Yeni Üyelik
45.
Bölüm

20. Bölüm - Sil Baştan

@aysenurtekkanat

Göğü kaplamış olan kara bulutlar, uğursuz çığlıklara kulaklarını tıkamıştı. Gecenin bir yarısıydı. Ağaçlar ölü, topraklar ise yalandı. Koskoca bir yalanın ortasında, bir canavar misali dallarını eğmiş olan ağaçlara bakarken, en başa döndüğüm hissine kapılmadan edemedim.

Burayı tanıyordum.

Duat'ın en uğursuz bölgesindeydim. Ruhların uğramadığı, tanrıların adım atmaya korktuğu ve iblislerin mesken tuttuğu bu yer Araf Ormanı'ndan başkası değildi. Üzerimdeki giysiler kirli ve yırtıktı. Yer yer benim kanıma bulanmış olan bu elbiseyi bana veren kişi Astarte'ydi.

Hatırlıyordum.

Her şey geride kalsa bile, içten içe beni çürüten anılardan kurtulabilmiş değildim. Affetmiş olmam, Set'i her gördüğümde bu ana döndüğüm gerçeğini değiştirmiyordu.

Hatırlıyordum, atlatamamıştım. Yalnızca unutmuş gibi yapıyordum ama ben her şeyi sil baştan yaşamaya hiç hazır değildim.

Bir iblis çığlık attı. Acıdan değildi bu, bir çeşit haberdi. Varlığımı haber veriyordu diğerlerine çünkü eski ama yeni bir av, bu açıklıkta ölümü bekliyordu. Hayır, ölümü değil, hiçliği...

Elimdeki ağırlık bakışlarımı çekerken, kabzasını sımsıkı kavradığım kılıcı fark edebildim. Anubis'in, ben bu ormana girmeden önce elime tutuşturduğu kılıçtı bu. Keskin yüzeyinde simsiyah iblis kanı vardı ve şimdi fark ediyordum ki aynı kan ellerime, elbiseme ve hatta yüzüme bile bulaşmıştı. Kanla yıkanmış gibiydim sanki ve bu dehşet vericiydi. Yine de sessiz ve sakindim. Bu sakinlik normal miydi?

Bir iblis yeniden çığlık attı. Sesi daha yakından geliyordu artık. Çok kısa süre sonra karşıma dikilmesi de gecikmedi. Ne birer boşluktan ibaret olan gözlerini ne de katran karası derisini benden saklamıştı bu kez. Tüm gerçekliği ve canlılığıyla oradaydı. Sonra bir başkası geldi... Sonra başka bir tane daha... Böyle böyle arttı sayıları ve oldukça kısa bir sürede etrafımı çepeçevre sardılar.

Paniklemedim. Kılıcı kaldırmadım. Savaşmak için kılımı kıpırdatmadım. Yalnızca baktım onlara ve bekledim.

Neyi bekliyordum?

Nasıl bu kadar sakin kalabiliyordum?!

"Tanrıça..." dedi iblislerden birisi öne doğru bir adım atarak. Kelimeyi öyle bir uzatmıştı ki adeta tıslamıştı. Hani solunum yolu problemi yaşayanların sesi nasıl nefes nefese, yorgun çıkardı ya, iblisin ki de öyleydi.

"Ölüyoruz." dedi bir diğeri aynı tonda.

Sonra başka birisi çıktı öne doğru. "Kendimizi gizleyemiyoruz."

"Yardım et."

"Yardım et."

Aynı feryat defalarca kez sunuldu bana. Oysa içimde koca bir boşluk vardı. Ne korku ne acıma ne de öfke... Tek bir duygu kırıntısı dahi uğramıyordu yüreğime.

Ve karanlık gittikçe daha koyu bir hal aldı. Siyah bile değildi artık bu. Siyah bile içinde biraz ışık barındırırdı. Araf Ormanı koyu bir geceye hapsolurken, iblisler teker teker düştü. Cansız bedenleri ayaklarımın dibinde bir yığın haline geldi.

