi anlaşırdım.

"Özür dilerim, boşluğuma geldi." derken hala daha güldüğüm bir gerçekti.

Hathor olduğunu tahmin ettiğim güzel kadın, "Sen iyi olduğundan emin misin? Ölümden döndün." dedi sorarcasına. Aslında herkesin aklında bu soru vardı ama bir tek Hathor bunu dile getirme cesaretini göstermişti. Ya merakından ya da Duat'ın nasıl bir yer olduğunu bildiğinden dolayıydı bu cesareti gösterebilmesi.

"İyi." diyen kişi Anubis'ti. İki büyük adımda yanıma gelip bir kolunu omzuma sardı. Ben de beklemeden bir kolumla beline sarıldım.

İki yanımda iki değer verdiğim kişi vardı. Odadaki diğer kişiler, tanrılar, benim için önemsizdi. Tamam, belki bakışlarından itinayla kaçtığım çöl tanrısı bunun dışında kalabilirdi ama şu an çizilen bu resimde genç bir kızın değer verdikleri yer alıyordu. Bir yanında abisi, diğer yanındaysa İsis'i, annesi vardı.

"Biri bana burada neler olduğunu açıklasın artık!" diye gürleyen kişi Set'ten başkası değildi. Geç bile kalmıştı.

"Dur orada Set!" diye öne atıldı Horus. İkisi yeniden karşı karşıya geldi. "Benim bölgemde bu şekilde davranamazsın."

Set bir adım atıp Horus'a yaklaştı. "Benim bölgemde savaş çıkarttın Horus. Şimdi bana ne yapıp ne yapamayacağımı söyleyemezsin."

"Bir köprüde karşılaşan iki keçi gibiler." diye mırıldandım. Sesimi yalnızca Anubis duymuş ve gülümsemesini saklamak için başını saçlarıma gömmüştü. Güldüğünü yalnızca ben biliyordum ve bu gururumu okşuyordu.

Horus, kınında duran kılıcını çıkarttığında, "Set'i şiş kebap yapacak." diye söylendim. Sesimi yine sadece Anubis duymuştu ama bu kez gülmedi. Kaşları yeniden çatıldı ve yüzünün sol tarafındaki yara iziyle epey korkutucu bir görünüşe büründü.

Set'te kılıcını çektiğinde işlerin iyice rayından çıkacağı belli olmuştu. Daha birkaç saat önce savaşmış ve neredeyse Duat'ı yok etmiş olan bu iki inatçı tanrının savaşı bir türlü bitmiyordu. Oysa bakıldığında ortada sorun diye bir şey yoktu. Osiris hayattaydı, Heliopolis'in bir kralı vardı, Apep, Ra'nın kontrolünde sayılırdı... Tamam, Apep, Ra'nın kontrolünde falan değildi ama diğer her şey tıkırındaydı, değil mi? Neydi bir türlü paylaşamadıkları?

"Siz ikiniz!" diyerek odaya giren kişi Ra idi. Çatık kaşları ve arkasında savrulan beyaz peleriniyle birlikte epey heybetli görünüyordu. Zaten bütün tanrılar bu şekilde görünüyordu ama Ra'nın bambaşka bir havası vardı. Belki de bunun sebebi yaşı ve yaşanmışlıklarıydı. "Yine neyi paylaşamıyorsunuz?"

"Kızı."

Thoth'un her şeye burnunu sokması ve itinayla bana 'kız' olarak hitap etmesi sinirimi bozmaya başlamıştı. Üstelik her konuştuğunda bir şekilde bakışlar beni buluyordu ve bu gerilmeme yetiyordu. Ve ben gerildiğimde saçmalardım.

"Ee... N'aber?" diye sormam da bu yüzdendi. Kafamı kuma gömmek istiyordum. Ancak şu an öyle bir şey mümkün değildi, bu yüzden tek seçeneğimi kullandım. Başımı, Anubis'in göğsüne saklayıp beni her şeyden koruduğu gibi bundan da korumasını bekledim.

