Yeni Üyelik
49.
Bölüm

24. Bölüm - Soy Mührü

@aysenurtekkanat

İki gün içinde olanları atlatmam pek mümkün değildi. Bana karşı hep bu tarz yaklaşımları olacaktı birilerinin, alışmaktan başka çarem yoktu. Zaten neye alışılmıyordu ki şu hayatta? Her şeye alışmanın mutlaka bir yolu bulunuyordu, yalnızca biraz zaman lazımdı. Ancak bazen yeterince zaman olmazdı.

"Sana seni alacağımı söyledim tanrıça." diyerek üzerime yürüyen Apep bunun kanlı canlı örneğiydi. Az önce tuttuğum kılıç bir köşeye savrulmuş, iblisler her yeri sarmıştı. O ilahi görüntüleri muharebe başladığı anda yok olmuştu. Aşina olduğum kara bedenleri ve uzun pençeleri karşılarına çıkan tüm askerleri birer birer biçmişti. Ve beklenen oluyordu. Apep'in ordusu bizi yerle yeksan ediyordu.

"Neden?" diyebildim sadece. Gözlerimdeki yaşlar kaybettiklerimin acısını taşıyordu. Akmaya hazırdılar ama henüz onlara bu izni vermemiştim. Önceliklerim vardı benim. Bazen asla gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz ama umutsuzca uğruna savaştığınız o öncelikler vardı ya, onlardan ve her ne olursa olsun, her kimi kaybedersem edeyim gerçekleştirmeden ölmeyecektim. Hele ki bu iblise köle olmak, seçenekler arasında dahi yer alamazdı.

"Çünkü istiyorum." dedi yüzündeki o duygusuz gülümsemeyle. Adeta benimle alay ediyordu. "Ve ben istediğimi alırım."

İşte o an artık tutamaz oldum yaşlarımı. Birer birer dökülen inci taneleri yanaklarımda tuzlu izler bıraktı. Dudaklarımda acı dolu bir tebessüm yankılandı ve fısıltıyı andıran ses tonum yüreğime en büyük darbeyi indirmeye hazırdı.

"Al o zaman." dedim kollarımı iki yana açıp teslim olurken. "Geride hiçbir şey bırakma."

*

İki Gün Önce...

Bir gün geçmişti. Koskoca yirmi dört saat... Bu uzun vakit aslında bizim için oldukça kısaydı. Apep, yarın geliyordu ve biz ya bu savaştan galip olarak çıkcaktık ya da en büyük mağlubiyeti yaşayacaktık. Kendimizle birlikte bu dünyayı da yakacaktık.

Peki ya ben bu bir gün boyunca ne yaptım? Belki aptalca belki fütursuzcaydı ama arzularımın esaretine son vermek bir yana, bunu hiç istememiştim. Bir günü benim günüm olarak yaşamış, şu an bile çırılçıplak uzandığım bu yataktan hiç kalkmamıştım. Defalarca kez seviştiğim bu adamın göğsü, şüphesiz bu dünyada var olabilecek en rahat ve en güven verici yerdi. Bana yaptıklarına rağmen bunu söyleyebiliyor olmam ise ya aptallık ya da aşktı. Belki de bu ikisi en başından beri aynı şeydi.

"Kalkmamız gerekiyor." dedim ama bunun aksi şekilde yerime daha da yerleştim. Çıplak göğsünde duran elimi, terli bedeninde gezdirdim.

"Bence hala vaktimiz var." dedi Set. Belime doladığı koluyla bir kez daha çekti beni kendine ve aynı arzuyla, hiç sönmeyen bir ateşle öptü. Dilini dilime doladığında inledim. Sonsuza dek bu dudakları öpsem asla hayır demezdim.

Biraz geri çekilip uzaklaştım ondan. Ancak hala belimi tutan kolu buna çok müsaade etmediğinden dolayı bedenim ona yapışık kaldı.

"Ballı ayıdan çıkmak için hala çok erken." diyerek üzerime doğru eğildi. Bir kez daha yanlış söylemesi daha büyük bir kahkaha atmama sebep oldu. Öyle ki gözlerim yaşardı ve bir an için nefesim kesildi.

"Ballı ayı değil, balayı." diye düzelttim onu gülüşlerimin arasından.

Omuz silkti. "Ha balayı ha ballı ayı, ne fark eder? Sen balsın ben ayı işte. Birleşince ballı ayı oluyoruz ve ben tekrar ballı ayı olmak istiyorum."

Cümlesi biter bitmez yeniden öptü beni. Aynı tutkuyla karşılık verdim ona. Bir kez ve ardından bir kez daha seviştik. Onu yataktan çıkmaya ikna etmem ise öğleni buldu. Gerçi, benim de ikna olmaya ihtiyacım vardı ama bu, onu ikna etmekten daha kolaydı.

Öğleden sonra daha fazla yatakta kalamayacağımız o andı. Bundan dolayı kalkıp duş aldık ve hemen ardından malikaneyi geride bırakıp Heliopolis'in kalbine geldik.

Horus'un sarayının avlusu bir nevi kışlaya dönmüştü. Her yer asker kaynıyordu. Pek çok farklı kıyafetin yanı sıra, ırkların da dahil olduğu bir kargaşa hakimdi burada. Öte yandan yalnızca askerler yoktu. Serket'in disiplininde hareket eden devasa akrepler gözümü korkutmuyor değildi. Akreplerin yanında devasa yılanlar ve onların üzerinde oturup yön veren sürücüleri de es geçmek mümkün değildi. Tanrıların dünyası ilk kez bu denli gözlerimin önüne serilmişti çünkü tanrılar ilk kez tek bir amaç için bir aradaydı.

"Gelemezsiniz diyordum. Beni şaşırttınız." diyerek yanımıza gelen kişi Thoth'tu. Yüzündeki sırıtış her an konu hakkında yorum yapabileceğini bas bas bağırırken, hemen yanında duran Maat'ın ona nasıl katlandığını sorguladım. Öte yandan onları her gördüğümde yan yana olmaları detayını da atlayamazdım.

"Durum ne?" diye sordu Set onun söylediğini es geçerek. Umurunda bile olmamıştı.

Alaycı tavrını geri plana attı Thoth. Anlaşılan cevap vermiş olsaydık sataşmaya devam edecekti.

"Ölüler ve batılılar henüz gelmedi. Şimdilik elimizde olan tüm imkanları kullanıyoruz. Orduların eğitimi Anat'ta. Sen gelinceye kadar onu bu işe atadı Horus. Akrepleri ise bizzat Serket kontrol ediyor, bir başkasının onlara emir vermesinden hoşlanmayacaklarını söyledi. Haklı da."

"İmset peki?" diye sordum dayanamayarak. Onun için endişe ediyordum. Belki anlamsızdı bu endişem, benden çok daha tecrübeliydi şüphesiz ve ne yapacağını da biliyordu. Eğer bilmeseydi bu işe girişmezdi ancak karşısındaki de sıradan birisi değildi, Apep'ti. Omuzlarına böylesi bir yük yüklenecek olan herkes büyük tehlikedeydi zannımca.

"Bu sabah ayrıldı. Bir de sana bir not bıraktı ama mühürlü. Senden başka kimsenin açamayacağını garantilemiş." dedi Maat.

"Not nerede peki?"

"Sarayda, bir ara veririm onu sana."

Maat'ı başımla onayladım.

Set ve Thoth askerleri hizaya sokmak için yanımızdan ayrıldığında onunla baş başa kaldık. Sanırım bu birbirleri olmadan kaldıkları ilk andı.

"Nasılsın?"

Derin bir iç çektim. "Açıkçası nasıl olduğumu tam olarak bilmiyorum." dedim sarsak bir adım atarken. Nereye gittiğimizi bilmiyordum, yalnızca yürüyor ve içimdekileri dökmek istiyordum. Maat'ın rahatlatıcı bir etkisi vardı. "Sadece birkaç haftada hayatımın bu kadar değişebileceği kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Birkaç hafta öncesine kadar tek derdim tezimi bitirmek ve iyi bir arkeolog olup keşifler yapmaktı. Şimdiyse buradayım. Kaçırıldım, öldüm, öldürdüm, neredeyse yok oluyordum, sonra dirildim, tanrıça oldum ve bugün evli bir kadın olarak uyandım. Üstelik yarın bir savaşa gireceğiz ve ne olacağını bilmiyorum. Bu beni korkutuyor."

Maat omzumu sıvazladığında avludan çıkmıştık. Kışlaya benzettiğim kısmın aksine bulunduğumuz yer taş kaldırımlı bir sokaktı. İki yanda yükselen kiraz ağaçlarının pembe çiçekleri kar gibi üzerimize yağıyordu. Sahteydi bu da, burada mevsimler yoktu çünkü ve her şey büyülüydü ama bu sahtelik bile çok güzeldi.

"Hayatına girdiğimizden beri hiç normal bir gün geçirmedin değil mi?" diye sordu anlayışla. Biraz düşündüm. Aklıma gelen şeyle dudaklarımda mutluluktan yoksun bir gülümseme oluştu.

"Geçirdim ama onda da insan akrabalarımın neden beni ve annemi sevmediğini öğrendim. Meğer annem yengemin ve karnındaki bebeğin ölümüne sebep olmuş."

Gülümsemem, küçük bir kahkahaya dönüştüğünde akıl hastası gibi göründüğüme emindim.

"Vay canına!" dedi Maat sahte bir coşkuyla. "Amma da sıradan bir günmüş."

Bir an için ona baktım. Gözlerimiz kesiştiğinde anlık bir duraksama yaşadık ve ardından ikimiz de kahkahalara boğulduk. Kesinlikle çok sıradan bir gündü ve benim ailem sıradanlıkta çığır açmıştı!

"Ya ne demezsin." dedim gülüşlerimin arasında. Uzun zamandır bu kadar saçma ve bu kadar alakasız bir şeye gülmemiştim. Sinir boşalması yaşıyor olma ihtimalim yüzde yüzdü.

"Bugün sıradan bir gün geçirmek ister misin?" diye sordu Maat en nihayetinde gülmeye son verdiğinde. "En azından tanrılar için."

Biraz düşündüm. "Tamam." derken biraz tereddütlüydüm. Onların sıradanı bile benim için sıra dışıydı ama alışmam gerekiyordu ve bunun için, zaman pek doğru olmasa da, bir yerden başlamalıydım.

"Gel benimle. Şehre inelim."

