Yeni Üyelik
29.
Bölüm

4. Bölüm - Horus Vs Hüma

@aysenurtekkanat

Özlem duygusunu her insan farklı şekilde tanımlardı. Bazıları için özlemek yalnızca uzak olan kişiye hissedilen hasret duygusuydu. Bazıları içinse yanındakine bile duyulabilen hazin bir duyguydu. Özlemek aslında öyle garipti ki ne yanında olunca tam oluyordun ne de uzakta olunca. Karşı konulamaz bir arzuydu belki. Sanırım benim nezdimde özlemek bu arzudan ibaretti.

Uçaktan indiğimde anlamsız bir tebessüm oturdu yüzüme. Hava alanı oldukça sakin ama bir o kadar da hareketliydi. Etraftaki yolcu sayısı fazlasıyla azdı. Genellikle çalışanlar vardı ama en önemlisi binanın dışında nöbet tutan polislerdi.

"Neden buradalar?" diye sordum kendime engel olamayarak. Keskin bakışların üzerimde dolaşması beni tedirgin ediyordu.

Ah, hadi ama! Ben bir tanrıçaydım, bundan tedirgin olmam kadar saçma bir durum olamazdı.

"Bunu eve gidince konuşalım." derken omzuma sardı elini babam. Beni her şeyden korumak istercesine yaptığı bu hareket aklıma Anubis'i getirmişti. Benim abimdi o, değil mi? Babamın davranışında onu nasıl görebiliyordum ki?

"Anubis hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye soruverdim arabaya doğru yürürken. Bizi almaya gelen kişinin amcam olması pek hoşuma gitmemişti ama başa gelen de çekiliyordu işte.

"Bu da nereden çıktı?"

Babamın sorusuna karşılık annem sessizdi. Amcama karşı nefret doluydu çünkü zamanında onlar da anneme karşı nefret yüklü davranışlarda bulunmuşlardı. Bu yüzden annem sessizliğini korurken, arabaya varmadan önce, sorumun cevabını almak istiyordum.

"Boşver nereden çıktığını. Sadece cevapla. Merak ediyorum." dedim babama biraz daha yaklaşarak. Amcamın yeşil gözleri üzerimdeydi ve pek de iç açıcı bakışlar atmıyordu.

"Ailevi sorunları olan bir tanrı. Muhtemelen bu sorunlardan kaçmak için kendini ölülere adamış. En azından benim tahminim bu yönde."

Babam omuz silkti. Arabayla ve dolayısıyla da amcamla aramızda epey az bir mesafe kalmıştı. Annem bir adım gerimizden geliyordu.

"Sence iyi birisi mi peki?"

"Sanırım." dedi babam sadece. "Neden sordun?"

Omuz silktim. "Hiç."

Amcamın yanına geldiğimizde memnuniyetsizliği yüzünden okunuyordu. Bir ayağını ritmik hareketlerle yere vuruyordu.

"Nihayet."

"Ayhan!" dedi babam uyarırcasına. Kardeşinin bize karşı olan tutumuna oldukça katı şekillerde karşı çıkmışlığı vardı.

"Hoşgeldin abi. Mısır nasıldı?" diye sordu amcam. Sonra aklına gelmiş gibi ekledi. "Doğru ya, sen oraya iş için veya gezi için gitmemiştin. Kızının başına ördüğü çoraplarla uğraşmaya gitmiştin."

Alaycı tutumu elbette beklediğim bir şeydi. Amcam bazen oldukça saldırgan olabiliyordu. Bu nefretin nedenini hiçbir zaman tam manasıyla anlayamamıştım ama bir şekilde sebebinin annemle ilgili olduğunu düşünüyordum.

"Ayhan!" dedi babam daha yüksek ve sert bir sesle. Birkaç polisin bakışları bize dönmüştü. "Lafını bil de konuş! Seni bu konuda defalarca kez uyardım ve son bir kez daha uyarıyorum. Aileme karşı bu şekilde davranmaya devam edersen kardeş falan dinlemem, silerim seni!"

Babamın sözleri karşısında amcamın boyun eğişi sürpriz olmadı. Zaten her seferinde böyle olur ve o kabullenirdi ama nefret dolu bakışlarını üzerimizden çekmezdi. Sonra bu olay tekrar tekrar tekrar ve tekrar yaşanırdı. Asla sonu gelmeyen bir çeşit kısır döngüden ibaretti.

Annemle birlikte arka koltuğa oturdum. Yol boyunca tek kelime etmezken, geçtiğimiz her sapakta karşımıza çıkan polis araçları şaşırmama yetiyordu. Mısır'da olanları anlardım ama ordunun burada da bu kadar büyük bir problem haline gelebileceğini düşünmemiştim.