"Bu kızı gerçekten incelemeliyim."

Thoth'un sözlerine karşılık göz devirmek istemiştim ama şu an bulunduğum bu pozisyonda bu pek mümkün değildi. Bundan dolayı yalnızca, "Sen sussana artık." demekle yetindim. Koyun can derdinde, kasap et derdinde dedikleri bu olsa gerekti.

"Kesin şamatayı!" diye çıkıştı Ra. Eh, Apep'in bekçiliğini yaptığı o yerde yaşadıklarımızdan sonra bu çok normaldi aslında çünkü farkında olmadan onu kendi tarafıma çekmeyi başarmıştım.

Herkes güç isterdi ve gücü elde etmek için elinden gelen her şeyi yapardı. Ra da güçlü olmaya alışmış bir tanrıydı ama şimdi ondan daha güçlü birisi vardı; ben. Ve Ra gücü kaybetmeyi göze alamadığı için otomatikman yanımda oluyordu. Aslında denklem bu kadar basitti.

"Neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz Ra ama kimse bu konuda bir şey söylemiyor." diyerek öne çıkan kişi Hathor'du. Güçlü ve dimdik duruşunun yanı sıra güzelliğiyle de göz dolduruyordu. Şimdi fark ediyordum da ben bu kadının görümcesi oluyordum değil mi?

"Evet. Hepimiz kızın öldüğünden emindik ama şimdi karşımızda duruyor, kanlı canlı. Nedenini bilmek hakkımız." dedi başka bir tanrıça. Hathor'a hoşnutsuz bakışlar atıyordu ve bakışları kesinlikle karşılıksız değildi. En az onun kadar ondan hoşlanmıyordu Hathor da. Fakat kadın bana da aynı hoşnutsuz ifadeyle bakıyordu ve bu durum hem sinir bozucu hem de oldukça merak uyandırıcıydı. Kimdi bu kadın? Ona ne yapmıştım da benden nefret eder olmuştu?

"Ben açıklayayım." diyen kişi İsis'ti. Zaman geçtikçe daha iyi oluyordu. Ten rengi düzelmiş, yaralarından geriye neredeyse hiç iz kalmamıştı. Bunun sebebi Heliopolis'te olmamızdı şüphesiz çünkü burasının hem kendini hem de tanrıları iyileştirme özelliği vardı. Bunu Duat'ın kütüphanesinde okumuştum. Heliopolis yalnızca tanrıların evi değildi yani, aynı zamanda onların gücünün de kaynağıydı.

"Açıkla." derken az önceki kadının nefret dolu bakışları bu kez de İsis'i buldu. Derdi neydi?

İsis göz devirdi ve kadını es geçip doğruca Hathor'a baktı. Tanrıların arasındaki anlaşmazlıklar az çok ortaya çıkıyordu ve anladığım kadarıyla annem az önceki kadından hoşlanmazken, Hathor'u seviyordu. Açıkçası bu sürpriz olmamıştı çünkü kimin sevilip kimin sevilmeyeceği gün gibi ortadaydı.

"Öncelikle, kız değil, Hüma demeniz gerekiyor." dedi kısa bir an için bakışlarını Thoth'a çevirip.

Gülmemeliyim.

"Ve Hüma'nın hayatta olması konusu..." derken hepsinin gözlerine baktı teker teker. "Size kızımın ölmesine izin vereceğimi düşündüren ne?" Bu kadını gittikçe daha çok seviyordum. Resmen benim annem olmak için doğmuştu ya da ben onun kızı olmak için var olmuştum. Neyseki her iki ihtimalde aynı kapıya çıkıyordu.

"Kızın mı?!"

Tanrıların bir ağızdan sorduğu soruyla dudaklarımın usulca yukarı kıvrılmasına engel olamadım. Heliopolis'e adeta bir bomba gibi düşmüştüm ve itiraf edeyim, bu oldukça hoşuma gitmişti.