Tüm bunlar olurken kılımı kıpırdatmadım. Yardım etmedim, kaçmadım, mutlu olmadım. Yalnızca seyrettim düşen bedenleri. Ağızlarından akan siyah kanın yalandan ibaret olan toprağı karaya boyamasını izledim başımı hafifçe yana eğerek. Sonra bitti. İblislerin iniltileri dindi ve benim içimdeki boşluk usulca doldu. İşte o an acı bir çığlık attım boğazımı yırtarcasına. Elimdeki kılıç dik bir şekilde toprağa saplanırken, dizlerimin üzerine düştüm. Gözlerimden akan yaşlar, yüzüme bulaşan kanı temizledi. Avuçlarımın altındaki yalan toprak ezildi. Gökyüzü gürledi ve etraf karanlığa gömüldü.

*

Derin öksürüklerle uyandım uykumdan. Ciğerlerim parçalanıyormuşçasına öksürüyordum, krize girmiştim.

Saçlarımda hissettiğim el tedirgin olmama sebep oldu kısa bir an için ama yeni bir öksürük kriziyle birlikte bu tedirginlik uçup gitti.

Bir bardak su uzatıldı bana. Bardağı alırken dokunduğum ten buzdan beterdi. Sanki kışın ortasından çıkıp gelmiş kadar soğuktu. Üstelik o ten, kar kadar da beyazdı. Ancak buna odaklanamayacak kadar kötü durumdaydım. Askerleri kurtarmak için neredeyse bütün enerjimi harcamıştım ve toparlanmam uzun süreceğe benziyordu. Zaten ha deyince ayağa kalkmayı da beklememiştim ama itiraf edeyim bu kadar yorulacağımı ve hatta tükeneceğimi de düşünmedim.

Aynı soğuk el yeniden saçlarımı buldu. Ben suyu içerken usulca çekti onları yüzümden. Nazik dokunuşları titremem için yeterli oldu ve o an bir şeylerin idrakine varabildim.

Oydu... Apep tam arkamda duruyordu. Buz kesmiş parmakları saçlarımda dolaşıyor, hiç konuşmadan bitik halime eşlik ediyordu.

"Sana bunu yapmalarına neden izin veriyorsun tanrıça?" diye sordu kadifemsi sesiyle. Öyle bir tondu ki bu hem insanı ürpertiyor hem de etkisi altına alıyordu. Apep, bu ses tonunu çok iyi kullanıyordu ve ne yazık ki onun etkisinden kurtulmak da bu yüzden bir hayli zorlaşıyordu.

"Sen buraya nasıl geldin?" diyebildim en nihayetinde ama ondan uzaklaşacak gücü bulamadım kendimde. Ne arkama dönüp ona bakabiliyor ne de ayağa kalkıp kaçmak için bir hamle yapabiliyordum. Olduğum yere saplanıp kalmıştım.

"Cevabı bildiğinden çok eminim tanrıça. Sen zeki bir kızsın."

Yutkundum. Bu kez sesi daha yakından geliyordu çünkü ve soğuk nefesi saçlarımın arasında geziniyordu.

O an kapıldığım panik beni onun etkisinden kurtarmaya yetti. Saçlarımda dolaşan elinden hızla uzaklaştım. Can havliyle kalkmaya yeltendim fakat bedenimde o enerji yoktu. Apep yine beni en savunmasız anımda yakalamayı başarmıştı ama bu kez ben hatalıydım. Kendimi yormam, adeta tüketmem sebep olmuştu buna. Pelte kıvamına gelen bacaklarımın beni taşıyamaması, dizlerimin sertçe beton zemine çarpması bu yüzdendi. Ve omzularıma dokunan ellerin bana bu kadar kolayca ulaşabilmesinin sebebi bizzat bendim. Kendimi, savunmasız, güçsüz bırakmıştım ve Apep'e altın tepside sunmuştum. Kaçamıyor, yardım çağıramıyordum. Onun merhameti olmadığını biliyordum ama yine de şunu söyleyebilirdim; bana yapacağı her şey artık onun insafına kalmıştı ve Apep bana acımayacaktı.

"Benimle geleceksin." dedi su gibi duru sesiyle. Kelimeler sanki dudaklarından dökülmüyordu da akıp gidiyordu.

"İstemiyorum."

"Sana zaten seçmen için bir şans verdim tanrıça ama tek bir seçeneğin vardı ve sen bunun gayet farkındaydın. Ya isteyerek benimle gelecektin ya da ben seni zorla alacaktım. Anlaşılan o ki seni almam o kadar da zor olmayacak."