Başımla onayladım onu. Birlikte kiraz ağaçlarının arasında yürüdük. Mis gibi kiraz çiçeği kokusuyla doldurdum ciğerlerimi. Genelde uzak doğuda oluşabilecek olan bu doğa harikasını, büyülü bir dünyada yaşıyor olmak hala tuhaf geliyordu. Şahsen Japonya ya da Kore gibi uzak doğu ülkelerine gitmediğim müddetçe böyle bir manzaraya dahil olabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Heliopolis'in güzel taraflarından biri de buydu işte.

Maat'ın şehir olarak adlandırdığı bu yer aslında küçük bir kasaba meydanını anımsatıyordu. Antik giysiler içindeki yüzlerce tanrı ve tanrıça bu meydanda toplanmıştı. Birkaçının küçük çocuğu olduğunu bile görmüştüm ancak burada çocuğa rastlamak pek mümkün değildi. Bu yüzden gördüğüm bu birkaç çocuk bir elin parmaklarını zor geçerdi.

Meydanın sağ tarafında antik mimarinin eseri olan binalar vardı. Çeşitli dükkanlarda çalışan satış elemanları ilk dikkatimi çeken şeylerden birisiydi. Öte yandan sol tarafın göz alabildiğine deniz olması oldukça hoş bir detaydı. Kumsalda vakit geçirenleri es geçemezdim. Keza rıhtımda dolaşan çiftler oldukça romantik anlar yaşıyor gibiydiler.

"Dükkanlar neden var?" diye sordum merakla. Merakımı en çok cezp eden şey onlardı.

"Bazen bazılarımızın gücü yetmez." dedi Maat. "Özellikle küçük tanrılar bizlere göre daha zayıftırlar ve isteklerini elde etmek için çeşitli tılsımlara ihtiyaç duyarlar. Bu tılsımları oluşturabilenler ise bu tarz dükkanlar açıp büyülerini paylaşırlar ve tabi karşılığında büyü sözü alırlar."

"Ya sözlerini tutmazlarsa?" dedim sorarcasına. Pek güven vermemişti bu sistem bana.

"Daha önce hiç yaşanmadı ama yaşanması durumu söz konusu dahi olamaz. Heliopolis'in büyüsü verilen sözlerin tutulmamasına müsaade etmez."

Maat'ın açıklaması pek kafama yatmamıştı ama şimdilik, "Anlıyorum." demekle yetindim.

Meydanda biraz daha ilerlediğimizde deniz kayboldu. Daha çok orta çağ dönemini konu alan filmlerde karşılaşabileceğiniz ancak antik mimariyle dolu daha geniş bir meydana geldik. Ayaklarımın altında hissettiğim yumuşak zemin çöle aitti ve biraz daha ilerlediğimizde sıcak çöl kumlarının bizi karşılayacağına yemin edebilirdim.

"Burası ana meydan. Diğer tarafın aksine bir yaşam ve eğlence alanı." diyerek açıkladı Maat. Tıpkı söylediği gibi biraz ilerde bir gösteri yapılıyordu ve tanrılar çoktan başına üşüşmüştü.

"İzleyelim mi?"

Maat, "Olur." dedi. Birlikte sahneye doğru yaklaştık. Bizi fark eden birkaç kişinin yol açmasını beklememiştim. Başta bu hareketin Maat'tan dolayı yapıldığını düşündüm ancak üzerimde hissettiğim o bakışlar gerçeği alenen ortaya serer nitelikteydi.

"Bu biraz rahatsız edici." dedim Maat'a yaklaşarak. Sahnedeki adam jonglörlük yapıyordu. Hiç şüphesiz hepsi bunu yapabilecek kadar yetenekliydi ama yine de izliyorlardı.

"Alışırsın. Biz pek aralarına inmeyiz. Yönetici ve halk kısmı keskin olmasa da bir çizgiyle ayrılır. Bunun sebebi muhtemelen otorite."

"Bir nevi hiyerarşi var yani?"

"Sayılır." derken var olup olmadığı konusunda o da kararsızdı.

Daha fazla sorgulamadım ve gösteriyi izlemeye zorladım kendimi.

Az önce jonglörlük yapan adam bu kez ateşe verdiği sopaları almıştı eline. Bir tanesini ağzına sokup ateşi yuttuğunda insanlar büyük bir coşkuyla alkışladırlar. Maat'ın da aynı tepkiyi verdiğini görmüştüm. Ben zaten ilk kez bu tarz bir gösteri izlediğimden dolayı epey etkilenmiştim. Tamam, insanların arasında da ateş yutanlar vardı ama ben hiç görmemiştim, belki televizyonda.

Gösteri bittiğinde insanlar dağıldılar. Birkaç kişinin bakışları hala üzerimdeydi. Bundan mütevellit üzerimi kontrol etme ihtiyacı hissettim. Belki Heliopolis'in iyileştirici özelliği, sexin izlerini silemiyordur diye düşünmüştüm ama o izler çoktan gitmişti. Yalnızca elbisenin çıplak bıraktığı tenimdeki yeşil damarlar belirgindi.

"Hala bakıyorlar." dedim çaktırmamaya çalışarak. Gülümseme çabam acınasıydı. "Çoktan alışmaları gerekmez miydi?"

Maat, soruma cevap veremeden iki genç kız geldi yanımıza. Benim az önceki zoraki tebessümümün aksine oldukça büyük gülümsemelerle bakıyorlardı bize.

"Merhaba." dedi kızıl saçlı olan. Saçları benimkinden daha kırmızıydı, ateş kızıl dediklerinden.

"Merhaba." diyerek karşılık verdi ona Maat.

"Ben Mila, bu da Elodie. Sizi görünce merhaba demek istedik." dedi kızıl olan. Mila, Elodie'ye karşı daha konuşandı anlaşılan. Elodie, her sınıfta olan o sessiz, utangaç kız havası veriyordu.

"Aslında bir şey sormak istiyorduk ama Elodie biraz çekiniyor sormak konusunda."

Ben tamamen sessiz kalırken, Maat, "Sorabilirsin tabi." diye yanıtladı onu. Sınıfın bir diğer sessiz kızı da ben olmuştum anlaşılan.

"Şey," derken kızın çekik, yeşil gözleri bana döndü. Gelecek olan sorunun muhatabı bendim anlaşılan. "Nasıl?"

"Ne nasıl?" dedim en nihayetinde sessizliğimi bozarak.

"Nasıl affettin yani? Yerinde olsaydım asla affetmezdim. Gerçi sen merhamet tanrıçasısın, normal bir yerde ama senin için bile fazla değil mi? Bir de gittin evlendin. Nasıl oldu bu?"

Kızın her bir kelimesi kaşlarımın an be an çatılmasına sebep olurken, kendimden asla beklemediğim buz gibi bir ses tonuyla, "Sorgulamak ne haddine?" dedim. Biraz fazla olmuştu, kabul ediyorum ama sorduğu soruların hadsizliği bir yana, cevaplar hala canımı acıtırken ona sevecen davranmam da beklenemezdi. Buradaki ilk izlenimimin bu olması ise asla istemeyeceğim bir şeydi ancak anlaşılan o ki tanrıların dünyasında gerçek anlamda kabul görmem kolay olmayacak ve hatta imkansız olacaktı.

"Özür dilerim." dedi kız. Ardından bir sürü şey daha söyledi ama onu dinlemedim. Kendi iç dünyamda verdiğim savaştan galip olarak çıkmaya çalışıyordum.

Buradaki herkes mi bunu sorguluyordu? Acımasız şeytanı affeden salak kız mıydım gözlerinde? Anlaşılan öyleydi ki bu iki kız bunu sorgulama haddini bulmuştu kendinde. Ama şimdi bu düşünce tuzla buz olmuştu. Az önce kurduğum o cümle bu kızlarda kalmayacaktı. Dilden dile dolaşacak ve o salak kızın aslında affettiği şeytan kadar acımasız olduğu söylenecekti. Yanlış anlaşılmaya mahkum edilmiştim.

"Gidelim." dedim kızlara tek kelime daha etmeden.

Maat başını sallayarak onayladı beni ve birlikte saraya döndük. Heliopolis'in sahte dünyasına kapılmış dedikoducu teyzelerle uğraşmak istemiyordum.

"Üzgünüm. Böyle bir şey soracakları hiç aklıma gelmedi." dedi Maat. Oldukça mahçup görünüyordu.

Omuz silktim. "Dileme. Benim normal günüm de bu işte. Olaysız bir günümün geçip geçmediğini sormuştun ya, gördüğün gibi, geçmiyor."

*

Nasıl bu hale gelmiştik aklım almıyordu. Daha dün sabah güne harika bir başlangıç yapmış, sonrasında yaşananlar tadımı kaçırsa da mutlu olmanın bir yolunu bulmuştum. Ancak şimdi tüm o parıltılı düşler kana bulanmıştı.

Sabah saatleriydi ilk saldırının olduğu zaman. Normal şartlarda Heliopolis sınırları içine giremeyecek olan düşman, tıpkı iki gün önceki o yağmur gibi bir yağmurla damlamıştı bu büyülü topraklara. Her bir damla yeni bir ölümle sonuçlanmış, dün neşe saçan Heliopolis'i ölüm sarmıştı. Üstelik tüm bunlara herkes hazırlıksız yakalanmıştı çünkü Heliopolis'in güvenli bölge olduğundan çok eminlerdi, tabi ben de öyle ancak durum sandığımız gibi değildi. Apep'in canavarları tüm sınırları ihlal edecek anahtarlara sahiplerdi. Yağmurun damladığı her toprak onlar için erişilebilirdi. Yalnızca yağmura sızmaları, onu kendileriyle beslemeleri ve vahşileştirmeleri gerekiyordu ve bunu yapmak onlar için çocuk oyuncağıydı.

"Onları oyalamaktan başka çaremiz yok." dedi Horus. "İmset'in zamana ihtiyacı var. Ona zaman kazandırmalıyız."

Elimizden gelenin yalnızca bu olması ne acıydı. Oysa burada bulunanlar koskoca bir dünyayı kontrol ediyordu. Onu yönetiyor ve her şeyin doğru ilerlediğinden emin oluyorlardı. Sonra bir gün tüm bu düzen tuzla buz oluyordu, ellerinden gelen tek şeyse zaman kazanmak oluyordu.

Ne acıydı, bir zamanlar insanların büyük bir güven ve sadakatle tapındığı bu kişilerin tek bir darbede yıkılması.