"Evet, Hüma benim kızım."

"Bu nasıl mümkün olabilir?" diye soran kişi Horus'tu. Elinde sallanan kılıç sanki hiç var olmamış gibi rahattı. Sırtındaki kambur daha da büyümüştü sanki ve birer gökyüzünü andıran mavi gözleri, artık meraktan da ziyade anlam veremediğim bir duyguyla bakıyordu bana.

"Nasıl mümkün olduğu önemli değil." dedi İsis. Aslında önemliydi, en azından benim için. "Önemli olan onun var olması."

Çok daha önemli şeyler vardı esasında. Apep'in bir şekilde benimle iletişime geçtiği gibi detaylar zihnimin kör kuyularından haykırıyordu bana. Yankılanan sesleri duymazdan geliyor, her şeyi tüm açıklığıyla anlatmamak için kendimi tutuyordum çünkü anlatırsam ne tepki vereceklerini kestiremiyordum. Bu yüzden yine sessiz kaldım ve İsis'in bu karışıklığı çözmesine izin verdim. Ancak üzerimde dolaşan ve bir an olsun benden kopmayan gözlerin de farkındaydım.

"Set'in ordusu hala hayatta, kız da hayatta. Aynı anda varlıklarını sürdürmeleri çok anlamsız." diyen kişi öfke ve nefreti, delici yeşil bakışlarına sığdırmış olan kadından başkası değildi. Tamamen düz mantıkla düşünüyordu ve beni küçümsüyordu. İsis'in ismimi vurgulamasını bile önemsememiş, beni yine 'kız' sıfatından ileri görmemişti. Oysa bu kızın Ra'yı bile alt edebilecek güçte olduğundan bir haberdi.

Ra'nın göz devirdiğini gördüğümde fazlasıyla şaşırmıştım. Ondan böyle bir hareket beklemiyordum ve tabi, "Bu kız," diyerek beni vurgulamasını da. "Merhametin tanrıçası. Aslında hepimizin var olmasının sebebi olan şeyin anası oyken, orduyu hayatta tutamaz mı sanıyorsun Nephthys?"

Ra, gücümü kabul etmişti! Ondan güçlü olduğumu, varlığının sebebi olduğumu kabul etmişti! Ve bu, tanrıların babası için oldukça büyük bir ilerlemeydi.

Tanrıların şaşkın mırıltıları ve kendi aralarındaki fısıldaşmalarına, Set'in küçük kahkahası eşlik etti. Bakışlarımı itinayla kaçırdığım bir çift çöl çaldı yeniden kalbimi. Ben çöle aşıktım değil mi? Çöl kumlarının güneşle kavrulduğu topraklara gelmek için çok çabalamıştım. O zaman şimdi bu bir çift çölde yanmak istemem şaşırılacak bir durum olamazdı.

Ama olmamalıydı!

Sadece gözlerine bakarak ona çekilmemeli, o gözlerde kaybolmak istememeliydim. Yeniden kızmalıydım, öfkemle yanmalıydım ve o öfkeyle Set'i de yakmalıydım. Çöllerin tanrısı bu öfkeden nasibini almalıydı çünkü almazsa eğer onu affedemezdim ve ben onu affedemezsem Apep'in insafına kalacak koskoca bir dünya yaratırdım.

"Sen!" derken diğer tüm tanrıları unuttum. Bir adım öne çıkıp doğruca onun gözlerine baktım. Çöl kumlarının dans ettiği bu gözler, hipnotize edici güzellikteydi. Öyle efsunluydu ki bir an için gidip daha yakından bakma isteği duydum ama yapmadım. Affetmeliydim, affetmek için hıncımı almalıydım. Peki ya öfkem yerinde değilken bunu nasıl yapacaktım?

Set güldü. Küçümseyen bir gülüş değildi bu, daha çok eskiyi yad eden bir gülümsemeydi ve fazlasıyla da etkileyiciydi.

