Yeni Üyelik
28.
Bölüm

3. Bölüm - Eve Dönmek

@aysenurtekkanat

İsis'in Heliopolis'teki sarayı oldukça ihtişamlıydı. Zümrüt yeşili taşlarla örülmüş duvarları göğe kadar yükseliyor, harcına karıştırılmış gerçek zümrütler güneş ışığında parlıyordu. Sarayın burçları, yapının her iki tarafında uzuyor, kollarını bulutlara değdirmek isteyen ağaçlar gibi dallanıp budaklanıyordu. İnanılmazdı, çok güzeldi ama bir o kadar da soğuktu. Burası bana yabancıydı, Heliopolis'i hissediyor olmak bu yabancılığı hafifletmiyordu.

Evet, burayı hissediyordum. Heliopolis'in kalbinden yayılan merhametin, tanrılara doğru izlediği yolu görebiliyor, onları nasıl etkilediğinin farkına varmakla birlikte bana doğru uzattığı kollarının arasında mayışıyordum. Bir kış günü battaniyelerin altına girip bir fincan kakao içmek gibiydi Heliopolis'in enerjisi. Öyle sıcak, dostani ve şevkatliydi ki insan etkilenmeden edemiyordu.

İnsan? Ne garipti? Daha bir hafta öncesine kadar ölebilecek ve hatta ölmüş bir insandım ben. Kendimi bu sıfata o kadar alıştırmıştım ki şimdi bir tanrıça olma fikri de en az bu saray kadar yabancı geliyordu bana.

Şimdi sarayın önünde durmuş, İsis'in heyecanlı bir şekilde gülümsemesinin aksine donuk ama hüznü harelerime hapseden bakışlarla sarayı süzüyordum.

"Güzel değil mi?" diye sordu İsis. Sesinde bariz bir özlem vardı. "Evim."

Ev?

Ev ne demekti?

Dört duvar ve bir çatıdan oluşan beton parçası mıydı?

Bir evin yuva olması için bu ikisi yeterli miydi?

Bence değildi. Evi ev yapan içinde yaşayanlar, yaşanılan anılar, hüzünler, mutluluklar ve sevgiydi. Fakat ben bu kocaman ve harikulade yapıya karşı en ufak bir sevgi kırıntısı bile hissetmiyordum. Duat'taki saray bile daha çok evdi benim için ama burası değildi.

"Hadi gel." dedi İsis heyecanla. "Sana burayı gezdirmek için sabırsızlanıyorum. Senin için hangi odayı hazırlayacağımı da biliyorum. Sarayın en güzel ve büyük odası senin olacak. Penceresinden Heliopolis'in her karışını görebileceksin. Tam benimkinin yanındaki oda. Böylece asla uzak olmayacak ve ayrılmayacağız."

"Ben..." dedim tereddütle. Dilimin ucuna kadar gelen onlarca kelime önlerine engel çıkmışçasına duraksadı. Dudaklarım konuşmayayım diye mühürlenirken, İsis, heyecanından olsa gerek, benim tereddütümün farkına varmadı. Sağ elimi yakalayıp saraya doğru çekiştirdi beni ama adımlarım yere çivilenmiş gibiydi. Tek bir adım dahi atamadım.

Burası benim evim değildi.

"Ne oldu? Bir sorun mu var?"

İsis'in sorusu üzerine tereddüt dolu bakışlarım onu buldu. Soğuk, yeşil duvarlar, çocukken izlediğim çizgi filmdeki bataklık canavarını andırıyordu. Sanki o cavar bataklıktan kurtulmuş ve bu duvarların tuğlaları arasına saklanmıştı. Kollarını uzatmış beni yakalamak için an kolluyor gibiydi ve bu düşünce ayaklarımın hareket etmesi için yeterliydi. Ancak ileri doğru değildi o tek adım, geriye doğruydu.

"Hüma neler oluyor?"

Telaşı sesinden anlaşılıyordu. İsis endişeliydi ve bunun sebebi bendim.

"Burası benim evim değil ki."

