Yeni Üyelik
48.
Bölüm

23. Bölüm - Tehdit

@aysenurtekkanat

Uyarı! Bölüm sonuna doğru yetişkin içerikli bir sahne bulunmaktadır. Küçük yaştaki okurlarım o sahnede dikkatli olsun.

~

Katran karası yağmur çölü siyaha boyuyordu. Acı bir haykırışın dışa vurumu gibiydi. Apep sanki isyan ediyordu. Aslında olan şey tam olarak bu olabilirdi ama neden şimdi?

Bakışlarım anında ailemi buldu. Üzerleri, herkeste olduğu gibi, siyaha bulanmıştı. Şaşkın ve korkmuş bakıyordu gözleri, dehşete kapılmışlardı. Şu an olan bu şeyi anlamak bir yana, onların dünyasında olabilme ihtimali bile yoktu.

"Astarte!" diye seslendiğini duydum Set'in. Kısa bir an için ona baktım. Korumak istercesine sarmalamıştı beni ama odağı bende değildi.

Yeniden aileme döndüğümde Astarte'nin yanlarına vardığını ve onları buradan götürdüğünü gördüm. Bu bir nebze olsun içimi rahatlatırken, Anubis'in de aynı şekilde dedemi götürdüğünü görmek, sevdiklerim için endişelenmek zorunda kalmamanın haklı rahatlığını yaşattı bana. Neler olduğunu onlara anlatacak kişiler vardı yanlarında ve bu şimdilik iyiydi.

Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Herkes şaşkındı ve son derece hazırlıksız yakalanmıştık bu duruma. Üstelik yağmur damlaları küçük birer dere gibi birleşiyor, kümelenip canlıymış gibi görünen bir balçığa dönüşüyordu.

"Neler oluyor?" diye sorarken istemsizce Set'e sokuldum. İşte şimdi ben de korkuyordum ve bu kez korkum ailem için değildi.

"Apep'in canavarları." dedi kısaca ama bu yeterli bir açıklama değildi. Apep'in canavarları da neydi?

Siyah, canlı balçık giderek daha da yoğunlaştı. Uzadı, genişledi ve şekillendi. Oldukça çirkin birer yaratığa dönüştü her bir küme ve dahası da geldi.

"Geride kal." diyerek önümüze geçen kişi Horus'tu. Elinde altın renginde, oldukça parlak bir kılıç tutuyordu. Kılıcın kabzasına sedef taşları işlenmişti. "Onu koru." dedi hemen ardından. Bu cümle, uyarısının Set'e olduğunu gösterir nitelikteydi. Sevmese, hatta nefret edip düşmanım dese bile bir nevi bize siper olmuştu ki bu oldukça büyük bir gelişmeydi.

"Hadi oradan!" diye çıkışmaktan kendimi alamadım. Bazen, oldukça alakasız yerlerde gelen bu cesaretime küfür etmek istiyordum ama bunu daha sonraya erteleyecektim. Aklımın başında olduğu bir zamana... "Siz savaşacaksınız, ben çekirdek mi çitleyeceğim? Oldu. Çok beklersiniz."

Sözlerim bittiğinde az önce kendi isteğimle yanaştığım adamdan uzaklaştım. "Hüma..." diyerek beni uyarmaya kalktığında gözümün ucuyla baktım ona. Bu bakış nasıl bir etki yarattı tam olarak emin olamasam bile cümlesini devam ettirmek için her hangi bir girişimde bulunmaması iyiye işaretti. Öte yandan çoktan elimde oluşan ve bir zamanlar Anubis'in iblislere karşı kendimi savunabileyim diye verdiği kılıcın kabzasını sımsıkı kavramıştım. Kılıç kullanmayı bana Osiris öğretmişti. Öncesinde, iblisler karşısında yalnızca şanslıydım ama şimdi şanstan daha fazlası vardı elimde. Teknik ve tanrısal bir lütuf olan beceri...

Çok geçmeden herkes toparlandı ve düşmanımız, yeni doğan bir bebek gibi ayaklandı. Darbeleri sert, pençeleri keskindi ama tüm bu iyi yanların dışında oldukça da hantallardı. Üstelik onları yok etmek için bir kılıç darbesi yetiyordu. Bunlar iblis değildi. Bir zamanlar deli gibi izlediğim Winx Club çizgi dizisindeki Trix'in canlandırdığı karanlığın yaratıklarına benziyorlardı ama neyseki onlar gibi yeniden doğmuyorlardı.

Önüme çıkan yaratığı kılıcımla ortadan ikiye ayırdım. Ona göre oldukça küçük ve hareketliydim, bundan dolayı beni yakalaması mümkün olmadı. Parlak, beyaz bir ışığın içinde kaybolurken acı bir çığlık kopardı. Işık yüzünden önümü görmekte zorlandığım için bir kolumu gözlerime siper ettim ancak bu, böylesi bir ortamda pek de iyi bir fikir değildi.

"Dikkat et!" diye bağıran kişi kendime gelmemi sağlamıştı. Ardından arkamdan gelen başka bir çığlık işittim. Dönüp baktığımda Anat'ın, bir canavarı ortadan ikiye böldüğünü gördüm. Uzun zamandır görmediğim savaşçı tanrıçanın beni kurtardığı gerçeği dudaklarımın iki yana kıvrılmasına yetti.

"Teşekkür ederim." dediğimde çoktan sırt sırta vermiştik bile. Çevremizde biriken yaratıkları birer birer haklarken, az önce beni korumak için siper olmaya çalışan abimi ve kocamı artık göremiyordum. İyi olduklarından emindim, onların tecrübesi benimkinin kat kat fazlasıydı. Bu yüzden endişe etmedim. Tek odaklandığım şey karşıma çıkan canavarlar olurken, bir başka yaratığı daha ortadan ikiye yardım. İğrenç bedeni iki yana düşerken tok bir ses çıkardı ve hemen ardından beyaz bir ışığın içinde kaybolup gitti.

"Işığa karşı bakma." dedi Anatbir baikasını daha öldürmeden önce. "Onu aş ve ardına odaklan. Gözlerinle değil, hislerinle gör." diyerek bana nasihat verdi. Haklıydı. Her öldürdüğüm yaratıkta ışığın kaybolmasını bekliyordum ardını görebilmek için. Savaşmak konusunda tecrübeli değildim ve bu yaratıklar iblislerden beterdi. Kanser gibi sarmışlardı kızıl sarayı. Burçlardan biri çoktan yıkılmış, sadece yarım saat önce babamla konuştuğum balkon çökmüştü. Çöl, ilk kez soğuyordu gündüz ve bu beni üşütmese bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu.