"Sen beni öldürdün!" dedim sinirli çıkması için çabaladığım sesimle. İçimdeki Hüma ise alaycı alkışlarla başını iki yana sallamakla meşguldü. Yüzyılın tespitini yapmamdan ötürü ettiği tebrik sinirimi bozarken, bir başka Hüma koşup ona sarılmam için dürtüklüyordu. Kaça bölünmüştüm ben böyle?

"Hala hayattasın. Ölmemişsin ki?"

Şokla baktım yüzüne. Minnet duygusuyla karışık öfke usulca damarlarıma sızarken, "Ufak Tefek Cinayetler, Merve'nin savunmasını yapma bana!" diye çığırdım. O diziyi severdim ve en sevdiğim karakter de kesinlikle Merve'ydi ama Set'i o şekilde düşünmek istemiyordum.

"Bazen seni anlamıyorum." derken gerçekten de anlamadığını işaret eden bakışları yüzümde dolaşıyordu. "O dediğin şey ne?"

Konudan kopmam oldukça kolay olmuştu. Ne ara beni çözmüştü de dikkatimi bu kadar çabuk dağıtacak sorular sormaya başlamıştı anlam veremiyordum ama kendimi diziyi anlatırken bulmamın tek sebebinin beni tanıması olduğundan çok emindim.

"Dört kadın var, bunlardan birisi Merve. Bunlar bir adamı öldürüyor ama hangisi yaptı bilinmiyor. Polisler de bunu araştırıyor. Cinayet dizisi işte olay basit. Merve de kocasını öldürmeye çalıştığı için adam hesap soruyor haliyle. Yani kim olsa sorardı, ben soruyorum mesela. Neyse, Merve de buna, 'ölmedin ki.' diye savunuyor kendini. Sen de aynısını yapıyorsun ve beni sinir ediyorsun. Ne demek ölmedin ki? Ölmemiş olmam ölmediğim anlamına mı geliyor? Sen ne pişkin ne utanmaz bir adamsın ya?"

Kelimelerim sona doğru birbirine girmeye başlamıştı ve adımlarım otomatik olarak ileri atılmış, Horus'un yanında duraksamıştı.

"Şunu iki dakika alabilir miyim?" diye sordum elindeki kılıca uzanırken. Az önceki konuşmamdanmıdır bilinmez, anlamsız ve soru işaretleriyle dolu yüzüyle bana bakarak verdi kılıcı elime. "Teşekkür ederim."

Yeniden Set'e döndüm. Yüzüme sinir bozucu olduğunu düşündüğüm bir gülümseme oturtup, "Sakın kaçma tanrı bozuntusu!" dedim. "Canını acıtmayacağım, sadece senden şiş kebap yapacağım."

Birkaç büyük adımda yanına vardım. Az önceki davranışının hırsıyla kılıcı ona doğru savurdum. Bugün ikinci kez, muhtemelen ikiden fazlaydı çünkü adam savaştan çıkmıştı, gerçek anlamda, bir kılıçla karşılaşıyor olmasından dolayı olsa gerek, inanılmaz bir refleksle kılıcın keskin kısmını kavradı. Elinden akan kanlar içimi acıtırken, kılıcı elimden çekip aldı ama bu ona yetmedi. Olan şeyin farkına bile varamamıştım kollarının arasında kaldığımda. Yanağım büyük göğsüne yaslanmış, bedenim adeta onunkiyle iç içe geçmişti ve öfkem, bir kuş gibi uçup gitmişti. Şimdi yalnızca onun sıcaklığı vardı. Saçlarımın üzerinde gezinen dudaklarının iç gıdıklayan hissiyle nefesim kesilivermişti. Titrek bir nefes zorlukla ciğerlerime gitti.

"Çok konuşuyorsun." dedi saçlarımın üzerinden. "Ama ben bunu bile özlemişim. Sen hep konuş, sakın susma."