Çocukken bir balığım vardı. İsmi Pırıltı'ydı. Çok güzel, turuncu yüzgeçleri vardı balığımın. Onunla konuşmayı, gece yatmadan önce ona masal okumayı çok severdim. Sonra bir gün Pırıltı öldü ve ailem ben anlamayayım diye yerine başka bir balık koydu. Sonuçta onun Pırıltı olmadığını anladım çünkü benim balığım beni severdi ama yeni gelen balık sevmiyordu. Sevgi, kelimeler olmasa da anlaşılırdı ve ben o sevgiyi ayırt edebilecek bilinçteydim. O zaman bana ait olmayan o balığa bakarken hissettiğim yabancılık şimdi de içimdeydi. Bu bina bana o balığı hatırlatıyordu, tıpkı onun gibi bana ait değildi. Benim Pırıltım ise şimdi çok uzaklardaydı, dünyadaydı.

"Ev gibi hissettirmiyor."

Sözcükler dudaklarımdan çıktığı anda inanılmaz bir rahatlama hissettim ancak onunla birlikte gelen özlem duygusuna da karşı koyamadım.

Evimi özlemiştim. Ailemi, hayatımı ve hatta benden zerre hoşlanmayan akrabalarımı bile.

"Eve dönmek istiyorum." dedim. Gözlerime hücum eden yaşlarıma inat gülümsedim. "Ailemi özledim."

Sonuç itibariyle İsis'le olan konuşmamız burada noktalandı. Beni engellemeye çalışmadı ama tam olarak yardım ettiği de söylenemezdi. Bana Duat'tayken öğrettiklerini yaptım. Sadece odaklandık ve Anubis'in kızıl kahve dumanları gibi dumanların etrafımı sardığını hayal ettim. Turkuazın en can alıcı tonundaki dumanlar etrafımı sarıp sarmalarken tenim karıncalandı. Çekildim ve savruldum. En nihayetinde ayaklarım yumuşak zeminle buluştu ve elbisemin etekleri sıcak rüzgarla savruldu. Güneşin en tepede olduğu öğlen vakti, piramitleri tüm ihtişamıyla görebileceğim bölgedeydim. Uzaktaydılar hala ama o kadar büyüklerdi ki görmemek imkansızdı. Güneşi bir taç gibi başının üstünde taşıyan Keops'u Ra gibi hayal ettim ister istemez. O piramitte yaşadıklarım bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Kahire'nin silueti piramitlerin ardında dalgalanırken, oraya doğru attığım bir adımla özgürleştiğimi hissettim. Ardından bir adım daha ve bir adım daha... Her adımım beni özgürlüğe taşırken bir yerden sonra koşmaya başlamıştım bile. O kadar hızlı koştum ki ancak durduğumda farkına vardım ardımda bıraktığım koca toz bulutunun. Ve nihayet Kahire'nin dış sokaklarından birine ulaştım.

"Kimsin? Burada ne arıyorsun?" diye sordu önüme çıkan asabi polis memuru. Elinde kocaman bir silah vardı ve en ufak yanlış hareketimde beni vuracak gibiydi tavrı.

"İsmim Hüma Polat. Stanford Üniversite'si öğrencilerindenim." dedim şaşkınlıkla korku karışımı bir yüz ifadesiyle. Neler olduğuna anlam veremiyordum.

"Kimliğini göster?"

Polisin emreder ses tonu karşısında ne yapacağımı bilemedim. Kimliğim yanımda değildi ve ona bunu anlatmak tam bir faciaydı. Çünkü kendimi bir karakolda bulmamla sonuçlandı bu durum. Bir türlü bana inanmayan adam en nihayetinde kaldığım oteli aramış ve tüm turistlerin, öğrenciler de dahil, evlerine gittikleri bilgisine erişmişti. Sonucunda beni bir suçlu ilan edip nezarete tıkması gecikmedi. Zaten suçlu arıyor gibiyken hali buna şaşırmamıştım ve ellerime takılan kelepçelerle karakola getirilirken direnmemiştim. Buradan çıkabileceğimi biliyordum fakat neler olduğuna anlam veremiyor oluşum kalmam için yeterli bir sebepti. İçten içe bunun sebebinin Set'in, artık benim olan, ordusu olduğunun farkındaydım ama kesin bir sonuca ulaşmadan hareket edemezdim. Üstelik insanların dünyasında neler yaşandığını da öğrenmek zorundaydım.