Sonraki anlarda Anat'ı dinledim. Benim için zor oldu ama yapabildim. Bir süre sonra ışık karşısında gözlerimi kısmak zorunda kalmadığımı fark ettim. Işığın içine dalıyor ve tek gözünü kapatıp kendini karanlığa hazırlayan bir korsan gibi savaşıyordum. Yağmur ise tüm şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Severek giydiğim gelinliğimin etekleri yırtılmış, sağ omuz kısmı neredeyse kopmuştu. Saçlarım dağılmış, her yerim siyaha boyanmıştı. Tıpkı Araf Ormanı'nda olduğu gibiydim şu an ama daha cesurdum. Bu kez kaybetme ihtimalimi düşünmüyordum bile.

"Tanrılar!" diye bağıran kişi Apep'ti. Bağırıyor olmasına rağmen kadife gibi yumuşacık çıkan o sese o kadar aşinaydım ki, duyduğum anda dikkat kesilivermiştim. "Bu size ilk ve son ihtarım! En zayıf orduma karşı bile acınası bir mücadele veriyorsunuz ve bunun farkındasınız! Bana katılın ve yaşayın! Karşımda durun ve ölün! İki gününüz var! O zamana kadar iyi düşünün!"

Nereden geldiği belli olmayan ses, geldiği gibi keskin bir şekilde kaybolurken yağmuru da yanında götürdü. Artık onlara güç veren bir şey kalmadığından dolayı yaratıklar birer birer patladı ve beyaz ışıkta kayboldu.

*

Bu odaya ilk gelişim değildi. Heliopolis'in en görkemli salonuydu burası hiç şüphesiz. Bir sürü taht olmasına rağmen herkesin ayakta durması, binlerce yıl sonra ilk kez böyle bir krizin yaşanıyor olmasından dolayıydı. Apep, çağın tehdidiydi ve tanrılar korkuyordu. Korkuyu iliklerime kadar hissediyordum yüzlerine baktığımda. En kötüsü ise İmset'ti. Benim hissettiğimden kat be kat fazlasını hissediyordu o çünkü alanı buydu. Hisler onun yönetimindeydi ve hisleri hissetmek, onlarla baş etmek de onun göreviydi fakat tanrısal bir korku onun için oldukça fazlaydı. Hele ki tüm tanrılar bu korkuya sahipken...

"İki günümüz var." diyerek lafa girdi Horus. Pencerelerin karşısında, odadaki en büyük tahtın önünde duruyordu. Sedef taşlarıyla süslenmiş olan taht, krala aitim, diye bağırıyordu adeta.

Horus'un hemen yanında dimdik duran kişi ise Hathor'du. Bakan kişinin görebileceği tek şey güçlü bir kraliçeydi şu an. O tatlı, şakacı Hathor yoktu karşımda. Otoriter ve son derece sağlam bir kadın vardı.

"İki gün sonra Apep bize savaş açacak. Tam olarak ne zaman olacağını kestirmek mümkün değil, bu yüzden her an hazırlıklı olmalıyız. Bugünden itibaren tüm ordularımızı savaşa hazırlıyoruz."

Horus'un sözlerine kimse itiraz etmedi.

"Heliopolis ordusu," dedi ve kısa bir an bakışları Set'e değdi Horus'un. "Uzun zamandır hazır durumda." diyerek cümlesini tamamladığında, bu uzun zamanın, Set'i lahidden çıkardığım vakte uzandığını anlamam çok da zor olmadı.

"Batının ordusu da savaşmaya hazır." diyen kişi Hathor'du. İşte şimdi Batı'nın Hanımı ismini neden hak ettiğini anlamıştım.

Batı'nın ordusu, ölümle yaşam arasında kalanlara deniyordu. İblis değillerdi ama huzura erişemeyen ruhlardı. Zaten Hathor'un başının iblislerle belaya girmesinin sebebi de o ruhları korumak istemesiydi. Onlara yol göstermeye çalışırken bir nevi kendini lanetlemişti. Ve şimdi kayıp ruhlar onun yanında yer almaya gönüllüydü.

"Akrep ordusu da sizinle. Biz asla kaçmadık, savaşacağız."

Serket'in söylediği bu cümlelerde iğneleme vardı. Tam olarak anlamamıştım ama tahminimce Apep'in tarafına geçmek isteyeceklere laf çarpıtıyordu veya onun tarafında yer alacak birisini biliyordu.

"Çölün ordusu savaşacak." dedi kısaca Set.

Horus, "Ona ne şüphe..." diye sataştı ona. "Sen sadece savaşmak için bile savaşırsın."

"İstersen ordumu çekip seni bu savaşta tek bırakayım. Ne dersin?"

"Yap ve sonra Apep'le tek başına mücadele et."

"Yenileceğinden bu kadar eminsin yani?"

"Keser misiniz şunu?" diye çıkıştım onlara. Biri bu tartışmaya son vermeseydi sabaha kadar devam edebileceklerine kalıbımı basardım. "Kırk yıllık evli çiftler gibi tartışıyorsunuz."

Tanrıların bakışları o an benim üzerimde toplandı. Garip bakışlar atıyorlardı bana ve bu kendimi tuhaf hissetmeme sebep oluyordu.

"Ne?" diye sorduğumda, "Evli olan sizsiniz." dedi Serket, sanki cevap çok barizmiş gibi.

"Ama onlar kavga ediyor." diye itiraz ettim. Omuz silkip Set'e döndüğümde söyleyeceğim şeyi kimsenin beklemediğinden çok emindim. "Biz neden hiç kavga etmiyoruz?"

"Niye edelim?" diye sordu Set. Söylediğimi tuhaf karşılamayan tek kişiydi. Alışmıştı benim bu hallerime.

"İşte ben de onu soruyorum, neden etmiyoruz?"

Cevap vermedi. Ben de bir cevap bulamadım zaten. Gerçi uzun yıllar evliliklerini sürdüren kişiler sudan sebeplerle tartışabiliyordu, belki bizim de uzun yıllar birlikte vakit geçirmemiz gerekiyordu bunun için.

İsis bu muhabbeti sonlandırmak için sahte bir öksürükle dikkatleri kendine çekti.