Sokaklar bomboştu. İnsanlar evlerine kapanmış gibiydi ki hava günlük güneşlikti. Genellikle böyle havalar değerlendirilir, sahil insanlarla dolardı. Kimi piknik yapar, kimi kola çekirdek takılırdı. Bazılarıysa yalnızca denizi seyrederdi ama burada olurlardı işte. Şimdiyse yanından geçtiğimiz park bomboştu. Sokak hayvanları dışında canlıya rastlamak mümkün değildi neredeyse. Koskoca İstanbul resmen hayalet şehre dönmüştü.

Eve gitmek için geçmek zorunda olduğumuz yol kapanmıştı. Çünkü yolun bir tarafında mezarlık vardı. Sokağı tamamen kapatmışlar, mezarlığın önünde nöbete durmuşlardı. Canlanan mumyalar anlaşılan dünya çapında büyük bir paniğe yol açmış, insanlara, zombi kıyametinin gerçek olabileceğini düşündürmüştü. Öyle bir şey gerçek sayılırdı aslında, ben kanlı canlı bir örnektim.

Ah! Kendime zombi gözüyle bakıyordum. Sanırım akıl sağlığım pek de yerinde değildi ki tüm o olanlardan sonra olmasını da beklemiyordum. Gerçi ben zaten en başından beri deli damgası yiyordum ya neyse.

Eve gelmek için başka bir sokaktan dolandık. Yolu ve bu gergin ortamda geçireceğimiz süreyi de uzatmıştık ama en nihayetinde eve varabilmiştik. Bu iyiydi.

Arabadan indiğimde ellerim birbirine kenetlendi. Refleksle yaptığım bu hareket bütün gerginliğimi dışa vurur nitelikteydi. Yıllarca oturduğum beş katlı apsrtmanın önünde dururken hissettiklerim çok tuhaftı. Özlem vardı en başta. Önünde oturup çekirdek çitlediğim, merdivenlerini koşarak indiğim için alt komşumuz Necla Teyze'den azar işittiğim günleri unutmamıştım. Dedikodu Kraliçesi Ferhunde Teyze'yle olan konuşmalarımızı ve onun bana mahallede dönen tüm dolapları iştahla anlatışını da unutamazdım. Şimdiyse gördüğüm manazara özlem duygusunun yanına korku ve endişeyi eklemişti. Çünkü Ferhunde Teyze'nin penceresi sıkı sıkıya kapalıydı. Bu kadın kışın, kar yağarken bile kapatmazdı o pencereyi dedikoduları kaçıracak korkusuyla. Necla Teyze'nin ise perdeleri bile yoktu. Neredeydi? Taşınmış mıydı? Peki ya benim evimin penceresinde neden parmaklık vardı?

"Buraya ne oldu böyle?" diye sorarken buldum kendimi. Dördüncü kattaki odamın penceresi direkt olarak sokağa bakıyordu ve evdeki balkonlu odalardan birisiydi odam. Balkonda duran çiçeğim kurumuştu ve sanırım Duat'ın varlığına karışmıştı. Kuru yapraklardan birisi esen rüzgarla koptu dalından. Bir kuğu misali süzüle süzüle indi yere ve tam ayağımın dibine düştü. Babam, "Mumyaların canlanması yüzünden." derken, eğilip yaprağı aldım yerden. Elimde dağılan yaprağın kokusu usulca burnumu okşadı. Babamın verdiği cevap ise arka plandaki bir fon müziğinden farksızdı.

"Odama gitmek istiyorum. Çok yorgunum."

Aslında hiç yorgun değildim sadece anlamsız bir hüzün duygusu sarmıştı benliğimi. Çiçeğim kurumuş, bıraktığım her şey değişmişti. Hiçbir şeyi eskisi gibi bulamamanın hüznü bir yana yine o lanet olası yabancılık hissi yoklamaya başlamıştı beni. Oysa burası benim evimdi ve ben mutlu olmalıydım. Neden olamıyordum? İsis'i üzdüm diye mi? Yoksa her şey, en başta da ben, değiştim diye mi?

Annem apartmanın kapısını açarken, amcam çoktan gitmişti. Kapı gıcırtısının iç gıdıklayan sesiyle titredim. Apartman soğuktu. Hayır bu fiziksel bir soğukluk değildi. Sanki burada uzun zamandır kimse gülmemiş gibiydi. Merdivenlerden çıkarken attığım her adımda kulağıma ulaşan o tok ses ne kadar yalnız olduğumu hatırlatır nitelikteydi.