Tek bir seçenek... Hayır, aynı kapıya çıkan iki seçenek... Sonucu onun yanı olan bu iki seçenek bana ne getirecekti bilmiyordum ama korkuyordum. Tek bir duygu kırıntısı dahi barındırmayan bu iblisin bana yapabileceklerinden çok korkuyordum.

Tutuşundan kurtulmak için omuz silktim. Neredeyse sürünerek uzaklaştım ondan. Bu kez yanıma gelmek için her hangi bir hamle yapmadı çünkü zaten bulunduğum yer kapıdan çok uzaktı ve ne yazık ki kapıyla aramda Apep vardı. Bu odadan öylece çıkıp gitmem imkansızdı ama belki, bir ihtimal yardım çağırabilirdim. Bu çabam bu yüzdendi. Öylece ona kalmak istemiyordum. Bu saçmalıktan kurtulmak istiyordum artık.

"Nereye kaçabilirsin ki?" diye sordu Apep. Ellerini iki yana açıp içinde bulunduğumuz durumu gösterdi. Haklıydı, kaçamazdım ama bu, birilerinin buraya gelemeyeceği anlamına gelmezdi.

Zeminin pürüzlü yüzeyi avuç içlerimde küçük sıyrıklar açarken, balkon kısmına kadar gelebilmeyi başarmıştım. Bacaklarımın aksine kollarımda hala güç vardı ama onların da artık dermanı kalmamıştı.

Apep, "Aşağı mı atlayacaksın?" diye sorduğunda trabzana tutunmuş ve son bir gayretle ayağa kalkmayı başarmıştım. Çöl rüzgarı saçlarımı savururken, hemen altımızda bulunan avluya baktım. Arkamdan gelen ayak sesleri korkumu perçinlemekten öteye gitmiyordu.

"Hadi tanrıça, yapacak çok şeyimiz var. Oyun vakti sona erdi."

Onu dinlemedim. Onun yerine aşağı baktım. Yüzündeki hayal kırıklığını bariz bir şekilde ortaya seren kadın, dudaklarımın çölde su bulmuşum gibi bir sevinçle kıvrılmasına yol açtı. O benim tek şansımdı ve ben bu şansı kullanmak zorundaydım.

Derin bir nefes alıp ciğerlerimi havayla doldurdum. Sonra var gücümle seslendim ona.

"Anat!"

Sesim, avluda yankılanırken, savaşçı tanrıçanın bakışları anında beni buldu. Koyu renk gözleri önce benimkilerle buluştu ve hemen ardından arkamda duran iblise kaydı.

Bu hamle bana bir umut vermişti. Umudun parlak ışığı gözlerimin yaşlarla dolmasına yetti ama bu hamle aynı zamanda bir kaybedişti. Bana hem faydası hem de zararı dokundu çünkü Apep bundan hoşlanmadı. Öyle ki sol kolumu canımı acıtacak kadar sıkıca kavrayıp, bedenimi bir bez bebekmişim gibi savurması gecikmedi. Sırtım yatağın ahşap başlığına çarptı. Belimden yükselen çatırtı sesi, artık tüm enerjimi tükettiğimden dolayı çıkmayan acı iniltimi bastırdı. Kemiklerimin un ufak olduğuna yemin edebileceğim bir ağrı bedenimi kasıp kavururken, neredeyse öfkeli olduğunu düşüneceğim adım sesleri hızla bana yaklaştı.

"Hata yaptın tanrıça." dedi Apep dişlerinin arasından. Bana doğru eğilmiş, çenemi bir eliyle mengene gibi kavramıştı. Yarı açık gözlerim, buz mavisine parlayan gözleriyle kesişti. Öfke hissetmiyor olabilirdi ama öfkeli bir adam profili çiziyordu.

Görüşümü bulanıklaştıran yaşlar yanaklarımdan süzüldü. Apep'in parmaklarının arasında sıkışan tenim acıyordu ve ben, buğday tenli olduğum halde, morarmasa bile kızaracağından çok emindim.

"Gidiyoruz!" dedi Apep. Tek ve keskin olan bu kelime daha çok korkmama sebep olurken, odanın kapıları hızla açıldı ama artık çok geçti. Çünkü Apep'in beyaz dumana bürünen büyüsü çoktan bizi yutmuştu. Son hatırladığım şey çöl kumlarına ev sahipliği yapan o gözlerin, bulanık görüntüsüydü.