"Osiris, ölüler ordusunun da savaşacağını iletmemi istedi."

Bu sürpriz olmuştu işte. Duat, genellikle Heliopolis'in işine karışmazdı. Kendi yağında kavrulan ve bu yüzden de hakkında pek az şey bilinen bir dünyaydı orası. Kendi içinde yaşamayı tercih ediyordu. Ancak Apep'in varlığı onları bile harekete geçirmişti. Karşımızdaki düşmanı kimse hafife almıyordu, ölüler bile.

"Ayrıca batının ordusu savaşacak olsa bile Hathor bu savaşta yer almayacak." diye devam etti sözlerine İsis.

"O niye?" diye sordu Nephthys. Hathor ile aralarında pek de sıcak bir ilişki olduğu söylenemezdi. Şahsen onu tanıdıktan sonra buna şaşırmıyordum. Buz gibi bir kadındı ve eğer Apep'in tarafına geçerse asla şaşırmazdım. Tabi bu benim önyargım da olabilirdi.

"Çünkü bebek bekliyor."

Ve güneşin ebeveynleri belli olmuştu. Horus ve Hathor, Ra'nın yerini alacak çocuğu bekliyordu artık. İhtiyaç duyulan ve artık varlığı kesinleşen bir bebek vardı ortada.

"Tebrik ederim." diyen tek kişi ben oldum. Diğerleri bunu bir tebrik sebebi olarak görmüyordu anlaşılan ama benim için öyle değildi.

Ra öldüğünden ve bebek sahibi olmanın tek yolunun ihtiyaç duyulması durumu olduğunu öğrendiğimden beri aklımda bu fikir dönüp duruyordu. Belki bencilceydi, belki de imkansızdı ama bir çocuk isterdim. O şansı ise kaybetmiştim. Yine de onlara kızamazdım. Bunu seçen onlar değildi, bebeğin kendisi onları seçmişti. Tanrıların dünyasında anne babalar çocuk sahibi olmayı seçmiyordu, çocuklar kimi anne baba yapacaklarını seçiyordu. Anlaşılan güneşin tanrısı veya tanrıçası, Heliopolis kral ve kraliçesinden daha iyi bir aday düşünememişti. Onlar adına mutluydum ama bu mutluluk biraz buruk kalmıştı.

Kısacık bir an için bakışlarım İmset ile kesişti. Beni izliyordu. Belli belirsiz bir tebessüm sundu bana. Anlamıştı.

"Peki Apep'i nasıl yeneceğiz?" diye soran Maat ile konu anında değişti. Bebek bu kadar önemliydi onlar için işte, olsa da olur olmasa da. Zaten hali hazırda yetişmiş ve dünyanın kontrolünü sağlayan tanrılar varken daha fazlasına ne hacetti?

Uzun süren bir sessizlik sardı büyük salonu. Kimseden çıt çıkmıyordu. En nihayetinde konuşan kişi Thoth oldu.

"Hapsedebiliriz ama yok edemeyiz. İlk tanrıların bile gücü yok etmeye yetmedi."

"Ama ilk tanrıların mührü kırıldı. Bizimkinin kırılmayacağı ne malum?"

Nephthys bu konuda haklıydı. İlk tanrıların mührü kırılmış ve yıllar boyunca Ra'yı esir etmişti. Aslında tüm bu yükü sırtlanan güneş tanrısıydı uzun zamandır ve tanrılar onun sırtındaki bu yükü alamamışlardı. Şimdiyse kendileri bu yükü sırtlanmak istemiyorlardı.

İşte o zaman zihnim beni günler öncesine götürdü. Apep'in kontrolünde gittiğim Duat ve onunla olan konuşmam bir bir aklıma düştü. Demişti ki, Osiris, ilk tanrılar kadar aptal değildi. İblislerimi buraya kapatırken ve aciz bedenlere hapsederken, onların kilidini soyunda sakladı. Onun soyu, Duat'ın anahtarıydı.

"Soy mührü." derken kendim bile buna inanamıyordum. Apep kendi sonunu kendi ağzıyla söylemişti resmen bana.

"Ne dedin? Anlamadım." diyerek bana doğru yaklaştı Set. Onun bu hareketi, zaten oldukça sessiz olan salonda, dikkatleri bize çekti.

"Apep demişti ki, Osiris iblisleri hapsederken soy mührü yapmış. Böylece o ölse bile soyu tükenmediği sürece mühür kırılmazmış. Neden aynısını Apep için yapmıyoruz? Biz gitsek bile bizden sonrakiler var olmaya devam edecekler."

Sözlerim salonda büyük bir tartışma konusu oldu. Tanrılar ikiye bölündü. Bir taraf olabileceğini diğer taraf ise Apep'e yaklaşmanın mümkün olmadığını söylüyordu. Bu mührü yapmanın yolu, hapsedilecek kişiye temas etmekmiş. Ama Apep'e yaklaşmak mümkün değildi, neredeyse...

Thoth, bir elini çenesine koyup, "Peki ya onun tarafında durduğumuzu düşünürse?" dedi sorarcasına. Tek kaşı havalanmıştı ve salondaki herkesi tartıyordu gözleriyle.

Bu fikir tartışmaya son veren şey oldu ancak yeni bir tartışmanın da fitilini ateşledi.

"Kim gidecek?" diye sordu Serket.

"Genç biri olmalı." diyen Nephthys'in keskin bakışları anında beni buldu. Konuşmaya devam ederken, bakışlarını asla üzerimden çekmedi. "Enerjisi taze ve güçlü olmalı. Böylece uzun yıllar bu mührün kırılmayacağını garantilemiş oluruz."

Ve tanrılar yeni bir günah keçisi seçti. Apep'in ağır yükünü sırtlanacak, soyunda saklayıp onu sonsuza dek hapsedecek, bunun ağırlığı altında ezilecek ama çevresi tarafından bir lütufmuş gibi görülecek o kişiyi... Beni...

"Olmaz!" diye itiraz eden tek kişi Set oldu. Bir eli sahiplenircesine belime dolanırken, keskin ve son derece kararlı bakışları tüm tanrılara meydan okuyordu. "Hüma olmaz."

"En iyi aday o!" dedi Nephthys, hırsla. Derdi ben miydim yoksa Set miydi çözememiştim.

"Değil." diyerek beni şaşırtan kişi İmset oldu. Sessiz birisiydi ve konuştuğuna pek sık rastlanmıyordu. Bu yüzden o konuştuğunda herkes susuyordu.