Dirseklerimi dizlerime yaslayıp yüzümü avuçlarıma gömdüm. Sıkıntıyla ofladım. Baktığım parmaklıklar kendimi suçlu hissetmeme sebep oluyordu. Bir gün nezarete düşeceğim söylenseydi, bunu söyleyen kişiye koca bir kahkaha atmakla yetinirdim. Çünkü saçmaydı! Hem de koca bir saçmalıktı!

Tekrardan ofladım ve suratımı sıvazladım. Sol elimle dizimi ovalarken sağ elimi yanağıma yaslamıştım. Aklımda tonlarca soru varken en çok yer kaplayanı şüphesiz ailemle ilgili olanlardı. Neredeydiler? Onlar da gitmiş miydi yoksa benim için kalmanın bir yolunu mu bulmuşlardı?

Başlarına bir şey gelmiş olma düşüncesiyle hızlanan yüreğim, "Hüyma Bolat." diyen ve ismimi hem kaba bir aksanla hem de yanlış zikreden polis memuruyla daha da hızlandı.

"Benim." diyerek kalktım oturduğum gri, metal banktan. Burası ciddi anlamda soğuktu fakat ben, yeni kazandığım tanrısal özelliklerim sağ olsun, üzerimdeki ince elbiseye rağmen üşümemiştim.

Polis, nezaretin kapısını açtı ve yalnızca, "Benimle gel." dedi o kaba aksanıyla.

Bunun üzerine tek kelime etmeyip peşine takıldım. Bileğime bu kez takılmayan kelepçeler için minnettardım, berbat hissettiriyordu.

Pek çok memurun çalıştığı geniş bir alana çıktık önce. Bizim karakollara benzemiyordu, hoş oraları yalnızca filmlerde görmüştüm ama benzemediğinden emindim. Üniformaları farklıydı, tavırları, bakışları, her şeyleri farklıydı. En önemlisi de ellerinde kocaman silahlar tutuyor olmalarıydı. Savaş mı çıkmıştı?

Peşine takıldığım polis, beni bir odaya getirdi. Önünde durduğumuz kapıyı tıklatıp içeri girdi. Benim geldiğimi ismimi yine yanlış telaffuz ederek haber verip, içerden onay gelince girmem için kenara çekildi. Ağzımın içinden kısık bir teşekkür edip odaya girdim. Başımı kaldırdığım anda gördüğüm yüzler ise büyük bir rahatlamanın bedenimi sarıp sarmalamasına yetti.

"Hüma!" diyen kadın benim annemdi. Gözleri kızarmış ve her zaman düzgün olan saçları birbirine girmişti. Onu hiç bu kadar bakımsız görmemiş olmanın verdiği şaşkınlığı bir kenara atıp koşarak sarıldım ona. Hemen ardından bedenime dolanan kocaman, güvenli kolları hissettim. Saçlarıma kondurulan öpücükler ailemin sevgisinin en somut örneğiyken gözlerimden dökülen yaşlar özlemimin dışa vurumuydu.

"İyi misin? Sana ne yaptı o adam? Zombileri gördün mü? Sana bir şey yaptılar mı? Korktun mu? Ah elbette korktun, korkmaman mümkün değil. Seni çok özledim, senin için çok endişelendim bebeğim. Bir tanem benim." diyerek hızlı hızlı konuşan annem bir adım geri çekilip baştan aşağı süzdü beni. Babamın bir kolu hala omzumdaydı ve alnıma düşen tek bir damla yaş ağladığını anlamama yetmişti.

"Kollarına ne oldu?!" diye sordu dehşetle annem. Kalın, yeşil damarlar, derimin üzerine işlenmiş dövmeler gibiydi. "Kim yaptı bunu sana? O adam mı? Seni otelden kaçırdığını söylediler. Sevgilin sanmışlar, normal sevgili tartışması sandıkları için hiçbir şey yapmamışlar. Bu insanlar çıldırmış! Bir kadın kaçırılırken nasıl müdahale etmezler?! Dünyanın çivisi çıkmış derlerdi ya, haklılar."