Sözleri karşısında sessiz kalmam tam bir ironiydi. Öte yandan diğerlerinin tam olarak onu duyduğunu sanmıyordum çünkü sesi, dudakları saçlarımın arasında kaybolduğundan dolayı kısık ve boğuktu. İşin garip tarafıysa bu kez sessiz kalanın ben olmamdı çünkü Set susmamıştı. Saçlarımın arasında kıpırdanan dudaklarından, fısıltıyı andıran sözcükler dökülüyordu.

"Bir kez daha sessizliğini yaşamak istemiyorum. Bana kız, bağır, vur ama sakın susma. Çünkü sen sustuğunda aldığım nefesler yetmiyor, zaman akmıyor, hiçbir zaferin anlamı kalmıyor. Sensiz yaşanmıyor benim tatlı çenebazım. Sensiz ölünmüyor bile. Sensiz hiçbir şeyin anlamı kalmıyormuş Hüma, beni bir daha sensiz bırakma."

"Seni bensiz bırakan sendin." deyiverdim bir anda ama öfkeyle değil, daha çok refleksle söylenmiş bir cümleydi bu.

"Aptalın önde gideniymişim."

"Aptal kelimesi az kalır."

Güldüğünü hissettim. "Seni özledim." derken bir öpücük kondurdu saçlarımın arasına. Sonra anlamsız bir şekilde, "Patlamış mısır." dedi.

Başımı biraz zorlukla kalırıp baktım ona. Çöl kumlarını sığdırdığı gözleri yine efsunkardı.

"Ne mısırı?"

Gülümsedi. Ah, Anubis bir Set ikiydi güzel gülümseyen ama o gülümsemeleri maskelerin altında gizleyen.

"Sana Mısır'ı istediğimi söylediğimde sormuştun ya, 'Patlamış mısır mı, haşlanmış mısır mı?' diye, onun cevabı. Patlamış mısır istiyorum."

Hayır. Hayır. Hayır. Bu kadar şirin olamazdı. Bu kadar şirin olmasını reddediyordum çünkü tam da şu an kalbimi çalıyordu ve aptal kalbim bu hırsıza karşı koymak yerine, elinden tutup peşinden gidiyordu.

"Yok sana mısır falan!" diye çıkıştım. Nitekim bu onu daha çok gülümsetti.

"İtiraf et, sen de istiyorsun." dedi kaşlarını yukarı aşağı oynatarak. Bu cümle çok farklı yerelere çekilebilirdi. Hele o yüzünden silinmeyen gülümsemesi kalbe zarardı.

Benim dudaklarım ise inanılmaz gerilmişti. Gülmek istiyordum. Kollarında eridiğim bu adama gülmek, ona sarılmak ve istediği patlamış mısırı ona vermek ama yapmamalıydım. Önce onu affetmem gerekiyordu ve bunun ilk adımı da kollarından sıyrılmak olmalıydı.

"Salak mısın Cemile?!" diyerek ittim onu. Bu tepkiyi verdiğime gerçekten inanamıyordum. İçime resmen Bihter Ziyagil kaçmıştı. Birazdan Firdevs Yöreoğlu gibi, 'Biz zenginiz, kendine gel.' dersem şaşırmayacaktım. Aşk-ı Memnu'yu üç kere izlememeliydim.

"Ne?" diye sordu Set. Memnuniyetsiz yüz ifadesi karşısında göz devirmekten alamadım kendimi. Hem onu itmiş olmamdan hoşnut değildi hem de ne söylediğimi yine anlamamıştı.

"Anlaşıldı. Sana üç beş sezon Türk dizisi izletmem gerekiyor, hiçbir söylediğimi anlamıyorsun."

Dizi izletmem için önce seni affetmem gerekiyor ama. Sonra patlamış mısır eşliğinde Aşk-ı Memnu, Ufak Tefek Cinayetler, hatta Adını Feriha Koydum bile izleriz.