"Neden?"

Az önceki hırsı sönmüş olan Nephthys çekiniyor muydu?

"Çölün ordusu Hüma'ya bağlı. Sadakati değil belki ama ruhu, canı ve kanı ona ait. Sadece istemesi hepsini birer kuklaya çevirebilecekken, böylesi bir gücü Apep'e neden kaptıralım. Apep'in bunu kullanmayacağını garanti edebilir misin?"

Herkes sus pus oldu. Açıkçası işin bu boyutunu ben bile düşünmemiştim. Eğer Set itiraz etmemiş olsaydı bana söyleneni yapardım hiç şüphesiz. Apep'in yanına gider ve onun safındaymış gibi davranırdım. Ordu ise aklıma bile gelmezdi.

"Ben gideceğim." dedi bu kez İmset. Bir kez daha bozmuştu sessizliği. "En genciniz benim ve Apep'in yanında durmak için sebeplerim var. Bana inanır. Başkalarının duygularını hissetmenin ne kadar ağır olduğunu söylersem kanar ve bana hissizlik vaat eder."

"Karşılığında isteyeceği şey ne olacak peki?" dedi Thoth. Apep'in karşılıksız hiçbir şey yapmayacağı aşikardı.

"En fazla ne isteyebilir ki?" diye sordu İmset.

Beni...

Set ve ben göz göze geldik. Eğer beni, yalnızca iblisleri serbest bırakmak için istememişse, beni isterdi. Ve bu gerçeği bilen yalnızca biz ikimizdik.

*

Tanrılarla yapılan toplantının ardından oradan ayrıldık. Uzun ve oldukça yorucu bir süreçti. Üstelik bugünkü mücadele de hafife alınacak türden değildi. Kızıl saray mahvolmuştu. Kullanılamayacak hale gelmiş ve her yeri ceset dolmuştu. Siyah yağmur, kızılın üstünü kar gibi kapatmıştı. Bundan dolayı oraya gitmemiz söz konusu dahi olamazdı, en azından Apep belasından kurtulana kadar.

Heliopolis'teki malikaneye gelmiştik. Ordunun büyük bir kısmı ana sarayın olduğu bölgede, diğer ordularla birleşmişti. Bir kısmı ise bizimle birlikte buraya gelmişti. Malikanenin büyüklüğü sebebiyle bizimle gelen kısım azınlıktaydı. Hiç şüphesiz burada olmamıza en çok sevinen kişi İsis'ti.

"Kendimi iğrenç hissediyorum." dedim odaya adım atar atmaz. Resmen siyah yağmurla yıkanmıştık ve Heliopolis'in yenileyici etkisi her şeyi eskiye çevirmiş olsa bile temiz hissetmiyordum.

Set güldü.

"Gülme. Gerçekten çok pis hissediyorum."

Aslında bu çıkışımın ana nedeni pis olmam falan değildi. Biraz gergindim ve bunu nasıl atlatacağımı ise tam olarak bilmiyordum. Üstelik dibime kadar giren adam bana bu konuda hiç yardımcı olmuyordu.

"Seni yıkayayım mı?" diye sorduğunda kalbim tekledi. Düzensiz bir ritim tutturan kalp atışlarım gittikçe hızlanırken, yutkunma isteğime karşı koyamadım.

"Ben hallederim." dedim tiz çıkan sesimle.

Cıkladı. Omuzlarımdan tutup arkamı döndürürken, "Bence benim yapmam daha iyi." dedi. Parmakları tüy kadar hafif dokunuşlarla kollarımda geziniyordu. Tam karşımızda duran aynadan görünen yansımada ise kendinden geçmeye oldukça meyilli o kızdan başkası yoktu.

"Taktın sen de." dedim kedi gibi mırıldanarak. Kollarımda gezinen elleri tüylerimi diken diken etmişti. Mideme kramplar giriyor, bedenim karıncalanıyor ve ellerimdeki tüm kan yanaklarıma hücum ediyordu.

Set yeniden güldü. Bana doğru eğilip saçlarımın üstüne bastırdı dudaklarını. Kokulu bir öpücük kondurdu oraya. Muzip bir ses tonuyla, "Kesinlikle yıkanmaya ihtiyacın var." dediğinde yanaklarım olabilecekmiş gibi daha da kızardı. Artık nasıl nefes alınacağını bile unutmuştum ama bu tip anlarda asla beni yalnız bırakmayan yönüm beni yine unutmamıştı.

"Sen bana pis mi diyorsun?!" diyerek çirkefleştim ve ondan uzaklaştım. Ellerimi belime dayayarak ona döndüğümde koca bir kahkaha atmasını beklememiştim ama şaşırmamıştım da. Açıkçası yerinde olsaydım ben de gülerdim bu halime.

Bir kez daha cıkladı. Aynı kışkırtıcı yavaşlıkla yanıma gelirken, "Hayır." dedi. Tam önümde duruyor ve arzuyla yanan bakışlarını benden bir an olsun çekmiyordu. Uzun, kemikli parmakları, tüy gibi bir dokunuşla kaydı tenimde. İçim gıdıklandı ve dudaklarımın arasından ıslıklı bir nefes firar etti. "Sadece güzelliğini görmek istiyorum. Her anlamda." diye fısıldadığında bir kez daha yutkundum. Mideme giren kramplar, bütün kaslarımın kasılmasına yetti. Sonra dudaklarımda yumuşak dudaklarını hissettim. Ateş gibiydiler. Dudaklarımı yakıyor ama acıtmak yerine tutkuyu harlıyorlardı. Ateş oradan bütün vücuduma yayıldı. Ellerim ve ayaklarım buz kesti, hormonlarım şaha kalktı ve tüm her şey silik birer anıdan ibaret kaldı. Kollarım, benden izinsiz boynuna dolanırken, onun elleri çoktan belimi kavramıştı. Yerinde durmayan parmakları aşağıya doğru kaydı. Sımsıkı kavradığı kalçalarımdan kendine doğru çekti beni. Karnımda hissettiğim o sertlik, kasıklarımın alev alev yanmasına yetti.

"Üzülme." demek için ayrıldı dudakları benden. Bunu neden söylediğini başta anlamadım ama, "Güneş için." dediğinde sözleri bir anlam kazandı. "Zaten bizim olamazdı. Belki seni seçerdi ama beni istemezdi."