"Hayatım, sakin ol." dedi babam kırık bir ses tonuyla. Ağladı ağlayacaktı sanki, gerçi az önce bir damla yaşı firar etmişti gözlerinden. "Bunlar önemli değil, konuşuruz yine. Önemli olan kızımıza kavuşmuş olmamız."

Annem usulca başını sallarken ellerimi kavradı sımsıkı. Avuçlarıma öpücükler bıraktı sevgiyle ve babam, bana her zaman güvende hissettiren kollarını sımsıkı doladı etrafıma. Sonra annemi de çekti yanımıza ve biz, üç kişilik küçük ailemizle, bir sevgi yumağına dönüştük.

Karakoldan çıkmamız epey vakit aldı. Kimliğim ve pasaportumu, ben kaybolduğumda, daha doğrusu Set beni çöle kaçırdığında ailem teslim almıştı. Ortalığı birbirine katıp otel yönetimine dava bile açmışlardı ki Mısır'lı bir psikopatın, o psikopatın bir tanrı olması önemli değildi, turist bir kadını kaçırması büyük bir olaydı. Neticede Mısır Hükümeti ve Türkiye arasında bir köprü kurulmuş, kaybolmuşum uluslararası bir sorun haline gelmişti. Üstelik bu soruna Amerika da dahil olmuştu çünkü onların okulunun öğrencisiydim ve bu onlar için de büyük bir problemdi. Neredeyse diplomatik kriz çıkıyormuş. Sonuç itibariyle ailemin buraya gelişi, attığım mail, zombiler falan derken bu dünyada epey büyük bir probleme sebep olmuştum. Fakat başıma gelen şeyleri aileme anlatmam ne yazık ki mümkün değildi. Bir tanrıça oldum diyemezdim ya onlara. Bu yüzden uyduruk bir hikaye anlatıp işin içinden sıyrılmayı başarmıştım. Polislere, beni kaçıran adamın zombiler tarafından öldürüldüğünü söylemiş ve bir şekilde ellerinden kaçtığıma dair yalan uydurmuştum. İnanmaları çok zor olmamıştı çünkü şu an en büyük mesele benim kaçırılmam değildi. Piramitlerin altındaki kum dolu odalardan fırlayan mumyalardı ve aslında bu karışıklık işime gelmişti.

Karakoldan çıktığımızda, kaçırılmamın sorumluluğunu üstlenen Mısır hükümetinin ayarladığı uçakla canım ülkeme dönmek üzere havaalanına gittik. Bu süre zarfında ailem üstüme hiç gelmedi fakat gözlerinden okunan soru işaretlerinin farkındaydım. Yakındı beni soru yağmuruna tutmaları ama ben bunun beklenmedik bir anda olmasını istemiyordum. Bu yüzden uçağa bindiğimiz anda, "Sorun hadi." dedim. Hostesin uyarısıyla birlikte kemerimi takarken sorularını bekliyordum.

"Bunca zaman neredeydin?" diye sordu babam. Annemle yan yana, tam karşımda oturuyorlardı.

Cevap vermek üzere dudaklarımı araladığımda uçağın piste doğru hareketlendiğini fark ettim. Sonra, "Çöldeydim." dedim. Yalan sayılmazdı, yalnızca tam manasıyla gerçek de değildi. "Bedevilerin yanına oradan da bir kasabaya gittik. Kaybolurum korkusuyla ondan kaçamadım."

İşte bu son söylediğim kesinlikle yalandı. Ondan kaçmama nedenim kaybolmaktan korkmam değildi çünkü bir şekilde illa yolumu bulurdum. Kaçmamamın ise tek bir nedeni vardı; başımıza gelen onca şey arasında bir türlü vakit bulamamış olmam. Önce kum canavarları, sonra Thoth ve benim aptal sarhoşluğum. Gerçi en aptalca davranışım bu değildi, ona güvenmekti. Gerisi ise ölüm ve diğer dünyada geçen korkutucu deneyimlerden ibaretti. Ve sonra tanrıça olmuştum. Kulağa zırvalık gibi geliyordu.

"Peki yardım isteyebileceğin kimse çıkmadı mı?" derken babamın eline tutundu annem. Uçaklardan pek hoşlanmıyordu.