"Dışarıda durum nasıl?" diye sordu İsis. Heliopolis'in içi canavarlarla dolmuş olsa da iblisler ayak basamamıştı ama rahat durmayacaklarını elbette biliyorduk. Heliopolis'in dışında olanlar asıl savaştı, burada gördüklerim filmin fragmanı bile olamazdı.

"Kötü." dedi Astarte. Set'in buradaki sözcüsüydü. İlk saldırı olduğunda Set ve Anat ordulara öncülük etmek için Heliopolis'in dışına çıkmışlardı ve Astarte geride kalmıştı. "İblisler her yeri yakıp yıkıyor. Doğa ve tabi ordularımız onlara karşı koyuyor ancak zaiyat büyük. İnsanların dünyası onlar karşısında zayıf, kendilerini savunamıyorlar."

"Daha ne kadar bekleyeceğiz peki?" diye sormaktan alamadım kendimi. Saatler geçmişti ve orada bir yerde birilerinin öldüğünü bilirken böylece duruyor olmak ağrıma gidiyordu. Elimden fazla bir şey gelmezdi belki ama bir kişiyi bile kurtarsam yeterdi. Neden bu düşüncede olan yalnızca bendim?

Thoth bir adım öne çıktı. Başta benimle aynı fikirde olduğunu söyleyeceğini sandım ancak o, "Bu daha ilk dalgaydı." diyerek beni büyük bir yanılgıya düşürecek o sözleri sarf etti. "En hafifiydi. Eğer tüm gücümüzü burada harcarsak sonrakinde yıkılırız. Apep'in geleceği anı beklemeliyiz, böylece onu tam olarak alt edebiliriz."

Şahı almaktan söz ediyordu, biliyordum ama hissettiğim şeye de ket vuramıyordum. Canım acıyordu. Yok olan her bir can yüreğime bir balyoz darbesi indiriyordu sanki. İmset'in hissettiği de böyle bir şey miydi? Bu yüzden mi herkesten bu kadar uzaktı? Peki ya bundan kurtulmayı hiç mi istemiyordu?

"Tüm gücünüz değilim." dedim. Aptalca ve son derece umursamazcaydı bu yapacağım şey belki de ama sessiz kalmak bana göre değildi. Kimseye karşı sessiz kalamazdım, canı yanan kimseye sırt dönemezdim. O dünyada benim ailem yaşıyordu. Hiç tanımadığım milyarlarca kişinin yanı sıra tanıdığım, sevdiğim arkadaşlarım vardı. Belki fazla duygusal davranıyordum, hatta belki değil, kesinlikle fazla duygusaldı bu tavrım ama bekleyemezdim. Beklediğim her an yüzlerce hatta binlerce kişi ölürken burada oturup şahın savunmasız kalacağı anı kollayamazdım. Ben ne kaleydim ne de o kaleyi yıkacak olan vezir. Şah bile değildim. Ben belki de bu oyunda göz ardı edilecek olan o piyondum. Öyleyse neden bekleyecektim?

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Horus. Kaşları çatıktı. Aslında neden söz ettiğimi anlamıştı ama yine de teyit etmemi bekliyordu. Onu daha fazla bekletmedim.

"Tüm gücünüz değilim. Burada kalmamın hiçbir amacı yok. Ve beklemek de istemiyorum."

Avucumun içinde hissettiğim soğuk metali sımsıkı kavradım. Giydiğim kıyafet savaşa uygundu, bu yüzden giderken tereddüt etmedim. Gözlerimi kapattım. Çekildim, savruldum. En nihayetinde varlığım Heliopolis'i terk etti. Dünyanın her hangi bir bölgesindeki her hangi bir muharabenin ortasına dalarken zerre korkum yoktu. Endişe her yanı sarmıştı ama hayır, bu kez korku işlemedi ruhuma. Gözlerimdeki bakış keskin ve kararlıyken ilk sarldırımı yaptım. Karşıma çıkan ilk iblise savurdu kılıcımı. Küçük bir kız çocuğunun üzerine eğilmiş olan iğrenç yaratık gelen darbeye hazırlıksızdı, bu yüzden kılıç kolunu gövdesinden ayırdığında karşılık veremedi.

"Uzak dur!" dedim öfkeyle.

İblisin acı çığlığı varlığımdan haberdar etti diğerlerini. Dalga dalga yayılan bu sesin Apep'e kadar ulaştığından emindim. Eğer beni istiyorsa harekete geçeceği an bu andı. Belki de bu piyon şahı kalesinden çıkartırdı.

Hali hazırda kolu kopmuş olan iblisin kendini savunacak hali yoktu. Oluk oluk kan boşalan kolu onu alt etmek için gereken fırsatı yaratıyordu bana. Beklemedim ve acısına son vermek adına kılıcı göğsüne sapladım. Kısacık anda boşluğu andıran gözleriyle kesişti gözlerim. Sonra görünüşü değişti. Bembeyaz saçları ve yeşil gözleriyle bir meleği bile kıskandıracak güzellikteki o kız belirdi. Bu bir yanılsamaydı ama gördüğüm anda böylesi bir güzelliği yok etmiş olma fikri midemi bulandırdı. Bu yaratıklar daha ne kadar merhametime oynayacaktı?

"Alışacağım." dedim kendi kendime iblisin cansız bedeni yere yığılırken. "Alışmak zorundayım. Bu bir savaş."

Az önce neredeyse iblise yem olan küçük kızın yanına gittim. Tir tir titreyen ellerini tuttuğumda korkuyla geri kaçtı ama sonra iblis olmadığımı anladı.

"Korkuyorsun, biliyorum ama buradan çıkmak için bana güvenmelisin. Sana yardım edeceğim."

Küçük kızın kocaman, kahverengi gözleri boncuk boncuk yaşlarla doluydu. Nasıl bir travma yaşadığını biliyordum, aynısını Araf Ormanı'nda ben de yaşamıştım çünkü. Belki de onu en iyi anlayacak kişiydim.

Kızı yerden kaldırdım. Aklıma gelen ilk yer tek bir damla yağmur almayan çorak topraklar oldu. Set'in, Anat'ı cezalandırmak için gönderdiği o yer bu tanıma uyuyordu. Üstelik bir çeşit cep boyut olduğundan dolayı Apep'in önemsemeyeceği de bir yerdi. Belki şartları sağlıksızdı ama en azından buradaki gibi bir savaş da yoktu.

Kızla birlikte oraya gittim. Başta şaşırdı ve korktu. O dünyaya geçtiğimizde rüzgardan korunmak için bana sarıldı.

"Burası çok soğuk." dedi titreyen sesiyle. İlk kez o zaman duydum sesini. İnce ve narindi.

"Biliyorum." dediğimde üstümdeki ceketi çıkarmakla meşguldüm. İçime giydiğim kalın askılı siyah atletle pekala yaşayabilirdim ama bu küçük kız burada, bu soğukta ıslak giysileriyle duramazdı. "Bunu giy ve kulübeye gir. Olabildiğince hızlı geleceğim. Burada sana hiçbir şey olmayacak."

"Korkuyorum."

"Biliyorum."

Kızı orada bıraktım. Onun için yapabileceğim en iyi şey buydu, elimden daha fazlası gelmezdi.

Gözlerimi kapattım. Buraya bir kez daha gelmem biraz zaman alacaktı çünkü her seferinde gel git yaparak birilerini taşıyamazdım, bu beni tüketirdi ve bir süre sonra savunmasız bırakırdı. Küçük kızın bir müddet başının çaresine bakması gerekiyordu.

Set'i düşündüm. Dünyada bir yerdeydi. Heliopolis'i terk ederken onun yanına gitmek aklıma gelmedi çünkü o an beni engelleyecek çok kişi vardı ve ben onlara bu fırsatı vermeden oradan çıkmalıydım. Bu yüzden nereye gideceğim konusuna çok kafa yormamıştım. Yalnızca kılıcımı almış ve o büyülü dünyadan çıkmaya bakmıştım. Şimdiyse onun yanına gitmeliydim. Öyle de yaptım.

Savaşın en çetin olduğu bu yer kan gölüne dönmüştü. Kan kokuyordu burası. Metalik tadı adeta dilimde hissediyordum. İblislerin çokluğu ve ordunun onların yanında küçücük kalması oldukça korkutucuydu. Set ve Anat onları en iyi şekilde idare ediyordu hiç şüphesiz yoksa çoktan işleri bitmiş olurdu. Lakin bu, biraz daha destek gelmezse olacak olanı değiştirmiyordu.

"Burada ne işin var?" diye soran öfkeli ses kocama aitti. Üstü başı kan içindeydi. Kirpiklerine dahi bulaşmış olan iblis kanı, onun yaralarına karışıyordu.

"Yardım etmeye geldim." dedim çok barizmiş gibi. Öyleydi de aslında. Set'in arkasından yaklaşmakta olan iblise doğru bir hamle yaptım. Kılıcımdan ustalıkla kurtulan bu iblis ilk karşılaştıklarım gibi değildi, daha güçlüydü.

"Bu çok tehlikeli!" dedi Set dişlerinin arasından. O sırada bir başkasını kılıçtan geçirmişti. Ölen iblisin kara bedeni, muazzam güzellikteki bir erkeğe dönüştüğünde aynı hissi yaşamadan edemedim.

"Farkındayım!" diye bağırdım onun gibi. Az önce darbeden kaçan iblisi bu kez hakladım. Aynı şekilde ortaya çıkan güzelliği bu kez bağışıklık kazanmaya başladığımı fark etmeme sebep oldu. Sanırım alışıyordum.

"O zaman neden buradasın?" diye sordu Set. Çevremizdeki iki iblis de ölmüştü ve şimdilik bize saldıracak kimse yoktu.

Ona doğru yaklaştım. Kana bulanmış yanağına elimi uzattığımda geri çekilmek istedi ama buna mani oldum. "Bunun için." dedim. "Farkında olduğum için çünkü ben kendimi savunabilecek olsam da tehlikede olan çok kişi var. Üstelik sen burada, bu kargaşanın içindeyken oturup beklemek de istemiyorum."

Beni belimden tutup kendine çektiğinde sarılacağını sandım. Yapmadı. Arkamdan sinsice yaklaşan başka bir iblisi öldürdü beni geriye doğru iterken.

"Kendini ne güzel savunuyorsun!" dedi büyük bir alaycılıkla. Sesindeki öfke fark edilmeyecek gibi değildi.

"Sen de öyle!" dedim aynı ses tonuyla. Hemen arkasından yaklaşan iblisi fark ettiyse bile ondan önce davranmıştım.