Üzülmemem için söyledikleri, altında çok başka duygular taşıyan ağır cümlelerdi. Her bir kelime ok misali kalbime saplanmıştı çünkü her bir kelime aslında onu üzüyordu. Hiç gerçek anlamda çocuğu olmamıştı. Anubis'in öz babası değildi. Thoth bir çeşit büyü sonucu dünyaya gelmişti. Bu ikisi dışında her hangi bir ebeveynlik deneyimi yoktu çünkü tanrı çocuklarının tercihi o değildi. Set bunun için üzülüyordu ama bana üzülme diyordu.

"İkimiz de üzüldüğümüzü biliyoruz. Neden saklıyoruz ki?" diye sordum hüzün akan sesimle.

Omuz silkti. "Çünkü hiç kimseye onlardan söz etmedim."

"Ama ben hiç kimse değilim."

"Değilsin." dedi derinden gelen boğuk sesiyle. Sonra yeniden öptü beni. Tüm tutkusuyla sömürdü dudaklarımı. Kısa süre sonra dili ağzımın içine kaydı bir yılan misali. Usulca keşfetti, tanıdı, tadına vara vara gezindi... Dilime dolandığında ağzının içine doğru inledim. Kasıklarımdaki ateş, söndürülemeyecek derecede büyümüştü.

Oradan ayrılan dudakları yanağıma kaydı önce. İçimi titreten bir öpücük bıraktı oraya. Dili, tenime ıslak imzasını bırakarak kulağıma kaydı. Kulak mememi, dudaklarımı öptüğü açlıkla aldı dudaklarının arasına. Diliyle sevdi, emdi. Sinirlerimi uyaran bu hareketi derin bir iç çekişe sebep olurken adını inledim.

"Set..."

Kalçalarımda duran ellerinin istikameti ise bu kez sırtım oldu. Enseme kadar içimi titreten bir yavaşlıkla çıktı. Ensemden başlayan fermuarı bulan maharetli parmakları aynı yavaşlıkla indirdi onu. Sırtım tamamen açıkta kalırken, benimkilerin aksine sıcacık olan parmakları tenimde geziniyordu. Dokunmuyormuş gibi hafifti dokunuşu. Sanki tartıyor, vereceğim tepkileri hesap ediyordu.

Kulak mememi son kez emip yüzlerimizin arasına bir mesafe koydu. Parmak uçları yeniden enseme tırmandı ve belime kadar indi çıldırtıcı bir yavaşlıkla. Dudaklarımdan dökülen kısık iniltiler onun adını taşıyordu. Tek söyleyebildiğim ismiydi ama bunu neden söylediğimi bile bilmiyordum. Aslında hiçbir şey bilmiyordum şu an. Her şey anlamını yitirmiş, anlamlı kalan tek şey onun dokunuşları olmuştu sanki. Yalnızca hissetmek istiyordum, öyle ki gözlerim bile kayıyordu artık. Kendimi bulutların üzerinde hissetmem normal miydi?

Eli belimden de aşağı indi. İncecik kumaşın üzerinde gezinen parmakları, bana tarifi imkansız hisler yaşatıyordu. Utanmıyordum. Utanma hissimi onun beni öpüşünden öncesinde bırakmıştım. Yalnızca heyecanlıydım, hem de hayatım boyunca tatmadığım bir heyecandı bu.

"Hani insanlar gidiyor ya..." dedi fısıldar gibi ama devamını getirmeden durdu. "Ballı ayı mıydı?" diye sorduğunda iştahlı bir kahkaha attım başımı geriye yatırarak.

Boynumu öpmesi üzerine gülüşüm kesildi. "Balayı." diye düzelttim onu kıpırdamadan. Bedenim yine taş kesilmişti. Her hareketinin beni bu kadar etkilemesi büyük haksızlıktı.

"Her neyse." diyerek geçiştirdi beni. Lafı o çıkarmıştı aslında ama bunu umursayacak durumda değildim. Normal bir zamanda olsaydı cevap vermeden duramazdım ancak Set, kalçalarımdan kavrayıp beni kucakladığında düşünce sistemimi de çökertmiş oldu. Artık beynim kontrolü yitirmişti ve bu saatten sonra yaşanacak her şey kalbimin kontrolündeydi. Tabi o da bu heyecandan durmazsa...

Set çileden çıkmıştı ve dokunuşları, az öncekine nazaran daha sertti.

"Sanırım o aydayız." dedi bir kez daha. Bence ne dediğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. İyi haber, bunu düşünecek kafada değildim. Alkol almadan sarhoş olmuştum.

"Her neyse." diyerek onu taklit ettim. Başımı kaldırıp ensesinden kavradığım gibi yapıştım dudaklarına. Bu kez dilimi onun ağzına ben ittim. Hiç itirazsız karşılık verdi öpüşüme. Dilimi emdiğinde ikimiz de inledik hazla.

Akabinde sırtım duvarla buluştu. Halihazırda belime kadar açılmış olan fermuardan içeri güçlü elleri sızdı bir kez daha. Sırtımdaki yaraların üzerinde incitmekten korkarcasına gezindi parmakları. Onun aksine ben dudaklarını adeta kemiriyordum.

Çileden çıkan ben de olabilirdim pek tabi.

"Özür dilerim." dedi bir kez daha. Onu öperek susturdum. Dudaklarını ısırdım. Çölde susuz kalmış bir insanın suyu bulması gibi özlem doluydu öpüşüm. Kana kana öpüyordum onu. Ağzının içine inliyor, nefesini ciğerlerimde hissediyordum. Tüm vücudum yanarken, odada yankılanan tek sesin bana ait olmayışı müthiş bir tatmin duygusu hissettiriyordu bana. Bu hissi sonsuza dek yaşamak isteyecek kadar doyumsuzdum.

Sırtım duvardan ayrıldı. Fermuar artık sonuna kadar inmişti. Gelinliğin üst kısmı omuzlarımdan kaymış, göğüslerimin üzerinde emanet gibi durur olmuştu. Yeşil damarlarla kaplı bedenim kumaş parçasının ardından kendini belli ediyordu.

Ellerimi omuzlarına koydum dudaklarımızı ayırırken. Güç almak istercesine etine geçirdim parmaklarımı ve az önce onun bana yaptığı gibi boynunu öpmek için eğildim. Sıcacık tenine değen dudaklarım sızladı ve ben öpücükten daha fazlasını istedim. Ağzımı araladığımda, kana susamış bir vampir gibi hissediyordum kendimi. Öyle ki etini dişlerimin arasına almam ve çekiştirmem gecikmedi.