*

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Zaman algım yitip gitmiş, karanlık gece, gündüze karışmıştı.

Neredeydim?

Ölmemiştim ama ölümün soğuk nefesini ensemde hissediyordum.

"Yeterince dinlendi mi?" dediğini duydum birinin. Sesi boğuk ve acılıydı. Acının yanına gizlenmiş olan açlık beni korkuturken, hiçbir şey yapmadan bekledim. Uyanık mıydım, orası bile muammaydı ama hala hayatta olduğumun bilincindeydim.

"Hayır." diyen kişiyi tanıyordum, Apep'in ta kendisiydi. Sonra adım sesleri geldi. Uzandığım yatağın bir kısmı çökerken buz kesmiş parmaklar alnıma düşen bir tutam saçı kenara çekti.

"Uyanık mı?"

"Evet ama güçsüz. Bu halde hiçbir şey yapamaz."

"Peki ya yarası?"

Ne yarası, diye sormak istedim o an. Benden söz ettiklerini anlamam için dahi olmama gerek yoktu ama ben yaralanmamıştım ki. Yaralanmış olsam hatırladım, değil mi? Peki buraya nasıl gelmiştim? Apep'in varlığı bildiğim tek şeydi ve tabi korku beni terk etmeyen belki de tek duygu.

"Gücünü topladığında iyileşir." dedi Apep. Yaralandığımdan emin olmuştum bu sözlerle. "Çık dışarı ve bekle. Sakın yanlış bir şey yapma."

Apep'in uyarısından sonra etraf derin bir sessizliğe gömüldü. Çıt çıkmazken, zaman ilerledi veya bulunduğumuz duruma göre olduğu yere saplanıp kaldı.

Neler olmuştu? Askerler iyi miydi? Set iyi miydi? Anat'ı affetmiş miydi? Ben buraya nasıl gelmiştim? Burası neresiydi? Apep benden ne istiyordu? Onca zaman dil dökmesinin hiçbir anlamı yok muydu? Benim düşüncelerim bir hiçten mi ibaretti?

Daha pek çok soru dolaşıyordu aklımda ama en çok da olanları merak ediyordum. Zamanla veya zamansızlıkla berraklaştı zihnim. Anılar usul usul sızdı zihnime ve ben çöl kullarını taşıyan o gözlerin bulanık görüntüsünü hatırlayabildim. Sonrasında bilincimi yitirişim belirsiz bir anıdan ibaretti fakat başka bir anıya ulaşamamış olmam bu çıkarımı yapmam için yeterliydi.

Hava donmuş gibiydi. Az öncekinin aksine hiçbir esinti yoktu. Soğuktu ama bu can yakıcı bir soğuk değildi. Bir yiyeceğe benzetecek olsam dondurmanın verdiği o his gibi derdim. Serin ve tatlı... Sıcak bir yaz gününde tersi çevrilen yastık gibi rahatlatıcı. Üstelik bu soğuk donmuş bir hava kütlesinden yayılıyor gibi olsa da iliklerime kadar işliyordu. Yenileyici bile diyebilirdim bunun için ki sanırım öyleydi de.

Tenim karıncalandı. Tüylerim diken diken olurken, sırtımdan gelen çatırdama sesleri bu kez acıtmamıştı. Sanırım gerçekten yenileniyor, iyileşiyor ve enerjiyle doluyordum.

Kitpiklerim titredi ve göz kapaklarım aynı şekilde aralandı. Bulunduğum yer eski ama oldukça şık ve temiz bir odaydı. Bembeyazdı. Göz alıcı beyazlık beni boğdu. Normalde sevdiğim bu renk artık kusma isteği uyandırıyordu bende. Ve uzandığım yatağın hemen yanında duran iblis, tüylerimi diken diken ediyordu.

Yutkunarak geri çekildim. Bu halim karşısında tepkisizliğini korudu iblis. O an fark ettim ki eli tam üzerimde asılı duruyordu.

"Bana ne yaptın?" diye sorarken, sesimin olabildiğince güçlü çıkması için çabaladım.

Tepkisizce bana bakmaya devam ederken, "Seni iyileştirdim." dedi. "Beş gün oldu ama sen uyanmıyordun. Enerjin yenilenmiyordu, bu da beni geciktiriyordu."