"Bunu daha sonra konuşacağız." diyerek beni göğsüne çekti.

Kollarının arasındaki o kısacık rahatlama anından sonra ondan ayrıldım."Böylece ilk kavgamızı da yapmış oluruz."

Güldü.

Güldüm.

Sonrasıysa pek romantik sayılmazdı. Savaşın en çetrefilli olduğu bu bölgede hayatta kalmak ve öldürmek epey zordu. En güçlüler buradaydı ve biz azınlıktaydık. Kocamla sırt sırta vererek savaştığım o anlar bir film sahnesini aratmazken, kaosu en büyük boyutta yaşamak ruhuma hiç kapanmayacak darbeler indirmeye yetiyordu. Gökyüzü an be an kararıyor, bulutlar kümeleniyordu. Heliopolis'in altını üstüne getiren canavarları taşıyan yağmur birer birer bu topraklara da damlıyordu.

"Destek lazım!" dediğini duydum Anat'ın. Biraz uzakta, çevresini sarmış onlarca iblis ve canavar karşısında umutsuz bir mücadelenin içindeydi. "Böyle giderse yok oluruz!"

Haklıydı. Başta bu kadınla yıldızımız hiç barışmamıştı. Sonra daha çok bozuldu aramız ve nefretini en saf haliyle hissettim. Ama zamanın ne göstereceği hiçbir zaman bilinmezdi. Anat'la da öyle oldu. Ona uzattığım zeytin dalı sayesinde eskisinin aksine iyi anlaştık ve hatta birlikte çalışmışlığımız bile oldu. Şimdiyse aynı safta savaşıyorduk ve aynı düşüncedeydik.

Set etrafa bakıp, "Tepenin arkasına gidiyoruz!" dedi yüksek sesle. "Geri çekileceğiz!"

Geri çekilmek çoğu zaman düşmana kazandığını düşündürürdü. Vakti zamanında turan taktiği sayesinde ne savaşlar kazanmıştı Türkler. Geri çekilmiş ve düşmanı ablukaya almışlardı. Set öyle mi düşünüyordu bilmiyordum. Planından bir haberdim ancak her ne olursa olsun onu takip etmeye hazırdım. Öyle de yaptım. Diğer herkesle birlikte önüme çıkan iblisleri ve canavarları alt edip tepenin arkasına doğru koştum.

Daracık bir kanyon karşıladı bizi. Çok kişi değildik, iblislere nazaran epey azdı sayımız, bu yüzden daha rahat hareket ediyorduk. Öte yandan geriye dönüp baktığımda düşmanın adeta birbirini ezerek arkamızdan koştuğunu gördüm. Bu kanyonu geçtikten sonra avantajı yakalayabilirdik, en azından ilk aklıma gelen bu oldu ancak hiçbir şey beklediğim gibi olmadı. Peşimizden gelen düşman, aniden eriyen toprağa gömüldü. Birbirlerini ezerek çıkmaya çalıştıkça daha çok battılar ve bir süre sonra izleri bile silindi. Toprak yeniden eski haline geldiğinde orada bir ordunun yok olduğuna dair en ufak bir iz dahi kalmadı.

"Bu da neydi?" diye sordum nefes nefese kalmış halimle. Tanrısal yetenekler bile bir süre sonra sekteye uğrayabiliyordu. Bana olan da buydu.

Soruma cevap alamamadım.

"Gel hadi, buradan bir an önce çıkmalıyız." diyerek elimi tuttu Set. Az önceki koşuşumuzun aksine yürüyerek kanyonun ilersine gittik. Yağmur dinmiş ve bir avuç kalan ordumuz kanyondan çıktığımız gibi rahata ermişti.

"Bunu planladın mı?" diye sordum dayanamayarak. Canavarların ve iblislerin bir süre ortaya çıkmayacağı kesinleştiği için rahattım. Tabi üzerimdeki kanla bu ne kadar mümkünse...

"Evet."

Verdiği kısa cevabın ardından diğerlerinden daha uzak bir yere geçtik. Bulunduğumuz yer sık ağaçlarla dolu bir ormandı. Bu garip coğrafyanın varlığı benim için pek de bilindik sayılmazdı ancak kanyonun hemen bitişinde yer alan bu orman bizi gizleyebilecek bir bitki örtüsüne sahipti. İlk saldırının ardından oluşan tahribatı henüz bilmiyordum ama burada, bunlardan uzakta olmak kendimi iyi hissetmeme sebep oluyordu.

"Burada olmamalıydın." dedi Set bir ağacın yanında durduğumuzda. Üzerine sinen kanın kokusunu alabiliyordum. Normal şartlarda midemi bulandırması gereken bu kokunun bir benzerini taşıyor olmak buna engel oluyordu.

"Seni yalnız bırakmak istemedim." dedim. Bir korkak gibi saklanmak da istememiştim aslında ama bunu kendime saklamayı tercih ediyordum, en azından şimdilik.

"Bu çok tehlikeli Hüma. Sana bir şey olabilirdi. Bunu bildiğinden çok eminim ama buna rağmen buradasın. Kendimi koruyabilirim, herkesi koruyabilirim ama diğer herkesi korurken seni de kaybedebilirim. Başkalarının kaybını atlatabilirim ama senin kaybını binlerce yıl geçse bile kabullenemem."

O ihtimal bile ona acı veriyordu. Bir kez ayrı düşmüştük biz. Onun yüzündendi, onun hırsları yüzünden ama o bir seferin sonunda yeniden bir araya gelebilmiştik. Şimdiyse yeni bir ihtimal vardı ve Set hayatta kalacağından çok emindi ancak beni koruyup koruyamayacağından korkuyordu. Çöl tanrısını korkutan nadir şeylerden biriydi ölümüm çünkü bunu bir kez yaşamıştı ve nasıl hissettirdiğini çok iyi biliyordu.

Ona doğru yaklaştım. İki elini de sımsıkı tuttum. Ellerimiz kurumuş kan lekeleriyle bezeliydi, tıpkı yüzlerimizin ve giysilerimizin olduğu gibi.

"Biliyorum. Korkuyorsun ve ben de korkuyorum. Ama sen de biliyorsun bu savaştan sağ çıkacak kişilerden biriyim. Belki güvendiğim şey saçma, hatta aptalca ama içten içe biliyorum Apep'in bana zarar vermeyeceğini. Sen de biliyorsun." dedim. Aslında bundan çok da emin değildim ama onu bir şekilde rahatlatmam gerekiyordu. Hissettiği o kaybetme korkusunu yenmeli ve tam kapasiteyle bu savaşa odaklanmalıydı.

Sağ elini elimden kurtarıp yanağıma uzattı. Dokunup dokunmamak konusunda tereddütte kaldığı o an bu kararsızlığı kıran ben oldum. Yanağımı avucuna yasladım.

"Tertemizsin sen." dedi kısık sesiyle. Ellerine bulanan kanı yanağımda hissedebiliyordum. Kuru ve pütürlüydü ama bu tabakanın altından onun sıcaklığı da yayılıyordu. "Kirlenmeni istemiyorum. Masumiyetini kaybetmeni istemiyorum."

"Eskisi kadar masum değilim sınırların düşmanı." dedim aynı onunki gibi bir ses tonuyla.

Bozguna uğradı. Bu hitap şekli antik zamana kadar uzanıyordu ve ben ona ilk kez bu şekilde hitap ettiğimde küçük bir kasabadaki, küçük bir otel odasındaydık. Yalnızca iki gün sonra öleceğimi bilmeden ona destek olmuş, onu anlamış ve hatta belki de tam o an onu sevmiştim.

"Yanılıyorsun." dedi.

Gülümsedim. "Yanılmıyorum. Eğer masum olsaydım ellerimden kan damlıyor olmazdı." İtiraz edecek gibi olduğunda boştaki elimle dudaklarına dokundum. Yalnızca parmak uçlarımın temasıyla susması üzerine konuşmaya devam ettim. "Bunu ben seçtim Set. Buraya gelmeyi, yanında durmayı, seninle birlikte savaşmayı... Tüm bunları seçen bendim ve bundan pişman değilim. Sen her şeye karşı dururken arkana saklanamam. Sen bu bataklığa gittikçe daha fazla saplanırken, uzaktan bunu seyredemem. Belki Horus evlilik yeminimizde buna değinmedi ama orada hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, diye cümleler vardı. Bu kötü bir gün ve ben her koşulda tam burada, yanında duracağım. Ne sen ne de bir başkası buna engel olamaz."

Bana öyle bir bakışı vardı ki adeta gözleri parlıyordu. Çöl kumları oradan oraya savruluyor, içindeki coşkuyu dışa vuruyordu. O gözlerde hayranlık vardı. Minnet, sevgi, bağlılık ve aşk vardı. Bu öyle bir bakıştı ki tek kelime etmesine gerek yoktu bana bir şeyler anlatması için. Gözlerine bakmam içinden geçen her şeyi anlamama yetiyordu. Onu anlıyordum ve biliyordum ki bende en sevdiği şey onu anlayabilmemdi.

"Sanırım o tartışmayı hiçbir zaman yaşayamayacağız merhametin tanrıçası." dedi.

"Belki de böylesi daha iyidir sınırların düşmanı." diye cevap verdim. "Belki de bazı evliliklerde tuz ve bibere ihtiyaç yoktur."

Anlamadı ama sorgulamadı da. Onun yerine belimden sımsıkı kavradı ve dudaklarını sertçe bastırdı benimkilere. Dişlerimiz çarpıştı bu hızlı hareketle ama ikimizin de umurunda değildi. Büyük bir açlıkla öpüştük. Dudaklarını yaşam kaynağım oymuş gibi hunharca öptüm ve aynı şekilde karşılık aldım. Dilini dilime doladı akabinde. Üzerimizin pis olması veya yüz metre kadar ötedeki askerlerin bir önemi yoktu. Yalnızca biz vardık ve bizim varlığımız o an için en değerli şeydi.

Bir öksürük sesiyle ayrıldık birbirimizden. Anat birkaç adım ötemizde duruyordu. Garip bir tebessüm yer bulmuştu dudaklarında. Başta bana kötü davranan hatta yanlarında olmamı sorgulayan ve gitmem için elinden geleni yapan o tanrıça, şimdi muzip bir gülüşle bize bakıyordu. Her şey değişim içerisindeydi hiç şüphesiz. En sert karaktere sahip olanlar bile bir müddet sonra başka bir benliğe bürünebiliyordu.