"Hüma..." dediğini işittim. Sonra sırtım duvardan ayrıldı ve bir kez daha sertçe çarptım duvara. Beline dolanan bacaklarım sebebiyle kasıklarıma çarpan sertlik bir an için nefesimi kesti ama başımı boynundan çekmedim.

Set, kalçalarımı sertçe kavradığında, boynuna doğru inledim. Dilimi teninde kaydırdım. Bir kez daha ısırdım, emdim ve oradan ayrılmadan önce dudaklarımı sıkıca bastırıp öptüm boynunu.

"Sen böyle yaparsan seni bu odaya kapatır, bin yıl boyunca da çıkarmam."

Tehditi karşısında gülmekten alamadım kendimi. Öte yandan boynundaki iz beni tatmin etti.

"İtiraz etmem." diye fısıldadığımda son derece cüretkar bir cümle kurduğumun bilincindeydim. Kaldı ki Set, bu cümleyi duyduğunda resmen hırladı ve bir kez daha tüm açlığıyla yapıştı dudaklarıma. İşte bu beklemediğim bir şeydi.

Duvardan ayrılan sırtım soğuk çarşafla buluştu. Set, beline sarılı olan bacaklarımı tutup iki yanında yatağa bıraktı. Canımı acıtıp acıtmamayı düşünemeyecek kadar ateşliydi yaşadıklarımız, bu yüzden bacaklarımda gezen ellerinin tenimi var gücüyle sıkmasını yadırgamıyordum.

Alt dudağımı kanatırcasına ısırdığında, omuzlarında duran parmaklarımı etine geçirdim. Ellerimi kaydırıp sırtına kadar yol çizdim tırnaklarımla. Muhtemelen etini yırtmıştım ama o sesini çıkarmadığından dolayı ensesine sapladım tırnaklarımı. Bir kedi gibi tırmalıyordum adamı resmen.

"Beni delirtiyorsun." dedi hırıltılı nefeslerinin arasından. Yanaklarımı, çenemi, gözlerimi, kısaca yüzümün her bir noktasını öpücüklere boğdu. Sonra daha aşağı indi. Önce çeneme temas etti dili ve bir yılan gibi kaydı. Boynuma sulu öpücükler bıraktı, öptü kokladı. Tıpkı benim yaptığım gibi emdi orayı ve ısırdı. Boynunda bıraktığım izin bir benzerini o da benim tenime işledi bir nakış gibi.

"Asıl sen beni delirtiyorsun." dediğimde ensesi de yetmez oldu. Yakasından içeri kaydırdığım parmaklarımı sırtına geçirdim.

Etimi adeta vakumlayıp dişlerinin arasında ezdi. Dilinin, dişlerinin arasına kıstırdığı etimdeki hareketi dayanılmazdı.

"Set!" diye çığlık atarken buldum kendimi. Dudaklarının kıvrıldığını hissettiğimde, hoşuna gittiğini anlamıştım.

Etimi bıraktı. Hala tenime temas eden dudaklarının arasından sızan sıcacık nefes kor alev gibiydi.

"Bir kere daha söyle." dediğinde neden bahsettiğini anlamamıştım. Sessiz kalışımın sebebini anlamış olsa gerek, "Adımı." dedi. "Bir kere daha söyle."

Ona istediğini vermekten geri durmadım. Az önceki çığlığımın aksine fısıldayarak, "Set." dedim. "Devam et. Öp beni."

Sertçe bastırdı dudaklarını boynuma. Hemen ardından bir kez daha dudaklarımı kavradı dudakları. Doyumsuz ve son derece ateşli olan öpüşüyle ikimiz de inledik.

Parmakları, gerdanıma doğru kaydığında yeşil damarları okşadı. Derin bir pişmanlık yayılıyordu bana her dokunduğunda ama alışacaktı. Ben alışmıştım varlıklarına ve o da alışacaktı.

Gözlerimle buluştu gözleri dudaklarımız koptuğunda. Çöl kumlarına ev sahipliği yapan bakışları şehvet ve pişmanlık arasında sıkışıp kalmıştı o an. Bana bakarken, dokunurken, öperken bu iki güçlü duyguyla savaşmak zorundaydı ama bir savaşı kazanmanın tek yolu o savaşı vermekten geçiyordu. Bunun bilincindeydim ama o, bunu benden daha iyi biliyordu. Yalnızca bu savaşı duygularıyla vereceğini hiç düşünmemişti.

Ona yardımcı olmak için bacaklarımı beline doladım. Kendimi ona bastırdığımda hissettiğim sertlik derin bir iniltinin odaya yayılmasına yetti. Bu duvarlarda dakikalardır bu sesler yankılanıyordu.

"Devam etmezsen seni öldürürüm." derken bakışlarımın koyulaştığına yemin edebilirdim. Gözümü karartmıştım ve utangaç Hüma'yı kapı dışarı etmiştim.

Bir kez daha öptü beni. Öncekilerin aksine yumuşak bir öpüşmeydi bu ama tatlıydı da. Sonra, sözlerimin ne kadar etkilediği tartışılır, gerdanıma indi. Orada toplanan kumaşı iyice aşağı çekti. Islak öpücüklerle göğüslerimin arasına doğru bir yol çizdi. Kumaşın varlığı sinir bozucu bir hale geldiğinde yırtarcasına çıkarıp attı üzerimden. Karşısında yarı çıplak kaldığım gerçeğiyle kısacık bir an için yaşadığım utancı, onu yakalarından tutup kendime çekerek yok ettim. Onun üstündekiler de bir süre sonra fazlalık gibi geldiğinden aceleci hareketlerle birer birer çıkardım hepsini.

"Çok güzelsin." dedi hırıltılı sesiyle benden uzaklaşıp. Uzun uzun izledi bedenimi. Tutku dolu bakışları, şu an bana dokunmadığı halde yakıyordu beni. Sonra parmak uçları çarptı terden sırılsıklam olmuş tenime. Omuzlarımdan aşağı doğru kaydı. Gerdanımı okşadı üstten beni izlerken. Göğüslerime doğru çizdiği yol alev alev yanıyordu. Önce parmak uçları dokundu göğüslerime. Yaşadığım hazdan dolayı kabarmış olan uçlarına dokunduğunda belim kavislendi.