Set omuz silkti ve nasıl bir bataklığa sürüklendiğini bilmeden, "İzleyelim." dedi. Az önce onu ben itmemişim gibi yanıma gelip bir kolunu omzuma atması ise çok gecikmedi. Soğuk, mesafeli diye tanımlayacağım adamın içinden resmen minnoş bir yaz dizisi başrolü çıkmıştı. İkinci erkek de Apep olmasındı çünkü bu durumda yaz dizisi klişelerinden çok, iki bin on iki yılında beklenen kıyameti iki bin yirmi ikide yaşarken bulurduk kendimizi.

"Az önce ne olduğunu anlayan var mı? Hayır çünkü ben bu zekayla anlamadım da." diyen kişi tahmin edersiniz ki Thoth'tan başkası değildi.

Sarışın kadın çatık kaşlarla baktı ona. Haklıydı, Thoth gerçekten sinir bozucuydu.

"Boşver, sen anlamazsın. Kapasiten yetmez." deyiverdim ona. O kadar sinirimi bozmuştu ki... Hele şu 'kız' olarak hitap edişleri yok muydu, insanı delirtirdi. Bu yüzden dilimi tutamamış ve lafı gediğine oturtmuştum.

"Al işte, her lafa atlarsan böyle olur." dedi sarışın kadın. Kimdi bilmiyorum ama onunla iyi anlaşacağımızı daha şimdiden hissedebiliyordum.

"Ama sevgilim..." diyerek ona sırnaştı Thoth. Anlaşılan bu sarışın kadın, Maat'tı ve tüm ömrünü zekasıyla övünen, kibirli ama bir o kadar da boş boğaz kocasını zapt etmeye çalışarak geçirmişti. Ma'at, Mısır'ın doğruluk ve adalet tanrıçası olarak bilinirdi. Yazıtlara göre Thoth'un karısıydı ve ondan tam sekiz çocuğu olmuştu. Onu kesinlikle sevmiştim ama şu delici bakışlarını üzerimden bir an olsun çekmeyen kadından hiç hoşlanmamıştım.

O ikisi birbirini yerken, "Barıştık mı?" diye sordu Set kulağıma eğilip. İç gıdıklayan sesi ve kulağımı yalayıp geçen nefesi kalp atışlarımın hızlanması için yeterliydi.

Kolunu tutup omzumdan atarken, "Hayır." dedim. "Seni henüz affetmedim."

"Bu affedeceğin anlamına mı geliyor?" diye sordu bu kez de. Sorusuna cevap verme gereği duymadan İsis'in yanına döndüm. Eğer affedeceğimi söyleseydim çabalamaz ve sürünmezdi ama ben sürünmesini istiyordum. İntikam temalı töre dizilerini boşuna izlememiştim. Set'in benden çekeceği vardı ve o henüz bunun farkında değildi. Öte yandan hala varlığımı sorgulayan tanrılar da, ben Set'le uğraşırken bir şeyleri kabullenmiş, Apep konusunu ise öğrenmişlerdi. Bundan sonra ne olurdu kestirmek mümkün değildi ama olacak olanlar karşısında dimdik durmak icap ediyordu. Başka türlü ne kendimizi ne de dünyayı koruyabilirdik ve ben, diğerlerinin aksine, Apep'i başıma çoktan bela etmiştim.

***

Selam!

Bölümü nasıl buldunuz?

Set'in şirinlik yapma çabaları?

Hüma'nın Set'ten şiş kebap yapmak istemesi?

Sizce Horus'un bizim kıza karşı tavrı ne olur?

Hüma, Apep konusunu tanrılara söylemeli miydi dersiniz?

Nephthys başımıza iş açar mı?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz peki? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Anubis 👉

Horus 👉

Hathor 👉

İsis 👉

Nephthys 👉

Thoth 👉

Maat (sarışın kadın) 👉

Ra 👉

Ve adını sayamadığım diğer tanrılar (Artık siz hangisiyle konuşmak isterseniz) 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%