Evin kapısına geldiğimde ayakkabılarımı çıkarmak için eğildim. Kapının sağındaki boyası soyulmuş duvar benim eserimdi. Çocukken paten kaymayı çok istemiştim ama o kadar sabırlı değildim. Düştüğüm her seferde canımın acısına ağlamaktan çok sinir krizleri geçirirdim. O krizlerden birinin sonucu bu duvarda patlamıştı. Eve kadar sabredebilmiş, kanayan dizlerimi dahi umursamadan patenleri bu duvara fırlatmıştım. Üzerine yine boya geçilmişti elbette ama duvar aldığı darbeyi hala taşıyordu ve ilginç bir şekilde tam o noktadaki boya da her seferinde dökülüyordu. Bu bina anılarla doluydu. Eski ve yaşayan bir yapıydı ve benim için çok büyük bir anlamı vardı.

Ayakkabılarımı çıkardığımda annemin açtığı kapıdan içeri girdim. Ailemi beklemeyi düşündüm ama tutulacağım soru yağmurundan bir süre daha kaçmak için bu fikirden anında vazgeçtim. Ve bu yapabileceğim en doğru şeydi çünkü salonumun ortasında bir tanrı vardı!

"Senin burada ne işin var?!" diye sordum dehşetle.

Horus, şöyle bir baktı bana. Elinde tuttuğu çerçeveyi gelişi güzel bıraktı televizyon ünitesinin yanına. O çerçevenin o şekilde durmadığını söylememek için dilimi ısırdım çünkü annemle babamın sesi artık içerden geliyordu.

"Git çabuk! Odaya gir!" diyerek iteledim onu. Kendi odama yaka paça tıkıp kapıyı kapattım.

"Hüma! Bir şey mi söyledin?" diye sordu annem kapıda göründüğünde.

"Yok. Bir şey söylemedim." dedim. Bir tık panik olmuştum. Horus, ben tanrıların kralıyım moduna bürünüp odadan çıkar diye korkuyordum. Sonra ayıkla pirincin taşını.

"Peki..." dedi annem kelimeyi uzatarak. Bende bir tuhaflık olduğunun elbette farkındaydı. "Evde bir şey yoktu. Marketler kapanmadan gidip bir şeyler alacağız. İstediğin bir şey var mı?"

Sorduğu sorudan ziyade birlikte gidecekleri konusuna takılmıştım ve bunu dile getirmem de kaçınılmazdı. "Neden birlikte gidiyorsunuz ki?"

Annem şakağını kaşıyıp, "Artık insanlar yalnız dolaşmıyor. Son olanlardan sonra çok tehlikeli." şeklinde bir açıklama yaptı. Ordu gerçekten dünya çapında bir problem haline gelmişti. "Neyse. Bir şey istiyor musun?"

Sorusunu yinelediğinde önce, "Hayır." dedim. Sonra düşündüm ve annem arkasını dönmüş salondan çıkmak üzereyken ona seslendim. "Anne! Çikolata da alır mısınız?"

Gülümsedi ve hafif bir baş işaretiyle onayladı beni.

O, salondan çıktıktan sonra bir süre kapıyı dinledim. Dış kapı da kapandığında derin bir oh çekip asıl büyük sorunun kaynağıyla yüzleşmek adına odama girdim.

Horus, kitaplığımdaki kitapları inceliyordu. Elinde tuttuğu kitap benim en sevdiğim romanlardan birisiydi. Dolunay, bir Türk yazarın kaleme aldığı kurtadam temalı kitaptı ama diğerlerine kıyasla oldukça farklıydı. En büyük farklılık şüphesiz mühür kavramının kullanılmamış olmasıydı. Horus'un elinde onu görünce istemsizce gülümserken buldum kendimi. Kitabın mor renkli kapağı her seferinde beni kendine aşık etmeyi başarıyordu ve tabi gümüşi ayı da unutmamak lazımdı.

"Eşyalarımı karıştırmaya ne zaman son verirsin?" diye sordum kendimi tutamayarak. O kadar rahattı ki benim geldiğimi fark etmesine rağmen hiç istifini bozmamıştı. Hatta elindeki kitabı bırakıp, ki kitaplığa değil bir kenara koyduğu gerçeğini göz ardı edemezdim, başka bir kitap bile almıştı.

"Sen annemi üzmeye ne zaman son verirsen."

"Pardon!" diye bir tepki verdim kendimi tutamayarak. "Bu ne demek oluyor böyle?"

Elindeki kitabı öylece fırlattı çalışma masasının üzerine. Kitabın çarptığı kalemlik devrilip kalemler etrafa saçılırken yine istifini bozmadı.

"Annemi üzüyorsun. Onun yanında kalmak varken, bu sefil yere gelmeyi tercih ediyorsun. Elindeki gücü hak etmiyorsun kardeşim."