"Devam et!" diye bağırdığımın bile farkında olamadım o an. Yalnızca zevk vardı ve hissettiğim bu tek duygu bütün kontrolü ele geçirmişti. Hormonlarım şahlanmış, bedenim arzuyla yanar olmuştu.

Güldüğünü duyduğumda bile kızamadım ona. Yalnızca, bütün varlığımla bana dokunmasını arzuladım. Öyle de oldu. Bir eliyle sağ göğsümü kavradığında, diğerine dudakları çarptı. Dilinin tatlı dokunuşu göğüs ucumda geziyor, eli göğsümü eziyordu. Boşta kalan eli benimkine dolanmış yatağa bastırıyordu. Tüm bunlar olurken tek yapabildiğim çaresizce adını inlemekti ve bu, onun çok hoşuna gidiyordu.

Ağzına aldığı göğüs ucuma dişlerini geçirdi acımasızca. Bu hareketiyle haz dolu bir çığlık attım. Sağ elimi saçlarınım arasına daldırdım, sol elim ise elinden kurtulup omzunu buldu. Oradan sırtına doğru yol çizdim. Bedenimi keşfederken ellerimin altında kasılan kaslarına dokundum birer birer. Sağ eliyle sol göğsümü avuçladığında yeniden inledim. Bu yaşadığım, daha önceki öpüşmelerimizle kıyaslanamazdı bile. Muazzam bir hazdı bu. Şehvetin zirvesiydi.

İki göğsüme de aynı ilgiyi gösterip daha aşağı kaydı. Ellerimin altından kayıp giden bedeni, küçük bir çocuk gibi mızmızlanmama sebep olurken, o gülüyordu.

Sıcak parmaklarını kasıklarımın üzerinde hissettim hemen ardından. Belim bir kez daha kavislenirken, saçlarını kavrayan ellerimle kendime doğru bastırdım başını istemsizce. Bu hareketim karşısında bana karşı koymadı Set. Dakikalardır beni zevkten dört köşe yapan dudaklarını, çıplaklığımı kapatan tek kumaşın üzerinden kasıklarıma bastırdı. Bir kez daha inledim. Ellerimi saçlarına daha çok gömüp, "Lütfen..." diye fısıldadım. Neye lütfendi? Onu bile bilmiyordum.

"Sabırlı ol." dedi benden biraz uzaklaşırken. Elleri, iç çamaşırımın lastiğini buldu ve bir saniye bile beklemeden çıkardı onu. Karşısında anadan doğma çırılçıplak kalmış olmanın beni utandırmaması büyük olaydı. Öte yandan daha fazlasına olan ihtiyacım da su götürmez bir gerçekti.

"Lütfen..." dedim bir kez daha. "Devam et."

"Neye devam edeyim?" diye sordu. Gülüyordu ve resmen benimle oynuyordu.

"Set!" diye bağırdığımda bir kahkaha attı. Ben bu kadar çaresizken o nasıl dayanıyordu?

"Söyle hadi. Neye devam edeyim?"

Dirseklerimi yatağa bastırıp yarı oturur pozisyona geldim. Hali hazırda üzerime eğilmiş olan adam yüzlerimizi yeniden aynı hizaya getirirken, keyifli bir sırıtış oturtmuştu dudaklarına.

"Beni öp!" dedim ateşli bir tonlamayla. "Bana dokun!" Gözlerinin an be an kararışına şahit olurken son kez araladım dudaklarımı. "Benimle seviş..."

Büyük bir açlıkla yapıştı dudaklarıma. Sağ kolumu yataktan ayırıp boynuna dolandım. Öpücüğün kontrolü yalnızca bir öpücük olamayacak kadar kaybolduğunda benden ayrıldı. Bir eliyle bel oyuntumdan tutup aşağı kaydı. Bakışlarımın altında kasılan sırtı seyirlik bir manzara oluştururken, kasıklarımda hissettiğim dudakları haz dolu bir çığlık atmam için yeterliydi.

Bir yandan bacaklarımı okşuyor, diğer yandan ateş gibi yanan kasıklarımı öpüyordu. Dilinin temasıyla başımı geriye atıp yeniden inledim. Az önce boynuna doladığım elimle saçlarını kavradım ve büyük bir ihtiyaçla onu kendime bastırdım.

"Ah! Devam et!" diyerek inlerken ne yaptığımın farkında bile değildim. Kendimden geçmiştim. Muazzam bir histi bu ve nasıl tarif edilir, nasıl anlatılır bilmiyordum.

Sol eli belimden ayrılmazken, bacaklarımda gezinen sağ eli kasıklarıma tırmandı. Oraya yayılan ıslaklığımı küçük tepeciğe taşıdı. Bu hareket sol kolumun takadini yitirmesine sebep olurken, bedenim bir un çuvalı gibi yatağa düştü. En hassas bölgemi kasıp kavuran zevk patlamaları, doyumsuz hissettiriyordu bana.

Sağ elimi saçlarından çektim. İki elimle çarşafları kavradığımda, ağzına doğru ittim kendimi. Bu bir ihtiyaçtı artık ve onun öpüşleri bana yetmiyordu. Daha fazlasını istiyordum. Çok daha fazlasını arzuluyordum çünkü ihtiyacım vardı. Ona... Bana karışmasına... Öpmesine... Okşamasına... Sevmesine... Benimle sevişmesine o kadar ihtiyacım vardı ki...

Bir kez daha, "Set!" diye çığlık attım.

Set, parmakları kasıklarımdan ayrılmazken, yüzlerimizi aynı hizaya getirdi. Üzerimde yükselen heybetli bedeni ona tutunma ihtiyacıyla dolup taşan ellerimin kurtarıcısı oldu. Kasıklarımda hissettiğim cinsel organı titrek bir nefes almama yetti. Onu istiyordum.

"Hazır mısın?" diye sordu boğuk ses tonuyla.

Hiç tereddütsüz, "Evet." dediğimde, parmakları kasıklarımdan yukarı doğru kaydı ve bu bana muazzam bir haz yaşattı. Belim kavislendiğinde onu hissettim kasıklarımda. Yavaşça birleşti benimle. Hiç acı hissetmedim, bunun yanında zevk hiç olmadığı kadar sahiciydi. Üstelik içimdeki doluluk ömrüm boyunca istediğim şey buymuş da onu almışım gibi bir tatmin duygusu yaşatıyordu.