Açıklamasında takıldığım tek bir nokta vardı; beş gün.

"Beş gün mü?" diyerek şaşkınlığımı dile getirdim. Beş gündür uyuyordum ve Apep bunca zamandır beni burada tutuyordu. Sahi, burası neresiydi?

Başıyla onayladı beni. Ondan uzakta duruşuma ses çıkarmazken, yatağın sağ tarafında duran sandalyeye oturdu. Beyaz sandalye sedef taşına benziyordu ama bundan emin olamadım.

"Evet. Kendini tüketmişsin ve bunu sana zerre değer vermeyen bir avuç asker için yapmışsın. Aptalca."

"Beni yargılama hakkına sahip değilsin!" diye çıkıştım. Orduyla olan bağımı biliyordu ve bu bağın ne denli kuvvetli olduğunu da bildiğinden hiç şüphem yoktu. Buna rağmen beni yargılıyor, aptallıkla suçluyordu. Belki yaptığım şey çok aptalcaydı ama bunu ondan duymak istemiyordum çünkü ona değer vermiyordum ve o da bana değer vermiyordu. Bu durumda birbirimiz hakkında bu tarz söylemlerde bulunmak ne kadar doğruydu?

"Burası neresi?" diye sordum hiçbir cevap vermemesi üzerine. Nispeten daha sakindim şimdi.

"Benim krallığım." dedi. Bu oldukça basit ve genel bir tabirdi.

"Nerede peki?" diye üsteledim.

Apep omuz silkti. Beyaz saçları alnına düşmüştü ve mavi gözleri benim üzerimden bir an olsun çekilmiyordu.

"İnsanlar," dedi tükürürcesine. "Buraya uzay diyorlar. Zamanın ve ışığın olmadığı kapkara bir boşluk."

"Ama burası aydınlık." deyiverdim bir anlığına ve buna, kelimeler ağzımdan çıktığı anda pişman oldum.

Evet, burası aydınlıktı. Hatta gözlerimi acıtacak kadar çok ışık vardı içerde ve ben bu ışığa katlanamıyordum.

Çok beyaz ve ritmik gürültülerin olduğu yerlerde insanların delirebileceğini okumuştum bir seferinde. Eğer burada o kadar uzun süre kalırsam delirebileceğim ihtimali aklımın bir köşesini meşgul ediyordu.

Fazla simetrikti en başta. Hiçbir şey yamuk değildi. Heliopolis'in kendi kendini toplayan odalarındaki sistemden burada da vardı hiç şüphesiz ama dekorasyon maalesef ki delirticiydi. Nereye dönsem aynı şeyin yansımasına bakıyor gibi hissediyordum kendimi. Bu simetriyi bozan tek şey şüphesiz üzerinde yattığım yataktı. Neyse ki ondan bir tane vardı burada da kendimi bir kaleydoskobun* içinde hissetmiyordum.

"Bu benim ışığım. Ben yoksam burası da uzay kadar karanlık, ben varsam güneşten daha aydınlık."

Bu konuda haklı olabilirdi. Ra'nın tağınağındaki güneş bile bu denli rahatsız etmemişti beni. Burasının ışığı yanında Ra'nın güneşi dipsiz bir kuyuyu andırıyordu.

"Kalk." diye emir verdi bana. Kendisi de o sırada sandalyeden kalkmıştı. Sandalye uçarcasına sol taraftaki duvarın dibinde duran masaya çekildi ve tam bir simetri oluşturdu orada. Kesinlikle Heliopolis'in sisteminden burada da vardı.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum.

Bana baktı ve gülümsedi ama bu gülüş hiç de hayra alamet değildi. Apep, kaderimi sil baştan yazacaktı.

***

Selam!

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın rüyası sizce neye işaret ediyor?

Apep'in bu kez gerçekten gelmesini bekliyor muydunuz?

Sizce Hüma'dan ne istiyor?

Apep sevenler, hala aynı düşüncede misiniz?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Apep 👉

Anat 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Sizi çok seviyorum, kendinize dikkat edin. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

*Kaleydeskop: Ucu buzlucamla kapatılmış, metal ya da mukavvadan bir boru içine yerleştirilmiş aynaların aracılığıyla, boru içine konulan renkli küçük cisimlerin ve onların görüntülerinin oluşturduğu çeşitli biçimleri gösteren araç.

Loading...
0%