"Heliopolis'e gitmeliyiz rapor vermek için." dedi Anat. Bu ilk saldırıydı ve bir şekilde bu raundu biz almıştık. Ancak sonrakilerde bu kadar şanslı olacağımızın garantisi yoktu. Geride bir avuç asker kalmışken bu pek mümkün değildi. Destek lazımdı.

"Tamam." dedi Set aynı dik duruşla. Az önce bana karşı gösterdiği o şeffaflık yoktu şimdi. Duvar gibi bir adam görürdü dışarıdan bakan biri.

"Ben gelmiyorum. Gidersem eğer geri gelmemi engellerler."

Sözlerime karşılık, "Pek de kötü bir fikir değil öyleyse bu." diyen kocama çatık kaşlarla baktım. Bu yeterli bir cevaptı.

"Sen burada kal Anat." diyerek ona döndü Set. Üstelememesi kendi yararınaydı. "Askerleri toparla ve bir sonraki saldırı için hazırla. Ayrıca Hüma'ya da göz kulak ol. Çılgınca bir şey yapmasına müsaade etme."

Ben ve çılgınlık mı? Ne zaman yapmıştım öyle şeyler?

Göz devirdim. Bu lafların hesabını daha sonra soracaktım.

Set'in gidişinin ardından Anat ile birlikte askerlerin yanına geldim. Yapacak daha iyi bir işim olmadığından, çorbada tuzum bulunsun diyerek, bir işin ucundan da ben tutayım demiştim. Anat, Set'in dediği gibi, askerleri sonraki mücadele için hazırlarken, ben yaralı olan kişilere yardım ettim. Sağlık konusunda çok bilgili değildim ama Mry için aynısını söyleyemezdim.

Mry, ailemin de çalıştığı laboratuvarda tutsak edilen bir askerdi. İlk iletişim kurduğum ve nefretini ilk kazandığım kişilerdendi. Aslında başta yalnızca öfkeliydi ama şimdi, aramız iyi olsa da, Anat'ın kışkırtmalarına gelmiş ve o öfkesi nefrete dönüşmüştü. Şu an aynı safta yer almamız ve hatta aynı işi yapıyor olmamız ise kaderin bir cilvesi değildi de neydi?

"Bandajı buradan tut." dedi bana. Sabitlediği bandajı tuttum. Kolunda derin bir kesik olan askerin yarasını sarıyorduk. Az önce o yarayı dikmişti ve ben gerekli olan malzemeleri ona vermiştim. Becerebileceğim bir iş olduğu söylenemezdi. Mry askerin kolunu sardı ve bandajı açılmayacak şekilde tutturdu.

Sonra bir başka askerin yanına gitti. Yüzüme bile bakmıyor oluşuna karşılık, "Vay be!" demekten alamadım kendimi.

"Bir sorun mu var?" diye sordu az önce yarasını sardığımız asker.

Çadır olmadığı için açık alanda yakılan birkaç ateşin başına çökmüştü herkes. Büyük kazanlarda pişen çorbanın kokusu alanı sarmıştı.

"Benden nefret ediyor. Sorun sayılır mı?" diye sordum şakayla karışık. Her ne kadar işi şakaya vursam da ağrıma gidiyordu.

"Çoğu senden nefret ediyor." dedi asker. Birinin getirdiği bir tas çorbayı aldı sağlam eliyle.

"Vay canına! Amma da iyisin teselli etmede."

Çorbasından bir yudum almadan önce güldü. Ben de güldüm. Ardından onun yanına oturdum. Kalabalıktan biraz daha uzaktaydık. Çoğunluk ortadaki devasa ateşin başına oturmayı ve Anat'ı dinlemeyi tercih ediyordu. Kabul ediyorum, kadının aurası muhteşemdi.

"Sen neden benden nefret etmiyorsun?" diye sormaktan alamadım kendimi.

Askerin bakışlarını üzerimde hissettim. Ufukta batmakta olan güneşin son ışıkları seçiliyordu. Kızıl renk doğrudan yüzümüze vuruyordu.

"Çünkü aklım var." dedi asker. İşte bu komikti.

"Akıllı insanları severim." dedim gülerek.

"Teknik olarak insan değilim ama sağ ol."

"Rica ederim."

"Çorba ister misin?" diye sordu. Elindeki kaseyi bana uzattığında gülümsedim.

"Hayır, sen iç. Yaralısın ve güç toplamaya ihtiyacın var." diye cevapladım onu.

"Peki." deyip büyükçe bir yudum içti.

Uzun, kızıl saçları vardı. Henüz adını bilmiyordum ama ela renk gözleri güvenebileceğim biri olduğunu hissettiriyordu. Üstelik yemeğini benimle paylaşmayı bile teklif ediyordu ki bu ordu içerisinde bu durumun yaşanması neredeyse imkansız olan bir şeydi. Açıkçası hiçbirinden böyle bir nezaket göstermelerini beklemiyordum.

"İsmin ne?"

"Maahes."

"Memnun oldum Maahes. Hüma benim adım da."

"Biliyorum." dedi. Sonra sustu ve güneş yerini aya bırakana kadar öylece oturdu yanımda.

Set henüz gelmemişti. Anat, görevini yerine getiriyordu ve askerler dört bir yana dağılmış, sonraki saldırı için güç topluyordu. Bu resimdeki yerimin kıyıda oturan bir kız olması beni pek şaşırtmadı. Zaten ben bile kendimi bir piyon olarak görüyordum, başkalarının farklı görmesini bekleyemezdim. Yine de nefret dolu bunca bakışın muhatabı olmayı da istemezdim.

"Neden sana böyle davranmalarına izin veriyorsun?" diye sordu bir süre sessiz kaldıktan sonra Maahes. Diğerlerinin bakışlarını o da fark etmişti.

Omuz silktim. "Kendimi kimseye zorla sevdiremem."

"Yine de bu şekilde bakmalarına engel olabilirsin."

"Evet, olabilirim ama yapmam. Bu onları daha çok kızdırır ve nefretlerini körüklemekten öteye gitmez. Bırak istedikleri gibi baksınlar, eninde sonunda bitecek bu."

Sustu. Yorum yapmaması iyiye işaretti. Zaten ben bu konuda konuşmak istemiyordum. Konuştukça kafama takacak ve kendimi üzmekten fazlasını yapmayacaktım.

Set gelinceye kadar Maahes ile birlikte oturdum o ağacın altında. Normal şeylerden söz ettik. Onun önceki hayatını dinledim. Ailesini kaybettiğinde bir çocukmuş daha. İnsanların hor gördüğü, bir köşeye attığı dilenci çocukmuş. Sonra bir gün Set'le kesişmiş yolu. Çöl tanrısı ona yeni bir hayat vaat etmiş ve Maahes bu hayatı kabul etmiş. İşte o zaman insanlığı geride bırakıp Set'in ordusuna katılmış.

Kim bilir nasıl hikayeleri vardı her bir askerin? Belki de Set'e olan sadakatleri bu yüzdendi. Ondan gördükleri yardımın, hiç kimse onları görmüyorken onun görmesinin karşılığıydı bu sadakat. Zaten çöl tanrısının en büyük sorunu kimsenin onu görmemesi değil miydi? Bir başkasını görmek, onun gerçeğini tanımak neden onun en büyük meziyeti olmasındı?

Set yanımıza geldiğinde, "Kralım." diyerek ayaklandı Maahes. Büyük bir saygıyla eğildi onun önünde.

"Rahat olabilirsin Maahes."

Set'in sözleriyle eğilmeye son verdi ama geri oturmadı. Saygısından zerre ödün vermemesi takdire şayandı. Şahsen ben yaralı olsaydım hastalık moduna bürünüp hiçbir şey yapmadan yatardım. Yapmışlığım vardı.

"Neden Anat'ın yanında değilsin?" diye sordu Set, bana bakarak.

"Onun işi vardı, ayak bağı olmak istemedim. Maahes ile sohbet ettik." dedim. Kısaca özetlemiştim olanı. Elbette o bakışlardan söz etmemiştim ya da Mry'in konuşma tarzından. Durup dururken sorun çıkarmaya gerek yoktu. "Sen ne yaptın? Ne konuştunuz? Ne zaman geliyorlar?"

Set, Maahes'e gitmesini işaret etti gözleriyle.

Asker onu ikiletmedi. Yanımızdan ayrılırken çorba kasesini de götürmeyi ihmal etmedi.

Set, az önce Maahes'in oturduğu yere oturduğunda biraz yaklaştım ona. Başımı geniş omzuna yaslayıp iyice sokuldum sıcaklığına. Soğuk beni üşütmüyordu belki ama bu, onun sıcaklığını sevmediğim anlamına da gelmiyordu.

"Apep bizzat saldırmadığı sürece gelmeyecekler." dedi öfkeyle Set. "Dünyayı büyük bir kıyıma mahkum ediyorlar. Korkaklar!"

"Niyetlerinin bu olduğunu sanmıyorum." dedim. Bu bir savunmadan ziyade umut etmekti.

"Niyetleri ne bilmiyorum ama olan şey tam olarak bu."

Buna karşı söyleyecek lafım yoktu, haklıydı. Tanrılar bir şeyi amaçlayıp o amaç için beklerken milyonlarca insan bir günde yaşamını yitirmişti bile. Böylesi bir tahribat nasıl düzeltilecekti? Tüm o yaralar nasıl sarılacaktı? Sarılsa bile iyileşecek miydi? Peki ya tüm bunlar ne içindi? Aptal bir iblis kalesinden çıkmıyor diye mi?

"Belki de arı kovanına çomak sokmalıyız." dedim düşüncelere dalarken. O sırada gelen bir kadınla konuşmam bölündü.

"Sizin için." diyerek bir tepside taşıdığı iki kaseyi yanımıza bıraktı. Bu nezaketin sebebi hiç şüphesiz çöl tanrısının varlığıydı.

"Gidebilirsin." dedi kısaca Set. Kadının yüzüne bile bakmamıştı.

Memnuniyet dolu bir gülümseme dudaklarıma yerleşti.

"Arı kovanına çomak sokmaktan kastın ne?" diye sordu Set, kadın gittiğinde. Özellikle gitmesini beklemişti. Kendi askerleri olsa bile kimseye güvenmiyordu.

"Kurnaz olmalıyız kocacığım." dedim cilveli bir ses tonuyla. Sanki savaş stratejisi değil de başka bir şey konuşuyormuşuz gibi bir hava yaratmaya çalışıyordum. Hatta biraz abartıp bacaklarının üstüne bile oturmuştum.