Ağırlığını üzerime vermeden bekledi bir süre. O sırada tırnaklarımı çoktan sırtına geçirmiştim.

"Devam et." dedim. Verdiğim komutun ardından önce yavaş sonra hızlı bir şekilde hareket etti içimde. Her çarpışında daha büyük bir hazla kasılıyordu bedenim. Kasıklarım yanıyor, içimdeki doluluk beni deli ediyordu. Zevk çığlıklarım odayı dolduruyor, onun hırıltılı nefeslerine ve iniltilerine karışıyordu. Bu nasıl bir histi böyle? Tarif etmesi imkansızdı. Onlarca kitapta yazılan binlerce kelime yetmezdi anlatmaya.

Yeniden öptü beni. İniltilerim ağzının içinde kaybolurken, dilinin hareketleri ve içimi dolduruş biçimi beni delirtiyordu. Artık nefes almaya bile harcamıyordum enerjimi, tümüyle sevişmeye adamıştım kendimi.

Dudaklarımızı koparıp içimden çıktı. Boynuna doladığım ellerimi tutup tek eliyle sabitledi başımın üzerinde. Diğer eliyle yataktan destek alıp, az öncekinin aksine hızla girdi yeniden içime. Belim kavislendi. Koca bir çığlık attım zevkle. Asla acı hissetmemem muhtemelen tanrısal bir şeydi.

"Daha hızlı!" diye bağırırken buldum kendimi. "Lütfen!"

Ve o bu isteğime karşı çıkmadı. İstediğim gibi hızlandı. Bana her çarpışında daha fazlasını istemem benim doyumsuzluğumdandı. Öte yandan onun her seferinde daha fazlasını yapması, beş bin küsür yıllık birikmişliktendi şüphesiz. Neyseki ikimizin de isteği aynıydı; daha fazlası.

Bir kez daha içimden çıktı ve daha büyük bir hızla yeniden girdi. Birkaç kez tekrarladı bunu. Yavaşladı, hızlandı ve bana hazzın doruklarını yaşattı. En nihayetinde en tepeye tırmandığımız sırada oradan düşüşümüz de aynı anda oldu. Ilık ılık aktı içime. Tatlı bir sızı bırakarak çıktığında hissettiğim o boşluk pek hoşuma gitmedi. Onun da dediği gibi, bin yıl boyunca bu odada kapalı kalmalıydık.

"Nasılsın?" diye sordu kendini yanıma atarken. Terden dolayı parlayan vücudu iştah açıcıydı.

Sola doğru dönüp ona baktım. Bacaklarımı birbirine bastırırken, gözlerinin içine baka baka dudaklarımı dişledim.

"Mükemmel." dedim dudaklarımı rahat bırakıp. Baştan aşağı onu süzdüm. "Bir kere daha?" dedim sorarcasına.

Güldü. Cevap vermeyişini bir evet olarak kabul ettim. Doyumsuz ve son derece sıcak hissediyordum kendimi. Doymasam bile hazzın tadına yeniden bakmak istiyordum. Bu yüzden ata biner gibi oturdum karnına. Karın kaslarına dokundum ve oradan da göğsüne tırmandı ellerim.

"Ciddiyim. Bir kere daha istiyorum." dedim. Sonra da hiç beklemeden öptüm onu. Aynı açlıkla bulduğum karşılık beni gülümsetirken bir seferle kalmayacağımızı çok iyi biliyordum. Öyle de oldu.

Dakikalarca karıştık birbirimize. Öpüştük, dokunduk, sevdik, seviştik ve en nihayetinde son noktaya geldik. O an defalarca kez tekrarladı o gece. Tükenene kadar hazzı doruklarda yaşadık. Güneşin ilk ışıkları odaya vurduğunda yorgun düşen bedenim bir çuval gibi yığılmıştı Set'in göğsüne.

"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu keyifli sesiyle. Usulca içimden çıktığında mızmızlandım. Oldukça mutluydum.

"Yorgun ama harika."

Güldü. "O nasıl oluyor?"

Omuz silktim, daha doğrusu çalıştım ama bulunduğum bu pozisyonda bu pek mümkün olmadı. "Oluyor işte. Boşver."

"Seni yıkayayım mı?" diye sordu muzır bir ses tonuyla.

Takmıştı beni yıkamaya, bırakmayacaktı. Bunu fark ettiğimde yerimde rahatlaştım. Göğsü, şu ana kadar uyuduğum tüm yataklardan daha rahat gelmişti bana ve bir süre buradan kalkmak istemiyordum.

"Hımm." gibi bir mırıltı çıktı dudaklarımdan. Gözlerim kapalıydı, ellerim ise sıcak teni üzerinde küçük daireler çiziyordu. "Uyumak istiyorum. Belki sonra yıkarsın."

Set keyifli bir kahkaha attığında, küçük bir tebessüm yayıldı benim de dudaklarıma.

"Belki sen de beni yıkarsın." dedi muzip bir şekilde.

"Neden olmasın." diye cevap vermemi ise kesinlikle beklemiyordu ancak benim de beklemediğim şeyler vardı. Gözlerim kapanırken ve gerçeklik yerini rüyalara bırakırken, duyduğum o tanıdık, kadifemsi sesi kesinlikle beklemiyordum.

"Keyfini çıkar tanrıça. İki gün sonra seni alacağım."

***

Selam! Geçen bölüm içimde kalmıştı o yüzden şimdi atacağım kötü yazar kahkahasını.

Nihahahhaahaha! 😈

Eee bölümü nasıl buldunuz?

Beklediğimize değdi demezseniz küsermişim skskskd.

Saldırı kısmı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizce Apep'i yenme planı işleyecek mi?

Ballı ayı? 😁

Ballı ayının ilk anları peki?

Sizce Apep ne yapacak?

Hüma'ya bu kadar takması normal mi?

Sonraki bölümde neler olacak? Normal bir bölümden uzun olacağını söyleyebilirim bu arada, o yüzden bir tık gecikebilir yazma hızıma bağlı olarak. Bilginize...

Vee son olarak karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Horus 👉

Hathor 👉

İsis 👉

Thoth 👉

Maat 👉

Nephthys 👉

Aklıma başka gelmedi. Özel olarak sormak istedikleriniz varsa buraya yazabilirsiniz. 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

*Korsanlar ışıklı ortamdan karanlık ortama girdiklerinde görüşlerinin düzelmesi için beklemek yerine bir gözlerine göz bandı takarlar.

Loading...
0%