"Oldu. Onun sayesinde size mail atabildim çünkü tehlikeli birisiydi beni kaçıran kişi." Tehlikeli ve doğaüstü birisiydi. "Size de zarar gelsin istemedim."

Uçağın yerle bağlantısı kesildi ve biz havalandık.

"Polisi arasaydın?" dedi annem bu kez de. Çözüm bulmaya çalışıyordu kendince.

"Hayatım." diyerek onun elini tuttu babam. Annemin dikkatini ancak bu şekilde çekebilmişti. "Çözüm önerilerimiz şu an bir işe yaramaz. Geçmiş geçmişte kaldı. Şimdi kızımız yanımızda, gerisinin önemi yok."

"Yine de bilmek istiyorum Aydın." diye itiraz etti annem. Hala endişeliydi ve zaman zaman gözleri kollarımdaki damarlara kayıyordu. Sesi ise ağlamaklıydı. "Kollarına ne oldu bilmek istiyorum."

Fısıldarcasına sarf ettiği sözlerle birlikte koltuğuma iyice yaslandım. Ellerimle kollarımı kapatmaya çalıştım ama elbette bir işe yaramadı. İki kez öksürüp zaman kazanmaya çalıştım, düşündüm ama verebilecek düzgün bir cevap bulamadım. Ailemin bakışlarını üzerimde hissederken daha da gerildim ve koltuğumun içinde kaybolmak istercesine geri ittim bedenimi. En nihayetinde bu sorudan kaçamayacağımı kabullendim ve işte o zaman bazı gerçekleri biraz çarpıtarak da olsa anlatabileceğim sonucuna vardım. Çünkü bu damarlar için uydurabileceğim bir yalanım yoktu ve aileme yalan söylerken kendimi berbat hissediyordum.

"Ben yaralandım." dedim en nihayetinde zorlukla ve avucumu açıp izi duran kesiği gösterdim. "Çok kan kaybettim. Eğer birisi bana yardım etmeseydi ölecektim. Bana nasıl yardım ettiklerini sormayın çünkü bunu anlatmak istemiyorum. Yalnızca o tedavi sonucunda damarlarım belirginleşti ve tabi bir de sıcağa çok maruz kaldığım için. Geçer mi bilmiyorum ama uzun zamandır böyle olduğunu söyleyebilirim."

Tam olarak doğru değildi ama tam olarak yalan da sayılmazdı ve ailem konu hakkında daha fazla konuşmak istemediğimin farkına varmıştı. Neticede Türkiye'ye varana kadar bolca hasret giderdik. Annem ve babamın sarılmaları, öpücükleri arasında kendimi oldukça güvende hissediyordum. Bana olan sevgileri dünyalara bedeldi, onları çok seviyordum.

Uçak iniş yaptığında derin bir oh çekmeden edemedim. Yuva hissi bu metal kuşun içindeyken bile hissediliyordu şimdi. İçimden, toprağı öpmek, dağına taşına kurban olduğum ülkeme bağırarak merhaba demek, yolda karşıma çıkan herkese sarılıp hoşbuldum diyerek yanaklarından öpmek geliyordu. Çok garipti ama sanırım ev demek bu demekti. Her türlü garipliğe rağmen anlamsız, sebepsiz bir sevgi duymaktı. Ve ben evimdeydim, değil mi? Belki hiçbir şey geride kalmamıştı ve aslında her şey daha yeni başlıyordu ama yine de evimdeydim. Doğduğum, büyüdüğüm, dilini, kültürünü aldığım bu güzel topraklara, aileme geri dönmüştüm. Şimdilik bu kadarı yeterliydi.

***

Selam!

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın İsis'in sarayına girmek istemeyişi?

Dünyada olan zombi korkusu?

Aydın ve Dilek çifti? (Hüma'nın anne babası.)

Kızımızın ailesine yalan söylemek zorunda kalması?

Canımız Türkiye'mize dönüş peki?

Birkaç bölüm toprağımızda geçecek, bilginize.

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere ne söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

İsis 👉

Aydın 👉

Dilek 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat _

Loading...
0%