"Hem tanrıları saklandıkları delikten çıkaracak hem de Apep'i saldırmaya zorlayacak bir şey yapmalıyız. Bu öyle bir şey olmalı ki hiçbiri sessiz kalamamalı."

Set, ellerini kolum boyunca kaydırdı. Gerisin geri yukarı çıkartırken oyunuma ayak uyduruyordu ya da kendisi bu oyuna kapılmıştı.

"O çomağın ne olduğunu ikimiz de biliyoruz öyleyse karıcığım." dedi boğuk çıkan sesiyle. Anlaşılan oyuna ayak uydurmuyor, oyunun seyrini değiştirmeyi tercih ediyordu.

"Kesinlikle biliyoruz." dedim. Gözlerinde gördüğüm o ifade aynı şeyi düşündüğümüzü bas bas bağırıyordu. Ve eğer planımız işlerse yarın bu iş bitecekti.

*

Yazar Anlatımı...

Beyaz rengin hakim olduğu duvarlara hissizlik kazınmıştı. Hislere yer olmayan bu kale, hislerin varlığından doğmuş bir tanrıya ev sahipliği yapıyordu. İmset buraya yabancıydı. Yalnızca iki gün önce taraf değiştirdiğini beyan etmişti hislerin tanrısı ve Apep'in safına geçmişti. Oysa iblis ona hiç inanmadı. Onun nezdinde güvenmek kavramı yoktu. Apep için güvenmek, aptallıktan ibaretti. Çoğu zaman bu düşüncesi gerçekti ancak bazen insan güvenmek isterdi. Ne yazık ki bu isteğe yalnızca duygular sebep olurdu ve iblis tek bir duygu kırıntısına dahi sahip değildi. Onun için kazanmak dışında her şey anlamsızdı.

"Apep?" dedi sorarcasına Farah adındaki iblis. Beyaz saçları kalçalarına kadar uzanıyordu. Gümüş renkli tokalarla örülmüş saçları, nakış işlenmiş gibi muntazam bir görüntüye ev sahipliği yapıyordu. Farah, Apep'in hükümdarlığı hala geçerliyken soylu bir aileye mensuptu. Sonra iblis tahttan düşmüş ve hapsedilmişti. Böylece Farah'ın ailesi de yitip gitmişti. Yine de Apep için vazgeçilmez olduğu kesindi çünkü Farah'ta diğerlerinde olmayan bir şey vardı. O kandırılamazdı.

"Efendim Farah." dedi iblis. Gayet kibar ve ipeksi ses tonuna sahipti. Efsunkar denmesi abartı olmazdı.

"Duyguların tanrısının yalan söylediğini biliyorsun değil mi?"

Apep başıyla onayladı onu. Her ne kadar Farah'ı yanında tutma sebebi kandırılamaz olması olsa da, Apep'in de yalanlar karşısında bir bağışıklığı olduğu su götürmez bir gerçekti.

"Öyleyse neden burada?" diye sordu Farah.

Apep'in dudaklarında hislerden yoksun bir gülümseme oluştu.

Şüphesiz Farah zeki kadındı ve sorması gereken soruların idrakindeydi.

"Çünkü beni inandırmak isteyecek."

"Peki ondan ne isteyeceksin? Seni inandırmak için ne yapması gerekecek?"

Apep'in mavi gözleri Farah'ı buldu. Yüzündeki tek mimik, gülümsemesiydi.

"Bana merhametin tanrıçasını getirecek. Eğer getirmezse sadakatini sorgulayacağımı biliyor ve bunu istemeyecek."

"Neden tanrıçayı istiyorsun?"

"Çünkü Farah, tanrıları ancak tanrılar öldürebilir. Ve Hüma hiçbir şey hissetmese bile varlığı değişmeyecek. Tanrıların yaşamı ona bağlıyken, neden yeniden bir hapishaneye tıkılmayı göze alayım? Neden merhametin tanrıçasının ellerine tanrı kanı bulaşmasın?"

Farah başıyla onayladı onu. O sırada bulundukları odanın kapısı çalındı. Duyguların tanrısı hiçbir şeyden habersiz içeri girdi ve Apep'in önünde saygıyla eğildi.

"Beni çağırmışsın Apep." dedi. İblisin ondan bir şey isteyeceğinin farkındaydı.

"Evet, çağırdım. Bugün bana sadakatini kanıtlayacaksın. Hazır mısın?"

İmset bir an bile düşünmedi. Bu iblise yaklaşmanın tek yolu onu kandırmaktı ve bunun için istediği şeyi ona vermekten başka çaresi yoktu.

"Ne istersen yapmaya hazırım."

*

Hüma'nın Ağzından...

İlk yağmur damlası yeryüzüne indiğinde henüz güneş doğmamıştı. Tam manasıyla dinlenememiş olan bedenlerimiz yeniden ayaklanmış ve biz yepyeni bir muharebenin içinde bulmuştuk kendimizi. İblislerin, canavarların ve daha nicelerinin kanıyla yıkanıyordu bedenlerimiz. Kan kokusu ciğerlerime dolmuş ve artık bütün varlığım kan olmuştu. Çok kişiyi kaybettik. Verdiğimiz kayıpların yerinin dolmayacağının farkındaydık ve her geçen dakika daha fazlasına veda ediyorduk. Her iki tarafın da hala sessiz kalıyor oluşu zapt etmesi zor bir öfkeyle dolduruyordu içimi. Birinin derdi zaten yakıp yıkmaktı ancak diğer taraf sadece şahı istiyordu. Bir satranç oyununda öldürmek ve ölmek arasındaki o savaşta feda edilen birkaç taştan fazlası değildik biz.

Bir iblisin pençesi yanağımda derin bir kesiğe sebep oldu. Üç çizikten ibaretmiş gibi görünen bu yara, tuz basılmış gibi yanıyordu.

"Sen bittin." diyerek iblise döndüm. Yalnızca bir saat önce bu yaratığın muazzam güzellikte bir erkek veya kadın olduğuna inanmak zordu.

Kılıcımı sımsıkı kavrayıp ona doğru savurdum. Yanağımdan akan kan, boynuma doğru bir yol çiziyordu. Bu tarz yaralar bedenimin her yerinde mevcuttu ve benim kanım, öldürdüğüm iblislerin kanına karışıyordu. Sımsıkı bir at kuyruğu yaptığım saçım şimdiden dağılmıştı. Katran karası yağmurla ıslanan saçlarım aynı zamanda kana bulanmıştı. Leş gibiydim ama savaşmaktan vazgeçmeye de niyetim yoktu. Kan kokusunu ayırt etmek ise benim için artık çok güçtü.

Birkaç darbenin ardından iblisin karnına sapladım kılıcı. Acı çığlığı kulaklarımı yırttı ama bu sefer ona acımadım. Merhamet tanrıçasının merhametini yitirdiği o andı işte bu. Bunun farkındalığı ise kanımı dondurmaya yetiyordu.

Herkes her şeye alışıyordu. Öyle ya da böyle... Yalnızca alışmak istesin, beklesin ve yapsın, gerisi bir şekilde geliyordu. Ben ise öldüre öldüre ölüme, ellerime bulaşan kana ve acımasızlığa alışmıştım. Herkes her şeye bir şekilde alışıyordu işte. Yalnızca biraz zaman...

Kılıcımı çektim ve iblisin bedeninin yere yığılışını izledim. Saniyeler sonra hareketsiz kaldı bedeni. Bembeyaz saçları kana bulanmış toprağa saçıldı. Katran karası yağmur, beyaz tenini siyaha boyadı. Sadece baktım. Kısaca, her hangi birine bakar gibi baktım ve sonra arkamı dönüp bir başkasının daha canını aldım.

Savaş tüm vahşiliğiyle devam ediyordu. Kimin öldüğünü takip etmek şöyle dursun, romantize edilen gün doğumunu bile fark edememiştim. Sonra onlar geldi. Diğerlerinin yol açtığı iblis kafilesi... Önlerinde onlara liderlik eden duyguların tanrısı... Etrafımda bana saldırmak için an kollayan iblisler dağıldı. Bu devasa savaş meydanında, beyaza bürünmüş iblislerin karşısında yapayalnız kaldım.

"Benimle gelmen gerekiyor." dedi İmset. Gözlerinde hüzün vardı. Buradaki tüm acıyı hissediyordu ve o hepimizden daha fazla acı çekiyordu.

"Neden?" diye sordum. O bir haindi bizim için, en azından Apep'in öyle sanması gerekiyordu ve ben öylece onunla gidersem buna asla inanmazdı.

"Apep istiyor."

"Canı cehenneme." derken elimde duran kılıcı kaldırdım. Yeğenime saldırma fikri oldukça garip, komik ve hatta korkunçtu ama yapmam gereken buydu. Benim rolüm inatçı, küçük kızı oynamaktı. İmset ile böyle konuşmuştuk. Böylece Apep buraya gelecek ve onun gelişi tanrıları harekete geçirecekti.

"Cehennemi de aldığında bu mümkün olacak." dedi İmset son derece gıcık bir ses tonuyla. Bakışlarındaki o ifadeyi ise ancak ben çözebilirdim.

Dün gece, Set ile konuştuktan sonra, duygular aracılığıyla İmset'e ulaşmıştım. Bizim bir bağımız vardı. İmset tüm duygulara hükmediyordu ve merhamet de esasında bir duyguydu, yalnızca bende çok daha güçlü oluyordu bu duygu.

İmset ile, tıpkı Apep'in benimle iletişim kurduğu şekilde konuştuk. Bir çeşit rüyaydı bu ve planımız beni kullanmaktı. Set bundan pek memnun değildi, aslında ben de değildim ama bir takım fedakarlıklar yapılması gerekiyordu kazanmak için. Ben kendimi feda ediyordum. Bu yüzden buraya gelmiş ve beni almak için küçük bir tiyatro oyununa girişmişti. Sözde Apep'in tarafındaydı ve onun için merhamet tanrıçasını avlayacaktı.

İblislerden biri önüme çıktı. Elbette İmset'e zarar vermeme müsaade etmeyecekti çünkü o bir tanrıydı ve Apep'in tarafındaydı(!)