İğnelercesine söylediği kardeşim kelimesiyle, "Hah!" gibisinden bir gülüş savurdum. "Benim neyi hak edip etmediğime sen mi karar veriyorsun kardeşim?" dedim aynı onun gibi imalı bir şekilde. Horus gerçekten sinirimi bozuyordu ve bunu yalnızca sözleriyle değil davranışlarıyla da yapıyordu. Öyle ki tek gözümün seğirmesine sebep olacak şekilde bir adım attı bana doğru. Tehditkar adımı karşısında kafasını ısırmamak için zor tuttum kendimi. Onun yerine sahte bir gülümseme kondurdum yüzüme ve aynı onun gibi bir adım attım.

"Sen, sana verilenlerin kıymetini bilmeyen küçük bir kız çocuğusun sadece. O kadar küçüksün ki eğer annemi üzmemiş olsaydın seninle uğraşmaz, hatta seni görmezdim bile."

Horus'un sözlerine karşılık koca bir kahkaha attım. Hayır, bu kesinlikle mutluluk gülüşü değildi. Tümüyle öfkedendi ve artık gözüm ciddi anlamda seğiriyordu.

"Sen onu üzmedin mi?" diye sordum. "O savaşı çıkartırken sonucunun bir şekilde Duat'a dokunacağını biliyordun. Hiç mi düşünmedin anneni, babanı? Bana küçük diyorsun ya hani, asıl küçük olan sensin. Ve hayır büyüklük yaşla ilgili değildir kardeşim, büyüklük davranışlarındır. Sen şımarık bir ergen gibi davranmaya devam ettiğin sürece asla büyümeyeceksin. Ne benim gözümde ne diğer tanrıların gözünde ne de seni o tahta layık görmeyen Ra'nın gözünde."

"Kes!" diye bağırdı. Söylediklerim elbette hoşuna gitmemişti. Kimse gerçeklerin yüzüne vurulmasını istemezdi ama Horus bunu daha bir istemiyordu. Çünkü gerçekler onun için her bakımdan acı vericiydi. "Senin zırvalıklarını dinlemeye gelmedim ben buraya! Annemin yanına döneceksin! Eğer onu bir kez daha üzersen-" demişti ki sözünü kestim.

"Ne yaparsın? Beni sarayının penceresinden mi sallandırırsın?"

Tehditkarca bir adım daha attı bana doğru. Aramızdaki mesafe o kadar azalmıştı ki şimdi başımı kaldırarak bakmak zorundaydım artık ona. Benim boyum bir yetmişti! Normal şartlarda uzun bir insandım ama tanrılar arasında aynı durum söz konusu değildi. En kısalarıydım!

"Ne yapacağımı o zaman görürsün merhametin tanrıçası."

Tehdidine karşılık güldüm. "Elinden geleni ardına koyma gök tanrısı ama şunu da unutma; tüm bu söylediklerini sana yedireceğim."

Bu kez gülen o oldu. "Elinden geleni ardına koyma." diyerek benim lafımı alıntıladı. Mutluluktan yoksun gülüşlerimiz meydan okumayı temsil ederken, bu işin burada kalmayacağını ikimiz de biliyorduk. Horus ve ben bir gün yeniden karşı karşıya gelecektik ve o gün ikimizden biri pes etmiş olacaktı. O kişinin ben olmayacağımı bilmek içimi rahatlatırken, Horus'un pişmanlığını görmek için gün sayacaktım. Set nasıl yaptıklarına pişman olduysa, Horus da söylediklerine pişman olacaktı ve bu iki düşman tanrı bir gün aynı noktada buluşmak zorunda kalacaktı. Ve ben tam o noktada duracaktım işte. O günü sabırsızlıkla bekliyordum.

***

Selam!

Sizler nasılsınız bakalım?

Bölümü nasıl buldunuz?

Hüma'nın akrabaları, amcası hakkında ne söylemek istersiniz?

Horus'un bizim kızı ziyaret etmesi peki?

İkilinim atışmaları? Sizce sonucu ne olur?

Horus'u seveceğini düşünen bir Allah'ın kulu yok mu burada? 😁

Peki Set ve Horus ortak paydada buluşur mu dersiniz?

Set, Hüma'nın yanında ne zaman gelir?

Sonraki bölümde neler olacak?

Karakterlere neler söylemek istersiniz? 👇

Hüma 👉

Horus 👉

Aydın 👉

Dilek 👉

Ayhan (amca) 👉

Oy vermeyi 🌟 ve yorum yapmayı 💭 unutmayın. Seviliyorsunuz. ❤️

İnstagram - aysenurtekkanat_

Loading...
0%