İblis, savurduğum kılıç darbesinden ustalıkla kaçtı. İkincisini de bertaraf edip bileğimi yakaladı. Şimdiye kadar karşılaştıklarımdan çok daha güçlüydü ve onu savaşarak yenmem mümkün değildi. Kurnaz davranmak istediğimde ise bana çok çabuk ayak uydurmuştu. Bu yüzden bileğimi yakaladığı anda elimdeki kılıcı çekip alması gecikmedi. Bu fırsatı iyi değerlendirdi. Tek bir hareketiyle birkaç metre öteye savrulmam bu yüzdendi. Canım acıdı ve olması gerekenden daha yüksek bir çığlık attım. İşte bu yapmamam gereken bir şeydi çünkü sesimi duyan yalnızca iblisler veya İmset değildi.

"Hüma!" diye bağırdığını duydum Set'in. Sesi biraz uzaktan geliyordu ancak nasıl bir psikolojide olduğu düşünüldüğünde saniyeler içinde buraya ulaşması şaşırtıcı değildi. Beni yerde görmesi ise onu delirten şeydi.

"Seni yok edeceğim!" dedi karanlık bir ses tonuyla. Beni tutan ve savuran iblise öyle bir bilenmişti ki, az önce doğru dürüst karşı koyamadığım iblisi saniyeler içinde yere serdi. Üstelik dediğini de yaptı. İblisi toprağa sapladı. Toprak, kanyonda olduğu gibi hareketlendi, eğildi ve ikiye ayrıldı. İblisi tek lokmada yuttu. Set'in işi bittiğinde iblisten geriye hiçbir şey kalmamıştı.

"Saldırın." dedi sakin bir sesle İmset. İşte bu beklenmedikti.

Korkuyla açtım gözlerimi. "Hayır." dedim fısıldar gibi. Sesimi kimse duymadı ve iblisler İmset'in emrine ayak uydurdu. Kısa süre içinde mücadele yeniden başladı. Takip edemediğim savaşın seyri ne yazık ki Set'in lehine değildi. Diğerlerinden daha güçlü olduklarını bizzat test ettiğim iblisler onun etrafını karınca sürüsü gibi sardı. Bir müddet sonra beyaz, siyaha boyandı ve keskin pençeler Set'in bedeninde derin kesiklere yol açtı.

"Durdur onları!" diye haykırdım acıyla. Yerden kalktım ve az önce, iblis toprağa gömüldüğünde, yere düşen kılıcımı aldım. Yardım etme çabam önüme geçen bir başkasıyla başarısız olurken, az önceki sefil halime geri dönmem de kaçınılmazdı.

"Benimle geliyorsun." dedi İmset yine. Bu kez ne acı vardı gözlerinde ne de hüzün. Apep'in bir kopyasına bakıyor gibi hissediyordum kendimi çünkü duyguların tanrısı tek bir duygu kırıntısı dahi göstermiyordu.

"Hayır!" dedim. Beni tutan iblisten kurtulmak için debelendim. "Set!"

Cevap gelmedi. Kocama ait olabilecek her hangi bir sese muhtaçtım ancak yoktu.

"Set!" diye bağırdım bir kez daha. Hiçbir değişiklik olmazken, iblislerin ablukası giderek büyüyordu.

"Bağırma, sana cevap veremez." dedi İmset. Son derece sakin ve duygusuzdu. Onu tanıyamıyordum artık.

"Söz verdin!" diye bağırırken buldum kendimi. Gözlerimden akan yaşlar yanaklarımı ıslatıyordu. İmset sözünü tutmuyordu. Bize gerçekten ihanet ediyordu ve bunu bizi kandırarak yapıyordu.

"Sana onlara güvenemezsin demiştim tanrıça." sesi yankılandı savaş alanında. Göz yaşlarıma karışan hıçkırıklarımla dinledim onun kadifemsi sesini. Söylemişti. Ve ben onu dinlememiştim.

"Durdur onları! Lütfen!" diye yalvarmaktan alamadım kendimi. Her şeye rağmen umut etmekten vazgeçemiyordum.

"Hayır." dedi İmset. Debelenmelerim karşısında acırcasına baktı bana. Sonra yaklaştı ve ben onun eline yapışıp canını yakmak için tırnaklarımı etine geçirdiğimde yalnızca yüzüme baktı. Tek bir mimik oynamıyordu yüzünde.

"Lütfen! Bana bunu yapamazsın! Bize bunu yapamazsın!" diye bağırdım bir kez daha. Sonra defalarca kez seslendim kocama. "Set! Cevap ver! Lütfen!"

Ses gelmedi. Sonra muazzam bir dinginlik sardı benliğimi. Hüznüm, acım, öfkem, hepsi ürkütücü bir sakinliğin altına gömüldü.

Son kez, "Set." dedim. Artık bağırmıyordum. Ağlamıyordum, üzülmüyordum. Artık kurtulmak için bile çabalamıyordum. İmset, tüm duygularımı baskılıyordu ve bunu yaparken bana asla acımıyordu. Tıpkı benim birilerini öldürürken acıma duygusunu hissetmemem gibi o da bana karşı hissizleşmişti. Duyguların tanrısı duygularından vazgeçmişti.

"Benimle gel." dedi bir kez daha. "Apep seni bekliyor."

İblis beni bıraktığında son kez dönüp Set'in olduğu yere baktım. Onlarca iblisin arasında can çekişen bedeninden sızan kanlar canımı yakmadı. Boş bakan gözleri bana hiçbir şey hissettirmedi. Kesik kesik aldığı nefesler göğsümü daraltmadı. O ölüyordu ve ben yalnızca izliyordum. Bir zamanlar onun, ben ölürken hiçbir şey yapmayışı gibi hiçbir şey yapmıyordum.

Yalnızca arkamı döndüm göğsüne aldığı derin pençe darbesiyle. Göğsünü yarıp geçen pençelerin onun sonu olduğunu bile bile sırt çevirdim sevdiğim adama. Artık onu sevdiğimi bile hissetmiyordum. Apep'in dediği gibi, hiçbir şey hissetmezsem acı çekmezdim. Sanırım bu verilebilecek en büyük nimetti ve iblis bu konuda kesinlikle yanılmamıştı.

Tanrıların varlığı, ben Apep'e gittiğimde indi dünyaya. Savaşın seyri değişmedi belki ama tanrılar kafalarını soktukları mağaralarından çıktı. Apep'in en güçlü iblisleri savaş meydanına indi.

Hisler, freni patlamış bir kamyon gibi bir anda geri geldi. Sarsıldım. Öyle bir sarsıldım ki dizlerimin üstüne düştüm iblisin önünde. Arka planda süregelen savaşın acısını o an hissettim. Set'in ölümüne o an yandım. Ona sırt çevirişimin pişmanlığını o an hissettim ve o an boğazımdan kopup gelen acı çığlık yarıp geçti kara bulutların sardığı göğü. Göz yaşlarım ardı arkası kesilmeden aktı ve iblis yalnızca bana baktı.

"Acılarını dindirebilirim." dedi yeniden aynı teklifi sunarak.

Histerik bir gülüş savurdum. Delicesine, akıl hastası misali güldüm onun bu teklifine. Belki de gerçekten delirmiştim. Böyle şeyler yaşayıp hala aklı selim kalmam pek mümkün olmasa gerekti.

Nefesim kesildiğinde soluklandım. Sonra ona baktım. Masmavi gözleri benden bir an olsun ayrılmamıştı. O gözlere baktığımda yeni bir kahkaha kopardım. Acıyla, öfkeyle, nefretle güldüm o an. Hayatımda attığım en mutsuz kahkahaydı bu.

"Acımı mı alacaksın?" diye sordum gülerken. Yeniden kahkaha attım. "Benim acımı mı?" dedim kendimi gösterip. Gülüşüm yavaşça soldu ve bir akıl hastası gibi göz yaşına dönüştü. Öfke tüm yoğunluğuyla varlığını hissettirdi. Acıyı ise saymıyordum bile.

"Seni öldüreceğim!" diye bağırdım ayağa kalkıp üzerine yürüyerek. Gözlerimden alevler fışkırdığına yemin edebilirdim.

İblisler önümü kesmek istediklerinde eliyle durdurdu onları tek kelime etmeden. Filmlerdeki o adam vardır ya hani, onlar gibiydi ama o filmlerde kızlar o adama aşık olurdu. Bense Apep'ten tüm varlığımla nefret ediyordum.

"Seni yok edeceğim! Bana bunu yaptığına pişman olacaksın! Hayatında ilk defa hissedeceksin iblis ama bu son olacak! Bir daha hissetmek şöyle dursun, varlığın kimsenin diline uğramayacak! Seni sileceğim!"

Apep bir kılıç attı ayaklarımın dibine. Dene, der gibi bakıyordu bana. Denedim. Kılıcı kaptığım gibi ona saldırdım. İçimdeki yangını üzerine saldım

Karşılık vermedi. Yalnızca savundu kendini. Ben yorulana kadar devam etti bu anlamsız mücadele. Sonra kılıç elimden kayıp düştü. Dizlerimin bağı çözüldü.

Savaşmanın ne anlamı vardı ki?

"Sana seni alacağımı söyledim tanrıça." diyerek üzerime yürüyen Apep bunun kanlı canlı örneğiydi. Az önce tuttuğum kılıç bir köşeye savrulmuş, iblisler her yeri sarmıştı. O ilahi görüntüleri muharebe başladığı anda yok olmuştu. Aşina olduğum kara bedenleri ve uzun pençeleri karşılarına çıkan tüm askerleri birer birer biçmişti. Ve beklenen oluyordu. Apep'in ordusu bizi yerle yeksan ediyordu.

"Neden?" diyebildim sadece. Gözlerimdeki yaşlar kaybettiklerimin acısını taşıyordu. Akmaya hazırdılar ama henüz onlara bu izni vermemiştim. Önceliklerim vardı benim. Bazen asla gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz ama umutsuzca uğruna savaştığımız o öncelikler vardı ya, onlardan ve her ne olursa olsun, her kimi kaybedersem edeyim gerçekleştirmeden ölmeyecektim. Hele ki bu iblise köle olmak, seçenekler arasında dahi yer alamazdı.

"Çünkü istiyorum." dedi yüzündeki o duygusuz gülümsemeyle. Adeta benimle alay ediyordu. "Ve ben istediğimi alırım."

İşte o an artık tutamaz oldum yaşlarımı. Birer birer dökülen inci taneleri yanaklarımda tuzlu izler bıraktı. Dudaklarımda acı dolu bir tebessüm yankılandı ve fısıltıyı andıran ses tonum yüreğime en büyük darbeyi indirmeye hazırdı.

"Al o zaman." dedim kollarımı iki yana açıp teslim olurken. "Geride hiçbir şey bırakma."

Bana doğru iki adım attı Apep. Sonra adımları duraksadı ve olduğu yerde kaldı.

"Seni hapsediyorum..."

Bu iki kelime yeniden umudu tattırdı bana. İmset'in ihanet ettiğini düşünüyordum o ana kadar, gerçekten taraf değiştirdiğine inanmıştım ama o bunu yapmamıştı. Apep'in sırtına geçirdiği hançer bunun kanıtıyken, dudaklarından dökülen bu iki kelime şahın düştüğünün göstergesiydi.

"Canını canıma..." dediğinde yer sarsıldı. Gökyüzünde şiddetli bir şimşek çaktı.

"Kanını kanım-" dedi bu kez de ama sesi tam bu anda kesildi. Apep'in kılını kıpırdatmıyor oluşu bir yana, İmset'in öylece yere yığılması yeni bir göz yaşı selinin gözlerime hücum etmesine yetmişti.

"İmset!"

Ne ara yerden kalktım, ne ara onun yanına vardım bilmiyorum. Bunu yapacak gücü nereden buldum bilmiyorum. Yalnızca yaptım ve yere düşmüş olan başını bir elimle tutup kaldırdım. Yarasına bastırdığım elimin üzerine kapandı büyük eli. Ölmemişti ama can çekişiyordu.

"Sadakatini kanıtladın Nepit." diyen Apep katille yüzleştirdi beni. Koynumuzda beslediğimiz yılan tahıl tanrıçasından başkası değildi.

"Neden yaptın bunu? O sana ne yaptı?" diye sordum ağlamaklı bir ses tonuyla. Burada olduğunu bile görmemiştim halbuki.

"Üzgünüm ama o silik karakter olmaya daha fazla devam edemezdim. Yalnızca bir yerde bilinmektense Apep'in hükmünde sefa sürmeyi tercih ettim."

Sunduğu sebep karşısında, "Aptal!" diye bağırmaktan alamadım kendimi. Bir yandan İmset'in yarasına bastırıyor, diğer yandan hesap soruyordum. Duyguların tanrısının kurtulma ihtimali neydi?

"Kendi ırkına ihanet eden birine güvenir mi sanıyorsun?"

Cevap vermedi. O da biliyordu bunu ama inanmak istemiyordu. Bazen bizi yıkıma sürükleyen inançlarımızdı ve Nepit olabilecek en aptalca şeye inanmayı seçiyordu.

"Özür dilerim." dediğini işittim İmset'in o an. Zar zor konuşuyordu. Sesi o kadar kısıktı ki bunca gürültünün arasında duyabilmem bile bir mucizeydi. Yine de odağımı ona verdim ve belki de son sözlerini can kulağıyla dinledim.

"Dileme."

Bir şeyler daha söyledi ama duyamadım. Ona doğru biraz yaklaştım. Avucumda biriken kanın yoğunluğu altında ezildi yüreğim. Bugün daha kaç kişiyi kaybedecektim? Kaybettiklerimin acısıyla nasıl yaşayacaktım?

"Mektubu oku." dedi sadece. Cebine uzandığını fark ettim akabinde. Elinden bulaşan kan lekeleriyle bezeli kağıt parçasını alırken, dudağının kenarından sızan kanı da fark edebilmiştim. Teninde kırmızı bir yol çiziyordu kan ve İmset ölüyordu.

"Sana inanmadığım için özür dilerim." dedim çatallı çıkan sesimle. Bağırmaktan ve ağlamaktan sesim kısılmıştı.

"Dileme." dedi yine zorlukla. Mektubu tutan elimden tutup kendine çekti beni. Tenimin üzerinde hissettiğim metalin soğukluğuyla irkildim ama geri çekilmedim. "Senin soyun, Apep'in sonu olsun."

Son sözleriydi bunlar. Zorlukla kurduğu bu son cümle hem umudu hem de umutsuzluğu taşıyordu. Duyguların tanrısı orada, kollarımda can verdi ve benim elimden hiçbir şey gelmedi. İmset bana Apep'i yenecek anahtarı verip gözlerini sonsuza kadar kapattı.

Başını usulca yere bıraktım. Yarı açık gözlerini parmaklarımla kapattım. Her şeye rağmen tertemiz kalan yüreğinin üzerine koydum elimi ve mektubunu cebime sakladım. Kandan bütür bütür olan kumaş hiçbir şeyin sona ermediğini ispat eder gibiydi bana. İmset ölmüştü. Set ölmüştü. Ve daha binlercesi de onlar gibi sonsuzluğa karışmıştı. Şimdiyse Apep'i sonsuza dek hapsetme zamanıydı.

İmset'in elime bıraktığı ince, gümüş bilekliği sol bileğime taktım normal bir aksesuar gibi, kimse şüphelenmedi bundan. Ayağa kalktım. Apep'in karşısına son kez dikildim o an.

"Duygularınla vedalaşmaya hazır mısın tanrıça? Bu kadar acı senin için fazla değil mi?"

Usulca salladım başımı. "Fazla." diye kabullendim. "Al hepsini. Kurtar beni."

İblisler geri çekilip bize alan açtılar. Nedenini anlamadım başta ama sonra Apep'in ilk dokunuşunu hissettim. Kestiği elimi tuttu nazikçe. Bileğime doğru okşadı. Dokunuşu buz gibiydi ve tüylerimi diken diken ediyordu ama acımı an be an kesiyordu. Parmak uçları koluma ulaştı, dirseğimi aştı, omzuma tırmandı. Boynumu okşayıp göğsümün son tarafına giderken gözleri benimkilerden bir an olsun ayrılmadı. Etrafımızda, bir hortumu andıran rüzgar vardı. Can yakacak kadar keskindi rüzgarın dokunuşu.

"Benimsin." dedi Apep benim donuk bakışlarım karşısında. "Sonsuza kadar benimle hükmedeceksin tanrıça."

Sol elimi kaldırdım ve onunkini tuttum. Tıpkı onun gibi kalbine ulaştı parmaklarım. Bileğimdeki zincir kaydı avucuma doğru ve orada yeniden şekillendi. Apep'in soğukluğundan, hissizliğinden beni koruyan bileklik, İmset'in soy mührünü yapmak için ihtiyaç duyduğu hançerin bir benzerine dönüştü. Bir an bile beklemeden sapladım onu iblisin kalbine. İmset'in darbesinin aksine nefesi kesildi. Gözlerinde ilk kez şaşkınlığı gördüm ve korkuyu fark ettim. Apep ilk defa bir şeyler hissediyordu.

"Nasıl?" dedi fısıldar gibi. Anlam veremediği bu şey, İmset'in geride bıraktığı yoğun büyü, Apep'i afallatmaya yetti. Onun afallamasıyla dağılan ordusu avantajını yitirdi.

"Son sözü söylemeden önce sona geldiğinden emin ol iblis."

Gözlerime şaşkınlıkla bakıyordu şimdi ama ona af yoktu. O, yaptıklarının bedelini ödeyecekti.

"Seni hapsediyorum.

Canını canıma...

Kanını kanıma...

Soyunu soyuma..."

Yer sarsıldı. Artçı sarsıntılar devam ederken yer kabuğu çatırdadı. Gökyüzünü yıldırımlar esir aldı.

"Seni mühürlüyorum.

Senin olanı...

Sana tapanı...

Seninle yaşayanı soyuma hapsediyorum."

Soy mührü her söylediğim sözde tamamlanırken, yarılan toprak iblisleri birer birer avladı. Her bir cümlemde Apep'in bedeni rüzgarda savrulan toz zerrecikleri gibi ayrıldı. Gözlerindeki korku İmset'in bana verdiği son hediyeydi ve bu beni fazlasıyla memnun etti.

"Ben ölmedikçe...

Soyum tükenmedikçe...

Kanım bu topraklara seni salmak niyetiyle akmadıkça esaretinden kurtulamayacaksın."

Soy mührü esasında bu sözlerle tamamlanıyordu ancak benim için bu kadarı yeterli değildi. Apep'in sonsuza dek acı çekmesini istiyordum. Merhamet tanrıçasından merhameti söküp almaya çalışan bu iblis, bunun sonuçlarına katlanmak zorundaydı bu yüzden soy mührü tamamlansa dahi susmadım ve onu en gaddar şekilde lanetlendim. Onu kendi yaptıklarıyla cezalandırdım. Bir toz zerreciği gibi benliğime karıştı Apep ve onun gücü hiçliğin en derinlerine gömüldü. Yaşam enerjisi doğayı besledi. Yalnızca dakikalar önce can çekişen doğa çiçekler açtı.

"Soyumdan biri mührü kırmadıkça sen hiçliğin en dibinde sefalet içinde yaşayacaksın.

O hiçlikten çıksan bile gazabımdan kurtulamayacak, çekeceğin azabı geride bırakamayacaksın.

Seni lanetliyorum Apep..."

Son sözümü söylediğimde Apep'in varlığı dünya üzerinden silindi. İblisler ve onun diğer takipçileri, tıpkı onun gibi cezalandırıldı ve hiçliğe karıştı. Şüphesiz bu verilebilecek en ağır cezaydı.

Sarsak adımlarla İmset'in cansız bedenine yürüdüm. Dizlerimin üzerine düştüğümde tek bir acı kırıntısı dahi hissetmedim. Duyguların tanrısının artık atmayan kalbine koydum elimi.

"Kazandık." diye fısıldadım. "Biz kazandık."

Biz kazanmıştık, ben bu savaşı bitirmiştim ama çok şey kaybetmiştim. Bugünün hem galibi hem de mağlubu bendim ve bugünden sonra sonsuza kadar mağlup olarak yaşamaya mahkumdum.

***

Evet. Ne denir bilemiyorum şu an. Şu ana kadar yazdığım en uzun bölümdü bu ve haliyle de yorucuydu. 8500 küsür kelimeydi. Belki bu uzunluktan dolayı sona doğru düzgün cümleler kuramadım, bilmiyorum.

Bölümü nasıl buldunuz?

Heliopolis ahalisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Savaş kısmında en çok öfkelendiğini, sevdiğiniz ve üzüldüğünüz şeyler nelerdi?

Set'in veya İmset'in ölmesini bekliyor muydunuz?

Sizce İmset'in mektubunda ne yazıyor?

Sonraki bölüm bildiğiniz gibi final bölümü. Sizce ne olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Set 👉

Apep 👉

İmset 👉

Anat 👉

Mry 👉

Maahes 👉

Nepit 👉

Ve aklınıza gelen diğerleri 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%